İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Avrupa’da ABD’ye ihtiyacımız var

Almanya Başbakanı Merkel’le Fransa’da başkanlığın güçlü adayı Sarkozy’nin ABD’yle iyi geçinmek istemeleri ve Demokratların seçimlerden güçlenerek çıkması Ankara’nın lehine. Türkiye, AB’yle ABD’yi birbirine alternatif olarak değil, tamamlayıcı öğeler olarak görmeli

ÖMER TAŞPINAR 

WASHINGTON – Türkiye-AB ilişkileri ciddi bir krize doğru hızla ilerliyor. Bu kriz geçmiştekilerden farklı olacak gibi. Daha önceki krizleri sona erdiren şartları iki nedenle çok arayacağız. İlk neden, bu sefer sadece Türkiye’nin değil, AB’nin de ciddi bir yönetim ve kimlik krizi içinde olması. İkinci nedense, Türk kamuoyundaki AB heyecanının artık yüzde 30 gibi düşük bir rakama dayanmış olması. Geçmişte Dışişleri’nden sorumlu beş bakanımızın müzakerelere ara verilmesini önermeleri bu yeni dinamikleri yansıtıyor.
Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak girme şansı teknik olarak sürüyor olabilir. Fakat gerçekçi olmalıyız. Türkiye’nin tam üyelik süreci AB Komisyonu tarafından yürütülecek bir bürokratik süreç değil. Karşımızda isteksiz bir kıta ve siyasi bir mayın tarlası var. AB Anayasısı’na hayır diyen Fransa ve Hollanda referandumları sonrası, Avrupa’da tarihi bir süreç yaşanıyor.
AB elitler arası uzlaşma üzerine kurulu bir projeydi. Şimdi iş değişti. AB’nin bürokratik-teknokratik-elit vizyonu ilk defa bu kadar ciddi bir şekilde Avrupa toplumlarınca reddedildi. Teknokrasi-demokrasi çarpışmasını demokrasi kazandı. O nedenle Komisyon’un borusu eskisi gibi ötmeyecek. Sonuçta AB hayati bir kimlik krizi yaşıyor. Bu krizin en kritik boyutunu ‘genişleme’ projesi oluşturuyor, genişleme projesinin en zorlu boyutunu ise Türkiye. Tüm bu nedenlerle tam üyelik şansımız ‘siyaseten’ hayli azalmış durumda. Bunu açıkça dile getirmeyenler ya aşırı saflık içindel, ya da Türkiye’nin hedefsiz kalıp yeni ekonomik ve siyasi krizlere doğru gideceğinden çekiniyor. Artık gerçekçi olmalıyız. AB ile hiçbir şey değişmemiş gibi davranmanın pek anlamı yok. Şundan emin olalım: Fransa ve Hollanda referandumları sonrası Avrupa’da hiçbir politikacı AB’nin genişleme sürecini halktan kopuk teknik bir süreç olarak görmeyecek. Kıbrıs ve insan hakları gibi sorunları çözsek bile, ortada çok daha ciddi bir sorun var: Gelecek yıllarda birçok AB ülkesi Türkiye ile müzakerelere tam üyelik konusunda ilerde referandum yapılması şartıyla devam etmek isteyecek.
Bu durum ise bizim öfkemize öfke katacak.

Ciddi bir krize hazırlanmalıyız
Tüm bu nedenlerle kendimizi AB’yle ciddi bir krize şimdiden hazırlamalıyız.
Geçmişte bu duruma benzer bir krizi AB’nin 1997 Lüksemburg zirvesi sonrasında yaşamıştık. O dönemin Türkiyesi haliyle bugüne oranla çok daha kötü durumdaydı. Bir yandan PKK’yla savaş doludizgin sürerken, diğer taraftan 28 Şubat süreci Avrupa’ya otoriter ve problemli bir Türkiye imajı sunuyordu. Bu durumu gören AB bizi çıldırtan bir karar alarak 1997 Lüksemburg zirvesinde Türkiye’yi genişleme sürecinin dışında bırakmıştı. Fakat o zaman lehimize gelişen bazı şartlar da vardı. Zaten o şartlar sayesinde Lüksemburg krizinden tam iki yıl sonra, Aralık 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye genişleme sürecine tekrar kabul edilmişti. Oysa şimdi 1997-1999 arası bulduğumuz o olumlu şartları çok arayacağız.
1997-1999 yıllarında, o iki sene zarfında, ne olmuştu da AB’nin Helsinki zirvesinde lehimize karar çıkmıştı hatırlamaya çalışalım. Şurası kesin: Türkiye o iki yıl içinde ciddi bir demokratik açılım veya ekonomik gelişme yaşamadı. Yani iç dinamikler nedeniyle bir avantaj elde etmedik.
Fakat dış dinamiklerde, üç alanda lehimize ciddi gelişmeler yaşandı. Bunların en önemlisi 1998’de Almanya’da Hıristiyan Demokratların seçimleri kaybetmesi oldu. Kohl’un yerine Schröder geldi. Bu, başlı başına çok önemli bir gelişmeydi. Zira Hıristiyan Demokratlar Türkiye konusunda hep isteksizken, SPD-Yeşiller koalisyonu Almanya’daki Türklere vatandaşlık ve Türkiye’nin AB üyeliği konularında çok daha olumlu bir tavır sergiledi. Oysa bugün Almanya’da tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Hıristiyan Demokratlar tekrar iktidarda ve ‘imtiyazli ortaklık’ teklifini masaya getirmek için fırsat bekliyorlar. 1997-1999 döneminde lehimize gelişen ikinci gelişme ise Yunanistan’da yaşanan değişimdi. Simitis iktidarı Atina’nın Türkiye politikasında yeni bir devir açmış ve Ankara’nın en ateşli destekçilerinden biri haline gelmişti. Bugün ise Kıbrıs nedeniyle işler karışmış durumda. Gerek Yunanistan gerekse Kıbrıs Rumları artık destekden çok köstek olma yolundalar.

Türkiye için etkili lobi
1997-1999 yıllarında lehimize gelişen üçüncü dinamik ise ABD ile iyi giden ilişkilerin Avrupa’da işimize yaramasıydı. O iki yıl süresince Washington’ın AB başkentlerinde yaptığı Türkiye lobisi son derece etkili olmuştu. Tabii o dönemde Türkiye-ABD ilişkileri altın yıllarını geçiriyordu. İktidarda Clinton vardı. Daha da önemlisi Avrupa Clinton’a hayrandı ve Transatlantik ilişkiler çok daha iyi durumdaydı. Bugün ise hem Türkiye’nin ABD ile ilişkileri tarihte olmadığı kadar sorunlu hem de AB-ABD ilişkileri son derece yıpranmış durumda.
Ancak her şeye rağmen bugün AB-ABD ilişkilerinde iki alanda umut veren gelişmeler var. Bunlardan birincisi Berlin’de Angela Merkel hükümetinin ve Paris’te yakında iktidara gelme ihtimali yüksek olan Sarkozy’nin, ABD ile iyi geçinmek istemesi. Bu iki lider Washington’la yıpranmış ilişkileri düzeltmek istiyorlar. Lehimize olan ikinci gelişme ise Demokratların seçimlerden son derece güçlenmiş olarak çıkmaları. Bütün Avrupa Demokratların seçim zaferini büyük bir sevinçle karşıladı. Zira Bush yönetimine oranla, Demokratlar AB ile iyi ilişkilere çok daha fazla önem veriyorlar. Bu iki olumlu gelişmeyi Ankara iyi değerlendirmeli. ABD ve AB’yi birbirine alternatif görmek yerine, tamamlayıcı unsurlar olarak görmeliyiz. Bunu yapmak için AB ile işler zorlaşırken ABD cephesini sağlam tutmamız gerekiyor. Unutmayalım ki, 1997-1999 döneminde Demokrat Washington’un Ankara için lobi yapması son derece yararlı olmuştu. Bu tür bir lobiye yakında çok ihtiyacımız olacak. ABD’de Demokratların tekrar güçleniyor olması Avrupa’daki Amerikan karşıtlığını frenleyecek ve Washington’ın ‘soft power’ını, yani etkileme gücünü artıracaktir. Demokratlara sadece Ermeni meselesi penceresinden değil biraz da bu açıdan bakalım ve Washington cephesini sağlam tutalım.
Dr. Ömer Taşpınar: Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü 

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=205735&tarih=27/11/2006

Yorumlar kapatıldı.