İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soykırım hayaletinden kurtulmak için

Etyen Mahçupyan

Fransa’daki malum yasa münasebetiyle birçok kişi ‘akıl tutulmasından’ söz etti, ama 90 yıldır yüzleşilemeyen bir tarihsel dönemi sırtında taşıyan Türkiye’nin durumu aynı derecede tutulmuş bir aklı göstermiyor mu? ‘Soykırım’ sözcüğü büyülü bir evin içinde gezinip duran bir hayalet gibi aklımızı rehin almış durumda… Öncelikle ‘soykırım’ın doğrudan gözlemlenebilir bir tarihsel veri olmadığını belirtmekte yarar var. Yani etrafa bakıp “işte soykırım oluyor” denemez çünkü hiçbir tekil eylem kendi başına bu sıfatı hakedemez. Dolayısıyla ‘soykırım’ birçok tekil karar ve eylemin sonucuna yönelik olarak sonradan konan bir teşhis. Günümüzde kullanılan tanım ise hukuki temele sahip ve bu nedenle de tarihte gerçekte yaşanan olayın doğrudan bir niteliği değil. Diğer bir deyişle tarihsel bir olayın soykırım olup olmadığı, geçmişte yaşananlar kadar bizzat söz konusu tanıma da bağlı. Kısacası hukuksal tanımı değiştirirseniz tarihsel bir olayı soykırım olmaktan çıkarabileceğiniz gibi, aksine şu an soykırım sayılmayan bir olayı da soykırım haline getirebilirsiniz…

Birleşmiş Milletlerin 1948’de kabul ettiği tanım, bu eylemin tezahürleri açısından son derece geniş. Öyle ki çocukların annelerinden uzaklaştırılmalarına yol açan veya bir grup insanın kendi kültürünü idame ettirmesine izin vermeyen tasarruflar bile ‘soykırım’ sayılmakta. Öte yandan bir eylemin ‘soykırım’ sayılabilmesi için o eylemin ‘niteliğiyle’ ilgili dört koşulun yerine gelmesi gerekmekte: Birincisi söz konusu eylem mağdurun kimliği nedeniyle olmalı; ikincisi mağdurları bir ‘grup’ olarak hedef almalı; üçüncüsü sistematik olmalı; ve dördüncüsü eylemin ardında mağdurlara zarar vermeye yönelik bir ‘saik’ bulunmalı.

Bu kıstaslar dahilinde 1915 Ermeni Katliamına bakıldığında ‘soykırım’ kelimesini kullanmamak son derece güç gözüküyor. Çünkü mağduriyet salt Ermeni kimliğinden ötürü yaşanmış, insanı ve kültürü ile ‘Ermenilik’ hedef alınmış, önceki hazırlık safhasıyla birlikte olaylar yaklaşık bir buçuk yıl sistemli bir biçimde sürdürülmüştür. ‘Saik’ noktasında ise Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin ve dönemin Türk gözlemcilerinin hatıratı ve bizzat Talat Paşa’nın süreci adım adım takip eden emirleri yeterlidir. İşin başında Ermenileri ille de öldürmek gibi bir saikin olduğunu kimse iddia edemez. Ancak toplu ölümlere rağmen tehciri devam ettirmek bu sürecin bilerek yönetildiğini ortaya koymaktadır. Dahası tehcir öncesinde 15 yaş üstü Ermeni erkeklerin önemli kısmının amele taburlarına alınıp birçoğunun öldürülmesi, amacın salt bir ‘boşaltma’ olmadığına dair yeterli kanıt sayılabilmekte… Nihayet Ermeni kültürü üzerindeki baskıların orada kalmadığı, Cumhuriyet döneminde aynı hızla devam ettiği ve günümüzde bile son bulmadığı düşünülürse, niçin neredeyse bütün dünyanın bu olayı ‘soykırım’ olarak gördüğü açığa çıkar.

Öte yandan bu tarihin Nazilerin yaptığı soykırımla benzeşmediği de açıktır. Tehcirin gerçekte nasıl yaşandığını çok sonradan öğrenen hükümet üyeleri olduğu gibi, Meclis de 1918’de açıldığında hala Ermeni milletvekillerine sahiptir ve olaylar bugünkünden çok daha açık bir biçimde bütün çıplaklığıyla tartışılır, kayda geçer ve Takvim-i Vekayi’de yayımlanır. Ardından olayın kendi yasalarına göre suç olduğuna hükmeden Meclis yargıyı harekete geçirir ve Türk Müslüman tanıkların doğrudan gözlemleri sayesinde tarih açığa çıkarılır. Bu tabloya merkezi kararlara direnerek hayatını bile kaybeden sayısız namuslu Türk Müslüman bürokratın varlığını da eklemek gerekir…

Dolayısıyla bir ‘soykırım’ söz konusu olsa da, Türk toplumunu, milletini, hatta devletini bile blok olarak suçlamaya imkan yoktur. O halde bu ayrımı acaba niçin yapamıyoruz? Kendimizi Teşkilat-ı Mahsusa’dan ayrıştırmak niçin bu denli zor?

http://www.gazetem.net/emahcupyan.asp?yaziid=290

Yorumlar kapatıldı.