İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Konferansımdan bir yıl sonra düşünceler

PROF. DR. SELİM DERİNGİL (*)

Kamuoyuna “Ermeni Konferansı” olarak yansıyan, “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları ” (İÇDOE) konferansının üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Boğaziçi Üniversitesi’nde 25 Mayıs’ta gerçekleşmesi öngörülen ve ertelenen “birinci deneme” ise yılını doldurdu. Konferansın Organizasyon Komitesinde yer almış olan birisi olarak, bir yıl sonra bazı düşüncelerimi dile getirmek isterim.

Akla ilk gelen soru: konferans ne değiştirdi?

Konferanstan beri ne değişti sorusuna cevap verirken konferans süreci ve bu sürecin Türkiye’deki siyasi gelişmelerle nasıl eklemlendiğini düşünmekte yarar olduğu kanısındayım.

Sanırım konferans sürecinin en kalıcı katkısı ilk defa Türkiye’de insanların “Ermeni meselesi” diye bir konu olduğunun ve bu konunun üzerinde düşünmek gerektiğinin bilincine varmaları oldu.

“Ermeni tehciri” diye bir mesele, yüksek tirajlı bir gazetedeki yazı dizisinin başlık attığı gibi, “1915 ‘de ne oldu?” sorusuyla gündeme geldi ve halen de gündemde. Toplumsal hafızası iki hafta olan bir ülke için bu hatırı sayılır bir başarıdır. Her yıl 24 Nisan yaklaştıkça “Acaba Amerikan Senato-su’nun tavrı ne olacak?” diyerek soğuk terler dökülen ve akabinde Başkan Bush meşum “soykırım” kelimesini telaffuz etmedi diye bayram edilen ve bir dahaki seneye kadar bununla yetinen bir toplum değil artık Türkiye. İnsanlar tarihi bir olay üzerine düşünmeye başladılar. İlk defa devletin bu konudaki resmi görüşü kendini savunma hattında buldu ve alternatifsiz olmadığını anladı. “Diaspo-ranın ağzıyla konuşuyorlar” vs türünden demagojiler de yavan kaldı. Daha birkaç gün önce büyük bir gazetenin önde gelen köşe yazarlarından biri, “Konya’daki son Ermeni de gitti” başlığıyla, köşesinde Konya’da yaşayan son Ermeni vatandaşımızın da bu dünyayı terk ettiğini yazıyordu. Tabii Türkiye’de bazı çevrelerin bu habere “Aman ne iyi olmuş” diyecekleri kesin, ancak artık bu insanlar bile bu hissiyatı açıkça dile getirmenin en azından “ayıp” kategorisine gireceğinin bilincindeler.

Olsun, Türkiye küçük kazanımlar ülkesi. Öte yandan konferanstan beri geçen bir yıl Türkiye’nin gündeminin ne denli hızlı değişebileceğini ve bu ülkenin siyasi sınıfının kaderinin ne gibi cilvelere gebe olduğunu bir kez daha gösterdi. Bunun en çarpıcı örneği bir yıl önce konferansın düzenleyicilerini meclis kürsüsünden “vatan haini” ilan eden hükümet sözcüsü Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in ellerindeki Türk bayraklarıyla milli hisleri kabarmış hanımlar tarafından kovalanması ve cami tuvaletine sığınarak kendini kurtarabilmesi. Tabii aynı hanımların “Ermeni Konferansı’nın” düzenleyicilerini de yakalasalar aynı şeyi yapacakları da kesin.

Eylül’de konferansın ilk gününün ardından, bir gazete “‘Soykırım’ da dendi, dünya hala dönüyor, Türkiye hâlâ yerinde duruyor” ibaresini manşet yapmıştı. Bu iyi niyetli, ancak yanlış bir algılamaydı. Zira İÇDOE konferansının amacı “illa da soykırım demek” değildi. Bildiriler eğer bir gün yayınlanırsa, altmış küsur bildiri içinde sadece üç tanesinin “soykırım” ifadesini bilinen anlamda kullandığını görürüz. Konferans, bir sözcüğün (her ne kadar kilit ve stratejik bir sözcük de olsa) telaffuzundan çok öte bir önem taşımaktaydı. Zira burada amaçlanan “ilk”, “ilk kez Türkiye topraklarında soykırımı telaffuz etmek” değildi; ilk kez Türkiye’de bağımsız ve eleştirel aklın bu meseleyi de milliyetçi/devletçi çizgiden bağımsız olarak inceleyebildiğin! göstermekti. Ayrıca, konferansın düzenleyici ve katılımcıları olan bizler illa da “aykırılığımızı” ispat etmek derdinde de değildik; konferansın basın bildirisinde de yer aldığı gibi, “bir vicdani sorumluluğun idraki” idi bizim ilham kaynağımız.

Konferanstan bir yıl sonra neredeyiz? Kendimizi kandırmayalım, Türkiye bu konuda iki ayrı kampa bölünmüş durumda. İÇDOE’den sonra bir dizi tepki konferansı yapıldı ve yapılacak. İstanbul, Gazi, Erciyes Üniversiteleri malum kadrolarla iman tazeleme konferansları yaptılar. İÇDOE konferansının düzenleyicilerinden ne kadar daha “demokrat” olduklarını göstermek üzere, bizleri de davet etmeyi “demokratik bir tavır” olarak kamuoyunun gözüne solanlar. Yani tavır, “her ne kadar siz bizi davet etmediyseniz de, büyüklük bizde kalsın, sizi de aramızda görmek isteriz” idi. Ben kendi adıma bu davetleri neden reddettiğimi belirtmek isterim. Bir bilimsel toplantıya kimi çağırıp çağırmayacağıma, düzenleyici olarak, nasıl ben (ve diğer düzenleyiciler) karar verirsem, herhangi bir toplantıya katılıp katılmamaya da ben karar veririm. Şahsen bu tür iman tazeleme konferanslarının hiç ama hiç bilimsel değeri olmadığı kanaatindeyim. Gitsey-dim ne olurdu? Muhtemelen hiçbir şey. Bildik lafları dinler, şansım varsa canım sıkıldığıyla kalır, şansım yoksa (ki böyle konularda genelde yoktur) hakarete maruz kalırdım. Nitekim katılan bazı arkadaşlar da hemen hemen bu doğrultuda tecrübeler yaşamışlar. Kanımca bizler vazifemizi yaptık, bu konuda da son derece müsterihim.

AKP ve devletin bir yıl sonra bu konuda tutumunda bir değişiklik var mı? Pek yok gibi görünüyor. Hâlâ kafalar kuma sokuluyor ve hala eski düzen üzere devam edilebileceği düşünülüyor. Dünyadaki gelişmelerden işine geleni cımbızla ayıklayarak, işine gelmeyene lanet okuyarak “alla turca” yola devam ediliyor. Fransa Parlamentosu’nun “soykırımın inkârının suç sayılması” yolundaki icraatı 23 Ocak 2006 tarihinde bir grup seçkin Fransız tarihçinin “Tarih İçin Özgürlük” başlıklı bir bildiri yayımlamasıyla eleştirildi. Bu bildiri hükümetlerin tarih yazmamaları gerektiği fikrine odaklanmıştı. Türkiye’de bir bayram havası esti, “Ya, M. Chirac, bak kendi tarihçilerin sana ne diyor?” doğrultusunda ahkâmlar kesildi. Oysa bildirinin tam metni aslında tam tamına bizim resmi çevrelerin icraatını batırır mahiyetteydi. Ne diyordu Fransız meslekdaşlarım? “Tarih bir din değildir. Tarihçi hiçbir dogmayı kabullenmez, yasaklara uymaz, tabu tanımaz. Rahatsız edici olabilir. Tarih bir ahlak dersi değildir. Tarihçinin görevi yüceltmek veya lanetlemek değildir. Ö, açıklamaya çalışır. Tarihçi güncelin kölesi değildir. Tarihçi geçmişe bugünün şemalarını yaftalayamaz ve geçmişteki olayları bugünün kaygılarıyla karıştıramaz.” Yani Chirac’a iğneyi batıranların bu durumda çuvaldız değil, ancak kebaplık şişle terbiye edilebilecekleri açık.

(*) Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı, İÇDOE Konferansı Düzenleme Komitesi Üyesi

Yorumlar kapatıldı.