İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Şoven-Milliyetçiliğin Olduğu Yerde Sol Olamaz

Bölgemiz ve dünyamız yeni baştan biçimlenirken, Türkiye solunun buna hiçbir katkısı yok. Oysa, söz konusu süreçler Türkiye solunun görüşlerini de girdi olarak içerebilse, en azından bölgemiz belki daha barışçı, daha insancıl bir anlayışla düzenlenirdi.

——————————————————————————–

BİA Haber Merkezi

10/07/2006 Aydın CINGI

——————————————————————————–

BİA (İstanbul) – 21. yüzyılın ilk beş yılı bitti. Altıncı yılının da ilk yarısını devirdik. Bu sürede gelişmeler o ölçüde ivme kazandı ki, içinde bulunduğumuz süreçte, sosyal demokrasinin geldiği aşamaya bir göz atmak, bir geçici bilanço çıkarmak, geleceğe hazırlık açısından yararlı olabilir.

Dünya solu, küreselleşmenin getirdiği sorunlarla baş etmesini sağlayabilecek yeni bir sosyal ve ekonomik modelin arayışı içinde. Küreselleşme bağlamında oluşan yeni koşullar sol iktidarların uygulama alanını kısıtlıyor. Batı Avrupa’da refah devleti ya da sosyal devlet modellerini oluşturabilmiş sosyal demokrasinin ufku aslında 1980’lerden itibaren iyiden iyiye daralmıştı.

Genel olarak sol düşünceyle sol adına ortaya konan uygulamalar ayrı zeminlerde oluşabilir, farklı görünümler sergileyebilirler. Yine de sosyal demokrasinin çizgisini, izlediği evrensel trendleri görebilmek için en uygun yöntem, belli başlı sosyal demokrat partilerin son bir-iki yıl içindeki durum ve eylemlerini ele almak.

Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)

SPD, 2005 yılında yapılan genel seçimden iki dönemdir sürdürdüğü iktidarını yitirerek çıktı. Bu seçimde, aylar öncesinden yapılan kamuoyu yoklamaları sosyal demokratlara zaten pek umut vermiyordu. Ancak seçim yaklaştıkça SPD, Hıristiyan Demokratlar’la arasındaki farkı azalttı.

Bunda, seçmenin Schröder’i şansölyeliğe Merkel’den daha fazla layık bulmuş olmasının payı önemliydi. Yine de Eylül 2005 genel seçiminde SPD, CDU/CSU’nun az da olsa gerisinde kaldı. CDU/CSU-SPD “büyük koalisyon” hükümeti Merkel başkanlığında kuruldu. “Die neue Mitte” (Yeni Merkez) akımıyla Alman sosyal demokrasisine bir aralar farklı bir yön vermiş bulunan eski Şansölye Schröder de siyasetten ayrıldı.

SPD, bu seçimden sonra, yönetim kadrolarını yeniledi. Ancak bu süreç kolay olmadı. SPD’nin başına Schröder’den sonra geçen Müntefering kısa süre sonra istifa etti. Partinin başına ondan sonra geçen Platzeck de sağlık sorunları yüzünden kısa sürede ayrıldı. SPD’ye bu yıl başkan seçilen Beck ise partinin tabanından gelen eski bir militandır.

Koalisyon kabinesinde bazı kilit bakanlıkları elde etmiş bulunmasına karşın, SPD, yılın başından bu yana, az da olsa güç kaybına uğradı. Buna karşılık Şansölye Merkel otoritesini ve popülaritesini sağlamlaştırmış ve CDU/CSU kanadı güçlendi.

SPD, seçimden sonra, bir yandan iç düzenini oturtmaya çabalarken bir yandan da önündeki ivedi sorunlarla yüzleşmeye başladı. Bunlardan birisi, siyasal eylemin alan ve düzlemiydi. Bilinen bir gerçektir ki, AB’ye devredilen yetki alanları ve küresel dünyada uluslararası politikayla iç içe geçmiş ulusal sorumluluklar Avrupa’nın sol kitle partilerinin işlevlerini karmaşıklaştırdı. Kuram üretirken bu olgu dikkate alınmalı.

Bir başka sorun seçmen tabanıyla ilgili. Sosyal demokrat seçmenin partiden beklentisi, değişim ve ilerlemeyle sosyal adaleti bağdaştıran bir siyasal çizgiye sahip olması. Küreselleşen ekonomilerin maruz kaldıkları baskılar, bu beklentilerin yerine getirilmesini güçleştiriyor. Ayrıca partiyle özdeşleşmiş “müdavim seçmen” sayısı son dönemde azaldı. Son üç genel seçimde SPD’nin kayıpları, daha çok geleceğini güvencede görmeyen ücretlilerden ve sandığa gitmeyenlerden kaynaklandı.

Değişen sosyal yapı, ortaya özellikle emekliler arasında hem zamanı bol bir kesim hem de diğer yandan siyasal katılım talep eden ama zamanı dar bir dinamik nüfus çıkardı. Sosyal demokrat bir kitle partisi, bu sosyal kategorileri parti ve toplum yararına aktif kılabilecek katılımcı demokrasi koşullarını gerçekleştirmeli. SPD, 2007’de geçerlilik kazanacak yeni programını bu veriler ışığında oluşturuyor.

İşçi Partisi (Labour Party)

Britanya’da Tony Blair’in pragmatik yaklaşımları ve akılcı uygulamaları ekonomiyi iki dönemdir büyütmüş, köhnemiş sosyal ve kurumsal yapıları modernleştirmişti. Seçmen bu olgunun bilincindeydi. Ne var ki Labour, Mayıs 2005 genel seçimine girerken, iki dönem süren iktidarın olağan aşındırma etkisine ek olarak bir de kamuoyunca olumsuz karşılanan “Irak Savaşı” konusundan çekiniyordu.

İşçi Partisi, bu seçimi yine de kazandı. Ancak oylarının yüzde 40’ların çok altına düşmesi ve bir önceki döneme kıyasla 57 sandalyesinin eksilmiş olması, alarm verici nitelikteydi. Öte yandan, Blair’in seçmen gözünde kredisi çok azalmıştı. Başbakan’ın bu üçüncü iktidar dönemi süresince partinin başında kalamayacağı kanısı genelleşmişti.

Blair’in, makamını, istikrarlı büyümenin yaratıcısı gibi görülüp kamuoyunca çok tutulan Maliye Bakanı Gordon Brown’a bir süre sonra bırakması gerekeceği öngörülüyordu. Ne var ki Blair’in sanılandan daha dirençli olduğu, şu ana kadar koltuğunu koruyor olmasından belli.

İşçi Partisi, genel seçimden önce, kamuoyuna bir manifesto açıklamış, bu yolla önceliklerini belirlemişti. Bu manifestoya, Batı sosyal demokrasisinin İngiltere bağlamında yaşadığı öncelik kaymalarına ilişkin ipuçları taşıması bakımından, özlü biçimde göz atmak yararlı olabilir.

Bir kez, liberal anlayışın ürünü olan “fırsatlar toplumu” kavramı işleniyor ve “toplumsal refah düzeyi”nin böyle bir toplum bünyesinde arttırılması konu ediliyordu. Katılımcı demokrasinin geliştirilmesi, ailelere yardım, yaşlı ve güçsüz nüfus kategorileriyle dayanışma gibi sola özgü yönelimlerin yanı sıra “aile” kurumunun altı çiziliyor; anne-babalara çocuklarının daha iyi eğitileceği vaat ediliyor; herkesin kamu alanlarında işini daha kolay ve daha çabuk halledebileceği vurgulanıyordu.

“Güvenli sınırlar” ve “güvenli toplum” konularının altı kalın biçimde çiziliyordu. Böylece, “fırsat toplumu, girişim ruhu”, “günlük yaşamın pratik sorunları”, “aile” ve “güvenlik” gibi sağın öncelikle işleyegeldiği kavramların “yeni Labour” eliyle sola mal edilme çabası sürdürülüyordu.

Seçim bildirgesinin açıklanmasından kısa süre önce parlamentoda teröre karşı bir dizi yasal düzenleme benimsenmişti. Bilindiği üzere “terör”, Batı Avrupa parlamentolarında bir süredir öncelikli olarak ele alınmakta ve bazı kısıtlayıcı düzenlemelerin yasalaşmasına yol açmaktaydı. Mart 2005’te oylanan yasa, terörü önleyebilme uğruna “özgürlükler” konusunda bir tür geri dönüşü sineye çekme fikrinin sosyal demokratlarca da kabul edildiğini gösterdi. Esasen Temmuz 2005’te ardı ardına patlayarak Londra’yı altüst eden bombalar sosyal demokrat bilinçlerde belirmiş bu eğilimi ne yazık ki daha da güçlendirdi.

Fransız Sosyalist Partisi (PS)

Fransız Sosyalist Partisi (PS) 2005 yılını buruklukla anacaktır. Fransız sosyal demokratları, Mayıs ayında yapılan AB Anayasa taslağına ilişkin referandum dolayısıyla görüş ayrılığına düşüp ikiye bölündüler. Parti Genel Sekreteri Hollande’ın ve üst yöneticilerin destekledikleri “evet” kampanyasına karşın kimi eski yöneticiler “hayır” oyu için çalıştılar. Sol seçmen ise, çoğunlukla PS yönetiminin önerisine uymayarak taslağı reddetti.

Öte yandan, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi için sağda uzun bir süredir güçlü adaylar belirirken, buna karşın sol, birkaç ay öncesine değin ortaya seçilme şansı bulunan bir aday çıkaramamıştı. Ancak geçen yılın sonlarında kamuoyu araştırmalarındaki hareketlenme sonrası solda Ségolène Royal birdenbire ortaya “seçilebilir” bir cumhurbaşkanı adayı olarak çıkmıştı.

Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimi en önemli siyasal süreç. Bu seçimi solun adayının kazanması, hemen arkasından yapılacak genel seçimi de etkileyecek. Sağın şimdilik öngörülebilir adayı Sarkozy’nin çok güçlü bir rakip olmasına karşın sağ iktidarın hızlı bir yıpranma sürecine girmiş olması solun umudunu arttırıyor. Ancak bu arada eski Başbakan Jospin’in de adaylığını koymuş olması, sağa karşı en güçlü aday konumundaki Royal’in çıkışını durdurma potansiyeli içeriyor.

Son yılların ekonomik, teknolojik ve sosyal gelişmeleri Batı’da eskiden beri varolan eşitsizlikleri yeniden su yüzüne çıkardığı gibi yepyeni sorunlar üretti. Bilinen bir gerçektir ki, emek piyasasından uzun süreli dışlanmışlık, yalnızca sosyal bir eşitsizlik değil aynı zamanda ekonomik bir sorun. Sistemin, emeğin yapısını iş piyasasının farklılaşan taleplerine uyarlamakta yetersiz kalmasından ve yapısal işsizlikten kaynaklanan eşitsizliklerine ek olarak, ortaya, son yıllarda güvence yoksunluğundan doğan başka sorunlar da çıktı.

Son zamanlarda bir tür “günü kurtarma ve kısa süreli iş/istihdam” anlayışı, hem günlük yaşama hem de iş yaşamına yerleşti. Nitekim bu yılın başında tüm öğrenci kitlesini ayağa kaldıran “ilk iş anlaşması” konusu bunun bir örneği.

Bireyi, kendisini her an pazarlamaya yönlendiren bu rekabet ortamı, pek çok insan için ve de hele yeterince donanımlı olmayanlar için olağanüstü yıpratıcı. Belirsizlik ve güvencesizlik içeren ortamlarda sosyal ve kültürel farklılaşma daha da derinleşiyor. Değişime ayak uydurabilenlerle bunu yapma yetisine sahip olmayan insan toplulukları arasında uçurumlar oluşuyor.

Boy veren entegrasyon sorunları, bazı alanların boşalmasına ve başka bazı yerlerde de gettoların oluşmasına yol açıyor. Sosyal bütünlüğün bu yolla ne ölçüde tehdit altına girmiş olduğunu geçen yılın sonlarında Fransa’nın hemen her tarafında görülen varoş ayaklanması gösterdi.

Akdeniz sosyal demokratları

İspanya’da iktidara gelen PSOE hükümeti, ilk iş olarak Irak’ta koalisyon güçleri bünyesinde savaşa katılan İspanyol kontenjanını geri çekti. Esasen sol, beklediğinden de önce iktidara gelebilmesini 2004’te düzenlenen erken seçime borçlu. Bu seçimse, eski Başbakan Aznar’ın Irak serüveni nedeniyle Madrid’de yapılan terör eylemleri dolayısıyla “erkene” alınmıştı.

PSOE önderi Zapatero, henüz kısa iktidarı boyunca kendisini sıkıntıya sokacak tek sorunu Katalonya’nın yeni statüsüne ilişkin olarak yaşadı. Bu bölgeye verilen özerkliğin kapsamı, ayrılıkçılar tarafından yetersiz bulunurken bütünlükçü-ulusçu İspanyolları ise ülkenin bölüneceği yolunda tasaya yöneltti. İspanyol solunun, Franko döneminden sonra yaşanan demokratikleşme süreci sonrasında en büyük şansı genç ve yenilikçi önderlere sahip olmuş bulunması. Zamanın genç lideri Felipe Gonzalez, 20.yüzyılın son çeyreğinde, İspanya’yı modernleştiren devlet adamı oldu. Zapatero’ya ilişkin yargıya varmak için henüz çok erken. Ancak onun da cesur ve dinamik bir önder olduğu belirgin.

İtalya’da bir dönemdir iktidardan uzak kalan sol bu yıl yapılan genel seçimde iktidara geldi. Berlusconi döneminde olumsuz koşullanmalara maruz bırakılmış toplum, bu seçimde de solu iktidara kıl payı getirdi. Hükümeti Prodi önderliğinde kuran sol koalisyon, hem heterojen yapısı, hem ucu ucuna çoğunluğu, hem de Başbakan Prodi’nin sınırlı dinamizmi itibariyle çok köktenci ve yenileştirici yönelişler sergileyeceğe benzemiyor.

Yunanistan’da ise sol, bu dönemi muhalefette, bir sonraki dönemin iktidarına hazırlanarak geçiriyor. Öte yandan, eski arkaik yapısından Simitis döneminde kurtulmaya başlayan PASOK, Yorgo Papandreu önderliğinde gerçek bir Avrupa sosyal demokrat partisine dönüşme yolunda.

Kuzey tipi sosyal demokrasi

İsveç, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerin sosyal demokrasi anlayışları, son zamanlarda yol gösterici roller üstlenir oldular. Sosyal ve liberal refah devleti anlayışları, bilindiği üzere, farklı Batı ülkelerinde uygulandılar. Fransa ve Almanya’da, sosyal refah devleti kamusal düzenlemelerle yönlendirilir. Ancak Fransa ve Almanya, küreselleşmenin ve iletişim/bilişim teknolojilerindeki sıçramaların getirdiği sorunlarla baş edebilmede zaman zaman bocaladı ve bocalıyor.

Gosta Esping-Anderson tipolojisi uyarınca “liberal” olarak nitelenen rejimler, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda’da olduğu gibi, çok sınırlı bir sosyal şemsiye öngörürler, bireyciliği ve piyasayı öne çıkarırlar. Söz konusu toplumların yüksek sosyo-ekonomik göstergeleri, büyük ölçüde yoksulluk ve sosyal eşitsizlik beraberinde gerçekleşti. Birleşik Krallık, Thatcher döneminde benzer eğilimlere yönelmişti. Daha sonra bu ülke, Blair ile birlikte İskandinav modelinin bazı temel görüşlerini benimsemiştir. Gerçekten de İsveç’in ve diğer bazı Kuzey ülkelerinin performansları, Avrupa solu için esin kaynağı oluşturmaya başladı.

İsveç modeli, rekabetçi bir ekonomiyle sosyal dayanışma ve bütünleşmenin birlikteliğine dayalı. Söz konusu model, toplumsal modernleşmenin ancak bu tür bir ortamda gerçekleşebilir olduğunu kanıtlar nitelikte.

Neoliberalizm sosyal demokrat değerleri topluma “yük” gibi görür. Kuzey modeli, aslında en etkin ekonomi politikalarının neoliberalizm eliyle oluşturulduğu savının doğru olmadığını gösterdi. Gerçekten de, son yılların başarılı ülkeleri, kamu harcamalarını en çok kısan, devlet müdahalesini olabildiğince bastıran, sosyal partnerlerin rolünü en aza indirgeyen ülkeler olmadı. Başarıyı, piyasaların esnekliği değil mevcut kurumların varlığı ve onların adaptasyon yetisi sağladı.

Son dönemde öne çıkan sosyal demokrasi modeli, kamu yararı konseptini piyasa kurallarının önüne çıkarma çabasındaki bir devlet anlayışına dayalı. Modernleşmenin temelini oluşturan, toplumun aracı ve özerk kurumlarının ve de sosyal partnerlerin diyalog ve uzlaşma eğilimleri. Güçlü devlet, toplumun tüm kurumlarının çağın gereklerine uyum sağlamasına gerekli koşulları var edecek. Devlet, kamu sektörünün yanı sıra özel sektörün de yenileştiriciliğini, yaratıcılığını teşvik etme işlevini üstlenecek.

Kuzey’de benimsenen ve giderek genelleşen görüş, sosyal adalet ilkesinin ekonomiye bir yük olmadığı, tam tersine, sosyal adaletin ekonomik etkinliğin üreticisi olduğu yolunda. Esas olan, sol ideolojinin özgürlüğün kaynağı olduğu gerçeğinin kabul edilmesi. Bu alanda solun 1980’li yıllardan bu yana biriktirmiş olduğu çekingenlikler, özgüven yoksunlukları artık bir yana bırakılmalı. Dayanışma anlayışı, hem bireyi, hem de toplumun bütününü güçlü kılar.

Türkiye’de sosyal demokrasi

Sosyal demokrasi, Türkiye’de, Batı’da doğup gelişmesine yol açan koşullarda oluşmadı. Bu nedenle Türkiye solundan, benzer gelişim çizgisini izlemediği Batı soluna uygunluğu yolundaki beklenti sınırlı olmalı.

Önemli olan ve beklenen, Türkiye sosyal demokrasisinin Batı’daki eşdeğer akımlarla ortak değerlerde buluşması. Oysa söz konusu buluşma, siyasal parti bağlamında gerçekleşmiş bulunmaktan uzak.

Ülkemizde “sol” olarak nitelenen partiler, Batı’daki eşdeğerleriyle, iç yapıları itibariyle de ideolojik yönelimleri itibariyle de benzerlik göstermiyorlar. Solun evrensel değerleri, bugünün Türkiye’sinde olsa olsa kapsamsız siyasal gruplar ve sivil toplum kuruluşları tarafından benimseniyor. Ancak onlar tarafından doğru kavranıp norma dönüştürülüyor.

Aslında Türkiye solunun dünya soluna mesafeli durması, uluslararası sol camiayla bütünleşilmesini zorlaştırarak dış politikamızı da zora sokuyor. Dünya ve Batı soluyla birlikte soluk alıp verebilen bir Türkiye solu, dış dünyayla ilişkilerimiz, dünyadaki saygınlığımız, gezegen bilincine katkımız açısından çok yararlı olurdu. Öte yandan, şu anda bölgemiz ve dünyamız yeni baştan biçimlenirken, Türkiye solunun buna hiçbir katkısı yok. Oysa, söz konusu süreçler Türkiye solunun görüşlerini de girdi olarak içerebilse, en azından bölgemiz belki daha barışçı, daha insancıl bir anlayışla düzenlenirdi.

Toplumsal koşullar o toplum bünyesinde filizlenen ideolojiyi etkiler. Esasen ortak evrensel değerlere sahip olmakla birlikte, örneğin Norveç soluyla Brezilya solu birbirinden farklı. Ancak yine de solun olmazsa olmazları; daha da ötesi olursa olmazları vardır ki, bunlar çok kesin ve esnetilemez ölçütler oluştururlar.

Nitekim, şoven-milliyetçiliğin olduğu yerde sol olamaz; militarizmin, mukaddesatçılığın, özgürlüklerin, sosyal hakların kısıtlanması yandaşlığının bulunduğu yerde sol olamaz. Günümüz Türkiye’sinde, “sol” etikete sahip çıkan muhalefet olsun “asıl solcu biziz” diyen iktidar olsun, bu çevrelerin bu türden “olursa olmaz” niteliklerle donanmış oldukları çok kesin.

Türkiye sosyal demokrasisinin son yıllarda özlenilen ivmeye sahip olabildiği söylenemez. Özetle “sosyal demokrat” olarak nitelenen partiler söz konusu ideolojinin evrensel normlarını Türkiye bağlamında omuzlayamadılar. Bu arada alevlenen terörün ve Avrupa Birliği’yle yaşanan sorunların tetiklediği milliyetçi dalga bu tür partilerin soldan daha da sapmasına yol açtı.

Son yıllarda, sosyal demokrasinin normlarını Türkiye’ye uyarlama yolunda en etkin çabaları, hızla gelişen ilgili sivil toplum harcadı. Solda yer aldıkları savındaki siyasal kuruluşların birleşerek büyüme yolundaki uğraşlarıysa hep sözde kaldı.

Öte yandan, geçen yılın son ayında bazı akademisyen ve sendika önderlerinin öncülüğünde kurulan bir sosyal demokrat grup, bu yılın ilk yarısında da gelişerek etkinliğini yurt düzeyine yaydı. Son dönemde bir “hareket”e dönüşerek partileşme sinyalleri veren söz konusu platform, geçtiğimiz altı aylık dönemde, sosyal demokrasi adına kayda değer tek kıpırdanış oldu.

Sözün özü

Teknolojik gelişmenin insanın gereksinimlerine uygun biçimde yönlendirilmesi, doğal kaynakların düşüncesizce yağmalanmaması ve doğal felaketleri sıklıkla tetikleyecek ölçülerdeki iklim değişmelerine karşı önlem alınması, sosyal demokrasinin geleceğe dönük ama öncelikle ele alması gereken sorunlar.

Bu arada, özellikle Batı ülkelerinde yaşlanan nüfusun getirdiği olanaklar ve yol açtığı problemler var. Avrupa’nın büyük sosyal demokrat partileri, istihdam yaratmaya dönük ekonomi politikaları oluşturma, insana yatırımı ön plana alma ve refah devletini bu yönde işlevselleştirme konularında görüş birliği içindedirler.

Sosyal demokrasi, günün konjonktürünün ötesindeki en önemli sorununu, küreselleşmeyi ehlileştirmek olarak görüyor. Sorun şu: gelecekte dünyaya ne tür bir ekonomik sistem egemen olacak? Yaşamın tüm kesitlerinin ekonomik süreçlere tabi olacağı bir piyasa radikalizmi mi geçerli olacak; yoksa demokrasinin, ekonomik süreçleri sosyal ve ekolojik gereksinimlerimize uyarlayabileceği bir ekonomik ve sosyal model oluşturulabilecek mi? Bu, içinde bulunduğumuz aşamada, sosyal demokrasinin yaşamsal ve tarihsel sorunu. (AC/KÖ)

* Aydın Cıngı Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Başkanı. 2006 Yılının İkinci Yarısına Girerken Sosyal Demokrasi.

Yorumlar kapatıldı.