İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Savaş olduğu zaman…

Ferhat Kentel

Savaş olduğu zaman,

Düşünen insanların düşünmemeleri için kafalarını mengeneyle sıkıştıran 301. maddeden, “Sansür’ün kaldırılışının” (!) 98. yıldönümünde, adı “Toplumla Mücadele Yasası”na dönüşen, “söz, eylem ve örgütlenme” hakkına zincir vuran TMY’nin, TBMM’den geçmesinden, bunun Cumhurbaşkanlığı’nca onaylanmasından, sansürden bahsedemezsiniz…

Savaş olduğu zaman,

Bugün Ortadoğu’yu İsrail’le birlikte kana bulayan ABD’nin 6. Filosunun, 15 Temmuz 1968’de Türkiye’yi “ziyaretini” protesto eden İTÜ’lü öğrencilerin yurtlarını basan “toplum” polislerinin önce coplayıp, vahşice dövdükleri öğrenciler arasında ikinci kat penceresinden aşağı attıkları Vedat Demircioğlu’nun 24 Temmuz’da öldüğünden bahsedemezsiniz…

Savaş olduğu zaman,

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin dünyanın en büyük kongrelerinden birini, Kültürel İncelemeler (Crossroads) kongresini düzenlediğinden, bu kongrenin olağanüstü bir entelektüel birikime sahne olduğundan, bu kongre için Türkiye’ye 600’ü aşkın sosyal bilimcinim geldiğinden, bunların tartıştıkları meselelerin, hayatımızı adam gibi yaşamak için ne kadar çok düşünce ürettiğinden, bu gelenler arasında Partha Chatterjee gibi çok önemli bir düşünürün olduğundan bahsedemezsiniz….

Savaş olduğu zaman, bu memleketin sorunlarından bahsedemezsiniz; ama bir arada yaşamaktan, güzelliklerden hiç bahsedemezsiniz…

Savaş olduğu zaman, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da parçalanan yaşlı, genç, kadın, erkek ve çocuk cesetlerini gördüğünüzde canınız yanar; sizin de parçalarınız kopar; paramparça olursunuz…

İsrailli çocukların, Arap çocuklara fırlatılacak bombaların üstüne “ölüm mesajları” yazdıklarını görüp, başınız döner, mideniz bulanır, kalbiniz durur…

Savaş olduğu zaman başka şeylerden bahsetmeye kalktığınızda içiniz acır…

Ama savaş olduğu zaman,

Yüreği nasır bağlamış birileri de savaşın nimetlerinden bahseder…

Onlar savaştan, savaş için izlenmesi gereken en “soğukkanlı”, “akıllı” ve de “akılcı” yollardan bahseder…

Bir takım köşe yazarları çıkar; “İsrail girdiyse, bizim de girmemiz” gerektiğinden bahseder…

Birileri ona yankı verir; “Bizim girmemize engel çıkmaması için İsrail’in de girmesine kafayı fazla takmamamız” gerektiğinden bahseder…

Türk basınının “amiral gemisi” (ne demekse? herhalde “en militarist, en savaşkan gemi” olduğu kastediliyor) adını kendine yakıştırmış bir gazetenin en mühim yazarı (herhalde o da kendini omuzlarında sırmalı apoletlerle hayal ediyordur), “kendi başında bu kadar büyük bir terör belası varken ve bu terör belası sınırımızın ötesine konuşlanmışken başkalarına karşı daha temkinli konuşmak yararlı olmaz mıydı?” gibisinden dersler veriyor…

Yani her halükârda savaş! Yeter ki savaş!

Bütün bu olanları başka türlü düşünmek onlar için mümkün değildir; onlar için başka bir şık yoktur.. Ya girilecektir ya girilecektir. Eğer girmek farzsa, o zaman İsrail’in girmesi karşısında, ABD’nin bize Allah rızası için izin verebilmesi için, onu küstürmeden en itidalli dilin nasıl oluşturulacağından bahsederler.

İsrail’e karşı “tepkimizi gösterirken Suudi Arabistan veya Mısır’dan daha militanca davranmamızın, daha yüksek sesle konuşmamızın bir gereği var mı?” derken, sadece yapmak istediği savaşı düşünürler.

Neden “Suudi Arabistan ve Mısır’dan daha militanca davranmak” gibi bir referans vasıtasıyla bir “itidal” arıyor bu savaşçı söylem? Neden başkasına bakıyor, savaşkanlığını meşrulaştırmak için? Neden İsrail’in tersine, “girmemeyi” düşünemiyor? Neden “terör belası” denilen şeyin başka yollarla çözülebileceğini düşünemiyor? Neden Mısır’dan “daha militan olmamayı” öneriyor da, bu ülkeleri ve diğerlerini “savaşa karşı daha da aktif olmaya” çağırmıyor?

Neden 50 yıldır süren Filistin meselesinin çözülememesinin nedeninin bizzat savaş olduğunu düşünemiyor? Neden sınır ötesine geçmek için can atıyor? Neden memleketimizde onyıllardır süren savaşı sürdürmek için İsrail’in izlediği yöntemi örnek alıyor? Neden “İsrail yöntemi”nin 50 senedir sürdüğünü ve taklit edildiğinde burada da 50 senelik bir savaşı garantileyeceğini görmek istemiyor?

Neden “bölgenin ağabeyi” olmak gerekiyor? Nereden geliyor bu kompleks? Neden ağabeylik, patronluk gibi raconlar kesip, kendisinden daha büyük ağabeylere uşak olmayı tercih ediyor?

Asıl önemlisi, neden Lübnan’dan yağmakta olan aşağıdaki gibi yüzlerce çığlığı duymazdan geliyor?

“İsrailliler Lübnan’ın güneyini fosfor ve diğer kimyasal bombalarla bombalıyor. İsrail

, Lübnan kıyısındaki tüm limanları bombaladı. (…)

…Neleri vurduklarını takip edemiyorum.

Artık yalnızca Hizbullah’ı hedef almıyorlar. Tüm Lübnanlılar’ı öldürmeye yöneliyorlar.

İsrail Lübnan’a diz çökertmeye çalışıyor. İsrail, Lübnan’ı ve Lübnanlılık ruhunu yoketmeye çalışıyor. İsrail, Lübnanlıları birbirine düşürmeye çalışıyor. İsrail, bizi yemek, su ve korunak için aranıp duran hayvanlara dönüştürmeye çalışıyor. İsrail ile ABD, Suriye ve İran’ı da buna çekmeye çalışıyor. Lübnan’ı yem olarak kullanıyorlar. Lübnan ortada duruyor. Amerikalılar ve İsrailliler bölgesel bir savaş başlatmaya çalışıyorlar!!

Lübnan barış dolu bir ülkedir. Bölgedeki, tüm dinlerden insanların barış içinde yaşadığı tek ülkeyiz.

Haberlerin bu kadar yanlı olması inanılmaz birşey. Yol açılan gerçek yıkımı göstermiyorlar. İsraillilerin masum sivilleri öldürdüğünden bahsetmiyorlar. Burdan göründüğü kadarıyla tek odaklandıkları şey G8!

İsrail ve ABD gerçekten bizi burdan silip atmak mı istiyor? Onlara, burayı terketmeyeceğimi söyleyebilirsiniz. Ve birçoğumuz burayı terketmeyecek.

Lübnan’ı seviyoruz. Buradaki hayatımızı, oluşturduğumuz yaşantıyı seviyoruz.

İsrail vatandaşlarına, hükümetlerinin bize neler yaptığını anlatın. Onlara şiddetin şiddeti çağırdığını anlatın. Onlara Lübnan’ın komşuları olduklarını ve birlikte yaşamanın mümkün olduğunu hatırlatın. Şiddet yoluyla bir anlayışa nasıl ulaşabiliriz ki? O kadar yakındık ki…. O kadar yakındık ki…

Bu acımasızlığı durdurun!

Hâlâ sevgiyle…”

Yorumlar kapatıldı.