İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Farklılıklarımızla” bir arada yaşamak – I

Ferhat Kentel

ÖDP sağolsun, “bir arada yaşama” meselesini gündemimize soktu, en azından toplumun bir kesiminin gündemine… Ben de devam ediyorum.

“Bir arada yaşamak” güzel bir niyet; “bana benzemeyen defolup gitsin buralardan” ya da “cehenneme gitsin” diyen çok küçük bir azınlık dışında herhalde herkes bu niyeti taşıyordur. Tabii, kimisi herkesi kendine benzeterek “bir arada yaşamak”tan, kimisi mozaik misali farklı olan parçaların uyumlu bir biçimde yanyana “bir arada yaşamak”tan, kimisi de içiçe geçmiş “bir arada yaşamak”tan veya çok farklı formüllerle inşa edilecek “bir arada yaşamak”tan bahsediyor.

Benim derdim ise daha çok bir arada yaşamak konusunda sorunsallaşan “farklılıklar”. Bir taraftan baktığımızda zenginlik olarak değerlendirilebilecek olan farklılıklar ve özgünlükler toplumsal hayatta gayet saygıdeğer niteliğe sahipler. Her insan oğlunun / kızının da sahip oldukları bu farklılıklarına saygı gösterilmesini beklemeleri gayet doğal hakları. Bir ülkede gerçekten barış olacaksa, herhalde bu karşılıklı saygının tesis edilmesi hayati bir önem taşıyor.

Ama bu farklılık meselesine başka bir cepheden de bakmak gerkiyor.

Öncelikle, “farklılık” ya da “özgünlük” olarak kimliklerin altyapısını oluşturan özelliklerin nasıl ve hangi şartlarda ortaya çıktıklarına, varolduklarına ve daha sonra nasıl değiştiklerine, hatta yokolduklarına bakarsak, mutlak farklılıklardan bahsetmenin zor olduğunu görebiliriz. Ya da mutlak farklılık olarak adlandırdığımız özelliklerimizin büyük ölçüde iktidar ilişkileri içinde belirginleştiğini söyleyebiliriz.

Çünkü “farklı bir kimlik” özelliği ancak başkalarıyla karşılaşıldığı zaman, ya da “farklı kimlikler” olduğu için ortaya çıkıyor. “Yabancılık” diye bir olgudan haberdar olmayan kapalı gruplarda, cemaat yapılarında herkes (modern günümüzdeki mühim meseleler açısından düşünürsek) etnik, dinsel, kültürel olarak zaten aynı olduğu için, insanın kendisini şu veya bu şekilde tanımlamasına gerek de olmaz.

Ama bu tür yapılar bile iktidar ilişkilerinden bağımsız değildir. Kadın-erkek, yaşlı-genç ilişkileri içinde iktidar ürer ve herkes bu iktidar ilişkilerine göre biçimlenir. Dişil cinsiyet yapısına sahip bir insan “kadın” olur; eril cinsiyet yapısına sahip biri “erkek” olur; dünya üzerinde geçirdiği süre daha kısa, fiziksel gücü daha az, hayal dünyası maddi üretim dünyası tarafından henüz denetlenmemiş olan biri “çocuk” olur; diğerleri de “büyük adam” olur.

Modern dünyamızdan baktığımız zaman göreli olarak basit olan bu ilişkiler ve ilişkilere bağlı olarak yapılan tanımlamalar, dünyamıza giren yeni unsurlarla, özellikle farklı bir dil konuşan, farklı şekilde inanan insanlarla karmaşıklaşır.

Mesele de burada belirginleşiyor. Bu kadar karmaşık olan bir dünyada nasıl oluyor da, bir arada yaşaması öngörülen ya da sorun olan “farklılıklar”ın her biri tek bir kelimeye, tek bir kimliğe indirgeniyor? Aynı toprakları, sokakları, okulları, işyerlerini paylaştığımız, benzer acılar ve sevinçler yaşadığımız insanlardan bir kısmı, diğer bir kesimden nasıl oluyor da en “özet” biçimde farklılaşıyor?

Bu karmaşık soruları bir kerede, tek bir nedenle, toptancı bir şekilde cevaplamak imkansız ama şunu söylemek en azından bir başlangıç noktası teşkil edebilir: İktidar ilişkileri içinde toplumun bir kesimi, diğer kesim / kesimler üzerinde tahakküm kuruyor. Bu tahakküm tanımlamayla gerçekleşiyor. Tahakküm eden ve tahakküm edilen aynı tanımlamadan besleniyor. Örneğin, fiziksel olarak farklı bedenlere sahip olan erkekler ve kadınlar arasındaki iktidar ilişkisi “erkek” ve “kadın” tanımlamaları üzerinden sağlanıyor.

Biz bu ilişkiler içinde kadını ve erkeği “özgün” varlıklar olarak adlandırıyoruz. Kadına ve erkeğe özel diller atfediyoruz; erkek ve kadın olarak bizim için varsayılan dilleri tüketiyoruz. Bu dilleri tükettikçe giderek erkek ve kadın olarak da birbirimizden ayrılıyoruz. Ayrıldıkça, özgürlük ve bireysellik vaadeden modern dünyamızda bile ataerkil yapıları yeniden üretiyoruz.

Dinsel ve etnik tanımlamalarımızda da –tam aynı olmasa da- benzer bir süreç işliyor. (Tam aynı değil, çünkü kadınlar olarak, dünyanın diğer yarısını teşkil eden erkeklerden; erkekler olarak kadınlardan tam olarak vazgeçmemiz pek mümkün değil.) “Bizimle” söz konusu karmaşık hayatı paylaşan “başka” insanların; kadın, erkek, çocuk, yaşlı, işçi, köylü olarak yaşayan insanların bütün bu özellikleri arasında bir tanesini öne çıkarıyoruz. O insanlarla birlikte… Örneğin o insanların doğdukları andan itibaren, aynı “bizim” gibi yaptıkları çok sıradan bir şeyi, anlaşmak için kullanmış oldukları “dili” farklılık olarak tanımlayıp, bütün o insanların (ve dolayısıyla kendimizin) ne kadar “özgün bir kimlik” olduklarını tanımlıyoruz.

Bu tanımlama Pierre Bourdieu’nün terimleriyle, kategorize ediyor; kategorize ettikçe kategorize edeni de konumlandırıyor. Ve tabii ki bu tanımlama hiçbir zaman eşit bir konumlama değil; (“biz” bu taraftan baktığımıza göre) “biz”i üstte tanımlayan bir konumlama…

İşte bu şekilde tanımlanmış farklılıkların, özgünlüklerin “bir arada yaşaması”, yeniden ve çok derin bir şekilde düşünülmesi gereken bir konu. Çünkü bu “özgünlüklerin” ne kadar gerçekten “özgün” olduğu, ya da total bir özgünlüğe tekabül edip etmediği ciddi bir soru. Çünkü özgünlüğümüz üzerine yaptığımız tanımlamalar aslında başka özgünlükleri, başka bileşimleri ve melezlikleri, başkalarından ödünç alıp kendimizin yaptığımız özellikleri ve son olarak bize dayatılanları görünmez kılan tanımlamalar… Yani “biz çok özgünüz” derken, pek de o kadar özgün değiliz aslında… Elbirliğiyle zorla özgün oluyoruz…

Not: Bu yazı bitmedi; haftaya devam edecek…

Yorumlar kapatıldı.