İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Devletimizin burnu giderek uzuyor: DÜNDEN BUGÜNE `BUYUK DEVLET YALANLARI´

HAMZA AKTAN

6-7 EYLÜL OLAYLARI (6-7 Eylül 1955)

YALAN: “Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patladığı” iddiasıyla başladı. ‘Ha-ber’i önce radyolar verdi, sonra da Hürriyet ve İstanbul Express gazetelerinde manşetten duyurdu. Saldırılarda en az 15 Rum ve Ermeni yurttaş yaşamını yitirmiş, bu yurttaşlara ait 5 bin 538 dükkân ve evi ile 2 manastır, 8 ayazma ve 71 kilise tahrip edilmişti. Olayların ardından binlerce gayrimüslim yurttaş göç etmek zorunda kaldı.

GERÇEK: Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konduğu haberi yalandı. Olay, sonraları Demokrat Parti hükümetinin bir ‘komplosu’ olarak anıldı.

ERDAL ERENİN İDAMI (13 Aralık 1980)

YALAN: 17 yaşındaki Erdal Eren’in Zekeriya Önge isimli askeri öldürdüğü. Erenle ilgili hafızalara kazman bir başka yalan da yaşının 18 diye gösterilmesiydi.

GERÇEK: Erdal Eren’in Zekeriya Önge’yi öldürdüğüne dair herhangi bir delil ortaya konamadı. Eren’in avukatlarının olayın ispatına yönelik talepleri yerine getirilmedi. Erdal Eren idam edildiğinde 17 yaşındaydı.

VEYSEL GÜNEYİN MEZARI ditaii)

YALAN: Devrimci Yol davasının idam edilen ilk sanığı olan Veysel Güney’in mezarının nerede olduğu 25 yıl boyunca ailesinden ve kamuoyundan saklandı. 78’liler Derneği ve ailesi yıllar süren aramalarda yetkililerden yalnızca “böyle bir kişinin mezarına rastlanamamıştır” yanıtı alabildiler.

GERÇEK: Nihayet geçen ay, Güney’in mezarının Gaziantep Mezarlığı’nın kimsesizler bölümünde olduğu belirlendi. Mezarda “Kimliği: meçhul, Ölüm nedeni: idam, Geldiği yer: Orduevi” yazılıydı. Devlet idam ettiği bir yurttaşın mezar yeri hakkında bile doğru bilgilendirme yapmamıştı.

KÜRT YOKTUR DAĞ TÜRK’Ü VARDIR

YALAN: Özellikle 1980’lerde ve PKK’nin ortaya çıkışından sonra devletin resmi söyleminde ‘Kürt yoktur, dağ Türk’ü vardır’ ifadesi geçerli oldu. Bu ifade hem medyada hem de diğer kamusal alanlarda sıklıkla kullanıldı. Bu söylemin silikleşmeye başladığı zamanlarda ise bu defa bir Kürt sorununun olmadığı, ekonomik yetersizlikten kaynaklı bölgesel bir sorun olduğu söylemi öne sürüldü.

GERÇEK: Kürtlerin ‘varlığı’ Süleyman Demi-rel’in 1992’de ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ açıklamasıyla ilk kez siyaseten kabul edilmiş oldu. Kürt sorununun varlığı da ilk kez geçen yıl Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu benim de sorunum-dur’ şeklindeki konuşmasıyla ‘teyit’ edilmiş oldu.

ÇERNOBİL FACİASI (26 Nisan 1986)

YALAN: Tüm Karadeniz bölgesini etkileyen Çernobil faciasıyla ilgili en büyük yalan radyasyonlu çay içen, dönemin bakanı Cahit Aral’dan gelmişti. Aral, gazetecilere poz vererek çay içmiş, bölgede radyasyon emarelerinin olmadığını iddia etmişti. Bu konuda açıklama yapma yetkisine sahip tek yetkili olan Aral “24 Haziran 1986’da “Türkiye’de radyasyon yok. Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” demişti.

GERÇEK: Faciadan sonra Karadeniz bölgesinde binlerce kanser vakası yaşandı. Kazım Koyuncu gibi sanatçıların da içinde bulunduğu çok sayıda kanserden gerçekleşen ölüm yaşandı. Bölgede 1988’den sonra kanserden yaşanan ölümler yüzde 15 artış (verilen bu rakamlar da gerçekse eğer) göstererek, kalp ve damar hastalıklarından sonraki ikinci sıraya yükseldi.

UĞUR KAYMAZ-AHMET KAYMAZ ((21 Kasm 2004- Mardin)

YALAN: Baba-oğul Kaymazların öldürülmesi “Yasadışı örgüt üyelerine operasyon” diye sunuldu. Olayla ilgili Emniyet, baba-oğu-lun silahlı çatışmadan sonra öldürüldüğü iddiasında bulundu. İddiaya göre 12 yaşındaki Uğur Kaymaz da çatışmaya girmişti.

GERÇEK: 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası evlerine yapılan baskın sonucunda öldürülmüştü. İkisinde de silah yoktu. Herhangi bir çatışma da yaşanmamıştı. Uğur’un bedenine 13 mermi isabet etmişti. Bunlardan 9’u yakın mesafeden atılmıştı. Baba Ahmet Kaymaz’a da 8 tane mermi isabet etmişti. 8’i de yakın mesafeden yapılan atışlarla olmuştu. Cinayetle ilgili açılan dava hâlâ sürüyor. Cinayeti gerçekleştiren polislere herhangi bir ceza verilmiş değil.

PKK’NİN HELİKOPTERLERİ VAR (26 Ekim 1994)

YALAN: Tarih; 26 Ekim 1994. Başbakanlık koltuğunda Tansu Çiller oturuyor. Çiller, Tunceli’nin Ovacık ilçesinden gelen on köyün muhtarını kabul ediyor. Muhtarlar köylerinin askerlerce yakıldığını, helikopterlerle bombalandığını söylüyor. O dönemin çok konuşulacak sözleri, Çiller’den geliyor: “Devletin köy yaktığını gözümle görsem bile inanmam. Her gördüğünüz helikopteri bizim sanmayın. PKK helikopteri olabilir. Hatta Rus, Afgan veya Ermeni helikopteri de olabilir.” Bu sözlerin ardından medya da inanmış olacak ki; PKK’nin helikopterle köy bastığına dönük yayın yapmıştı.

GERÇEK: PKK’nin helikopterleri olduğuna dair Çiller’in bu beyanı dışında hiçbir ‘bulgu’ya rastlanmadı.

HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU (19 Aralık 2000)

YALAN: Bu olaydaki yalan, operasyonun isminde gizliydi. “Hayata Dönüş” ismiyle yapılan operasyon 32 insanın ölümüne yol açtı. Ama bir başka bariz yalan; öldürülen insanların örgütlerinden talimat alarak kendilerini yaktıklarıydı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, ayrıca askerin öldürdüğü tutukluların askerle çatışmaya girdiğini, bazı ölümlerin tutuklular arasındaki çatışmadan çıktığını iddia etmişti.

GERÇEK: Resmi ağızların operasyonla ilgili dile getirdiklerinin gerçekleri yansıtmadığı Adli Tıp uzmanlarının raporlarıyla ortaya kondu. Rapor, ‘Kalaşnikofla ateş ettiler, kendilerini yaktılar’ diyen bakan Türk’ü yalanlanıyordu. Koğuşlardan ateş edilmemiş, Öldürücü dozun üzerinde gaz bombası kullanılmıştı.

ANDIÇ OLAYI (25 Nisan 1998)

YALAN: Genelkurmay tarafından Hürriyet ve Sabah gazetelerine eski PKK yöneticilerinden Semdin Sakık’ın ‘itirafları’ verildi. ‘İtiraflarda Cengiz Çandar, Mehmet Altan ve Mehmet Ali Birand gibi gazeteciler ile İHD genel başkanı Akın Birdal’ın PKK’ye yardım ettikleri öne sürülüyordu. Andıç’tan sonra Akın Birdal silahlı saldırıya uğradı, üç gazeteci de hedef gösterildi ve işlerinden oldular.

GERÇEK: Semdin Sakık olaydan sonra çıkarıldığı mahkemede böyle bir açıklama yapmadığını, kendisine mal edilen sözlerin gerçek olmadığını söyledi. 25 Nisan 1998’de iki büyük gazetenin manşetlerine yansıyan ‘itiraflar’ın, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nde hazırlanan ve ‘Andıç’ denilen bir çalışmanın türevi olduğunu bir başka gazeteci, Nazlı Ilıcak ortaya çıkardı. Amaç, etkili köşe yazarlarını ve şahsiyetleri yıpratmaktı. ‘Operasyon’un başında Genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir bulunuyordu.

İKİ ANAHTAR VAADİ (20Ekim 1991)

YALAN: Türkiye’de seçim vaatlerinin çok önemli kısmı gerçekleşmedi ama bunlardan biri vardı ki; hâlâ seçmenlerin içinde ukte olarak kalmıştır; iki anahtar vaadi. Vaadin mucidi Tansu Çiller, piyasaya süreni Süleyman Demirel’di. 91’deki genel seçimlerde DYP’den başbakanlık yarışındaki Süleyman Demirel seçildikten hemen sonra herkese biri ev, biri araba için iki anahtar vaadinde bulunmuştu. Aynı vaadi mucidi Çiller dört yıl sonra bu defa koz olarak kullanmıştı.

GERÇEK: Demirel muhalifleri o seçimin “iki anahtar” vaadiyle kazanıldığından eminler. Şimdi her seçim mitinginde mütemadiyen hatırlatıyorlar: Hani nerede?

17 AĞUSTOS DEPREMİ (17 AĞUSTOS 1999)

YALAN: Deprem esnasında dönemin hükümetinden doğru olmayan beyanlar geldi. Ecevit hükümeti yardım faaliyetlerinin aksaksız yürütüldüğünü duyurdu. Oysa ortada düzenli bir yardım ve kurtarma faaliyeti yoktu. Hükümetin ölü ve yaralı sayısı hakkında verdiği rakamlar da birbirini tutmuyordu. Sivil örgütler depremden sonra ölü sayısının 30 binin üzerinde olduğunu söylerken, devlet hala kesin bir rakam açıklamış değil. O günden bu yana bulunanamış insanlar varken, bunlara dair bir ölü kaydı yok. STK’lar devletin deprem bölgesini ‘afet bölgesi’ ilan etmemek için gerçek rakamı sakladığını iddia ediyor.

ÜZEYİRGARİH CİNAYETİ (25 Ağustos 2001-İstanbul)

YALAN: İşadamı Üzeyir Garih cinayeti hakkın da yine Emniyet kaynaklı bilgiler uzunca bir süre kamuoyunu yanılttı. Dönemin İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen daha cinayetin yaşandığı gün basına zanlı-nının yakalandığı bilgisini veriyordu. Söz konusu zanlı henüz Fuat N. ismindeki 13 yaşında bir çocuktu. Çocuk günlerce medyada Garih’in katili olarak yansıtıldı. Günler süren gözaltı süresinden sonra da uzun bir süre medyanın haber konusu olarak kullanıldı.

GERÇEK: Katilin Fuat N. ismindeki çocuk olmadığı kısa süre sonra anlaşıldı. Cinayeti Yener Yermez isminde bir firari er işlemişti. Yener Yermez cinayetten on gün sonra Kayseri’de yakalanmıştı.

MISIR ÇARŞISI DAVASI (9 Haziran 1998-İstanbul)

YALAN: Mısır Çarşısı’nın girişinde 7 kişinin ölümüne 127 kişinin de yaralanmasına yol açan bir patlama yaşandı. Patlamanın PKK eylemi olduğu iddia edildi; fail olarak da sosyolog Pınar Selek gösterildi. Aynı yıl temmuz ayında gözaltına alınan Pınar Selek için gazeteler “Bombacı kız yakalandı”, “Kadın teröristin avukat Alp Selek’in kızı olduğu anlaşıldı” “PKK’nın dişi teröristi” gibi manşetler kullandı. Pınar Selek bu haksız suçlama yüzünden 2.5 yıl hapis yattı.

GERÇEK: Pınar Selek’in Mısır Çarşısı’nda-ki patlamayla bir ilgisinin olmadığı olaydan 8 yıl sonra, bu yılın haziran ayındaki beraat kararıyla teyit edilmiş oldu. Dahası, bir bomba padaması olduğuna dair de hâlâ kesin bir bilgiye ulaşılmış değil.

İŞKENCE OLGUSU

YALAN: Özellikle 12 Eylül darbesinden bu yana binlerce insan gözaltında işkenceye maruz kaldığını defalarca kez dile getirdi, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi çok sayıda davadan Türkiye’yi mahkum etti. Fakat tüm bunlara rağmen işkencenin ya olmadığı ya da münferit olduğu iddia edildi.

GERÇEK: Türkiye’de işkencenin olduğuna dair ilk ‘resmi’ açıklama TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun 2000 yılında karakollara yaptığı baskınların ardından geldi. Dönemin komisyon başkanı DSP milletvekili Sema Pişkinsüt işkencenin yaygın olarak yapıldığını yerinde tespit ettiğini kamuoyuna duyurdu. Bunun yanında, Avrupa Birliği’nin çeşidi komisyonları ve uluslararası çapta çalışan insan hakları örgütieri de yayınladıkları yıllık raporlarda Türkiye’de işkencenin yaygın olarak yapıldığını ortaya koydular.

BOŞALTILAN KÖYLER

YALAN: 1984’ten bu yana hükümeder 3 bini aşkın köyün PKK tarafından boşaltıldığını öne sürdü.

GERÇEK: 2006’ya dek 177 bin insan, “terörle mücadele kapsamında zarar gördüğü” gerekçesiyle Türkiye aleyhinde AİHM’e tazminat başvurusunda bulundu. BU başvuruların önemli bölümü köyünden uzaklaştırılan insanlar tarafından yapıldı. Bunlardan 12 bin başvuru hakkında çıkan kararların neredeyse tümünde Türkiye tazminat ödemek zorunda kaldı. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı da (TESEV) bir ay önce ‘zorunlu göç’ ile ilgili raporunda köy boşaltmalarla ilgili “Yerinden edilme sürecinde meydana gelen ve devletin sorumlu olduğu insan hakları ihlallerinin hükümet tarafından kamuoyu önünde kabullenilmesi” çağrısında bulunmuştu.

GÖZALTINDA ÖLÜMLER

YALAN: Yaşanan çok sayıda gözaltında ölümün nedeni olarak inandırıcı olmaktan uzak gerekçeler öne sürüldü. Ya öldürülen kişinin intihar ettiği ya da ‘sandalyeden düştüğü’ gibi açıklamalar yapıldı. Şimdiye dek kamuoyunu uzun süre meşgul etmiş üç önemli cinayet şunlardı: SÜLEYMAN YETER: 7 Mart 1999’da gözaltında işkenceyle öldürüldü. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir “İlk bulgular kalp krizini gösteriyor. Hem biz, hem savcılık idari soruşturma açtık. Gereken yapılır” açıklamasında bulunmuştu. Yeter’in gözaltında işkenceyle öldürüldüğü 10 Eylül 2004’te Yargıtay kararıyla kesinleşmişti.

ALİ SERKAN EROĞLU: 24 Aralık 1997’de okulunda asılarak öldürüldü. İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Demir olaydan hemen sonra bir açıklama yaparak Serkan’ın intihar ettiğini açıklamıştı. Ailesinin ısrarıyla yapılan kan tahlili sonucunda Eroğlu’nun kanında insanı bayıltacak ölçünün üzerinde kloroform olduğu saptanmıştı. Böylece Serkan’ın önce kloroformla bayıltıldığı, sonra da asıldığı belirlenmişti. Serkan Eroğlu aynı zamanda olaydan bir ay önce İzmir Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunarak tehdit altında olduğunu belirtmiş, “başıma bir şey gelirse bunun sorumlusu Terörle Mücadele Şube-si’ne bağlı polislerdir” demişti. HASAN OCAK: 21 Mart 1995’te gözalüna alındı. 26 Mart 1995’te cesedi jandarmalar tarafında bulunarak kimsesizler mezarlığına defnedildi. Emniyet, Hasan Ocak’ın gözaltına alındığını hiçbir zaman kabul etmedi. Dönemin İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, İstanbul Valisi ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün resmi imzalarının olduğu yazıda Hasan Ocak’ın hiç gözaltına alınmadığı iddia edildi.

METİN GÖKTEPE: 8 0cak 1996-İstanbul)

YALAN: Metin Göktepe sandalyeden (daha sonra duvardan denildi) düşerek öldü.

GERÇEK:: Habere giden Metin Göktepe basın kartı yok gerekçesiyle gözaltına alındı. Burada dövülerek öldürüldü. Gerçeğin ortaya çıkmasını olayın peşini bırakmayan gazeteci arkadaşları ve annesi Fadime Göktepe’nin çabaları sağladı. 4 yıl süren yargı sürecinin sonunda Türkiye Göktepe ailesine tazminat ödemek zorunda kaldı. Olayda adı geçen 6 polis 7 yıl 6’şar yıl hapis cezası çarptırıldı.

Yalana karşı hukuk yolu kapalı

Prof. Dr. ZAFER ÜSKÜL (Anayasa Hukukçusu)

» Bir devlet kurumunun yurttaşları yanlış bilgilendirmesi suç mudur? Yurttaşların böyle bir durumda yapabilecekleri neler olabilir?

Kamu yöneticilerinin verdiği bilgilerin doğru olmadığının sonradan anlaşılması halinde yurttaşın hukuksal olarak yapabileceği çok fazla bir şey yoktur. Bunu kamu yöneticileri “elimizdeki bilgiler bu yöndeydi ama biz de daha sonra başka araştırmaları yaparak daha doğru bilgiye ulaştık” diye kendini savunabilir. Bu yüzden bu alanda bir şey yapılabileceğini zannetmiyorum. Fakat yurttaşların devletin her türlü kurumu tarafından doğru bilgilendirilmesi bir anayasal zorunluluktur, aynı zamanda bir etik zorunluluktur. Demokratik bir yönetimde halkı aldatacak bilgilerin bilerek ve isteyerek açıklanması halinde kamu yöneticilerinin bu işten ciddi bir siyasal sorumluluğu doğar. Açıklamayı yapan ilgili kişi herhangi bir bürokrat olabilir ama bunun sorumluluğunu o bürokratın bağlı olduğu siyasi kişinin, mesela bakanın veya başbakanın üstlenmesi gerekir.

» Bazen bu tür açıklamalarda bir cinayet söz konusuysa faili gizlemeye dönük bir durumla karşılaşıyoruz. Kamu yöneticilerinin faili gizliyor olması suç değil mi?

Bunun bir suç olduğunu iddia etmek mümkündür ama kanıtlamak kolay değildir. Ama şu gayet açık; orada belli bir kişinin suç işlemeyeceği, işlese bile üstüne gidilmeyeceği anlayışı çok açıkça görünür olur.

» Türkiye’de kamuoyu ne oranda doğru bilgilendiriliyor sizce?

Kamuoyunun tam olarak bilgilendirildiğini söylemek mümkün değil. Çünkü bilgi edinme hakkı anayasal bir hak olarak tanınmış değil. Fakat Bilgi Edindirme Kanunu yürürlüğü girdi, ona dayanarak insanlar bilgi isteyebilirler kamu yönetiminden. Ama bu da uygulamada iyi işlemediği kanaatindeyim. Çoğu zaman ‘elimizde olan bilgiler bunlardır’ deyip son derece genel ve asıl bilgi edinme ihtiyacını tatmin etmeyecek bilgiler veriliyor. Ya da ‘elimizde bilgi yoktur’ denilebiliyor. Dolayısıyla bu yasanın da çok iyi işlediğini söylemek mümkün değil. Türkiye’de bilgi edinme hakkının kullanılabilir olduğundan söz edemeyiz.

» Kişisel olarak sizi çok şaşırtmış yalan açıklama, bilgi var mı hatırladığınız?

Mersin Üniversitesi’nde çalışırken birlikte çalıştığım, yardımcılığını yaptığım rektör hakkımda YÖK’e bir izleme raporu yazmış, baştan aşağı uydurma bir rapor. Dönemin YÖK başkanı Kemal Gürüz de sicilimin olumsuz verilmesi için bu uydurma raporu kullandı. Her türlü moda suçlamaya uğramıştım. Bir yandan dincilik, bir yandan bölücülük, bir yandan Atatürkçülüğe karşı hareketler, bir yandan da komünistlik. Ortaya atılabilecek tüm suçlamalarda bulunulmuştu. Bu izleme raporundan haberim yoktu. Daha sonra dava açtığımda Kemal Gü-rüz’ün bu rapora dayanarak sicilimi olumsuz verdiği anlaşıldı. Ama mahkeme böyle bir belgenin gayri ciddi ve tutarsız olduğunu tespit ederek olumsuz sicil verme işlemini iptal etti. Rektörlük yapmış bir kişi bir başka kişi hakkında tamamen yalana dayalı suçlamalarda bulunuyor. Bir başka kamu görevlisi de suçlamalara dayanarak olumsuz kararlar alıyor. Ama bu ancak mahkeme safhasında ortaya çıkıyor. Bu bir hata, yanlış anlama değil, bile isteye yapılmış bir faaliyettir mesela.

BAZEN KASITLI, BAZEN KASITSIZ

YALIM ERALP: (Emekli Büyükelçi)

Eskiden beri devlet kurumları, son zamanlarda daha açık oldu ama içine kapanıktırlar. Ve hep koruma dürtüsünden hareket ederler. Herhalde ondan ileri geliyor. Genelde devletler bu tür reflekslerle hareket ederler ama tabii devletten devlete de fark gösterir bunun ölçüsü. Yine Türkiye’nin yavaş yavaş daha şeffaf bir ülke haline geldiğini söyleyebilirim. Kamuyonu yanıltmaya dair şu anda aklıma tam bir örnek gelmiyor ama yüzlerce vardır. Bunlar bazen kasıtlı olur, bazen de hakikaten kasıtsız yanıltırlar.

KURUMLAR DAYANIŞMA HALİNDE KUSURLARI ÖRTÜYOR

Prof. Dr. İLTER TURAN (Bilgi Ünî. Siyasal Bilgiler)

Kamuoyunu yanıltmaya dair bir refleks var ve yalnızca Türkiye ile sınırlı olduğunu da zannetmiyorum. Temelde devlet kurumları kendilerinin kusurlarını ve ihmallerini örtmek temayülündedirler. Buna ek olarak Türkiye’de devlet uzun yıllar toplumu modernleştirme misyonunu üstlenmiş bir yapıda olduğu için kusurlarını sergilememe ve o anlayışını yaygınlaştırmaya çalıştı. Bu anlayış halen de devam ediyor. Türkiye’de genellikle bürokratların devletin kusurlarını teslim etmeme eğilimi güçlüdür. Türkiye’de bu tür yanıltma maksatlı beyan verenlerin yargılanmıyor olmasının sebebi şu olabilir; Kamuoyunu yanıltmak amacının güdüldüğünü kanıtlamak pek kolay değil. Önce yanlış bilgi edinmiş olduğunu söylemek bunlar için her zaman mümkündür. Devletin kurumları devletin kusursuzluğunu savunduğu için birbirlerini anlayışla karşıladıklarını düşünmek de mümkün. Bir tür dayanışma ruhu…

İKTİDARIN EKONOMİ YORUMU HER ZAMAN YANILTICIDIR

Prof. Dr. KORKUT BORATAV

Kamuoyunu yanıltacak demeç iktidardan kural olarak gelir. Burada hiç şaşılacak bir şey yoktur. İktidar ekonomi yorumu yaptığı zaman kamuoyunu yanıltmak esastır. Bu da Türkiye’ye özgü değil, her yerde vardır. Amerika’da da, İngiltere’de de, Almanya’da da ve düşünebileceğiniz tüm üçüncü dünya ülkeleri böyledir. Mesela devlet milli gelir hesabını dolar cinsinden veriyor ve ne kadar zenginleştiğimizi, bilmem kaç yıl sonra da kaç dolar olacağını söylüyor. Dolar hesabıyla milli geliri vermek Türk Lirası’nın yapay olarak değerlenmesinin bir yansımasıdır. Milli gelirin diyelim ki yüzde 7 arttığı bir dönemde dolar cinsinden yüzde 25 artmış olur. Hükümet de bu rakamı dolar cinsinden verir. İktisatçı bu hesabın yanıltıcı olduğunu anlar ama kamuoyuna hükümetin yanıltıcı demeci gider.

Prof. Dr. YILMAZ AÜEFENDİOĞLU

(Eski Anayasa Mahkemesi üyesi, Anayasa Hukukçusu)

Kamuoyunu yanıltmak etik değil öncelikle. Fakat yurttaşların tazminat hakkının doğması veya kamu görevlisinin suç işlemiş sayılması için bu yanlış bilgilendirmeden birilerinin zarar görmüş olması gerekir. Devlet yetkilisinin açıklamasında bir fail gizlenmiş oluyorsa, toplumun buna itiraz hakkı doğar.

Yorumlar kapatıldı.