İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İĞNENİN DELİĞİNDEN

11.05.06

Gurbet elde bir hal geldi başıma

Ağlama gözlerim Mevlam kerimdir…

Bugün rehabilitasyona (küre) başladım. Tam baharın ortasında, Almanya’nın Mecklenburg Eyaletinde, bir kür evinin tamamıyla bana ait olan odasının balkonundan Garder Gölü üzerinde süzülen gün batışını seyrediyorum. Tabiat coşmuş; giymiş kuşanmış, rengarenk ağaçlar, çiçekler ve havadaki yeşilbaşlı ördekler… Her canlı varlık büyük bir ivedilikle hareket halinde; yerdeki karıncadan gökteki şahine kadar, tabiatın kendilerine verdiği nimetleri tadıyorlar, sanki ellerine bir fırsat daha geçmeyecekmişçesine…

Gözlerim Garder Gölüne dalıyor. Geçiyor güneşin içinden, birden dönüşüyor Garder gölü bizim Hafik Gölüne. Sanki çimiyorum bizim ellerde; tarlada gök ekin, bürünmüş, kuşanmış bizim Hackhar, kekik, çiğdem, nergis, madımak yelpaze esvabına. Bir ara kendime geliyor, soruyorum kendime: Ne işin var buralarda, dilinden başka bir şeylerini bilmediğin su diyarlarda? Neydi beni ta buralara kadar sürükleyen neden? Bacım diyeni „ gözü kör olası şu feleğin…“, bir türlü anmak istemiyorum adını o meret hastalığın. Gerçi şimdiye kadar dilim telaffuz etmeye varmadı. Onu kaale bile almadım. Ne arıyor o kör olasıca, sıracalı hastalık benim hayatımda. Kabullenmem imkansız onu, can verinceye dek nefret edeceğim ondan, korkularım hep onun yüzünden peydahlandı.

***

Her şey İstanbul’da başlamıştı gecen sene. Aylardan Temmuzdu. Senelik iznimizi alıp ailecek uçmuştuk İstanbul’a hayırlı bir faaliyet için. Çocuklarım, Tanya ve Sevan’ın kuzeni Natali evlenecekti Aret’le. Her şey mükemmel organize edilmişti. Her gidişimizde olduğu gibi, sevgili bacanağım Harutyun (Aydın) ve sevgili baldızım Arlet bizi havalanandan alıp Boğaz’a balığa götürmüşlerdi. Canımdan çok sevdiğim eşimi balık yerken seyretmesini çok severim. Balıkta sadece parmakların çalıştırır, yediği baliğin hakkını verir. Ay ışığında, Boğaz sularını ıslattık rakıyla, mezemizde roka, limon ve lüferdi…

Çakır keyif, uzandık sahilden Ortaköy´e doğru şiirler söyleyerek yamaçlara.

Harutyun park ettikten sonra „eve geldik Bacanak“ diye seslenerek, beni pembe hayallerden uyandırmıştı. Arabanın kapısını açıp ayağımı dışarı atmış, ikinci bir hamle yapıp kapıyı kapamak için sağ ayağımla bir adım daha geri attığımda, bastığım yer adeta bir boşluğa dönüşerek arabanın kapısıyla korkuluk arasında kalıvermiştim. Korkuluğa refleksi bir hamle ile tutunmamış olsaydım, tam üç metre derinliğinde aşağı bir betonun üzerine tepe taklak gidecektim. Dizimi acayip incitmiştim, ağrıdan duramıyordum yerimde; ama belli etmemeye çalışıyordum. Orhan Veli’nin başına gelen benim başıma gelmişti. Nerdeyse bir çukura düşüp, az kalsın can verecektim. Bu olay Kibele Konutlarında olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Biz yurtdışından gelenler, alışmışız düz ve düzenli yollara. İstanbul’un yedi tepesine geldiğimizde apışıp kalıyoruz. Daha geçenlerde Los Angeles´ten bir arkadaş tatilini İstanbul’da yaparken yolda kazınmış, korumasız bir çukura uçuverip 50´sinde kırdı ayak bilek kemiğini. Fena ağrıyordu dizim. Buz bile kar etmiyordu, yanıyordu içim. Bir şeyler olmuştu bana, içime bir huzursuzluk girmişti. Hasretle karışık düğün hazırlıkları konuşulurken, zaman bizi dinlemeden akıp gitmişti…

Gecenin bi köründe irkilerek uyandım, dizim ağrıyor, yine içimdeki o huzursuzluk gittikçe azıyordu. Yanıyordum, sanki beni tavada zeytinyağıyla balık gibi kızartıyorlardı. Yerimde duramıyor, yatamıyor, evin içinde fır dönüyordum. Allahtan ki ev büyüktü de kimseyi rahatsız etmiyordum. Yılbaşından beri bir türlü atamadığım öksürük ciğerimi söküyordu. Kuyruğunu yakalamaya çalışan kediye (köpeğe) dönmüştüm. Bir türlü anlam veremediğim huzursuzluğumu bastırmak için sigara içiyor, içtikçe de öksürüyordum. Dizimin ağrısı da cabası. Sabah olmayınca olmuyor, dakikalar saat, saatler geçmeyen günleri andırıyordu…

Boğaz Köprüsünden gecen arabalar gittikçe azalıyor, kuşlar ötmeye başlıyordu. Oh be sabah oluyordu. Çayı demlemiş, bir iki dilim beyaz peynir atıştırmaya hazırlanıyordum ki Arlet uyanmıştı bile. Çaylarımızı yudumlarken Arlet, benim mutlaka bir ortopedi uzmanına görünmemi tavsiye ediyordu. Bende bu tavsiyeye uyarak oğlumla birlikte yola koyuldum.

Daha önce Türkiye´de uzun zamandan beri bir rahatsızlık yaşamadığımdan acemisi sayılırdım ne de olsa. İlk etapta doktora girmeden önce vizite ücretinin peşin ödenmesi garibime gitmişti doğrusu. Doktor bana, sanki ben bir eşyaymışım muamelesi yaptı. Daha çok oğlum Sevan’la, Almanya´da gittikçe „yiten“ jenerasyonlar üzerine konuştuk. Sorduğum sorulara hiç bir yanıt vermediği gibi yüzüme dahi bakmadı, dizimin MR’ını çektirmemi, ancak ondan sonra sorularımı cevaplandıracağını çatık kaşlarıyla ifade etti. Amerikan Hastanesi çevresinde üç özel MR müessesesinin varlığını da bu meyanda öğrenmiş olduk (yeri gelmişken, bir abının verdiği bir info’yu size aktarayım: İstanbul’daki MR aletlerinin toplamı, bütün
Britanya Adasındaki MR aletlerinin adedine eşitmiş.)

MR’cılar bizi çok iyi karşıladılar. Ama bir diz MR’ına 500 milyon isteyince, içimden
„yok devenin nalı“ deyiverdim. Adamcağız peşin fiyatına taksitle ödememi dahi teklif etti. Almanya´da çektiririm umuduyla, beyefendinin yaptığı teklifi centilmence geri çevirirken evin yolunu tuttuk.

İçimdeki huzursuzluk bir türlü bırakmıyordu peşimi. Bu sadece dizimden kaynaklanmıyordu. Bir ara „ Oğlum sen manyaklaştın mı? Silkin bir kendine gel!“ cinsinden konuşmalar yapıp, kendimi telkine çalışıyordum. Gecenin bir yarısında ayni semptomlarla irkildim birdenbire. Eşim de bu günlerde benim için adeta nöbet tutuyordu. „Miri, ne oldu sana böyle?“ diyerek gözyaşına boğuluyordu bir tanem. Acilen Alman Hastanesine kaldırılıyordum. Acil serviste çok iyi karşıladılar. Her şey hazırdı. Derdimi nöbetçi doktora anlatadurayım, dayadılar Diazemi (Diazepam) damardan. Çok geçmeden yamuldum ve sakinleştim ve eve geldik.

Öksürüğümün artmasıyla bir daha Alman hastanesinin yolunu tuttuk. Arlet´in takdir ettiği genç bir doktora meramımı anlatmaya çalıştım. Doktor, kafasını sallamadan ve renk vermeden beni sabırla dinledikten sonra „ Kaya Bey, ben bu anlattıklarından bir şey anlamadım; ama akciğerinizi bir kontrol etmek istiyorum“ dedi. Beni epey dinledikten sonra „ Kaya Bey, ciğeriniz hiç hoşuma gitmedi, gidip hemen bir röntgen çektirin ve tekrar bana gelin. Yarım saat sonra röntgenle birlikte doktorun odasındaydık. „ Kaya Bey, akciğerinizin sol kısmında kitlesel bir bulut oluşmuştur, sizi hastanemizin akciğer uzman profesörüne havale etmek zorundayım“ diyerek, o güvenli gözleriyle bana şefkat veriyordu. Durum vahimdi. Ama ne olabilirdi bu kütle, her şey olabilirdi, insanin aklından bin bir şey geçiyordu. Eşim, baldızım, bacanağım beni teselli ederlerken cesaret vermeyi ihmal etmiyorlardı.

İçime bir ateş düştü yanar ha yanar. Korkuyla karışık o kadar yoğun duygular yaşıyordum ki, bu duyguların kelimelerle ifade edilmesi imkansızdı. İçime bir düşman girmişti; ama ne olduğunu kim olduğunu bilmiyordum. Akciğer uzmanına giden yol uzadıkça uzuyordu. Doktor, röntgene bir göz attıktan sonra, bahsi geçen kütlenin karakterini ve tanısını yapabilmenin ancak computer tomographie (CT) ile mümkün olacağını altını çizerek vurguladı. CT ücreti 700 milyon tutuyordu. Eşim Rejan „ Yok canım bu böyle gitmez, Miri biz yarın gidiyoruz Almanya´ya“ diyerek inisiyatif sahibi olduğunu bi´kere daha kanıtladı. İçimdeki huzursuzlukla kendini gösteren korkuya bir de kuru öksürükle gelen kanlı tükürük eklenince tansiyonum 12/18´e fırlamıştı.

Uçağa bindiğimde, beni adeta esir almış duygular, korkular ve uykusuz geceler savuşmuştu. Anlamak, bilmek istiyordum ciğerimin derdini. Gelir gelmez arkadaşım Dr. Sürmeli’yi aradım. Şansa bak ki O´da ABD´deymiş. Verdiği tavsiyelere uyup Dr. Cemal’i aradım. Sağ olsun, zamanını benden esirgemedi. Aynı gün CT´yi çektirip götürdüm kendisine. Dr. Cemal çok soğukkanlı bir insandır. Hiç istifini bozmadan:“Miri seni derhal hastaneye havale ediyorum. Biliyorsun ben orda uzun yıllar çalıştım, hepsi benim arkadaşlarım, yani bizim uşak, sana çok iyi bakacaklarından emin olabilirsin“ derken gözlerini benden gizlemesi, zaten var olan şüphelerimi büsbütün körüklemişti.

Bu arada telefonlar durmadan çalışıyor, bizim ev sanki telefon merkeziydi. Dr. Horen Karatoprak ABD´den, Dr. Mustafa Mainz-Almanya’dan hem esimden bilgi alıyorlar hem de bizi yabancısı olduğumuz konularda (sağ olsunlar) aydınlatıyorlardı.

İnsanın aklına her türlü hastalık geliyor; fakat gelmesi gereken o meret hastalık gelmiyor veya beynimiz öyle bir hastalığın düşüncesine dahi izin vermiyor.

Birdenbire kendimi, 31 Temmuz 2005 Pazar’ında hastanede buldum. O ilk girişimdeki ilkyardım sahnelerini asla unutmayacağım. Beni muayene eden doktor, o kadar kabaydı ki, CT´ye bakar bakmaz „Tümör“ diye yapıştırdı tanıyı. Yüzünden düşen bin parçaydı. İki üç gün arka arkaya çalıştırıldığı belliydi. Neyse ki orada fazla kalmadan, kalacağım istasyona havale edildim. Bu arada psikolog Sema Ablanın büyük oğlu genç Dr. Burak’ın hastanede kaldığım sürece bana gösterdiği insani yakınlık ve morali asla unutmayacağım.

Yattığım Neukölln Hastanesi,1900´lü yılların başında kurulmuş olup, tıbbin en modern cihazlarıyla donatılmıştı ve oldukça büyük bir hastaneydi. Hastanenin kendini tıp alanında iddiali eden akciğer bölümü mevcuttu. Pazartesi bütün vücudumu tıbba teslim ediyordum. Kan almalar, röntgen, CT, bronchoskopie, bütün yoğunluğu ile devam ediyordu. Bi´türlü CT´de görülen ve ne olduğu bilinmeyen bölgeye giremiyorlardı uzman doktorlar; çünkü tümör ciğerimin sol kanadındaki an bronşun dışında (sırtında) çıkmıştı.

Bu arada aile dostlarımız, arkadaşlarımız, derken duyan geliyordu hastaneye ve büyük moral veriyorlardı. Her gelen yiyecek bir şey getiriyordu. Aile dostumuz Mamay´lardan Berrin Hanım´ın börekleri, Remziye Hanım´ın poğaça ve simitleri, Müzehher Hanımın, Sevinç Hanımın kendi elleriyle pişirdikleri yemekler ve bu meyanda yapılan sohbetler derdimi bir an olsun unutturabiliyordu.

Eşim, canımın içi, her şeyim Rejan’ım hastaneyi su yolu yapmıştı. Getirdiği yemekler sevgi ve şefkat doluydu. Hem gidip çalışıyor, işten sonra geç vakte kadar benle kalıyor, eve gittikten sonra ev işlerine koyuluyor, biraz uykuyla tekrar işin yolunu tutuyordu. Ya çocuklarım; kendi aralarında paylaşmışlardı ziyaret günlerini. Bir gün Tanya, ertesi gün Sevan Murat geliyorlardı. Başta eşim olmak üzere, çocuklarım ve tüm dostlarım büyük moral yüklüyorlardı. Canciğer dostlarım; Keğam, Hasan, Osman, Haydar, İsmet, Bilge, Dr.Sürmeli, Dr. Burak, Psikolog Sema abla beni hiç yalnız bırakmadılar…

Sarkis Çelik´e telefon edip, olup bitenleri anlattığımda, moralimi hiç bozmamamı, her şeyin iyiye gideceğinin umutlarını veriyordu. Ertesi günü Paris´ten Berlin´e gelen ilk uçakla yanımdaydı. Sarkis’i gördüğümde çok duygulandım ve bana gelişi büyük bir moral oldu.

Yapılan araştırmalar netice vermemişti. Doktorlar heyeti kararını almıştı ve bana açıklıyorlardı: „ Bay Kaya, yapılan iki bronchoskopi beklediğimiz neticeyi vermemiştir, bu sefer sol kaburgalardan içeri girip, tümörden bir parça almamız gerekiyor. Sizden ricamız, bu ameliyatı onaylamanız.“ Ben ise „ Peki başka bir alternatifiniz var mı?“ diye sorduğumda, aldığım cevap „hayır“ di. İmzaladım. Hemen ertesi gün için her şey hazırlanmıştı. Ameliyathane kadar bana soğuk gelen bir mekan tanımadım hayatımda. Arabayla götürülürken, kim olursa olsun, hiç bir şahsiyeti yok insanın. Ameliyathanede her bir kişinin belli, milimi milimine tarif edilmiş görevi var. Her bir faaliyet, çok kısa, basit cümlelerle anlatıyor ve uygulamaya sokuluyor. Bir, iki, üçe kadar sayabiliyorsun. Ondan sonra başka bir şey, ne hatırlıyorsun, ne de hissediyorsun. Yapılan küçük ameliyat başarılı geçmiş, tümörden alınan bir parça tanı için (diagnose) araştırma merkezine gönderilmişti. Gelecek neticenin iyi olması için dua etmekten başka çaremiz yoktu. Ameliyat gecesi eşim benle beraber kalıyor, ağrılarımın en büyük tesellisi oluyordu.

Acilde bir iki gün kaldıktan sonra, tekrar eski istasyona dönüp beklemeye koyulduk. Bir hafta sonra çağrılıyordum tabipler odasına. Büyükler toplanmışlardı. Kendilerini tanıtırken, meselenin ciddi olusu gözlerinden belli oluyordu. Beni ameliyat eden operatör Dr. Witte, sakin bir şekilde anlatıyordu araştırma neticesini; evet en çok korktuğum, ismini bile anımsamaktan çekindiğim hastalığın ta kendisiydi. Hiç bir tarafım oynamıyor, gözlerim bir noktaya dikilmiş donakalmıştım. Dr.Witte hastalığımın tanısını açıklamakla kalmıyor, derhal müdahale edilmesini öneriyordu. İzin alıp odayı terk ettim. Dilim tutulmuş, bir titreme almıştı bütün vücudumu. Eşim beni sükunete davet ediyor, derhal ameliyat gerektiğini vurguluyordu. Ameliyat ise, öyle ufak tefek bir iş değildi. Kadere bak ki, felek benden akciğerimin sol yarısını komple istiyordu. Şaşırmıştım, ne diyeceğimi bilemiyordum. Eşimle birlikte tekrar beyaz önlüklülerin önündeydik. Çabuk karar vermemi acilen istiyorlardı, oyalanmak anlamsızdı. Derhal müdahale edilmediği taktirde, ömrümün oldukça kısa olduğunu altını çizerek söylüyorlardı. Eşim „ Hadi Miri´m, vakit kaybetmeyelim, bak doktorların dediklerine; yarım ciğerle de gayet normal yaşanıyormuş, seni kaybetmekten çok korkuyorum“ derken, o güzelim yeşil gözlerinden süzülüyordu damlalar. Kendimi toparlayıp, imzaladım kağıtları okumadan. Yarın ameliyat olacaktım.

Doktorlar gittikten sonra, baş başa kalmıştım eşimle. Ne diyeceğimizi, nasıl davranacağımızı bilemiyorduk. İçinde bulunduğum durumu istasyon doktoru anlamış olmalı ki, sakinleştiriciyi ihmal etmedi. Sakinleştikten sonra mantıklı düşünebiliyordum. Tek kanat ciğerle yaşamak mı? Yoksa ölmek mi? alternatiflerinden birini seçmek zorundaydım. Gerçi imza vermiştim; ama her zaman vazgeçebilirdim. içimden, bir ölmek istiyordum, bir dakika sonra yaşamak. Eşim ve çocuklarım ne olacaklardı ben ölürsem. Yok, yok yaşamam gerekliydi, kendim için olmasa bile ailem için bana tavsiye edileni yapmalıydım. Offfffffffffff felek offffffffffff! Bu da mı başıma gelecekti. Neden ben? Bula bula beni mi buldun? Cehennemde yanıyordum, ızdırap çekiyordum…

Beni yarın oldukça büyük bir ameliyat bekliyordu. Masadan sağ çıkmamı da kimse garanti etmiyordu. Akşama doğru eş dost, ana baba günüydü. Dr. Sürmeli, ABD´den döner dönmez ayağının tozuyla beni görmeye gelmişti. Hastanenin bahçesinde, ben panik atakla fır dönerken, o da bana ameliyatın nasıl olacağını, ameliyat sonrası uygulanacak tedaviler hakkında bilgi verip, o insani sevecen yaklaşımıyla beni ameliyat ve ameliyat sonrası hayata hazırlıyordu. Ben ise kendimi, her tarafı urganla sarılmış bir Arap atına benzetiyor, koşmak, koşmak, Pegasus gibi uçmak, bu diyarlardan kaybolmak istiyordum…

İki kanatla yaşayacağım son gündü. Ziyaretçiler çekilmiş, kuşlar yuvalarına dönmüş, etraf kendine has bir sessizliğe bürünmüştü. Ne uykunun önemi, ne de kelimelerin bir feri kalmıştı gözümde. Her şey bir anda önemini bitiriyor, anlamsızlaşıyordu. Yarından sonra tek kanatlı bir kuşa benzeyecektim. Uçamayacaktım kartal gibi semalarda, koşamayacaktım ciğerim sökülünceye dek…“Vay deli çocuk vay,“ bir zamanlar sana,“ Best misin mübarek?“ diyorlardı. Yarından tezi yok, yarından itibaren hayata başka anlamlar yükleyecektim. Tek kanatla sanki yeniden doğacaktım. Kim bilir belki daha iyi olacaktı, belki de ölmekten daha iyiydi. Geceye girerken ben hala ayaktaydım, istasyon doktoruyla pazarlığa girmiş bir dilenci gibiydim. Biraz daha fazla uyuşturucu vermesi için elini, ayağını öpmeye razıydım. Meslekten biliyordum, baktığım madde bağımlılarının doktorlarda nasıl ilaç dilendiklerini? Bir an onlara benzedim diye hem gururlandım, hem de ürperdim aniden. Aşırı dozajdan ötürü kaybetmiştik en az 100 kişiyi. O an keşke biri de bana aşırı dozajda ilaç verse de uyusam, bir daha da uyanmasam diye geçti aklımdan. Aklın sınırlarını çoktan aşmıştım, bu düşüncelerin saçma olduğunu bile bile düşünüyordum işte…

Gecenin bir yarısıydı, çocukluğum, gençliğim, aşkım, üniversite yıllarım, çocuklarım, ailem, kısaca her şey bir film şeridi geçiyordu gözümün önünden. Sanki yarın olmayacakmış gibi, zaten yarının olmasını hiç istemiyordum. Yarın büyük bir ameliyata giriyordum, artık her şey başka olacaktı…

Sabah gözlerimi açtığımda, akşamki bütün düşünceler silinmiş, maça çıkmadan önceki heyecana benzer bir duygu sarmalamıştı vücudumu. Her şeyimle, bütün sorumluluğumun bilincinde, benden beklenene layık olmalıydım. Yaşamak istiyordum ne pahasına olursa olsun. Hastane ve bilhassa bizim istasyon ayaklanmıştı. İstasyon doktoru taze bir gülümsemeyle bana yaklaşarak, „ Hazır mısın? Bu gün senin ve bizim için çok önemli,“ diyerek isine başlıyordu. Beni ameliyata götürecek araba kapıda beni bekliyordu. Her şey en ince teferruatına kadar hazırdı. Ameliyat öncesi bölümde bütün hazırlıklar bittikten sonra kısa da olsa bir ara vermeyi de ihmal etmemişlerdi, belki de ilaçların tesir etmesini bekliyorlardı. En enteresan olay ise; üstümdeki önlüğü de çıkarıp, pencerevari bir gözden geçirip, beni ameliyat arabasına bindirmeleriydi. Operasyon bölümüne alındıktan sonra çırılçıplak, anadan üryandım, zavallı halime bakamadan her şey bir anda sönmüştü, bunun farkına bile varmamıştım.

Ameliyattan uyandığımda, yarı uyku, yarı ayık bir halde olduğumu dahi bilecek durumda değildim. Görmüyordum ama hissediyordum, göremiyordum ama duyuyordum, hemşirelerin acele yürüyüşlerini, seslerini. Her şeyi algılıyordum ama gözlerimle değil, sanki Tanrı gözü yaratmamıştı… Kendimi 2×2 m çarşafsız bir yatağa terk edilmiş hissediyordum. Ameliyatı yapmışlardı yapmasına; lakin başaramamışlardı. Bu yüzden de beni bir yatağın üzerinde ölüme terk etmişlerdi. Ellerimle yatağı dövüyor ve bağırıyordum: „ Beni ölüme terk edemezsiniz, ben ölmek istemiyorum,“ diye bağırıyordum. Orijinal olan bu konuşmaları Almanca yapıyordum; yani nerde olduğumu hissediyordum. Çok sıcak ve şefkatli bir ses kulağıma söyle sesleniyordu: „ Hayır Bay Kaya sizi ölüme terk etmedik, ameliyatınız çok başarılı geçti, sizi tebrik ederiz.“ Hayatımda duyduğum nadir, şefkat dolu seslerden biriydi. Bu güne kadar da bulamadım kimin söylediğini. Buna rağmen hala şüpheciydim, iki de bir yatağımı dövüyor ve haykırıyordum yaşamak istediğimi… Dedim ya sayıklıyordum, göremiyordum etrafımı, bana ölmediğimi fısıldayan peri kızını…

Gözlerimi açtığımda, her tarafıma kablolar döşenmiş ve her bir kablo başucumdaki tıbbi aletlere bağlanmıştı. Her bir aygıt değişik renkte ve seste zikzaklar çiziyor. Delinmedik bir tarafım kalmamıştı, kıpırdamam, sağa sola dönmem imkansızdı. Acılar hissediyordum; lakin bu acıların nereden geldiğini bilmiyordum. Kendimi kısa bir kolaçan ettikten sonra, niçin buradaydım sorusu çakıldı çivi gibi beynime. Vay be elimi sol yanıma attığımda, hortumlardan geçilmiyordu. Hatta bunlar vücudumdan içeri giriyorlardı. Vay anam vay! Demek sol kanadım yoktu artik. Hiç bir şey hissetmiyor, sadece kısa aralıklarla soluyordum…

Nihayet beni ameliyat yapan Yüksek Doktor Witte sıcak ve şefkatli bakışlarla, neşeyle içeri girdi. Elimi tutarak, „ Başardınız Bay Kaya, ameliyat tahmin ettiğimizden daha zor geçmesine rağmen çok iyi geçti, yedi saat sürdü; ama çok sağlamsınız, sizi tebrik ederim; ama beni de çok yordunuz“ demesiyle, elimi avucunun içine almış kocaman ve nazik o elini kendime çekerek öptüm. Çok alçak gönüllü ve çekingen bir davranışla elini yavaşça geri çekerek gözlerini babacan bir şefkatle kırptı ve kısa zamanede iyileşme dileğinde bulunarak, başka hastalarına yöneldi. Kurtulmuştum,

Yoğun Bakımda daha 10 gün kalacaktım. Anyayı konyayı orada yaşayacaktım.

Ameliyattan sonra Eşim ve çocuklarımla ilk buluşmamızda, onlarda, bende biliyorduk olup bitenleri. Çok sevinçli ve mutluydular. Onlarda benim gibi, öbür yanlarını göstermemeye çalışıyor, bana moral ve güç veriyorlardı. Yoğun Bakim, hastanenin diğer bölümlerinden, hastalarıyla, doktorları ve hemşireleriyle, giysileriyle farklıydılar. Durmayan bir hareketlilik, gidiş gelişler, ellerinde tıbbi malzeme ve aletlerle durmadan ölçüyor, doldurup boşaltıyorlar, hastalarla, çağrılmadıkça muhatap olmuyorlar, geceleri sanki yeşil hayaletler gibi oradan oraya gezinip duruyorlardı. Bir iki hemşire hariç, yüzsüz ve şefkatsizdiler. Sadece gerekenin minimumunu sunuyorlardı.

O sıralar Berlin´e alışılagelmemiş bir sıcak çökmüştü. Hava sıcaklığı öğlene doğru 33° dereceye kadar çıkıyordu. Aldığım ağrı kesicilerden midir, nedir, adeta yanıyordum cehennemde. Güler yüzlü hemşire buz yetiştiremiyordu. Ara sıra şaka yapmayı da ihmal etmiyordu: „ Whiskinizi buzlu mu istersiniz Bayım?“

Aradan bir hafta geçmiş, daha tuvaletimi yapamamıştım. Hele hele bütün milletin içinde tamamen isteksiz olmuştum. Verilen ilaçla karnım guruldamaya başlamış, yatağa yapacağım korkusuyla hemşireyi çağırmıştım. O suratsız hemşire de tencereye benzer bir kabı yatağa atarak „Lütfen Bay Kaya!“, deyip gitti. Yerimden doğrulup, o kabin üzerine çıkıp tualetimi yapmam gerekiyordu. Bende o güç nerde? „Ey kurban olduğum: benim, nelere muhtaç olduğumu, ne hallere düştüğümü görüyorsun dimi?“, diyerek kendi kendime hayıflanıyordum. Bir kaç kere daha denedim. Başaramadım. Karnım isyana hazırlanıyordu. Az kalmıştı. O etmeden, ben etmeliydim isyan. Bana verilen kabı yere düşürerek sesimin çıktığı kadar bağırıyordum: „ Bana en tabi hakkımı yasaklayamazsınız!“ Dr. bir hışımla içeri girdi, benim söylediğim cümleyi duyunca yumuşadı ve başladık ikimizde gülmeye. Büyük bir merasimle sandalyeli tuvalet geldi odama. Alelacele oturtuldum sandalyeye. „Oh be dünya varmış“ diyordum içimden ve rahatlıyordum. Rahatlamanın ne demek olduğunu böyle günlerde anlıyor insan…

Sol Ses Tellerinin sinirsel sistemini Sol Akciğer üzerinde inşa etmiş Yaratan. Benim de sol kanadımı benden ayırdıklarına göre, Sol Ses Tellerim çalışmayacaktı artik. Dolayısıyla Sağ Ses Telleri solun da görevini üslenmesi gerekiyordu. Bu da söylendiği gibi basit değildi. Beyin, kendini iki tarafında çalışması varsayımına göre depolamış, örgütlemişti. Gri kıvrımlarda hep iki tarafın tecrübeleri depolanmıştı. Şimdi başına beklenmedik bir olay gelmişti. Tek elin alkışlaması gibi bir şeydi bu. Lokopedik eksersizlerle yavaş yavaş ses çıkarmaya başlamıştım; ama bu ses bir cümleyi tamamlayamadan sönüyordu. Hem içimdeki hava eskisinin yarısıydı, hem de Sol Ses Telleri yatık olduğu için, nefesim çarçabuk tükeniyordu. Bak su feleğin cilvesine ki, dünyada en çok sevdiğim şeyi benden almıştı. Bundan böyle söyleme yerine hep dinleyecektim. Mesela bir şiir okuyamayacak, bir uzun hava çekemeyecektim…

***

Yoğun Bakımı başardıktan sonra normal istasyona nakledilmiştim. Eş dost akın akın geliyorlardı ziyaretime. Odama girenler, ilk anda bir şaşkınlık geçiriyorlar, belli etmemeye çalışıyorlar, kendilerini toplayıp, sağ olsunlar moral vermeye çalışıyorlardı. Bunların içinde çok samimi olduğum iki arkadaşım vardı ki, bunlar, beni o halimle görünce ayaklarının bağı çözülmüş, hıçkırarak ağlamaya başlamışken ben: „ Buraya beni mi ziyarete geldiniz, yoksa ağlamaya mı“, diyerek benim zayıf tarafımın onlarınkiyle buluşmasına engel olmaya çalışıyordum. Günler böyle geçedursun, yaralarım iyileşiyordu; çünkü içim kasınmaya başlamıştı. Nihayet kadim Dostum Ressam Osman arabayla beni alıp eve götürüyordu. Tamı tamına bir ay kalmıştım hastanede. Evimi görmeyeli de nerdeyse iki ay olmuştu.

Sevgili Eşim ve Kızım, özene bezene bana çok güzel bir yatak hazırlamışlardı. İlaç masası, yemek masası müzik seti, küçük bir kütüphane, günlük gazete seti, bir tek kuş sütü eksikti masamda…

Her gün kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra kısa yürüyüvere çıkıyordum. Yürümekten çok memnun olmama rağmen, ruhumu sıkan, içimi, derinden derine kemiren bilinmeyenler zincirini hissediyordum. Tek ciğerime henüz alışamamıştım. Her şey benim için yeniydi. Çifter, üçer üçer çıktığım basamaklarda bocalıyor, iki adim sonra nefesim kesiliyordu; içimden asansörü icat eden bilim adamına dua ediyordum. Komşuların beni hasta halde görmesini istemiyor, beni görmeye gelmek isteyen bir dizi arkadaşları, özür dilinerek geri çeviriyordum.

Başa gelen çekilir, demişler büyüklerimiz. Hemen herkes, moralimi yüksek tutmam gerektiğini öğütlüyorlardı. Ben ise moralin nasıl iyi tutulacağını bir türlü tasavvur edemiyordum. Zamanla, kavrıyor insan denmek istenileni: Günlük yaşa, kafanı bir şeylere takma, askıda kalma, gününü gün eyle vs. İyi de, birde ortada 50 senenin verdiği ritim ve alışkanlıklar var, insan bunları bir çırpıda üzerinden atamıyordu. Siga siga, tıpkı bir bebeğin emeklemesi gibi öğreniyordum fiziksel yeni yaşamı. İnsanin vücudu çok pratik; anında içinde bulunduğu şartlara adapte olabiliyor. Gel gör ki, o beyin denen mükemmel yaratık, her şeyi olduğu gibi kabullenemiyordu. Bilincim neyse de, bilinçaltım daha ne çetrefilli, fırtınalı süreçlerden geçeceğinin farkında bile değildi. Kabullenemiyordu bir türlü başıma gelenleri. Kâbuslar, tarifi zor rüyalar, panik ataklarla bir okyanustaki tsunami gibi çalkalayıp duruyordu beni. Her an dakikada bir yerimden fırlayıp, ayakkabılarımı yarım yamalak takınıp, fırlıyordum sokağa. Sağ olsun canciğer arkadaşım Hasan, Hızır gibi peşimden yetişiyordu. Beş on dakika yürüdükten sonra pilim bitiyor, bitap düşüyordum. Eve zar zor gelip, uzanıyordum. On dakika sonra yine fırlıyordum yataktan. Aynı hareketleri 15-20 defa tekrarlıyordum gün boyunca. Yatağa yattığım zaman ölecekmişim gibi geliyordu bana. Hareket ise yaşamanın bir ifadesiydi. Psikologlar, doktorlar bu durumun ameliyattan sonra çok normal olduğunu vurguluyorlar, bu davranışların geçici olduğunun hararetle altını çiziyorlardı. Bu da benim tek teselli kaynağımdı. Ne olmuştu böyle bana; kendime olan hakimiyetim kaybolmuş, onun yerine beni, sanki bir şeytan uzaktan kumandayla yönetiyordu adeta. İki de bir fırlattıkça sokağa, zevk alıyordu kıs kıs gülerek.

***

Daha sonra Dr. Coşkun’dan öğrendiğime göre, var olan bütün tedavi metotları en modern şekliyle sırasıyla uygulanacaktı. Sıra Kemoterapiye gelmişti. Ön hazırlıklar yapılıyor, psikolojik konuşmalar yapılıyor, cesaret asılanıyordu. Ben ise doğrusu tırsıyordum bu tedavilerden.

Almanya Temmuz 2006

(Devam edecek)

Yorumlar kapatıldı.