TÜRKİYE ERMENİLERİ, ENTEGRASYON VE ASİMİLASYON
Azınlık sorunlarının temeli, azınlık- çoğunluk ve azınlık- devlet ilişkilerine dayanır. Globalleşme çağında, belki bu ilişkilerin yeniden ele alınıp incelenmesi gerekecektir. Globalleşme ile birlikte genişleyen özgürlükler, bir yandan ulus devletin sınırlarını zorlarken, bir yandan da paradoksal bir şekilde mikro milliyetçiliğe varan boyutlarda etnisiteyi öne çıkarıyor. Etnik kültürlerin, çoğunluk kültürüyle birlikte yaşaması, korunması daha çok önem kazanıyor. Homojen bir toplum isteyen ve bu nedenle asimilasyondan jenoside kadar varan girişimlerden kaçınmayan 19. ve 20. yüzyıl ulus devletinin yerini, kültürel bir mozaik olmayı bir zenginlik sayan 21. yüzyıl devleti alıyor. Artık 21.yüzyılda en azından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, jenosit ve devlet baskısıyla sağlanan bir asimilasyondan söz etmek zor. Etnik kültürler ve azınlıklar için artık tehlike en azından genellikle ve açıkça devletten gelmiyor. Asıl tehlike devletin entegrasyonun ardına gizlenmiş baskılarının yanında, azınlıkların büyük ölçüde kendilerinden kaynaklanan gönüllü ve doğal asimilasyon.
Kültürel gruplar arası etkileşimlerden doğan değişimler ya da devletlerin azınlıklara karşı tutumları çeşitli şekillerde belirir ve ifade edilir.
Konu kültürler arasında etkileşim olarak ele alınırsa:
“Tarih boyunca kültürel guruplar arasında etkileşimlerden doğan kültür değişmeleri farklı terimlerle adlandırılmıştır.
Bu terimlerden ilki eritmedir (assimilation). Bir azınlık gurubun değerler, gelenekler ve tutumlarında, çoğunluk gurubundakilere yönelik değişmeleri ifade eder.
İkinci terim karışma (amalgamation-melting pot), azınlık ve çoğunluk gruplarının değerlerinin, gelenek ve tutumlarının, farklı ve yeni bir kültürel grup yaratma yolunda sentezidir. … Her iki terimde de dinamik bir proses söz konusudur. Yani bir arada bulunan gruplar az veya çok karşılıklı olarak değişmektedirler.
Üçüncü terim olan plüralizm ise dinamik bir proses değildir. Yani kültürler arasında etkileşim birleşmeye yönelik değildir. Plüralizmde farklı kültürlerin, farklı sosyal bünyeler olarak, yan yana mevcudiyeti söz konusudur.”1
Konuyu devletlerin azınlıklara karşı tutumları olarak ele alırsak:
“Azınlıklar konusunda devletlerin izlediği en katı tutum soykırımdır. Soykırım azınlık grubunun fiziksel olarak ortadan kaldırılmasıdır. Afrika, Uzak Asya ve Almanya’da yaşanmıştır. En istikrarlı yağış rejiminin çöllerde olması gibi, soykırım da aslında azınlıklar konusu ile ilgili sorunların ve tartışmaların bitebildiği tek durumdur. O nedenle hiçbir azınlığa yönelik soykırım olmaması gerektiğine göre, azınlıklar konularındaki tartışmaların bitmesi de mümkün değildir.
Soykırıma yakın olan bir diğer kavram ise etnik temizliktir. Etnik temizlik, azınlık nüfusunun en yoğun olduğu bölgelerde en katı tedbirler ile azınlıkların sahip olduğu bütün iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel varlığını da ortadan kaldıracak şekilde silinmesi hedefine yöneliktir. Eski Yugoslavya bunu denemiştir.
1 http://www.felsefe.gen.tr/kultureldeg.asp
Sayfa 1
Hukukun ihlâl edildiği ve gücün yönetim kademelerinde sorumsuzca kullanılabildiği devletlerde azınlıklara karşı ayrımcılık (segregasyon) uygulanır. Ayrımcılıkta çoğunluk kültür ve diğer azınlık kültürleri arasında sert bir hiyerarşik ayrım vardır. Aynı hiyerarşik yapı sosyal hayatta da geçerlidir. Ayrımcılığın güçlü olduğu rejimlerde, ülke sadece bölgeler halinde değil, iktisadî hayatta da, toplumdaki görev paylaşımı da azınlıklar ve çoğunluk arasında taksim edilmiştir.
Asimilasyon ise azınlık kimliklerinin fizikî tedbirlere müracaat etmeden tesirsiz hale getirilmesini öngörür. Asimilasyonda sistem toplumun homojen kılınmasını amaçlar. Birbirinin aynısı olan parçalar üretir. Azınlık kültürü dikkate alınmaz, azınlığın çoğunluk kültürü içerisinde eritilmesi amaçlanır. Mutlak anlamda asimilasyon azınlık kimliğinin ortadan kalkması ve toplumsal belleğin sıfırlanması ile sağlanır. Asimilasyon doğal olarak veya zor yoluyla da gerçekleşebilir. Azınlığın gönüllü olarak da asimile olması mümkündür. Yakın tarihte Yunanistan, Bulgaristan ve Suriye gibi devletler bu yola başvurmuşlardır.
Bir diğer yöntem ise entegrasyondur. Bu yöntemde bir ülkedeki etnik gruplar kendi kimliklerini koruyarak bir bütün oluştururlar. Alt-kimlikler halinde bir üst-kimliğin altında yaşarlar. Etnik ve diğer sınırlamalar kaldırılarak ortak bir toplumsal kimliğin yaratılması amaçlanır. Ama entegrasyon süreci ülkenin çoğulcu bir yapıya sahip olup olmamasına bağlı olarak asimilasyona da kayabilir. Devlet “eşitlik” kavramını gözetse de farklılıkları da gözetir. Bu noktada entegrasyonu tercih eden devlet bütün vatandaşlarına eşit davranır, ama bazılarının bütünden ve çoğunluktan farklı olduğunu unutmaz ve bunu da hissettirir. Entegrasyon bazen asimilasyonun sadece daha kozmetik unsurlarla desteklenmiş, hukuken ve vicdanen daha kabul edilebilir hale getirilmesidir. Avrupa Birliği’nin Kopenhag Ölçütleri bunu öngörmektedir.”2
ENTEGRASYON
Bu yazıda sadece entegrasyon ve asimilasyon ele alınacaktır. Entegrasyon konusunda yukarıda yer alan tanımlardan başka bir tanım daha ekleyelim.
“Entegrasyonun ön şartı her alanda fırsat eşitliği, sosyal ve ekonomik entegrasyon ve din özgürlüğüdür. Birlikte yasayan insanlar kimliklerini, inanç ve kültür değerlerini koruyabilmelidirler ve bu olanak yaşadıkları toplum ve devletler tarafından sağlanmalıdır. Bu değerlerin korunması entegrasyonu engelleyen değil tam tersine onu destekleyen bir faktördür. Hıristiyanlığın da İslam dininin de ana mesajı barış ve huzur içerisinde bir arada yaşamaktır.“3
Bu tanımlarından yola çıkarak entegrasyon (uyum-bütünleşme), bir azınlığın ya da bir etnisitenin içinde yaşadığı büyük toplumla kimliğini ve etnik değer ve kültürünü koruyarak birlikte uyumlu yaşamasıdır diyebiliriz. Aslında bir azınlık kendisini gettolarda yaşamaya mahkum etmeyecekse, entegre olmak zorundadır. Burada asıl önemli nokta entegrasyonun gönüllü ve istekli bir asimilasyona dönmemesidir.
Entegrasyonun ilk ve en önemli unsuru dildir. Azınlığın içinde yaşadığı toplumun dilini öğrenmesi entegrasyonun olmazsa olmaz ilk koşuludur. Azınlığın hem sosyal hem ekonomik entegrasyonu için içinde yaşadığı toplumun dilini iyi derecede bilmesi gerekir.
2 http://www.diplomatikgozlem.com/haber_oku.asp?id=1366
3http://www.tcberlinbe.de/tr/arsiv/2001/ak2810011.htm
Sayfa 2
Almanya’da yaşayan göçmen işçilerin bir bölümünün topluma entegre olamamalarının en önemli nedeni çok uzun yıllar orada yaşadığı halde Almanca’yı basit günlük konuşmayı yapacak seviyede bile bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu gün Türkiye’de başarılı olan azınlıkların hepsi Türkçe’yi en azından iyi derecede bilen kişilerdir.
İkinci unsur olarak, içinde yaşadığı toplumun kültürünü öğrenmekten söz edebiliriz. Azınlık, çoğunluğun, tarihini, gelenek ve göreneklerini, kültür ve değerlerini de öğrenmelidir. Toplumun değer yargılarını bilmeli ve gereğinde bu değerlere saygı göstermelidir.
Entegrasyon, azınlığın çoğunluk içinde daha iyi bir gelir seviyesine ulaşması ve daha yüksek bir hayat standardına sahip olabilmesi için gerekli ve zorunludur. Bilgi çağında dilini ve değer yargılarını bilmeden aynı toplum içinde yaşamanın, toplumla iletişim kurmanın zorluğu hatta imkansızlığı açıktır.
Entegrasyonun gerçekleşmesi için öncelikle devletin ve çoğunluğun bu çok kültürlülüğü samimiyetle kabul etmesi gereklidir. İkinci olarak devlet, azınlığın çoğunlukla her bakımdan eşit olması için gerekli tedbirleri almalı, özellikle pozitif haklar sağlamalıdır. Devlet, azınlığın farklılığını hiçbir şekilde dikkate almamalı, hissettirmemelidir. Son olarak devlet, azınlığın kimliğini koruyabilmesi için, din ve vicdan özgürlüğünü en geniş şekilde tanımalıdır. Azınlık kimliğinin parçası olan toplumsal değerlerin, kurumların devletçe korunması da zorunludur. Bütün bu tedbirlerin yanında devlet her türlü ayrımcılıktan kaçınmalı, azınlığa farklılığını hissettirmemelidir. Aksi takdirde entegrasyon, asimilasyona dönüşebilir. Ayırımcılık entegrasyonu asimilasyona döndürecek en önemli araçtır. Ayrımcılığın yaratacağı korku insanları isimlerini, dinlerini, kültürlerini gizlemeye ve asimilasyona zorlar. Sonuç olarak entegrasyon iki taraflı “dinamik bir proses” ve “sosyal bir süreçtir”. Taraflardan birinin yanlışı, entegrasyonu asimilasyona dönüştürebilir.
ASİMİLASYON
Asimilasyon, devletin azınlık kültürlerini çoğunluk kültürü içinde yok ederek, eriterek ulus-devletin temel hedeflerinden biri olan homojen bir toplum yaratmak amacına yönelik politikalardır. Devletlerin azınlıkları asimilasyona zorlamaları insan hakları hukukuna göre bir insanlık suçudur. Jenositten en önemli farkı, jenositte bir etnik grup ya da azınlık fiziken ortadan kaldırılırken, asimilasyonda fiziken var olmakla birlikte azınlık kültürü ve azınlık kimliği yok edilerek toplumsal hafızadan silinmektedir. İnsan ve azınlık hakları hukukuna göre suç olan devletlerin zorla açık ya da gizli baskılarla azınlıkları asimile etmesidir.
Diğer yandan, devletin doğrudan bir baskısı olmadan da azınlıkların, az doğum, göç ve benzeri nedenlerle azalma nedeniyle kültürünü ve kimliğini doğal yollardan kaybederek asimile olması mümkündür. Bu asimilasyona doğal asimilasyon denmektedir.
Asimilasyonun son şekli ise, globalleşme, giderek artan kültürler arası iletişim nedeniyle daha belirgin hale gelen gönüllü asimilasyondur. Gönüllü asimilasyon bir azınlık için çok önemli, çok tehlikeli ve bir o kadar da utanç verici bir yoldur. Özellikle evliliklerde “canım ne fark eder bu çağda, hangi milletten olursa olsun yarın millet mi kalacak” diyen zihniyet en önemli ve önlenmez gönüllü asimilasyon yolunu açmaktadır.
Genel olarak devlet tarafından başlatılan asimilasyon politikaları, uzun dönemde doğal ve gönüllü asimilasyonu da yol açarak asimilasyonu ciddi boyutta hızlandırmaktadır.
Sayfa 3
NELER OLDU?
Osmanlıda 19. yüzyılın sonlarında başlatılan etnik arındırma girişimleri 1915’te büyük ölçüde amacına ulaştı. Cumhuriyet döneminde etnik arındırma ve asimilasyon çabaları gizli açık devam etti. Özellikle Cumhuriyetin ilk 50 – 60 yılında ulus devlet, pek çok ulus devletin yaptığı gibi homojen bir toplum yaratmak için her türlü girişimde bulundu. Çok kavimli, çok dinli ve çok dilli imparatorluklarda asimilasyon baskısı doğal olarak daha şiddetli ve çok daha fazla acı verici oldu.
Eğitimini Siyasal ve Sosyal psikoloji alanında yapan ve 6/7 Eylül isimli kitabın yazarı Ruhr Üniversitesinde görevli olan Dr. Dilek Güven, 6/7 Eylül olaylarının bir nedeninin de ekonominin Türkleştirilmesi olduğunu belirtiyor ve şu açıklamayı yapıyor: “Ulus-devletler, bu azınlıkları yeni ulusun istikrarını bozabilecek bir tehlike olarak algıladı. Örneğin, Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen mübadele, bu ‘tehlikeleri’ önlemek için yapıldı. 1940’larda yazılan bir CHP raporu, bunu açıkça belirtir. Devlet, İstanbul’daki Rum nüfusunun yoğun olduğunun altını çizer ve bu insanların Yunanistan’la işbirliği yapabileceği için tehdit oluşturduklarını ve İstanbul’u terk etmeleri gerektiğini vurgular…
Tek parti döneminde de bu politikalar mevcut. Varlık Vergisi, Trakya olayları, mübadele, 1929’da Ermenilerin İstanbul’a göç ettirilmesi. Örneğin, Trakya olayları 6–7 Eylül’e çok benzer. 1934’te Çanakkale’deki Yahudilerin dükkân ve evleri taşlanır. Olayları halk yaptı denir ama CHP organize ettirmişti ve amaç Yahudileri İstanbul’a göç ettirmekti. Şu anda Trakya’da Yahudi yok. DP de bu politikayı sürdürdü”4
Önce cemaatin hem doğal liderli hem de devletle cemaat ilişkilerini yürüten Patriklik etkisiz hale getirildi.
Yıllarca Patrik seçimine izin verilmeyerek, on yıllarca patriklik Patrik Kaymakamı (kaimi makam- değabah) tarafından yönetildi, cemaatin Patriklikle ilgili gelenekleri ve kuralları unutturuldu.
Patrikliğin dini vakıflar üzerinde bile etkili olması önlendi.
İlk altmış yıl içinde, devlet desteğiyle birkaç kez açılan “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları azınlıklar üzerinde çok büyük bir baskı oluşturdu. Cemaat mensuplarının büyük bir bölümü kamudan gelen baskı ile Ermenice konuşmaktan korkar hale geldi. Daha kötüsü çocuklarının başına sokakta herhangi bir şey gelmesi korkusuyla, aileler çocuklarını Türkçe konuşmaya zorladı, evde bile Ermenice konuşmaktan vazgeçti.
Yirmi kura askerlik ve Varlık vergisi, ana dili Ermenice olan, birkaç yabancı dil konuşan Ermeni burjuvasını büyük ölçüde yok etti. Anadolu’dan İstanbul’a doğru göç artarken, İstanbul’dan da yurt dışına göçler de hızlandı. Bu olayları izleyen 6/7 Eylül olayları göçü ciddi boyutta büyüttü. 6/7 Eylülü izleyen, Kıbrıs olayları ve arkasından Asala olayları başladı. Basının önemli bölümü, devletin politikasına uygun olarak, terörü bütün Ermenilere mal etti. Türkiye’nin en büyük gazetesi “Ermeni köpekler” başlığı ile çıktı. Kıbrıs, ardından Asala olayları yüzünden göç 1990’lı yıllara kadar devam etti. Politik asimilasyon sonuçlarını vermeye başladı. Azalma doğal ve daha kötüsü gönüllü asimilasyonu da harekete geçirdi. Ermeniler sadece dillerini değil isimlerini de gizlemek zorunda kaldı. Artinler Ayhan, Vaheler Vahit, Boğoslar Oğuz oldu.
Anadolu’dan İstanbul’a göçmek zorunda kalan, paralı ya da İstanbul’da büyük para kazanan Ermeniler birden kendilerini cemaat yöneticisi olarak buldu. Ermeni burjuvasının bıraktığı boşluğu büyük ölçüde bu göçmenler doldurdu. Eğitimsiz ya da az eğitimli olduğu halde zengin olanlar, eğitimi küçümsemeye başladı. Özellikle erkek çocuklar okul yerine iş yerlerine taşındı.
4 Hürriyet 07.09.2005 “Azınlıkların Çoğu Gitti” Sefa Kaplan
Sayfa 4
Bu arada kızlar ise erkek kardeşleri gibi çalışmak onlara ayıp olduğundan, başka seçenekleri olmadığından okula gönderildi. Yüksek eğitimli, kendine güvenli kızlarımızın karşısına, zengin ama eğitimsiz gençlerimiz çıkarıldı. İşte bu gelişme karma evliliklerin en önemli nedenlerinden biri oldu.
1960’lı yıllarda başlayan sosyalizm modası, başta çaresiz Anadolu kökenli fakir Ermeni çocukları olmak üzere, gençlerin önemli bir bölümünü etkisi altına aldı. Fakir Ermeni gençleri için sosyalizm tek kurtuluş yolu olarak görülüyordu. Sosyalistler biz azınlık gençlerine, açık kapalı şu mesajları veriyordu: “ne gerek var azınlık kültürüne, çoğunluk kültürü dünyayı kurtarmak için yeter. Dünya ya da çoğunluk kurtulursa zaten azınlık da kurtulmuş olur”. Çoğunluk kültürünü entegrasyon gereği öğrenen azınlık mensupları, kendi kültür ve değerlerini öğrenemedikleri zaman kendiliğinden gönüllü asimilasyonun en önemli adayları oldular. Yine 60’lı yıllarda moda olan solculuğun ateizmi aydın olmanın, solcu olmanın hatta insan olmanın bir gereği sayması, bir nesli dinden uzak tuttu ve ne yazık ki farkında olmadan varlığımızın en temel nedeni torpillendi. Bu gün bile pek çok solcu dinsizliği, ateizmi aydın olmanın gereği saydığı için kiliseye görev olarak gider, haç çıkarmayı ayıp sayar. Sonuçta hem dinini ve dilini öğrenmemek bir yandan doğal bir yandan da gönüllü asimilasyonun yolunu açtı.
Yurt dışına artan göçler, yabancı dil öğrenmeyi çok önemli hale getirdi. Hele okullarımızın üniversite girişinde kolejlerin çok gerisinde kalması yabancı okullara kaçışı artırdı. Bizim olan iyidir, mantığıyla her türlü eleştiriye kapalı olan cemaat, okullarımızı iyileştirmeye karşı da kapalı hale getirdi. Özellikle öğretmenlere verilen düşük maaş yüzünden öğretmenlik ikinci iş ya da ek iş haline geldi. Gençlerimiz öğretmen olmak istemiyor. Yeni öğretmenler yetiştirmekte yeteri kadar başarılı olamayınca, bu çağda bazı öğretmenlerimiz 20–25 yıl hiçbir meslek içi eğitimden geçmeden aynı yöntemlerle öğretmenliğe devam etmek zorunda kalıyor.
Genel olarak, öğretmenlerimize Ermenice öğretmeden göreve başlattığımız için, gençler de yeteri kadar Ermenice öğrenemiyor. Okullarımızda artık, doğru dürüst din dersi verilmiyor, çocuklarımız kiliseye gitmeye, koroya katılmaya yeteri kadar teşvik edilmiyor.
Sonuç olarak, devlet doksanlı yıllara kadar, açık kapalı asimilasyon baskısı yapmayı sürdürdü. Bin beş yüzlere düşen Rum nüfus, 70–80000 civarındaki Ermeni, 20.000 civarında kalan Yahudiler ile sayısı pek bilinmeyen küçük Hıristiyan gruplar bu politikaların, en azından göçe zorlama açısından son derece başarılı olduğunu göstermektedir.
Devlet hiçbir zaman ayrımcılıktan vazgeçmemiş, özellikle Ermeni, Rum ve Süryanilere ayrı olduğunu hep hatırlatmıştır. Bu nedenle de entegrasyonun asimilasyona dönüşme tehlikesi her zaman vardır.
Diğer taraftan azınlık olmanın zorlukları yanında, ekonomik zorluklar da devreye girince aileler en fazla iki çocuk yapmaya başladılar. Halbuki araştırmalar nüfus artışı için ailelerin en az üç çocuk yapması gerektiğini gösteriyor. Halbuki Ermenilerde çocuksuz ve tek çocuklu aileler dikkate alındığında, nüfusun giderek azaldığı rahatça ileri sürülebilir. Baskılarla göçe zorlama, dilini, dinini ve geleneklerini unutturma maalesef hem doğal hem de gönüllü asimilasyonu hızlandırdı.
Bir yandan devletten gelen ayrımcılık baskıları, diğer yandan yetersiz eğitim nedeniyle dilini yitiren ve daha önemlisi yüzyıllardır varlık nedeni olan dinine karşı nötrleşen toplum, cemaate karşı da nötrleşti, yabancılaştı. Bu da hem doğal ve hem de gönüllü asimilasyonun kaynağı oldu.
Sayfa 5
Kendini çoğunluktan ayrı hissetmeyen ya da kendini cemaatiyle özdeşleştirmeyen kişilerin gönüllü olarak asimile olmamaları için hiçbir neden gösterilemez. Azınlık olmanın temel şartı, kişinin kendini çoğunluktan farklı olduğunu hissetmesidir. Karma evliliklerin hatta din değiştirmenin temel nedeni de bu. Kısacası devletin ayrımcı politikaları entegrasyonu asimilasyona döndürürken, devletin baskılarının yanında toplumun dilini ve dinini unutmaya başlaması doğal ve gönüllü asimilasyonu gündemde tutuyor.
NE YAPMALI
Türkiye Ermenileri için asimilasyondan kaçınarak, çoğunlukla entegre olmanın en önemli iki yolu vardır. Bu iki yol da iki temel kuruma dayanmaktadır. Bu kurumlar kilise ve okuldur. Asırlardan beri, pek çok felakete karşı kilisemiz sayesinde bu topraklarda varlığını sürdürebilen toplumumuz için yine en önemli kurum kilisemizdir. İkinci olarak ise, dilimizi ve kültürümüzü çocuklarımıza öğretecek okulların varlığıdır. O halde iki önemli kurulun temeli olan din adamı ve dilini iyi bilen öğretmen yetiştirmek ilk ve en esaslı hedeftir. Toplumun bütün gücü bu iki meslek için seferber edilmeli, burslarla, yüksek maaşla bu meslekler cazip hale getirilmelidir. Mevcut öğretmenler zorunlu meslek içi eğitime tabi tutulmalı, özellikle Ermenice öğretmenleri muhakkak yurt dışında kurslara gönderilerek Ermenicelerini mükemmelleştirmenin yolları bulunmalıdır.
Azınlık olmanın en önemli şartı olan “çoğunluktan farklı olduğumuzu hissetmeli ve kabul etmeliyiz”.
Artık cemaatle ilgili pek çok paradigmamızın (değerler dizisi) ve ona bağlı değer yargılarımızın değişmesi gerektiğini kabul etmeli, bu konuda çalışmalar yapmalı değişen paradigmalarımıza göre oluşacak yeni değer yargılarımızı belirlemeli, gençlerimizi bu yönde eğitmeliyiz.
Bu temel değişimler gerçekleştikten sonra pek çok sorunumuzun daha kolay çözülebileceğini düşünebiliriz. Bu temel çözümlere ek olarak şu öneriler getirilebilir.
— Maço toplum olmaktan kurtulmalıyız. Yüzyıllardır kadın erkek beraber ağlayıp gülen, düğünde, yasta kadın erkek ayırmayan Ermeni toplumu, çoğunluğun etkisiyle olacak, kadın erkek ayırımı yapıyor. Bu ciddi bir yanlış. Annemin deyişiyle “ Erkek aslan da dişi aslan, aslan değil mi? Cemaat yönetiminde pozitif ayrımcılık yapmak örneğin her vakıf yönetiminin en az %25’inin kadınlardan olmasını sağlamalıyız. Kadınları en az erkekleri kadar aktif olmayan hiçbir toplum çağdaş uygarlık seviyesine ulaşamaz.
—Bizim olan iyidir, güzeldir, saplantısından kurtulmak ve yanlışlarımızı, hatalarımızı kabul etmemiz gerekiyor. Bu çok önemli bir gelişme olacaktır. Eleştiriyle karalamayı ayırmalı, bütün kurumlarımız ve kişiler eleştiriye açık olmalıdır. Hataların, eksikliklerin düzeltilmesinin ve giderilmesinin ilk adımı hatayı ve eksikliği kabul etmektir. Bir hatayı büyütmenin en iyi yolu hatayı savunmaktır. Hakaret ve saygısızca yapılan saldırıların eleştiriyle ilgisi yoktur.
—Yine herkesin eleştirdiği ama bir türlü düzeltilemeyen dedikodu merakı ve yargılamadan, düşünmeden dedikodulara inanmaktan kaçınmalıyız. Dedikoduyu dışlamalı, duyduklarımızı akıl ve vicdan ölçülerimizden geçirmeden, yargılamadan kabul etmemeliyiz.
—Benmerkezci ve bencil, her yerde ben önde olmalıyım diyen zihniyeti dışlamalıyız.
Sayfa 6
—Cemaat mensupları devlet tarafından onaylanan, Lozan başta olmak üzere tüm azınlık haklarıyla ilgili antlaşma, sözleşme ve protokollerin tamamen uygulanması için ulusal ve uluslar arası platformlarda gerekli girişimleri yapmalıyız. Bu konuda devletin verdiği İnsan Hakları Mahkemesi başvurusu dahil tüm hakları sonuna kadar kullanılmalıyız.
—Adımızı, adlarımızı geri almalıyız. Artık Ayhanlar Artin, Vahitler Vahe olmalıdır.
—Özellikle doğal asimilasyonun hatta gönüllü asimilasyonun engellenmesi için genç çiftler en az üç çocuk yapmaya teşvik edilmeliyiz. Din adamlarımız ve öğretmenlerimiz bu konuda gençleri eğitmelidir.
—Derneklerimiz, koro, folklor ve tiyatro çalışmaları ile ilgili olarak maddi ve manevi desteklenmeli ve yüreklendirmeliyiz. Özellikle Ermenice tiyatro oyunlarının sahneye konması dilin gelişmesi açısından son derece önemlidir.
—Cemaat yönetiminin yeniden yapılanması gerekli görünüyor. Bu konuda fikir üretip ortak çözüm yolları bulmalıyız. Her vakfın bağımsız hareket etmesi, bu vakıflar arasında bir koordinasyonun olmaması çok önemli bir problem. Tüm cemaat için ortak stratejiler oluşturulması, geleceğe dönük sağlıklı planlar yapılması ancak ortak ve herkes tarafından kabul edilebilecek bir merkezin kabul edilmesine bağlı. Bu merkez doğal olarak asırlardan beri olduğu gibi Patrikliktir. Patrikliğin merkez olması hiçbir zaman her konuda son sözün sadece Patrik tarafından söyleneceği anlamına gelmez. Son söz Patrikliğin manevi şemsiyesi altında oluşturulacak kurullar tarafından söylenmelidir. Önemli olan bütün kurumların bu kararlara saygılı olmasıdır. Aynı koordinasyon dernekler için de gereklidir. Çünkü ortak stratejiler ve politikalar oluşturmak dernekler için de gereklidir. Yeniden yapılanır ve yeni bir örgütlenme modeli ararken 1863 nizamnamesinin ve asırlık uygulamaların dikkate alınarak, günün koşullarına göre yeni örgütlenme modelleri üretmek şarttır.
—Son olarak, çeşitli nedenlerle topluma yabancılaşan daha doğrusu cemaate karşı nötrleşen, toplumun büyük bölümünü kazanmak için yollar bulunmalıyız. Gazete okumayan, kiliseye gitmeyen, etkinliklere katılmayan cemaatin büyük bölümünü tekrar topluma kazandırmak en önemli hedeflerden biridir. Bu konuda birebir ilişkiden başka bir yol görünmüyor. Bu konuda en önemli rolü din adamlarımıza düşeceğini düşünüyorum. Eski geleneklerimizi tekrar canlandırarak din adamlarımızın tek tek evleri ziyaret etmesi ve çeşitli konularda bilgi vererek, küskünlük nedenleri giderilerek hatta yardım ve destek istenerek bu insanlar topluma kazandırılmalıdır. Bu konuda her semtte derneklerimizin ve okullarımızın yöneticilerinin din adamlarımızla iş birliği yapması çok önemlidir.
Murat Bebiroğlu
10 Eylül 2005
Yorumlar kapatıldı.