İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kimsiniz? Nesne, yalnızca bir nesne!

Kimliğe ilişkin tüm nitelendirmeler, “birey”in süreç içinde oluşturduğu ve yalnızca onu tanımlayan özelliklere gönderme yapar. Kimlik, değer yaratıcı ve değer kaynağı “birey”i anlatır, anlatmalıdır 

OSMAN CAN 

– Kimsiniz?
– Bir dakika cüzdanıma bakayım… İtalyanım. Ama aslında Alman kökenliyim, güney Tirol bölgesinden… Yani anadilim Almanca. Katoliğim, bu arada Papa’nın Türkiye ziyareti, umarım biz Katoliklerle siz Müslümanlar ve Türkler arasında bir barış ortamı sağlar. Bu arada evliyim ve iki çocuk annesiyim. Ayrıca dikkat ettiyseniz, yargıcım.
– ‘Ne’ olduğunuzu sormadım!
Herkesin cebinde hangi ülkeye “ait” olduğunu, damarlarda hangi kanı taşıdığını, nerede doğduğunu, dininin ve cinsiyetinin ne olduğunu vs. gösteren veriler içeren kimlik kartı vardır. Hepsi birey tarafından belirlenmeyen, aksine dışsal etkenlerde biçimlenen, bazen bireyin içine doğduğu kodları yansıtan, bazen bireyin içine doğduğu doğal statüyü gösteren veriler. Tüm bu veriler doğar doğmaz bireye sunulan, bu özelliklerde değişiklik oldukça yenilenen, yeni bir hukuksal statü doğunca bu statüye mensubiyeti belgeleyen plastik kartlar üzerinde taşınır.
Kimlik kartları üzerindeki hangi bilgiler gerçekte bizim “kim?” olduğumuza yönelik soruları yanıtlar? “Türklük”, “Kürtlük”, “İtalyanlık”,
“Müslümanlık”, “Hıristiyanlık”, “yargıçlık”, “mühendislik”, “kadınlık”, “evlilik”?
“Kim” sorusuna yanıt, insanın doğal nitelikleriyle mi ilgilidir? Kimlik, içine doğulan doğal kodlara uygunlukla mı kazanılır? “İnsan”,
“Türk”, “siyah” yanıtı, “kim” sorusunun yanıtı mıdır?
“Kim” sorusuna vereceğimiz yanıt, yaşamın belirli bir alanında iradi ya da gayri iradi biçimde mensup olunan toplumsal grupla ya da kurumsal yapıyla mı ilgilidir? “Yargıç”, “doktor” ya da “asker” yanıtı, kim sorusuna yanıt olabilir mi?
“Kim” sorusuna vereceğimiz yanıt, karşı karşıya bulunduğumuz sosyal, siyasal, ekonomik ya da felsefi problemlere çözüm sunan ideolojiler, dinler, inançlar ve benzeri kodlarla mı ilgilidir? “Müslüman”,
“ateist”, “Marksist”, “Kemalist” yanıtları, “kim” olduğumuzu mu gösterir?
Kimliklerde sunulan tüm veriler, aslında “ne” sorusunun yanıtı değil mi?
– Herhangi bir insan,
– Alman ırkına mensup herhangi bir insan,
– Alman ırkına mensup, yargıç mesleğine sahip herhangi bir insan,
– Alman ırkına mensup, yargıç mesleğine sahip, İtalya vatandaşı, Katolik, evli ve cinsiyeti kadın olan herhangi bir insan.
– …
Yanıtlar “nesnel” veriler üzerinden yürütüldüğünde, her bir adımda gittikçe artan oranda ayrışma ve farklılaşma sağlanabilir, doğru! Kurgu filmlerde rastladığımız sayısal barkodla tanımlanmış biyolojik insanlar da yalnızca kendine özgü tanımlayıcı bir niteliğe sahip olmalarına rağmen, bu tanımlama onlara “özne” özelliği kazandırıyor mu? Esasen aynı veriler temelinde, hayvanlara, bitkilere, taşlara, minerallere de kimlik kartları düzenlemek mümkün, zaten düzenleniyor da…

Kimlik ve birey
Oysaki “kim” sorusu, süjeyle/özneyle ilgili… “Kim” sorusuna verilecek yanıt, bireyin, jest ve mimikleriyle, duygusal ya da rasyonel biçimde bireysel, toplumsal ve siyasal sorunlar ya da etkiler karşısında gösterdiği tepkiyle, zihinsel ve bedensel emeğiyle ürettiği, yarattığı, tırnaklarıyla kazıyarak dışa yansıttığı “öz” resmidir.
“Kim” sorusuna verilecek yanıt, bize bireyi öteki bireylerden ayıran subjektif özelliklerine götürür. Kimlik geliştirilebilen, dinamik bir yapıdır. Doğumla değil, ancak toplumsal deneyim ve eylemsel iletişim sürecinde kazanılır. İletişimin olmadığı yerde kimlikten söz edilemez. Bireylerle ve doğayla iletişim, bireyin kendini gerçekleştirmesini, kendi değerini tanımasını ve tanıtmasını sağlar. Kimlik bu sürecin bir ürünüdür. Dolayısıyla kimlik bir farklılaşma, ayrışma ve değer yaratıcı konuma geçmişliğe işaret eder. Özgürlük, aslında bireyin yarattığı pozitif kimlik sorunudur, kendi kendini gerçekleştirmesiyle ilgilidir.
Samuel Pufendorf, insanı imbecilitas (embesil, yaşamak için başkasına muhtaç) bir varlık olarak tanımlar. Ona göre insan toplumsallık sürecinde gelişir, birey olur. Birey olabilme yeteneği onu onur kaynağı yapar. Bu yolla insan onurunu ilk defa hukukun temel kavramı haline getirir. Erasmus insanı “olmakta olan” varlık olarak tanımlar, Marx ise özgürleşmeyi esas alarak, maddeden farklılaşmamış insanı toplumsal etkileşim içinde özneleşen, özgürleştikçe tüm hiyerarşileri reddeden bir varlık olarak tanımlar. Kimliğe ilişkin tüm nitelendirmeler, “birey”in süreç içinde oluşturduğu ve yalnızca onu tanımlayan özelliklere gönderme yapar. Kimlik, değer yaratıcı ve değer kaynağı “birey”i anlatır, anlatmalıdır.
“Kimlik” oluşturulacak olandır. Bireye sunulan ve alınıp cüzdana yerleştirilen “plastik” bir nesne değildir. Uğruna bireyin feda edilmesini gerektiren soyut ve kurgusal bir “mytos” ya da tarihe bir esaret değildir. Tarihin belirli bir döneminde kalan olağanüstülüğü günümüze taşımanın da bir aracı değildir. Hortlaklara esaret değildir. Hayaletlerle iç içe bir yaşam değildir. Tarihsel travmalara esaret de değildir. Toplumsal, siyasal, tarihsel, etnik, dinsel ya da kültürel hiçbir kimliğin esiri olmamaktır. Tabii ki inkâr etmek değildir, ancak ona egemen olabilmektir.
Ancak Türklük, Almanlık, Hıristiyanlık, kadınlık ise, “ne” sorusuna verilecek yanıtlardır. Çünkü bu veriler, kişinin yarattığı bir kimlik değil, kendi dışında, kendi iradesinin bir ürünü olmayan “nesnel” verilerdir, dolayısıyla “nesne” ile ilgilidir ve “ne” sorusunun yanıtıdır. İnsanı “kim” sorusu yerine “ne” sorusuna verilecek yanıtlarla tanımlama çabası, insanı nesneleştirmeye yarıyor. Bireyin belirlemediği ve üretmediği nitelendirmeler, insanı yaratılan değerlerin taşıyıcısı/harcı kılar. Bu durumda artık bir değer kaynağı insandan değil, araçsallaştırılmış, ürettikçe değer kazanan, işlevini yerine getirdikçe anlam ifade eden “parça”lardan söz etmek gerekecektir. İşlevsizleştiğinde ise en iyi ihtimalle “geri dönüşüm makinasına” gönderilen “araç”lardan…

Acı tablo
Bu işlevsel parça “objektif” ölçütlere ve testlere tabi tutularak seçilir. Nesneleştirilen, birer araca ya da rakamsal büyüklüğe indirgenen “biyolojik” insan bu objektif testleri ve sınavları geçtiğinde ekonomik ve işlevsel değerler olarak kabul edilir, başarısına göre yükseltilir, makam araçları ve sekreterlerle donatılır. Dakikada sıktığı cıvata, kazandığı müşteri ya da hazırladığı dosya oranında ödüllendirilir. Hatta modern çağın “arıza çıkarıcı” stres sorununu aşması için metafizik ve dinsel merhemler tatbik edilir, çalışmanın ibadet olduğu kulağına fısıldanır ya da performansı “meditasyon” gibi Uzakdoğu kaynaklı katalizatörler kullanılarak artırılır. Sosyal devlet ve emeklilikte yaşanacak “ikinci bahar” hayalleri de unutulmamalı.
Ekonomik üretim performansının ya da sistem taşıyıcı gücünün tükenmesinin ardından da kadavraya dönüşür.
Ve tüm bu süreç içinde bireye biçilen roller “kim” sorusuna yanıt olarak sunuluyor. Acı bir tablo! Oysa insan olmak hayvanlardan farklılaşmayla sağlanıyordu. Düşünüyor olmak, insanı öteki canlılardan ayırıcı nitelikti. Ancak yüzyıllar süren özgürlük mücadelesinde, bağımsızlaştığımızı düşündüğümüz, kendi kaderimize hâkim olduğumuza inandığımız bir anda aslında hayvanların sahip olduğu özgürlüğe dahi sahip olamadığımızı ve bizi belirleyen siyasal, toplumsal ve ekonomik çarkların mekanik bir parçası olmaktan ileri gidemediğimizi görüyoruz.
Nesnel kriterlerle tanımlanan, birey dışı kategorilere göre sınıflandırılan, kurulu ve verili paradigmaların esiri haline getirilen insan, “kim” sorusunun muhatabı değil. İrademizin dışında bizi belirleyen, yönlendiren veya biçimlendiren her bir sistem, kaçınılmaz olarak bir ötekinden yalnızca nicel farklılıklar gösteren yeni bir faşizm versiyonu, insanı yabancılaştırmanın yeni bir yöntemidir.
İnsanların nesnel verilerle tanımlanması, burjuva sanayi devriminin dayattığı bir gereksinimdir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren düzenlenen kimlik belgeleri, ise modern ulus-devletteki sermaye sınıfının bu sınırlar içinde tüm bireylerin kaderine hâkim olma çabasının bir ürünüdür. İnsanları yığınlar halinde yönlendirmek ve endüstriyel kullanım için hazır hale getirmenin araçlarıdır. Bunu sağlamanın yolu, kuşkusuz ideolojilerdir. İnsanı objektif verilere göre tanımlayan, değer kaynağını insandan alıp, ırk, milliyet, din, kültür vb. objektif verilere kaydıran, insanın uğruna varlığını feda etmesi gerektiğine inandırılan insan dışı kategoriler ve ideolojiler, cari sistemlerin kendilerini her defasında yeniden üretebilmesinin de altın kuralıdır.
Objektif verilere dayalı kimlik, hegemonya üretiminin temel aracıdır. Veriler, militarist koşullanmalara olanak verecek biçimde kabaca ve darbe yoluyla diktatörlükleri doğurabileceği ya da bunları süreklileştireceği gibi, Gramsci’nin ifadesiyle, gelişmiş kapitalist toplumlarda doğrudan ve açık güç kullanımına dayanmaksızın, rafine biçimde ve esnek ideolojilerle hegemonyaya da olanak sağlayabiliyor.
Kimlikler ve kimlikler üzerine kurulu ideolojiler ve hegemonyalar, kutsal kitaplarda ifade edilen “yakıtı insan olan cehennem”in kendisi… Pink Floyd’un kült haline gelmiş eleştirel şarkısında söylediği gibi, bireyi “another brick on the wall” (yalnızca duvardaki bir başka tuğla) olarak konumlandıran, insanı tüketen, bireyi “şey”leştiren, hegemonyal araçlar…
Ve bu kimlikler uğruna kutsal savaşlar veriyoruz, vermeye devam ediyoruz.
Ne uğruna savaş verdiğimizin farkında mıyız?

Yüzyıllar süren özgürlük mücadelesinde, bağımsızlaştığımızı düşündüğümüz, kendi kaderimize hâkim olduğumuza inandığımız bir anda, aslında hayvanların sahip olduğu özgürlüğe dahi sahip olamadığımızı ve bizi belirleyen siyasal, toplumsal ve ekonomik çarkların mekanik bir parçası olmaktan ileri gidemediğimizi görüyoruz
Doç. Dr.OSMAN CAN 

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6499

Yorumlar kapatıldı.