İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ağar’la birlikte monoblok devletten çıkış

Ferhat Kentel

Son bir haftada ilgisiz kalmanın oldukça zor olduğu olaylar yaşadık. Orhan Pamuk Nobel ödülü aldı… Ruhu sağcılaşan, cemaatleşen Fransa, 1915’te Anadolu’da Ermenilere uygulanan vahşet politikasına “soykırım” demeyene ceza vermeyi yasalaştırdı… Kıskanç yazarlar ve Türklüklerini ancak düşmanlarla kurabilen, ancak futbol takımlarının başarısıyla tatmin olabilen, (az önce) Galatasaray’ın yenilmesinde olduğu gibi, bu alanda da genellikle hüsran duyan milliyetçiler sayesinde, bir Türk’ün, Türkçe’nin, ilk defa Nobel ödülü alması gibi gurur duyulacak bir olayın tadı kaçtı… Neredeyse, uluslararası maçlarda olduğu gibi, Galatasaray’ın galibiyetine sevinmeyen Fenerbahçelilerin (ya da tersi) durumuna benzer bir durum çıktı. Dünyadan, Avrupa’dan her zaman “aferin” bekleyen (“Avrupa Avrupa duy sesimizi!”) bir milletin bir bölümü, o milletin içinden çıkan, dilini temsil eden bir yazarın yaptığı işi, kendi kulübünü temsil etmediği için lanetledi…

Ve bu arada DYP genel başkanı Mehmet Ağar “kendisinden beklenmeyen” açıklamalar yaptı; gelen tepkiler üzerine, sözlerine ilaveler yaptı.

“Benim dönemimde asker konuşamaz. Asker konuşuyorsa hükümet yok demektir. (…)Ha babam dağda silah sesleri olacağına, düz ovada siyaset yapsınlar. (…) Bir şehit anasının ‘Vatan sağ olsun diyemiyorum’ sözüne siyasetçiler kulak kapatamaz. Bir ananın feryadını anlamayanlar siyasette duramazlar. (…) Söylediklerimiz, müşterek vatan iradesini güçlendirmek, bölünmez bütünlüğü pekiştirmek amacını taşıyor. Biz Türkiye’de evlat endişesi hisseden anneler arasında ayrım yapmayız. (…) Buradaki temel felsefe, toplumsal gerilimin yumuşamasıdır. Dağda silahla gezen teröriste müdahale etmemek olur mu? (…) Olayla dağın bağını kesmeye çalışıyoruz. Biz yeni kadrolar dağa katılmasın, olayla dağın bağı kesilsin diye konuşuyoruz.”

Bu sözler Ağar’ın devlet ve siyaset kariyerinde ciddi bir değişime tekabül ediyor. Aslında burada Türkiye’de gelmesi beklenecek tepki “Takiye yapıyor; Ağar ve Ağar gibiler değişemez” olabilirdi. Ama öyle olmadı; Ağar’ın, içinde “fikir”, “siyaset” ve “çözüm” olan sözlerine, Genelkurmay Başkanı’ndan “düşünce” taşımayan, sağcı CHP’nin polemiksever başkanından sadece ortalıkta görünme gayretlerine bağlı olarak dile gelmiş boş tepkiler geldi. Büyükanıt, bu sözleri “çok talihsiz bir konuşma”, “Feryatlarını duyduğunu söylüyor; herhalde ‘cumartesi anaları’nın feryatlarını kastediyor” gibi yüzeysel çarpıtmalarla tersleyip, “anaları” birbirinden ayırırken, Baykal, “Sizi, Başbakan, DTP’liler, Öcalan anlıyor; biz anlamamaya devam edeceğiz” (anlaması gerekmiyor zaten ya neyse…) gibi gene vecize zorlaması, yüzeysellik şahikası repliklerle sahnede yerini aldı.

Ağar, “Yeni kadrolar dağa katılmasın” derken, aslında onu eleştirenlerin de gayet iyi bildikleri ama konumları itibariyle prim vermemek zorunda oldukları bir gerçeğe işaret ediyor. Yani bu memleketteki herkes gibi, onlar da biliyorlar ki, bugün Güneydoğu’da insanlar her zaman fiilen olmasa bile, en azından zihinlerinde “dağa çıkıyorlar”… Çünkü en azından Türkiye tarihinin yakın dönemine bakıldığında, son yirmi senedir uygulanan politikalar Kürt sorununu daha da vahimleştirmekten başka hiçbir işe yaramadı. “Önümüzdeki bahar, önümüzdeki yaz, önümüzdeki yıl…. terörün kökünü kazıyacağız” diye diye Güneydoğu’da terör yokedilemediği gibi, Kürtlerin ve Türklerin ruhen giderek birbirlerinden uzaklaşması da provoke edildi.

Ağar’ın şu sözleri de anlamlı değil mi? “Güvenlik güçleri hariç hiç kimsenin silahla gezmemesini sağlayan açılım yapıyoruz. Türkiye silahsızlanmaya doğru gitmeli. Türkiye meselelerini silahla çözemez, silahlar susacak. Ama silahla mesele çözeceğim iddiasında olanların karşısında da devletin meşru güvenlik güçleri vardır.”

Bırakın Kürt meselesindeki silah-külah meselesini… Umut Vakfı her gün haykırıyor, Türkiye’de “bireysel silahlanma” oranının dünyada en ön sıralarda olduğunu, bireysel silahlanmanın her gün onlarca insanın hayatına mâlolduğunu… Yani sadece dağdaki adam değil; büyük-küçük bütün şehirlerin sokakları “sivil” silahlı adamla dolu…

Bu durumun tam da bu “silahlı” devlet politikalarının ürettiği bir sonuç olduğu açık değil mi?

İnsanların halihazırda varolan “düşmana dayalı” dilleri kullanmaktan başka çaresi kalmazken, bu insanların içinde “silahlı dile” savrulanlarla birlikte, devlet de sahip olduğu en önemli tekeli, şiddet kullanma tekelini kaybediyor. Söz konusu olan sadece dağdaki insanların devletin elinden bu tekeli alması değildir; herkes o yönteme ve cari dillere sahip artık. Aynı zamanda o tekeli aslında “kaybeden” de devletin kendisidir; çünkü şimdiye kadar o tekeli başkalarına devreden, taşeron kullanan da bizzat devlettir.

Bireyler, varolan ve devlet tarafından somutlaşan, elle tutulur hale gelen genel stratejinin içinde hareket ederler, hatta taklit ederler; bu sayede devletin stratejisini yorumlayarak yeniden üretirler. Çünkü bireylerin kokladığı hava onun yaydığı havadır; o havanın içinde büyümüşlerdir. Bu havanın içinde varolmak için, hayatta kalmak için taktiklere başvururlar. Adı ne olursa olsun, bugün gündelik hayattakinden tutun, dağdaki hayata savrulanların mücadelelerine kadar her şey varolan makro stratejinin içinde gerçekleşiyor.

Böyle bir ortamda, yani devletin üzerine oturduğu zeminin kayması karşısında, Kürt meselesinin silah dışında çözülmesini istemek, hele bunu devlete en yakın duran bir kişiden duymak, doğrudan devletin yaşadığı sıkıntının, gene devletin içinden birisinin artık farkına varması ve değişimin kendini yakıcı bir şekilde dayatması anlamına geliyor…

Evet, Ağar devletin içinden konuşan bir isim… Ve yaptığı çıkışla devlet denilen aygıtın aslında ne kadar karmaşık güç ilişkilerinden oluşan bir bütün olduğunu ortaya seriyor.

Bu bağlamda, Ağar’ın sözleri üzerine, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi’nin Yayın Yönetmeni Ali Bilge ve yazar Erdoğan Aydın, geniş bir perspektif ve analiz eşliğinde, bölgenin dengeleri ve genişleyen ekonomisi açısından bianet’e yaptıkları değerlendirme önemli ipuçları taşıyor. (Tolga Korkut’un haberi, 18/10/2006)

Erdoğan Aydın’ın haberde yer alan bir yorumuna dikkat çekmekte yarar var. Erdoğan, uluslararası baskılar ve içerideki ekonomik dinamiklerle, Ağar’ın devletin Kürt sorununu “Türkiye bölünmeden, devletin kontrolü altında sorun olmaktan çıkarılmasını savunan” kanadın temsilcisi olduğunu, tarihe “merkez sağın ve devlet geleneğinin yaşadığı tıkanmayı açan kişi” olarak geçmek istediğini söylüyor. Öte yandan Ali Bilge ise, “çatışmada ticaretin yürümeyeceğini en iyi Ağar’ın bildiğine”, “açılım getirmeyenin Güneydoğu’dan oy alamayacağına” işaret ediyor.

Aydın’a göre, “derin devletin bir numaralı ismi” Ağar, Kürt sorununa bakışta, “devlet içindeki açılım yanlısı eğilimlerden birini temsil ederken” ve “kendine sivil alandan meşruiyet bulmaya çalışırken”, “küresel süreci okuyamayan” Büyükanıt ise, “statükonun olduğu gibi sürdürülmesini isteyen iktidardaki devlet geleneğini temsil ediyor. (Aslında, Büyükanıt’ın temsil ettiği zihniyet de sivil alandan meşruiyet sağlamaya çalışıyor; ancak onunkinin daha çok “korkularla cemaatleşen” bir toplumdan sağlanan bir meşruiyet olduğunu ekleyebiliriz.)

Belki de bu açıklamalarıyla Ağar, Türkiye siyasal sahnesinde son yıllardaki en yaratıcı çıkışı yapıyor. Ağar şimdiye kadarki performansıyla, “bu vatan için –yememiş olsa bile- kurşun attırmış”, “vatanperverliğinden” zerre kadar kuşku duyulmayacak bir kişi…

Yani Ağar zaten Türkiye “milliyetçilik skalasında” en tepede duran bir isim. Onun milliyetçiliğini, sorgulamak abesle iştigal; o “en meşru milliyetçilik” pozisyonuna sahip…

Herkes milliyetçilik yarıştırırken, o ispat etmek zorunda olmadığı bu pozisyonun üzerine ilave bir güç sağlıyor; bu memleketin gerçekten ihtiyaç duyduğu açılımın sağlayacağı gücü de aktif hanesine yazıyor…

Aynı müslümanlığından şüphe edilmeyecek olan AKP’nin Avrupa açılımını yapmış olmasındaki gibi…

Ağar’ın da bu çıkışı işe yarayacak çünkü bu memleket gerçekten artık bunaldı ve açılmak istiyor…

Not: Geçen haftaki yazımda, okurlardan gelen uyarılar üzerine yanlış anlaşılabilecek kestirmeler yaptığımı farkettim. Birincisi, başlıktaki (“Sarkozciyan – Kerinçek elele”) “Sarkozciyan” ifadesi… Niyetim, bu ifadeyle, Murat Belge’nin buluşuyla, Kerinçsiz ve Perinçek’in mutlu içiçe geçişlerini anlatan “Kerinçek” kişiliğine atfen, Fransa’daki içiçe geçişleri anlatmak üzere Nicolas Sarkozy ve Patrick Devedjian’ı aynı kişilikte birleştirmekti; yani “ciyan” ekiyle “Ermeniliğe” gönderme yapmak değildi. İkincisi ise metinde geçen “sağ jakobenler” ifadesi… Gelen uyarılar haklı olarak soykırım yasa tasarılarını verenlerin daha çok sosyalistler olduğu yönündeydi. Evet, öyleydi ama burada da demek istediğim sosyalistlerin ve solcu geçinenlerin en azından bir bölümünün –Türkiye’de de olduğu gibi- giderek “sağcılaşmalarıydı”… Neyse, yazarken fazla hızlı gitmişim; özür dilerim…

http://www.gazetem.net/fkentelyazi.asp?yaziid=294

Yorumlar kapatıldı.