İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Nasıl Bir Şey Ermeni Olmak?´

“Savrulanlar” insanı “Özür dileyip dilememek, politik malzemeye çevirip çevirmemek ya da Ermenilerin nüfusu üzerinde yorum yapıp yapmamak” gibi sığ bakış açılarından kurtarıp hikayelere döndürerek “insani yanımızı” keşfetmemizi sağlıyor.

——————————————————————————–

BİA Haber Merkezi

03/06/2006 Emine ÖZCAN

——————————————————————————–

BİA (İstanbul) – Azınlıklar, göç, toplumsal cinsiyet, Ermeni meselesi… Bütün bu konuların ve gündemde tartışması edilen ayrıca başka konuların sözü edilen tek bir kitap önerseler asla okumazdım.

Roman olacağını söyleseler belki biraz düşünürdüm ama o kadar. Beni bu tarz konuların yan yana durmasından dolayı böyle bir kitaptan uzak tutacak iki sıfat geliyor aklıma: Savruk ve karmaşık…

Ama hayat da böyle değil mi?

Son söyleyeceğimi önce söylemiş olabilirim. Bunun nedeni Esmahan Aykol’un “Savrulanlar” başlıklı romanının “çaktırmadan ezber bozdurması” olabilir.

Aykol’un iki romanı daha var: “Kitapçı Dükkanı” ve “Kelepir Ev” Kitapçı dükkanı Macarca, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Yunaca olmak üzere beş dile çevrildi. Yazar Aykol Berlin ve İstanbul’da yaşıyor.

Anti kahraman Ece

“Savrulanlar”sa okumaya başladığımda elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Çünkü çok “bizden” ve çok “sahici”. Bu sahiciliğin ortaya çıkmasında anti karakter Ece’nin payı çok büyük. Ece hepimiz gibi. Bir kitabın içinde ender görülebilecek kadar gerçek bir anti kahraman.

Annesi, kardeşleri ve en çok da babasıyla ilişkileri problemli genç bir kadın. Bir an önce sıyrılmaya, kurtulmaya çalışıyor. Eğitim sistemi mağduru ve tam bir kaybeden. Dengesiz, umutsuz, karamsar…

Kenarda, köşede yaşayan bir tip. Tabularla başı dertte. Hayata tutunmasını sağlayan tek bir kişi var, Ermeni büyükbabası ya da büyükbabasının ona taşıdığı hikayeler.

Ece gerçekten aynaya baktığımızda, sokakta yürürken, okul sırasında ya da alışverişte karşılaşabileceğimiz bir insan. Büyükbabasıyla Ece’nin ilişkisini okurken aslında çoğumuzun hikâyeleriyle benzeşen bir durumla karşılaşıyoruz.

Çünkü aslında çoğumuz göçen ya da göç veren bir neslin çocuklarıyız.

Göçmek deyince herkesin bir paydaşlığı var

Aykol, “Önce göçü yazmak için bu kitabı yazmaya başladım. Londra’ya göçü anlatacaktım. Kalkıp Londra’ya gittim ve orada garsonluk yaptım. Hayat gerçekten çok zordu. Sonra elimdeki malzemelerle bir gazetecilik kitabı yazacağımı düşünürken aklımda büyükbaba şekillendi, göçle alakalı olarak” diyor kitabın hikâyesini anlatırken.

“Türkiye göç hikâyeleri açısından zaten oldukça zengin bir ülke. En azından Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Devlet küçülürken insanlar “misak-ı milli” sınırları içine ve dışına göçmüş. Konuyu bu durumla bağdaştırmak istedim. Anneannem de Balkan göçmeni, zaten romandaki Bulgar göçmeni babaanne biraz benim anneanneme benziyor.”

Yazarın süreci böyle gelişigüzel anlatmasının ardında ne olabilir diye düşünüyorum. Hikayeler eninde sonunda “göç” konusuna bu gelişigüzellikle varmıyor mu?

Örneğin iki kişi birbirleriyle ilk defa tanıştığında sorulardan biri de “nerelisin?” olur. Nereli olduğunu söylemek tanışmak anlamına da gelmez.

Çünkü samimileşince bir yerde doğmuş ya da yaşıyor olmanın oralı olmak anlamına gelmediği anlaşır. Önemli olan oraya nereden gelindiğidir ki cümleler şu şekilde gelişir:

“İstanbulluyum demiştim ya, aslında bizimkiler Çerkez” ya da “Evet, Bursa’da yaşıyorum ama Boşnağım”.

Savrulanlar’ı okurken, “Kürdüm, Boşnağım, Arabım” demenin ötesinde “Ermeniyim” kelimesinin çok ama çok daha fazla samimi olunduktan sonra söylenildiğini gözlemledim.

Zaten büyükbabanın hikayelerine de “Savrulanlar”la sarmaş dolaş oldukça vakıf olabiliyoruz.

Aykol, Ece karakterinden “Kuşaklar boyu göç eden ve nereye ait olduğunu bilmeyen bir yapıdan, oralı mı buralı mı karar veremeyen ve hiçbir yere kök salamayan, havada bir insan oldu ve o da sonunda kendisine göç ediyor” diye söz ediyor.

Ancak bu durum Ece’nin hayatından bağımsız değil. Çünkü o bir kadın, o bir genç, o bir göçmen, o bir garson.

Başına gelen olaylarla sıkışan hayatı, Türkiye gündemini de yansıtıyor. Kitabın sahici olmasının nedeni de bütün bu ilişkilerin bir insanı nasıl etkilediğini hayattan kopuk olmadan görebilmek.

Okur olarak Ermeni büyükbabanın hikâyelerini dinlerken aynı anda Ece’nin bir kadın olarak hayatta karşılaştığı “bağımsız olabilme” gibi sorunlarla da yüzleşiyoruz.

Hikâyelerle Ermenileri anlamaya çalışmak

Aykol da böyle söylüyor:

“Evet göç çok önemli. Ece’nin kendi hayatına dair unutmak istedikleri var. Hatta hayatından kaçmak için Londra’ya gidiyor. Fakat Ermeni geçmişiyle kurduğu ilişki hatırlamak ve hatırlatmak üzerine. Ben Ermeni meselesinde büyük kelimeler etmek yerine hikâye anlatmak istedim. Çünkü bu ülkede en zor olanı Ermeni olmak ve onları anlamak için hikâyelerini dinlemek lazım. Empatinin yolu buradan geçiyor.”

Nasıl bir şey Ermeni olmak?

Bu arada okur olarak hikâyeleri sanki dinliyormuş gibi okuyorsak da yazarın art alan bilgisinden de ziyadesiyle faydalanıyoruz. Gerek Ermeni tarihiyle gerekse sadekârlıkla ilgili ince ince işlenmiş bilgiler bunlar.

Kapalıçarşı sadekârlarından, Londra’nın göçmen mahallelerine, Birinci Dünya savaşı öncesi Van sokaklarına, Hakkari’ye, Bulgaristan Tırnova’ya birden fazla kuşağın hikayeleri arasında bu incelikle getirip götürüyor yazar bizi.

Ama temel olarak yazar kitaba dair derdi şöyle aktarıyor.:

“Ermeni olmak her şeyden daha zor. Kısık sesle söylenen cümleler Ermenilikle ilgili olanlar. ‘Nasıl bir şey Ermeni olmak’ dedim ve bunu yazmak istedim.”

“Savrulanlar” insanı “Özür dileyip dilememek, ülkeler arası politik malzemeye çevirip çevirmemek ya da Ermenilerin nüfusu üzerinde yorum yapıp yapmamak” gibi sığ bakış açılarından kurtarıp yüzümüzü hikayelere döndürerek “insani yanlarımızı” keşfetmemizi sağlıyor.

* Savrulanlar, Merkez Kitabevi, İstanbul, Mayıs 2006.

Yorumlar kapatıldı.