KARŞI İDDİANAME
Baskın Oran
GİRİŞ
Muhterem Yargıcım, bu dava niye açıldı, bendeniz hiç anlamadım.
1) Bir gün Fakülte'ye bir sarı zarf geldi, insan hakları uzmanı akademisyen sıfatıyla
İHDK'ya atandınız diyor.
Bir de yönetmelik verdiler elimize, 5. maddesi "İnsan haklarının geliştirilmesi ve
korunmasına ilişkin konularda görüş bildirmek,tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar
sunmak" görevi veriyor bize.Biz de ciddiye aldık, oturduk 13 tane çalışma grubu kurduk,
bunlardan birinin başına bendenizi geçirdiler, Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu'nu
yazdım (bundan sonra kısaca "Rapor" olarak geçecektir), arkadaşlarımız da katkıda bulunup
onayladılar, Kurul'a sunduk, 1,5 yıllık bir tartışmadan sonra oylandı ve kabul edildi.
Şimdi, İddianameyi Hazırlayan Savcılık (bundan sonra kısaca "Savcılık" olarak geçecektir)
kalkmış bize dava açıyor, 5 yıl istiyor. Neden? Hakaret içermeyen, şiddete davet içermeyen,
insan hakları ve sosyolojinin en son bilimsel verileri kullanılarak hazırlanmış bir Rapor
yazarak görevimizi yaptığımız için mi?
Bu ülkede görevini yapmamaya ceza verilmediğini biliyoruz ama, görevini yapana ceza istenmesi biraz tuhaf oluyor. Önce bu açıdan hiç
anlamadım bu davanın niye açıldığını.
2) İkincisi, bu dava böyle bir İddianameyle nasıl açılabildi, asıl onu hiç anlamadım.
a) Bir defa, soruşturma açılınca gittim, tam 2 saat ifade verdim. Rapor'un içinde neler
yazıldığı, niçin yazıldığını, bütün bunların ne anlama geldiğini, ne anlama gelmediğini,
bütün bunları kendisine tam 2 saat boyunca izah ettim. Benim saf bir tarafım da var galiba,
Savcılığın kimi şeyleri öğrenmek ve netleştirmek amacıyla bizi celbettiğini sandım.
Meğer öyle bir şey yokmuş. Savcılık "Sayın Muhbiri Vatandaş"ların söylediği her şeyi almış,
benden tek satır yok. Tek kelimesi de mi girmezmiş 2 saatın? Meğer ben sırf formalite icabı
çağrılmışım. Bu durumda ben niye ifade verdim? Keşke ben de "suç ortağım" Prof.
İbrahim Kaboğlu gibi ifade vermeyi reddetseydim. Hiç olmazsa öğrencilerime ayıracağım vakti
harcamamış olurdum.
b) Taraflılığı bir yana, dosya olabileceği kadar gayriciddi. Avukatlarım bundan bahsedecekleri için vakitten tasarruf ediyorum,
ayrıntısına girmiyorum, ama dosyada 1 Temmuz 2005 tarihli ve 2004/98063 sayılı bir belge bile var ki, anlatmadan geçemem. Çünkü
dosyayı iyi anlatıyor.
Cumhuriyet Savcısı imzalı bir belge, "Şüpheliler hakkında porno CD satmak suçundan kayıt
yapıldığı"nı bildiriyor. "Şüpheliler"in isimleri yok. Bundan yıllar sonra bir doktora tezi
yazmak için dosyaları karıştıracak herhangi bir araştırmacı, normal olarak, "bu CD satan
şüpheliler"i Prof. Oran ve Prof. Kaboğlu olarak düşünmeyecek mi? Savcılık, iddianamesini işte böyle bir dosyaya dayandırıyor.
Onun için, bütün şüpheleri "suç ortağım" Prof. Kaboğlu'nun üstüne toplamak pahasına, bu
"porno CD satıcısı"nın ben olmadığımı burada ihtiyaten açıklıyorum.
c) Savcılık, böyle dosyaya dayanarak, inanılmaz boş iddialarla dolu bir sayfalar karmaşası
sunuyor mahkemenize. TCK'da olmayan suçlar icat ediyor. Şimdi teker teker hepsini açıklayacağım. Ama önce şunu
belirteyim:
Savcılık sanırım bu işi yanlış anlamış.
Önce bir olay ve kanıtları vardır: Bir hırsızlık olayında parmak izi
veya saç kılı. Bizim Rapor yazma olayında TCK'nın belli maddelerine aykırı belli cümleler.
Sonra, iddia makamı "Bu suçtur" demek için bir iddianame yazar. Bu iddianame, adı üstünde,
bir tez'dir.Ona karşı olayı meydana getiren kişi "Hayır efendim, suç değildir"
demek için bir savunma yapar. Bu da, adı üstünde, bir karşı-tez'dir.Oysa Savcılık burada ne
yapıyor? Bütün İddianame boyunca bizim bilimsel Rapor'umuzun yanlışını çıkartmaya, "Efendim,
öyle yazılmaz,yazılanlar yanlıştır, böyle yazılır" demeye, yani Karşı-Rapor yazmaya kalkışıyor.
Yapamaz. İşin tabiatına aykırıdır. Hırsızlık olayı olsa,
onda kalkıp da "Hayır efendim, o eve gündüz girilmez, gece girilir,
kapıdan değil pencereden girilir, yapılan yanlıştır" mı diyecekti?
Savcılık bunu sadece bilim adamı olmadığı için yapamaz demiyorum.
Asıl, savcı olduğu için yapamaz. Bir savcı ancak suç olduğunu iddia
ve ispatla yükümlüdür. Karşı-Rapor yazmaya kalkışamaz. Ama,
kalkışmıştır.
Onun için, Muhterem Yargıcım, bendeniz burada, alışılmış türden savunma mahiyetinde bir
ifade veremem.
Böyle bir durumda insanın oturup kendini savunması en büyük züldür.
Onun için, ben burada, Savcılığın temsil ettiği anti-demokratik
ideolojiyi bir Karşı-İddianame'ye sergilemeye geldim.
İki nedenle yapacağım bunu, Muhterem yargıcım.
1) Bunu, her şeyden önce kendime borçluyum. Ben 37 yıldır,
Mülkiye'deki çocuklarıma anti-demokratik zihniyete karşı tereddüt
etmeden karşı çıkmayı tedris ettim; onlara bu yaştan sonra rezil
olamam. Beni sınıfa almazlar.
2) İkincisi, Türkiye'ye borçluyum. Çünkü bu İddianame, daha dava
başlamadan, dünya kamuoyu önünde Türkiye Cumhuriyetini küçük
düşürmüştür, terzil etmiştir.
Neden, derhal madde madde açıklayayım.
***
Bu, bir İddianame'den başka her şeydir. İ harfinden gidelim.
1) Bu bir "İddianame" değil, bir İcat-name'dir. Malum: Olan şeyi
bulmaya "keşif", olmayan şeyi bulmaya "icat" denir. Bu belgede
işlenmemiş suçlar, olmadık niyetler, bulunmayan kasıtlar icat
edilmiştir. Teker teker açıklayacağım.
2) Bu yüzden de bu belge bir İtham-name'den ibarettir. İddianame
olabilmesi için aynı zamanda bir İspat-name olması gerekirdi. Hiçbir
iddiasını ispata teşebbüs bile etmemiştir.
3) Hatta, bu haliyle bu belge bir İstihare-name'dir; âdeta gece
istihareye yatılarak ve rüyada da sayın muhbir vatandaşlar görülerek
hazırlanmıştır.
4) Bu bir İftira-name'dir, çünkü bir belge sanıklara ancak bu kadar
iftira edebilir. Hepsini açıklayacağım.
5) Muhterem Yargıcım, dikkat buyurunuz, burada hepimiz açısından bu
bir İstihzâ-name ve bir İğfal-name'dir. Yani, 10 ay hazırlandıktan
sonra böylesine ciddiyetten uzak bir derleme yapmak suretiyle,
hepimizle açıkça istihza (alay) etmektedir ve bu mekanizmayı iğfale
(aldatmaya) teşebbüs etmektedir. Teker teker örnekleriyle
açıklayacağım.
6) Benim gibi bütün zamanını öğrencilerine ve araştırmaya harcayan
bir insanı, bu en ufak hukuksal dayanaktan yoksun metin, aylarca boşu
boşuna meşgul etmiştir. Bu türden iddianameler Türkiye'de son
zamanlarda yüzlerce gazeteci, akademisyen ve düşünürün on binlerce
saatini çalmaktadır.
Bu saatler, kahvede tavla oynayanın saatlerinden farklıdır. Bu
yüzden, bu bir iddianame değil, bir İsraf-name'dir. Bu memleketin
zaten zayıf olan entelektüel kaynaklarını feci biçimde israf
ettirmektedir.
7) Son olarak, efendim, Savcılık ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti
açısından belki de en hazini, bu belge bir İtiraf-name'dir. Bunu da
açıkça ortaya koyacağım.
8) Özetle, efendim, bu bir İddianame değildir. Bir Sözde-
İddianame'dir.
Onun için bir Karşı-İddianame'yle teşhir edeceğim.
***
Yöntemim şudur:
Usul sorunları başta olmak üzere, kimi hususları "suç ortağım" Prof.
Kaboğlu'nun, kimi hususları da avukatlarımın uzmanlığına bırakıp,
kendi alanımı doğrudan ilgilendiren iddiaları ele alacağım.
Suçlayan ile suçlanan, olanaklar açısından eşit olmalıdır. Bu,
yargılamanın ve özellikle de ceza yargılamasının en temel kuralıdır.
Savcılık, iddia sorumsuzluğuna güvenerek beni olmayan suçlarla itham
etmektedir. Savunma sorumsuzluğu da bana İddianameyi en ağır biçimde
eleştirme olanağını veriyor. Onu kullanacağım.
Hem de, Savcılığın aksine, hem teorik temelleriyle, hem de somut
örnekleriyle.
SÖZDE İDDİANAME'NİN DURUMU
Baştan başlayalım ve sayfa sayfa gidelim.
Birinci Husus
s.2'de: "Rapor B.Oran tarafından kamuoyuna duyurulmuştur" diyor. Aynı
iddiayı s.4'te de tekrarlıyor.
Bu Rapor tam 1,5 yıl süren tartışma ve oylama aşamalarından geçti. Bu
aşamaların her saniyesinde medya hazır bulundu. Medyanın önünde
hazırlanan bir Rapor nasıl oluyor da medyaya sızdırılıyor? Bu nasıl
mantıktır?
Eğer Savcılık bu sürecin böyle işlediğini bilmeden bunu yazdıysa, bu
nasıl İddianame yazmaktır?
Ayrıca, Savcılık bu boş iddiasını nasıl kanıtlıyor? Kanıtlamıyor.
Kanıtlayamadığı anda, bu bir İftira-nameden ibarettir.
İkinci Husus
s.4'te: "Kurulun giderlerinin karşılanması dışında Başbakanlıkla bir
ilgisi yada bağı yoktur" diyor.
Konuşmamın en başında zikrettiğim "Başbakanlık Teşkilatı Hakkında
Kanun Hükmünde Kararname"nin 6. maddesi, "Bütün giderleri Başbakanlık
bütçesinden karşılanır, diyor. Üstelik, adı da "Başbakanlık İnsan
Hakları Danışma Kurulu".
Şimdi, bu kuruluş Başbakanlık'a bağlı değildir de, mesela bir yabancı
büyükelçiliğe veya TEDAŞ elektriğine veya ASKİ suyuna mı bağlıdır?
Savcılık bu iddiasıyla, hazırladığı belgeyi bir İstihza-name'ye
dönüştürmüş, burada hepimizi göz göre göre aldatmaya yönelik bir
İğfal-name ortaya koymuştur.
Eğer Savcılığın böyle bir amacı tespit edilirse, kişisel kusuru var
demektir.
Böyle bir amacı tespit edilemediği takdirde, o zaman da kendisinin
okuduğunu anlamamak nedeniyle görevini yapamayacak durumda olduğunu
kabul etmek gerekir ki, bu durumda da, kendisini bu göreve atayan ve
hâlâ o görevden affetmeyen makamlar hizmet kusuru işlemiş olur.
Üçüncü Husus
İddianame, Lozan hakkında söylediklerimizi ele alıyor.
Önce, soruyorum: Lozan'ın bilimsel tahlilini eleştirmek İddianame'de
ne arıyor? İddianame bir uluslararası hukuk metni midir, ceza hukuku
metni mi?
Savcılığın görevi, benim bilimsel raporumda suç görüyorsa, TCK'daki
maddeleri dile getirmektir. Rapora karşı nasıl karşı-tez yazıyor? Bu
vazifesi midir? Bunun için donanımlı mıdır?
Üstelik bunu yapmasa, kendisi açısından daha iyi ederdi, çünkü
azınlıklar hakkında bizim Mülkiye 2. sınıf öğrencilerine her sene 2.
yarıyılda öğrettiğimiz 2 temel bilgiye sahip olmadığını göstermemiş
olurdu:
1) "Azınlığın varlığı" ile "azınlık statüsü" kavramları, Savcılığın
sandığının aksine, bambaşka iki kavramdır.
"Azınlığın varlığı" sosyolojik bir kavramdır. Bunu kabul veya ret,
devletin elinde veya yetkisinde değildir. Eğer bir ülkede çeşitli
bakımlardan çoğunluktan farklı, başat olmayan, ve bu farklılığı
kimliğinin olmazsa olmazı sayan bir grup mevcut ise, uluslararası
standartlar o ülkede azınlık olduğunu kabul eder; burada devletin ne
iddia ettiği önemli değildir. 1
"Azınlık statüsü" ise, hukuksal bir olgudur. Burada tek yetkili,
devlettir. İstediği azınlık grubuna "azınlık statüsü" tanır,
istemediğine tanımaz. Yani istediğine azınlık hakları verir,
istemediğine vermez.
Bu arada, Türkiye'de de bu statü, yine Savcılığın bildiğinin aksine,
1 değil 2 ayrı antlaşmayla saptanmıştır. a) 24 Temmuz 1923 tarihli
Lozan Barış Antlaşmasının 37. ilâ 44. maddeleriyle Türkiye'deki tüm
gayrimüslim yurttaşlara; b) 18 Ekim 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan
Dostluk Antlaşmasına ekli Protokol'ün A maddesinin 2. paragrafına
göre de "anadili Bulgarca olan Hıristiyan Türkiye yurttaşlarına" .
Yani, İddianame'nin "Türkiye'de Lozan dışında ne etnik, ne dini ne de
dilsel yönden başka bir azınlık yoktur" diyerek kastettiği,
ancak "azınlık statüsü"dür ve 1926 Antlaşmasını dışarıda bıraktığı
için bu haliyle bile yanlıştır.
2) Ama Savcılığın yaptığı asıl büyük yanlışlık şu: Buradan kalkıp
da "Türkiye'de başka bir azınlık yoktur" diyerek "azınlıkların
varlığı" hakkında hüküm serdediyor.
"Bir azınlığın varlığı/yokluğu konusunda ülke devletinin ne
söylediğine bakılmaz; mesele objektif ölçütler uygulanarak anlaşılır"
kuralını bilmemek konusunda Savcılığı bir miktar anlayabilirim.
Aşağıdaki dipnotta kaynağını gösterdiğim bu Birleşmiş Milletler
kuralları 1990'larda oluşturulmuştur. Biri 1994 yılına, diğeri 1999
yılına aittir. Yani, sicil numarasına bakılırsa yaklaşık 30 yıllık
hukukçu olan Sayın Savcının Hukuk Fakültesinde okuduğu dönemlerde bu
bilgiler henüz yoktu. Dolayısıyla, bilmemesi anlaşılabilir.
Fakat, iki üniversite profesörüne 5'er yıl ceza isterken öğrenmemesi
anlaşılamaz. İfade için makamına davet ettiği ve orada tam 2 saat
ifade ve izahat veren profesöre sorabilirdi. Neden böyle yazdınız,
bunun temeli var mıdır, diye. Niçindir ifade müessesesi?
Diyelim ki o anda fark etmedi, o zaman yazma aşamasında soracaktı.
Çünkü efendim, bütün bunları Sayın Muhbir Vatandaşlar bilmez.
Uluslararası belgeleri günü gününe izleyen ve yılı yılına okutan
hocalar bilir.
Dördüncü Husus
Çok daha vahimine s.5'in başında geliyoruz. İddianame şöyle
diyor: "Türkiye'de bu unsurların dışında bulunan ve bu Devletin
kuruluşunda rol oynayan ve sınırları içinde yer alan, vatandaşı olan
bütün unsurlar 'azınlık' olmayıp Devletin asli, egemen unsurudur".
Tekrar soruyorum: Bir İddianamede devletin o unsuru nedir, bu unsuru
nedir, bunlar ne arıyor? Bunlar söylemek suç mudur? Hangi maddeye
girer?
Devam edelim. Bu inanılmaz, feci bir ifadedir Muhterem Yargıcım.
Savcılığın, "bu unsurlar" demekle kastettiği, Türkiye Cumhuriyetinin
gayrimüslim vatandaşlarıdır! "Bu unsurların dışında" diyerek de,
Müslüman vatandaşları tanımlıyor!
Yani Savcılık, açık açık ve hiç çekinmeden, Türkiye'nin Müslüman
vatandaşlarını "Devletin asli, egemen unsuru" sayıyor, onların
dışında kalan gayrimüslim yurttaşlarımızı da "talî" unsur. Yani
ikinci sınıf ve "egemen olmayan" unsur.
Acaba Savcılık, kalkıp da bize hiçbir kanıt göstermeden attığı suçu
bizzat kendisinin burada işlediğinin, yani bölücülük yaptığının
farkında mıdır? Bu, halkın ırk ve din bakımından farklı özelliklerine
sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik
etmek değil de, nedir?
Hani "Egemenlik kayıtsız şartsız millette" idi? Yoksa Savcılığa göre
farklı dinden olan yurttaşlarımız bu egemen olan milletin bir parçası
değil mi? Bu nasıl bir millet, nasıl bir egemenlik, daha da ötesi,
nasıl bir insanlık anlayışıdır?
***
Tabii, şu anda söyleyeceğim husus, Savcılığın daha da hoşuna
gitmeyecek:
Acaba kendisi, bu ayrımcı tutumunun, Millet Sisteminin kendi
zihniyetinde hâlâ devam etmesinden kaynaklandığının farkında mıdır?
O Millet Sistemi ki, 1454'te ihdas edilmiş ve 1839'da Tanzimat'la
birlikte resmen kaldırılmıştı. O Millet Sistemi ki, Osmanlı
uyruklarını iki gruba ayırıyordu: Millet-i Hakime, yani Müslümanlar,
ve Millet-i Mahkûme, yani ikinci sınıf tabaa olan gayrimüslimler2.
Burada, ne olur ne olmaz diye hemen bir parantez açıyorum, çünkü bu
konulara hiç aşina olmadığı anlaşılan Savcılık "mahkûme"yi "mahkûm
edilmiş kadın" sanabilir. Burada "hakime" ve "mahkûme" terimleri
Arapça "hükm" sülasisinden gelir ve birincisi "hüküm veren", ikincisi
ise "hakkında hüküm verilen" demektir. Birincisi ism-i faildir.
İkincisi ism-i mef'uldür; "mahkûm edilmiş" anlamına falan gelmez;
parantezi kapıyorum.
Bir Türkiye Cumhuriyeti savcısının, 1 Kasım 1922'de ortadan
kaldırılan Osmanlı İmparatorluğunun temel direği olan Millet
Sistemi'ni resmî iddianamesine temel direk yapması üzücü-ötesidir ve
ne yapmak gerekir, gerçekten kestiremiyorum.
Beşinci Husus
Gelelim bir başka vahim duruma.
s.5'in başında İddianame, Lozan'ın 39/4 maddesinin yalnızca
gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını kapsadığını iddia
ediyor. Biz ise Rapor'umuzda "Bütün TC yurttaşlarını" kapsadığını ve
onlara hak getirdiğini belirtmiştik. Ben bunları Savcılığa uzun uzun
anlatmıştım da.
Tekrar soruyorum: Lozan'ın hangi vatandaşları kapsadığı İddianameyi
niçin ilgilendiriyor? Lozan'ın tahlili sonucu şunu veya bunu söylemek
hangi maddeye göre suç?
Yalnız, burada biraz duralım, çünkü Bektaşi fıkrasında da denildiği
gibi, yanlışlık öyle ufak tefek çakılarla kazınarak düzeltilecek
türden değil.
Önce maddeyi okuyalım: "Herhangi bir Türk vatandaşının, gerek özel
gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın
konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına
karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır"
Şimdi, hukuk aşkına, "Herhangi bir Türk vatandaşı" ne
demektir? "Gayrimüslim Türk vatandaşı" mı demektir? Antlaşmayı
yazanlar öyle anlaşılmasını isteseler öyle yazamazlar mıydı? Yanlış
mı yazmışlardır?
Ama burada gerçekten ciddi bir sorun karşısındayız. Eğer Savcılık
Sayın Muhbir Vatandaşların etkisi altında kalarak yazmış değilse
bunu, ki zaten bizatihi bu durum başlı başına vahim bir durumdur,
yalnızca 2 olasılık vardır:
1) Ya kendisi okuduğunu algılamamıştır,
2) Ya da Savcılık siyaset biliminde "ideoloji körlüğü"
veya "ideolojik atgözlüğü" olarak adlandırılan bir durumla malûldur,
ki bu bizim ve herkes için daha feci bir durum teşkil eder.
Çok açık söyleyeceğim:
Savcılığın ideolojisi kendisini ilgilendirir. Bu ideoloji, bireysel
hakları ve özellikle de ifade özgürlüğünü mümkün olduğu kadar
kısıtlamak yönünde olabilir ve görüldüğü kadarıyla da böyledir. Fakat
kendisi, bu ideolojisini resmî İddianameye yansıtamaz, yansıtmaması
gerekirdi.
Bu, vazifeyi suistimaldir.
***
Burada bir an durmalıyım. Burası fevkalade önemli. Bu meseleyi
halletmeden diğer konulara devam edemem. Uzunca bir parantez açıyorum:
Hemen söyleyeyim: Bizim Raporumuz bir ideoloji ürünüdür. İnsan
haklarını her şeyin üstünde tutan demokratik ideolojinin ürünüdür.
İnsan Hakları Danışma Kurulu yönetmeliğinin 5. maddesi bir görev
vermiş, "İnsan haklarını geliştirmek için raporlar ve etüdler
hazırla" demiş, biz de hazırlamışız.
Bunu belli bir bakış penceresinden, yani insan hakları ideolojisinden
yapacağız. Var mı tersini iddia edebilecek şahıs? Var mı, "bakış
penceresi" kavramı ile "ideoloji" kavramı farklı kavramlardır
diyebilecek bilimsel görüş sahibi?
"Mevcut durum" ile "olması gereken durum" arasındaki çok geniş
sosyolojik ilişkiyi incelemek istediğimiz için, bizim Raporumuz
alabildiğine ideolojiktir.
***
Fakat Savcılık, "mevcut Rapor" ile "mevcut hukuk" arasındaki çok net
ve dar ilişkiyi inceleyen bir kişi, yani hukukçu olarak, asla ve
kat'a ideolojik İddianame düzenleyemez. Kaldı ki, ideolojik olmanın
üstüne, bu İddianame bir de duygusaldır.
Yani, bir iddia makamı ancak şunu yazabilir:
"Efendim, sayın Rapor yazarı, şu şu kanıtların gösterdiği gibi, şu şu
cümleleri sarfetmiştir. Rapor'un genel bağlamı ve üslubu açısından
bakıldığında, bu cümleler, ceza kanunumuzun hakareti cezalandıran şu
şu maddesinin şu şu fıkrasını, şiddete ve suça teşviki cezalandıran
şu şu maddesinin şu şu fıkrasını açıkça ihlal etmektedir.
Yargıtayımızın şu şu içtihadı da bu yöndedir. Bu ifadelerin eleştiri
mahiyetinde mütalaa edilmesini mümkün kılacak bir yasa maddesi de
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, şu şu maddelerden cezalandırılmasını
talep ederim".
Budur bütün yapabileceği. Yoksa, biraz sonra yine A'dan Z'ye teşhir
edeceğim gibi, 7 sayfalık bir Rapor'a karşı yazdığı 10,5 sayfalık
İddianamede: "Efendim falanca devlet böyle yapıyorken Rapor yazarının
bunu yazması onun niyetinin kötü olduğunu göstermektedir, yok,
azınlıklar hakkında söyledikleri kaos doğurursa, yok devleti
parçalarsa, yok milleti bölerse.".
Savcılığın, bir tek, "Allah korusun, ya gözüne girerse" demediği
kalmış. Muhterem Yargıcım, bunlar vahim, hatta gülünç şeylerdir. Bu
iddianame fuzulî şâgildir. Hepimizi fuzuli işgal ediyor. İşgal-
name'dir.
Bu "niyet" meselesine, daha ayrıntılı olarak ve Zanardelli Raporu
vesilesiyle birazdan geri döneceğim.
***
Acaba Savcılık "Ben memleketi kurtarmak istiyorum" gerekçesiyle olaya
böyle yaklaşmış olmasın? Haa, o zaman daha da affedilmez bir hata
yapmıştır. Hemen açıklayayım:
Hukukçular memleketi kurtarmaya soyunamazlar. Nasıl Silahlı Kuvvetler
soyunamazsa, nasıl Emniyet soyunamazsa, nasıl Üniversiteler
soyunamazsa.
Bir memleket, kolektif olarak, işbirliğiyle korunur. Memleketi
dışarıya karşı Türk Silahlı Kuvvetleri, içeriye karşı da Emniyet
kuvvetleri korur. Cehalete karşı örneğin Milli Eğitim Bakanlığı ve
Üniversiteler. Adaletsizliğe karşı Yargı.
Yargı tek başına memleketi kurtarma işine kalkıştığı zaman olmaz
efendim. Yahut da, böyle olur işte. Aptessiz namaz gibi.
***
Biz bu ülkeyi kurtarmaya kalkan ne iddia makamları gördük bugüne
kadar.
Bir askerî savcı çıktı 1980'lerde, iddianamesinde:
"Efendim, doğuda kar yağar, sonra donar, bu kar üstüne basılınca kart-
kurt eder, Kürt lafı buradan çıkmıştır, Kürt diye bir grup yoktur!"
dedi. Askerî darbe vardı, anladık dedik. İçimizden "Ördek Hayri
fıkrasını duymamış bu iddia makamı" dedik.
Bir diğeri çıktı 1970'lerde, iddianamesinde:
"Türk ve Kürt kelimeleri aynı harflerin bir araya gelmesinden meydana
gelen birleşik ortak bir değerdir" 3 diyerek bizi aydınlattı: Aynı T,
Ü, R, ve K harflerinin iki kelimede farklı dizildiğini, bu nedenle
Kürtlerin aslında Türk olduğunu öğretti hepimize.
Aynı askerî savcı, bu da yetmedi, şunu diyebildi aynı iddianamede,
inanması biraz güçtür, onun için aynen okuyorum:
"Türk milliyetçiliği Anayasamıza göre asla Irkçı değildir. Bilakis,
soyut bir ırkçı görüş yerine birleştirici, aynı hars ve aynı kader
birliğine dayanan ülkücü, ilerici bir milli Irkçılığı kabul
etmiştir"4 dedi. Askerî darbe vardı, çarnaçar ona da anladık dedik.
Ama 2006'da artık anlamıyoruz. Çok şükür artık askerî diktatörlük
yok. AB yolunda ilerleyen Türkiye var.
***
Şimdi, Savcılığı rahatlatacak bir hususu diye getirerek parantezi
artık kapatayım:
Efendim, her ülkede bir sarkaç vardır. Bu sarkacın salındığı iki
uçtan birinde "İnsan Hakları Devleti", ötekinde "Milli Güvenlik
Devleti" yer alır.
Sarkaç ikincisine doğru salındığı zaman, İnsan Hakları Devleti biter,
mahvolur.
Ama birincisine doğru salındığı zaman Milli Güvenlik Devleti bitmez,
mahvolmaz. Tam tersine, güçlenir. Çünkü insan haklarının güçlü
olmadığı ülkelerde insanlar birer "Zoraki Vatandaş"tır. Oysa, alt
kimliklerine saygı gösteren İnsan Hakları Devletinde
kendilerini "Gönüllü Vatandaş" hissederler.
Zoraki Vatandaş üzerine bina edilmiş bir devlet her an çökebilir.
Berlin Duvarı gibi çöker alimallah. Çünkü her vatandaşın başına bir
süngülü adam dikemezsiniz.
Gönüllü Vatandaşa dayanan bir devlet huzur içindedir. Sağır kulağının
üzerine yatıp rahat uyuyabilir.
***
Her şeyi bir tarafa bırakınız.
Savcılık, iddianame yazmadan önce, Türkiye'yi bugüne getiren anayasal
gelişmelerin ilki olan Tanzimat Fermanına bir göz atmış olsaydı, o da
kendisine yetecek idi. Nitekim, 1839 tarihli bu Ferman da benim
sarkaç hakkında söylediklerimi başka kelimelerle ve aynen şöyle
söylüyor:
"Hangi insan, hayatı ve şerefi tehlikede olduğu takdirde, karakteri
şiddete karşı olsa bile şiddete başvurmaktan ve dolayısıyla devlete
ve memlekete zarar vermekten kendini alıkoyabilir? Halbuki, tersi
durumda, eğer bu insan bu bakımdan tam bir emniyet içindeyse, sadakat
yolundan ayrılmayacak ve bütün hareketleri devletin ve kardeşlerinin
iyiliğine hedeflenmiş olacaktır"
Fakat Savcılık, anlaşıldığı kadarıyla, bu İddianameyi yazmadan önce
yalnızca Sayın Muhbir Vatandaşların ihbar dilekçelerini okumuştur.
Parantezi kapıyorum ve tekrar Lozan Md. 39'a dönüyorum.
***
Gerek Savcılık, gerekse başka iddia makamlarının başka davalarda da
aynı vahim hatayı tekrarlamamaları için, bu konuda birtakım teknik
bilgiler vermek gerekiyor.
Türkiye'de kimse Lozan'ı okumamıştır, ama tabii ki ezbere biliyordur.
Bu yüzden verilecek bilgi çok ama, yalnızca burada şart olanları
anlatacağım.
Lozan'da getirilen azınlık haklarını içeren 37. ilâ 44. maddelerin
oluşturduğu III. Kesimin başlığının "Azınlıkların Korunması" olduğuna
bakıp da, burada yalnızca azınlık haklarından bahsedildiğini sanmak
kolaycılıktır. Böyle kolaycılıklar çoğu zaman insanı fena yanıltır.
Çünkü bu kesimde 4 ayrı hak grubuna haklar getirilmektedir:
a) Gayrimüslim TC vatandaşları ;
b) Türkiye'de oturan herkes.
c) Tüm TC vatandaşları;
d) Türkçeden başka dil konuşan TC vatandaşları.
Konumuz olan bu 39. madde, bu 4 hak grubunun dördünü de barındıran,
laboratuar gibi bir maddedir. Çünkü:
- birinci fıkrası (a)nın haklarını,
- ikinci fıkrası (b)nin haklarını,
- üçüncü ve dördüncü fıkraları (c)nin haklarını,
- beşinci yani son fıkrası ise (d)nin haklarını konu eder.
Bu, III. Kesimin diğer maddelerinin neredeyse tamamında da bu
böyledir. Yani başlık "Azınlıkların Korunması" olduğu halde buraya
yalnızca azınlıkların değil, bütün vatandaşların, hatta ülkede bütün
oturanların, kısacası herkesin hakları, teknik terimiyle "insan
hakları" da yerleştirilmiştir.
Bu niye böyledir? Bunun birkaç nedeni vardır, üç ayrı kitabımda ayrı
ayrı yazdım ama, burada zamanınızı almamak için yalnızca iki sebep
söyleyeceğim:
1) "İnsan hakları" uluslararası belgelere ilk kez 1945 BM
Antlaşmasıyla girmiştir, yani Lozan'ın imzalandığı 1923 yılında
uluslararası belgelerde bu haklar kavram olarak bile bulunmaz.
Oysa "azınlık hakları" 1606 Viyana Antlaşmasından bu yana
uluslararası antlaşmalara konudur. Bu nedenle, insan hakları da
içeren bu kesimin başlığı "Azınlıkların Korunması" olarak konmuştur.
2) "Azınlık" terimi spesifik (özel) değil, jenerik (genel) bir
terimdir. Uluslararası bir antlaşmadaki spesifik terimler
yorumlanırken, antlaşmanın yapıldığı tarihteki anlamları dikkate
alınır. Ama jenerik terimler yorumlanırken, bunların anlamı,
antlaşmanın yapılmasından bu yana geçen zaman içinde uluslararası
hukukta meydana gelen bütün gelişmelerin ışığında belirlenir.
Nitekim, Uluslararası Adalet Divanı, Yunanistan'ın Türkiye aleyhine
açtığı Ege Kıta Sahanlığı davasında verdiği 1978 kararında
Yunanistan'ın iddiasını reddetmiştir. Çünkü Yunanistan'ın sözünü
ettiği "ülke statüsüne ilişkin uyuşmazlıklar" terimi jenerik bir
terimdir ve artık 1928'deki anlamıyla değil, davanın görüldüğü
1978'deki anlamıyla yorumlanacaktır (karar paragraf 77-80). Bu
nedenle, Lozan'ın yapıldığı 1923 tarihinde "insan hakları" kavramı
uluslararası literatürde bulunmadığı halde, "azınlık hakları" terimi
2006 yılında artık bir parçası olduğu "insan hakları" kavramını da
ifade eder biçimde ele alınacaktır.
Nitekim, örneğin Lozan Md.39/2 şöyle diyor: "Türkiye'de oturan
herkes, din ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşit olacaktır":
Şimdi bunu kim kalkıp da "azınlık hakkı" diye yorumlaşacak, görmek
isterdim. Çünkü burada "çoğunluk"tan bile
bahsedilmiyor. "Vatandaş"tan bile bahsedilmiyor, yabancı olsun
vatandaş olsun "Türkiye'de oturan herkes"in haklarından bahsediliyor.
Biliyor musunuz ki, bu 39/4 Lozan Konferansında Ankara Hükümeti
delegasyonunun teklifidir?
Biliyor musunuz ki bu 39/4 uygulansaydı, yani devlet Lozan'ın bu
maddesini bugüne kadar ihlal etmeseydi, bugün ülkemizde Türkçeden
başka dillerde radyo ve televizyon yayını yapma sorunu diye bir
problem olmayacaktı?
Düşündünüz mü ki, sorun çıkmayınca, sonuç olarak Kürt milliyetçiliği
güçlenmeyecekti? 5
Altıncı Husus
Bu hususu biraz ayrıntılı anlatmak zorundayım. Ama hiç merak
etmeyiniz, sıkılmayacaksınız. Zaten yukarıda da biraz işaret verdim.
s.5'te İddianame söyle demektedir: "Fransa Devletinin bir
uygulamasının da göz önüne alınması. Rapordaki niyeti ortaya
koyacaktır".
Muhterem yargıcım. Bizim niyetimizin ne olduğu İddianameyi nasıl
ilgilendirebiliyor? Bu yetkiyi Savcılık nereden, hangi hukuk
metninden alıyor?
Ben size nereden almadığını arz edeyim:
1) Her şeyden önce, ceza hukukunda kıyas yapılamaz. Onun için hiçbir
ceza hukuku metninden alamaz bu yetkiyi.
TCK md.2 kanun maddeleri arasında bile kıyası yasaklarken, bir
devletin uygulamasına bakılarak bir Rapor'un niyeti nasıl ortaya
konabilir, ya da buna benzer bir genişletici yorum nasıl yapılabilir?
2) Daha önemlisi: Doç. Dr. Sami Selçuk'un yazdığı gibi, ceza hukuku
bireylerin amaçlarıyla, erekleriyle, niyetleriyle, saikleriyle
ilgilenmez.
Savcılık bunları bilmiyor mu? İki olasılık var:
a) Bu ilke yeni TCK'yla getirilmiş olabilir, yani henüz kanun
adamlarımız nüfuz edememişlerdir.
Hayır efendim, bu ilke, bundan tam 120 yıl önce, bizim ceza
kanunumuzun kaynağı olan İtalyan Ceza Kanunu hakkında yazılmış olan
Zanardelli Raporunda aynen şu cümleyle geçer:
"İnsan eylemlerinin iç saiklerini araştırmak, ceza adaletinin işi
değildir".6 120 yıl, bunu öğrenmek için yeterli zamandır.
b) Yahut da Savcılık bu ilkeyi biliyordur. Bilerek yapıyordur.
Bunları mahkemeniz değerlendirecektir. Ama ben bu niyet meselesini
burada bırakmayacağım. Tekrar buraya döneceğim.
3) Fakat benim burada asıl gelmek istediğim nokta, daha bile vahim
bir nokta.
Savcılık, daha önce de söyledim, uzmanı olmadığı anlaşılan
uluslararası hukuk konuları üzerinde fikir serdederek yine kendisini
ve temsil ettiği makamı ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetini zor
durumda bırakıyor. Bakınız nasıl:
a) Yanlış bilgi sunuyor.
Önce, Fransa'nın "Avrupa Bölge veya Azınlık Dilleri Misakı"nı
imzalamadığını yazıyor. Oysa Fransa bu sözleşmeyi 1999'da imzaladı.
Üstelik, bir de "yorum beyanı" koyarak. Sadece, ratifiye etmeden yani
onaylama işlemini yapmadan önce bir anayasa değişikliğine gitmenin
gerekip gerekmediğini Anayasa Konseyine sordu. Bu Konseyin kararı
üzerine onay işlemi erteledi.
Paraf başka, imza başka, ratifikasyon başka, iç hukuka yansıtma
(infaz) yine başkadır.
b) Fransa'daki uygulama konusunda daha da yanlış şeyler söylüyor.
Örneğin, ECRI adlı Avrupa Konseyi kurumuna Fransa'nın verdiği
yanıttan bahsederken, "Fransa[da]. etnik köken, ırk ve din ayrımı
yapılmaksızın tüm vatandaşlar yasa önünde eşittir. Azınlık, Fransız
hukukuna yabancıdır" gibi ifadeler aktarıyor.
Tekrar soruyorum: Bütün bu örneklerin İddianamede işi ne? Ne yazmak
istiyor? Bunlar vazifesi midir?
Ama mademki kendine vazife edildi, hemen bilimsel açıdan ele alalım;
bu da bizim hakkımız.
Bir kere, bu aktarım eksik. Eksik olan her şey gibi de, yanlış. Bazı
şeyleri saklıyor.
İddianamenin aktardığı gibi, evet, Fransa hakikaten şöyle
demiştir: "Azınlık kavramı Fransız hukukuna yabancıdır". Ama,
İddianamenin ifadesi, "azınlık hakları"nın Fransa'ya hiç de yabancı
falan olmadığını saklamıştır. Açığa çıkartalım:
Yukarıda belirtmiştim: Savcılık, sosyolojik bir olgu olan "azınlığın
varlığı" ile hukuksal bir olgu olan "azınlığın statüsü" ayrımı
yapmadığı için, Fransa'da dil ve din azınlıklarına artı haklar
tanındığını da bilmemektedir. Fransa Cumhuriyeti jakoben zevahiri
kurtarmak için "azınlık kavramı"nı bir eliyle reddetmeyi görev bilir,
ama diğer eliyle kucak kucak "azınlık hakları" verir ve uygular.
Şimdi, söylediklerimi örneklerle kanıtlayayım, çünkü bu bir İddianame
değil, İspat-name. Bu Karşı-İddianamenin başında öyle söz verdim,
öyle yapmayı sonuna kadar sürdüreceğim
***
Fransa'da Dilsel Azınlık Hakları
Önce şunu belirteyim: Ben burada, Türkiye'yle karşılaştırma
yapabilmek için, yalnızca Metropoliten Fransa denilen, bizim
bildiğimiz Avrupa'daki Fransız topraklarını anlatacağım.
Yoksa, kalkar da Fransa'nın "Deniz Aşırı Topraklar" diye adlandırdığı
yerleri de katarsam, bu azınlık hakları oralarda fevkalade daha
belirgin ve fevkalade daha yaygın uygulanmaktadır, Fransa'yı
merkeziyetçi bir ünider devlet bellemiş olanlar sekte-i kalpten
gidebilirler. O kadar ki, örneğin Yeni Kaledonya bölgesinde Fransızca
dili birinci değil, yerel dillerin yanında ikinci dildir, uzatmıyorum.
***
İddianame, burada da kulaktan duyma ve tabii yanlış hususlar ileri
sürüyor:
"Fransa Dilleri" kavramı
1) Evet, Fransa Anayasasının 2. maddesi şöyledir: "Cumhuriyetin dili
Fransızcadır".
Bu kadarı, Savcılığı sevindirecek bir husus, çünkü bizim anayasamızın
3/1 maddesindeki "Dili Türkçedir" ibaresini hatırlatıyor.
Fakat Savcılığın bilmediği ve öğrenince hiç sevinmeyeceği husus
şudur: Fransa'da bir de "Fransa Dilleri" kavramı vardır. Hani, bizde
olsa, "Türkiye dilleri" diyecektik, öyle. Les Langues de France.
Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığı bünyesinde bulunan ve eski
adı "Fransızca Dili Genel Delegasyonu" olup 16 Ekim
2001'de "Fransızca Dili ve Fransa Dilleri Genel Delegasyonu"
(Délégation Générale à la langue française et aux langues de France)
olarak değiştirilen resmî kurum7, "Fransa Dilleri" kavramını şöyle
tanımlamaktadır:
"Fransa dilleri terimiyle kastedilen, Cumhuriyet topraklarında Fransa
yurttaşlarınca geleneksel olarak konuşulan ve hiçbir devletin resmî
dili olmayan, bölge veya azınlık dilleridir."
Bu bölge ve azınlık dillerinin sayısı, Deniz Aşırı Topraklar da
katıldığında, 75'in üstündedir. Yalnızca Metropoliten Fransa'dakiler
16 tanedir ve bunlar "Bölgesel Diller" ve "Teritoryal Olmayan Diller"
diye ayrılır.
"Bölgesel" Fransa Dilleri 10 tanedir: Alsas dili, Bask dili, Breton
dili, Katalan dili, Korsika dili, Batı Flamanca, Mozel Fransik dili,
Frankoprovansal dili, Oy dilleri, Ok dilleri (Oksitan).
"Teritoryal Olmayan" Fransa Dilleri 6 tanedir: Diyalektal Arapça,
Batı Ermenicesi, Berberce, Jüdeo-İspanyol dili, Romani (Çingene)
dili, Yidiş (Yahudi) dili.8
Bu dillerin konuşulması, yazılması, yayınlanması, sanat konusu
yapılması, vb. tamamen serbesttir.
1951 yılında çıkan Yerel Dil ve Diyalektlerin Öğretimi
Hakkında "Deixonne" Yasası bunların arasından Breton, Bask, Katalan
ve Oksitan dillerinde öğretim yapılabileceğini ilan etmiş (md.10), bu
dillerin hangi üniversitelerde öğretim ve araştırma konusu
yapılacağını da saptamıştır (md.11).
16 Ocak 1974 tarihli kararnameyle Korsika dili 9, 30 Mayıs 2003
tarihli idari kararla da (arrêt) Alsace-Moselle'de konuşulan azınlık
dili (Alsasça) eğitim konusu (l'objet d'un enseignement) olabilecek
diller arasına katılmıştır10.
Efendim, Savcılık bunları da bilmiyor olabilir. Çünkü, tarihlere
dikkat ederseniz, bunlar da kendisi öğrenciliği bitirdikten sonra
oluşan gelişmelerdir. Ama kanunu bilmemek mazeret olmadığı gibi,
bilimsel gelişmeleri bilmemek de mazeret değildir. Hadi, mazeret
olsun, sormamak mazeret değildir. Ben Savcılık makamında 2 saat ifade
verdim. Bilgi arz etmeye âmâde vaziyette.
***
Burada bir parantez açıp, Alsace-Moselle bölgesi ve burada konuşulan
azınlık dili hakkında kısa bilgi vereyim. Özür dilerim, bazı tüyler
diken diken olacak, ama kabahat bendenizin değil. Fransa'yı
Türkiye'ye kıyasla örnek gösteren ben değilim.
Fransa'nın Almanya sınırında bulunan bu bölge, aynen 1918-39 arası
Türkiye'den ayrılan ve sonra dönen Hatay gibi veya 1878-1918 arası
Rusya'ya geçip sonra geri dönen Kars-Ardahan gibi, 1871'de
Almanya'nın kurulması ve Fransa'yı yenmesi üzerine Almanya'ya verilen
ve ancak 1918'de Fransa'ya geri dönen Alsace-Lorraine'in bir
parçasıdır.
Aşağıda anlatacağım azınlık ayrıcalıklarının geçerli olduğu bu yer,
Alsace ilinin tamamından ve Lorraine ilinin Moselle kesiminden
oluşur.
Burada konuşulan dil, dil uzmanlarına göre ayrı bir dil olmayıp,
Almancanın bir diyalektidir. Buna rağmen, hemen yukarıda da
belirttiğim gibi bu diyalekt "Fransa Dilleri" kapsamında bir azınlık
dili olarak kabul edilmiştir ve bunun sağladığı bütün ayrıcalıklardan
(artı haklardan) yararlanmaktadır. Biraz aşağıda anlatacağım gibi,
Fransa'nın bu bölgesinde insanlar özel ve kamusal yaşamlarında bu
dili kullanırlar ve, anlatmadan inanması güç gelecek ama, Alman
hukuku altında yaşarlar.
***
Şaşırma olmaması için tekrar edeyim de öyle devam edeyim: İddianame
tarafından, dünyanın en üniter ülkesi olarak Türkiye'ye kıyasla örnek
gösterilen Fransa'dan bahsetmeye devam ediyoruz.
Belediyelerde, belediye nizamnamesi öngördüğü takdirde Alsas
diyalekti kullanılır.
Bu bölgede kurulmuş dernekler de faaliyetlerinde Alsas dili
kullanırlar. 1993'te Colmar İstinaf Mahkemesi, bir derneğin genel
kurulunun Alsas diyalektinde yapıldığı gerekçesiyle açılan davada, bu
genel kurul kararlarının iptalini reddetmiştir. Bu tarihten sonra
derneklerde Alsasça kullanılmasında bir engelin bulunmadığı kabul
edilmiştir.
Alsasça, Alsace'daki kamu kurumlarında da yasak değildir. 4 Ağustos
1994 tarihli, Fransızca Dilinin Kullanılmasına Dair "Toubon" Yasası;
eğitimde, iş ilişkilerinde ve kamu hizmetlerinde Fransızcanın
kullanılmasını zorunlu kıldığı halde Alsace'da bu böyledir. Çünkü bu
yasanın 21. maddesi şöyle der:
"İşbu yasanın hükümleri, Fransa'nın bölgesel dillerine ilişkin yasama
metinlerine ve düzenlemelerine karşı uygulanamaz ve bu dillerin
kullanılmasına engel oluşturamaz" 11. Dolayısıyla, bu bölgede kamu
kurumlarında da yerel dilin sözlü olarak kullanılmasının yasak
olmadığı sonucuna varılmıştır ve uygulama böyledir.
Bölgede, 1919'dan bu yana seçim ve propaganda afişleri de Fransızca
ve Almanca basılmaktadır12.
10 Ağustos 1979 tarih ve 1619 sayılı genelgeden bu yana, karayolları
üzerine dikilmiş levhalara yerleşim yerlerinin isimleri Fransızcanın
yanı sıra bu dillerde yazılabilir 13. Alsace'ta Strasbourg'un tarihî
kesiminde sokak isimleri iki dildedir.
Yargıda Durum
2) Yargıdaki durum da bir Türkiyeli için dehşet vericidir.
1919, 1922 ve 1928 tarihli cumhurbaşkanlığı kararnameleri,
mahkemelerde savunmaların Fransızca, Almanca veya yerel diyalektle
(Alsasça) yapılabileceğini belirtmiştir.
Yine aynı kararnamelere göre noter belgeleri, eğer taraflar
Fransızcayı yeterince bilmediklerini beyan ederlerse, Alsas
diyalektinde düzenlenebilir.
Yargıç isterse, Fransa'da mahkemede tarafların doğrudan doğruya
azınlık dilinde konuşmaları da mümkündür. Çünkü yeni Hukuk
Muhakemeleri Usulü Yasasının 23. maddesine göre: "Yargıç, tarafların
kullandığı dili biliyorsa, ayrıca bir çevirmen getirtmek zorunda
değildir" 14.
Eğitimde Durum
3) Eğitimdeki durum daha da çarpıcı: Bu azınlık dilleri özel ve resmî
okullarda okutuluyor.
Fransız topraklarının tamamında, Milli Eğitim Bakanlığının 2002 yılı
verilerine göre 250.000 öğrencinin okuduğu15 bu dillerin özel
okullarda isteyen öğrencilere öğretilmesi anaokulundan itibaren
serbesttir. O kadar ki, örneğin Bask ve Alsas-Moselle bölgelerinde
isteyen anaokulları ve ilkokullar eğitimi tamamen Bask veya Alsas
dilinde verebilirler; hiçbir hukuksal engel yoktur. Orta öğretimde de
durum aynıdır. Bazı okullar ise bu dillerde dersler sunmakla
yetinirler.
Devlet bu sisteme mali katkı yapar. Örneğin Bask dili bölgede yüzde
70 oranında devlet, yüzde 30 oranında ana-babalar tarafından finanse
edilmektedir16.
Devlet okullarında veya devletle sözleşmeli okullarda ise bu dersler,
aynen yabancı dil dersleri gibi, haftada iki saatle sınırlıdır.
"İki Dilli" (bilingue) denilen türde her düzeyde (ana, ilk, orta
düzeyde) okullarda ise, 31 Temmuz 2001 tarihli idari karar gereğince
derslerin yarısı Fransızca, yarısı azınlık dilinde okutulur17 . Bu
okullarda "bölgesel diller" diye ayrı bir bölüm de vardır. Nitekim
Alsace-Moselle'de kimi okullar yarı yarıya Almanca (Alsasça) ve
Fransızca eğitim verir.
Üniversiteye kadar durum böyle devam eder. Üniversitede de Edebiyat
ve Bölgesel Diller bölümüne devam etmek mümkündür.
Kimi bölgelerde yalnızca azınlık dilinde eğitim veren yüksek öğretim
kurumları mevcuttur. Örneğin Bayonne kentindeki Bask Etüdleri
Enstitüsü (L'Institut d'Etudes Basques) böyledir18.
Sözünü ettiğim bütün bu "Fransa Dilleri" için bütün bu dersler,
normal ders saatleri içindedir, söylemeye gerek bile yok.
Kültür ve Sanatta Durum
4) Burada da durum aynı. Bu bölge ve azınlık dilleri yalnızca eğitim
alanıyla sınırlı değil. Bu diller kültür, eğitim ve medya alanlarında
korunuyor. Müzik, kitap, tiyatro, etnolojik zenginlik, arşiv, müze,
sinema gibi çok çeşitli alanlarda Fransa devleti tarafından finanse
ediliyor.
Örneğin, "Fransa Dilleri Kitaplığı" adlı program, bu Fransa
Dillerinde yazılmış veya bu dilleri araştıran kitap alımı yapan
kütüphanelere kredi vermek ve bu dillerde yayın yapacak yayınevlerine
mali teşvikte bulunmak için kurulmuştur. Fransa'da bir işbölümü
vardır: Milli Eğitim Bakanlığı Fransızca dilinin, Kültür ve İletişim
Bakanlığı da "Fransa Dilleri"nin korunması ve geliştirilmesi için
faaliyet gösterir19.
Dikkat buyrulursa, Korsika dilinden hiç bahsetmedim. Çünkü biraz
aşağıda bu adadaki özerk idari statüyü anlattığım zaman, buradaki
Korsika dili eğitiminin ve genel yerinin ne durumda olduğu
kendiliğinden anlaşılacak. Burada şu kadarını söylemekle yetineyim:
Korsika dili 1974'ten bu yana ilk ve orta dereceli okullarda ve
ayrıca 1980'de açılan Corte Üniversitesinde okutulmaktadır. 1998
verilerine göre adadaki ilkokul öğrencilerinin yüzde 85'i okullarda
ve özellikle de "iki dilli" 11 okulda Korsika dili öğrenmektedir.
Fransa'da Dinsel Azınlık Hakları
Savcılığın iddiasının aksine; Fransa'da dinsel azınlıklar da vardır,
bu azınlıkların kağıda geçmiş ve uygulanan hakları da.
Fransa'da din ile devlet işlerinin birbirinden ayrıran 1905
yasasından sonra din konusunda standart bir uygulama olmuştur.
Ama Alsace-Moselle bölgesi hariç. Örneğin:
- Fransa'nın hiçbir yerinde ilk ve orta dereceli kamusal
okullarda zorunlu veya seçimlik hiçbir din dersi okutulmaz; yasaktır.
(Ama, bu okullar, isteyen ana-babanın çocuğuna okul dışında din dersi
aldırabilsin diye çarşambaları tatildir, buna karşılık cumartesi okul
vardır. Özel okullar din derslerine kendileri karar verirler).
Oysa, Alsace-Moselle bölgesinde ilk ve orta dereceli özel ve
kamusal okullarda din dersi zorunludur. Yalnızca, ana-babalar,
çocuklarının Katolik, Protestan, Yahudi veya Ahlak derslerinden
hangisini seçeceğini saptayabilir20;
- Fransa'nın hiçbir yerinde din adamları devletten maaş
almazlar, devlet tarafından atanmazlar, müminlerin verdikleri
bağışlarla geçinirler, devlet protokolünde de yer almazlar.
Oysa bu bölgede, Fransa'ca tanınmış üç din ve mezhebin
(Katoliklik, Protestanlık, Yahudilik) din adamları devlet memurudur,
devletten maaş alırlar, bunlara komünler lojman tahsis ederler.
Katolik cemaati tarafından seçilen başpiskoposun atamasını bizzat
Cumhurbaşkanı yapar. İki tanınmış Protestan kilisesi için de durum
aynıdır. Yahudi cemaati tarafından seçilen başhahamı vali onaylar.
Hahamların dışında, helal et kesimciye (sacrificateur) ve sünnetçiye
de (mohel) devlet maaş verir. Bütün bu din adamları devlet
protokolünde yer alırlar.
- Fransa'nın hiçbir yerinde dinsel mezarlık yoktur; bütün
mezarlıklar belediyelere aittir ve hukuksal olarak farklı dinden
insanlar karışık olarak gömülürler ve ayrılmaları da yasaktır.
Örneğin Yılmaz Güney, Paris'in kuzey kesimindeki Père Lachaise
mezarlığında herkesle birlikte yatmaktadır.
Oysa bu bölgede mezarlıklar dinsel mezarlıktır ve yanlarındaki
dinsel yapıya aittirler. Bu nedenle Alsace-Moselle'deki
mezarlıklarda "Müslüman Karesi" denilen özel Müslüman gömme alanları
ayrılmıştır21.
Savcılığın bundan sonra artık hata yapmaması için ekliyorum:
Türkiye'ye örnek olarak verdiği, "Azınlık kavramını reddeden"
ve "Laik" Fransa'da İçişleri Bakanı aynı zamanda Din İşleriyle
Görevli Devlet Bakanıdır. Alsace-Moselle dışındaki tüm bölgelerde bu
sorumluluk büyük ölçüde sembolik olmakla birlikte, bu bölgede
devletçe tanınmış bu inançlar, içişleri bakanının yani devletin resmî
ve fiilî himayesi altındadır. Yani, hem mali hem protokoler açıdan bu
durum bu bölgedeki dinler ve mezhepler açısından bir dinsel ayrıcalık
(artı hak) oluşturur.
Fransa'da Hukuksal ve Yönetsel Azınlık Hakları
"Azınlık" kavramını tanımayı reddeden Fransa'da, bırakınız Deniz
Aşırı Toprakları, Metropoliten kesimde bile 2 azınlık kendi
bölgelerinde özel hukuksal/yönetsel artı azınlık haklarına sahiptir:
Alsace-Moselle bölgesi ve Korsika adası.
"Dinsel ve etnik haklar", "özel temsil hakları", "özel yönetim
hakları": Bunlar, azınlıkların talep ettikleri grup haklarıdır.
Teoriye girmeyeceğim, vaktinizi almayacağım, Savcılığın okuduğunu
söylediği ders kitabımda var, yalnızca sonucu söylüyorum:
Bunların içinde en ciddi olanı üçüncüsü yani "özel yönetim
hakları"dır ve ulus-devletler bunu vermekten hiç hoşlanmazlar.
Neden hoşlanmazlar? Çünkü bu, azınlığın kendi kendini yönetmesi ve
kendini "millet"ten soyutlaması demektir. Böyle durumlarda azınlık ya
kimi konularda kararları kendisi alır, ya da daha ileri gider ve bu
özerkliği teritoryal (sınırları belli bir toprak parçası) biçime
sokarak belli bir bölgede uygulatır.
Benim Alsace-Moselle ve Korsika için burada bahsettiğim, bu sonuncu
durum yani bu taleplerin en ciddi olanının en radikal biçimidir.
Alsace-Moselle'de önemli bir ölçüde hukuksal artı haklar vardır,
Korsika'da da doğrudan doğruya yönetsel azınlık hakları. Görelim:
1) Alsace-Moselle22:
a) Alsace-Lorraine'in Fransa'ya dönmesinden sonra, Alsace-Moselle'de
Fransız ceza yasaları hemen yürürlüğe sokulmuş, ama Alman hukukundan
gelen yerel yasaların bir kısmı korunmuştur. Fransa Yargıtayı, bu
bizim için çok acayip durumu, 1937 yılında aldığı bir kararla "Bu
yasalar Fransız yasası haline gelmiştir" diyerek tevil etmek zorunda
kalmıştır.
Akıllılık da etmiştir. Bugün Fransa'da Alsace-Lorraine'de hiçbir
azınlık sorunu yoksa, bu tür pragmatik akıllılıklar sayesindedir.
b) Almanya sınaileşmeye Fransa'dan önce başladığı için, sosyal
güvenlik önlemleri açısından zamanının önünde olmuştur. Bölge
Fransa'ya geçtikten sonra bu hukuk kuralları da muhafaza edilmiştir.
Örneğin bu bölgede, sosyal sigortalıların yüzde 20 yerine yüzde 10
katılım payı ödedikleri ek bir sosyal güvenlik sistemi yürürlüktedir.
c) 19. yüzyıl Almanyasında belediye başkanı gerçek bir yönetim makamı
niteliği taşıdığından, bölge 1918'de Fransa'ya geçtikten sonra da
buradaki belediye başkanlarının yetkileri, Fransa'nın diğer belediye
başkanlarınınkinden fazla olmuştur. Öyle ki, durum ancak 1982 yerel
yönetim yasası sonucu eşitlenebilmiştir.
d) Bu bölgedeki dernekler Alman Medeni Kanununun çeşitli maddelerine
tabidirler. Örneğin bölgesel hukuka göre kurulmuş bir dernek, kâr
amacı güdebilir.
Buyurun size, "Artık o kadar da olmaz" dedirtecek bir örnek daha:
Alsace-Moselle bölgesinde geçerli olan kimi yasalar, örneğin Yerel
Dernekler Yasası Fransızcaya bile çevrilmemiştir; Almanca olarak
durmaktadır. 1975'te İstinaf Mahkemesi, bu yasanın Almanca olması
nedeniyle geçersiz olduğu yolundaki bir başvuruyu reddetmiştir.
10 Mart 1988'de Fransız Yargıtayı bir kararında şöyle demiştir: "Kimi
Almanca yerel hukuk metinlerini yürürlükte tutan 1 Haziran 1924
sayılı yasa, bunların uygulanmasını Fransızca olarak yayımlanmış
olmalarına bağlamamıştır". Yani Fransa'da uygulanan kimi yasalar
yalnızca Almanca dilindedir.
Devam edelim: Bölgenin bu hukuksal ayrıcalıkları, "Azınlıkları
reddeden" Fransa'daki Anayasa Konseyinden de onay görmüş ve Konsey bu
azınlık ayrıcalıklarını "Cumhuriyet'in bölünmezliği"
veya "yurttaşların eşitliği" ilkelerine aykırı saymamıştır.
2) Korsika23:
Savcılığı asıl şaşırtacak, üzecek ve Fransa'yı kıyasen verip
vereceğine pişman edebilecek asıl örneğe geldik. Çünkü Korsika adası
Fransa'dan teritoryal olarak ayrı yönetilen bir birimdir.
O kadar ki, Deniz Aşırı Topraklar'da uygulanan farklı hukuktan
esinlenen özel statüsü, Metropoliten Fransa ile bu Deniz Aşırı
Topraklar arasına oturan bir yere sahiptir ve bugün Fransa'daki tek
örnektir.
Burada da vaktinizi fazla almayacağım. Korsika'nın 1982, 1991 ve 2002
yasalarıyla yaşadığı değişiklikleri anlatmayacağım. Yalnızca şu
andaki durumunu vereceğim. Korsika'nın ayrı bir hukuksal varlığı,
ayrı bir Meclisi, ayrı bir yürütme organı vardır.
a) Korsika Teritoryal Kolektivitesi:
Ada, 1991 yılında getirilen "Korsika Teritoryal Kolektivitesi"
(Collectivité Territoriale de Corse) adlı bir özel statüyle
yönetilir. Mesela bizde, yok ya, Marmara Adasının özel bir statüyle
yönetilmesi gibi.
Bu statünün getirdiği yetkiler akla gelebilecek bütün alanları içine
alır: ekonomik kalkınma, mali işler, tarım, ormancılık, turizm,
enerji, konut, her türlü ulaşım ve taşımacılık, eğitim,
yükseköğretim, araştırma, meslekî formasyon, her türlü okul inşası,
mekânın düzenlenmesi, çevre koruması, yerel kalkınma, Korsika dili ve
kültürünün geliştirilmesi, sanat ve kültür, devlete ait olmayan
tarihsel yapıların korunması, vs..
Korsika Teritoryal Kolektivitesinin bu işleri, eskiden "ulusal"
statüdeyken şimdi "teritoryal" statü kazanan yerel dairelerce
yürütülür.
b) Korsika Meclisi:
Adanın sorunları, 1982'den bu yana Korsikalılar tarafından 6
yıllığına seçilen bir "Korsika Meclisi" tarafından tartışılır ve
karara bağlanır. Yılda 3'er ay sürebilen 2 olağan toplantı yapan ve
ayrıca olağanüstü de toplanabilen 51 üyeli bu Meclis kendi iç
tüzüğünü yapar, Korsika bütçesini ve Korsika gelişme planını kabul
eder, bir de aşağıda anlatacağım "Yürütme Konseyi"ni denetler.
Fransa Parlamentosu, Korsika'yı ilgilendiren yasa tasarıları ve
kararnameler çıkarmadan önce, Korsika Meclisine danışmak zorundadır.
Meclis bunlar konusundaki eğilimini 1 ay içinde bildirir; acil
durumlarda bu süre Korsika Valisinin talebi üzerine 15 güne
indirilebilir.
Meclis, Korsika'yı ilgilendiren yasa ve düzenlemelerde değişiklik
yapılmasını Fransız Hükümetine önerme yetkisine sahiptir.
Korsika Meclisinin işlemez hale gelmesi durumunda, Fransız Hükümeti,
Bakanlar Konseyi kararnamesiyle onu dağıtabilir. Bu durumda, 2 ay
içinde yeni bir Meclis seçimine gidilir. Bu süre içinde cari işlere
Yürütme Konseyi başkanı bakar ve onun bu kararları Korsika Valisinin
onayıyla yürürlüğe girer.
Korsika Meclisindeki görüşmeler genellikle Fransızca olarak
yürütülmekle birlikte, isteyen üyeler Korsika dilinde konuşabilir24 .
Meclis 26 Haziran 1992'de Korsika dilini bütün adada resmî dil ilan
eden bir karar almıştır (md.1). Aynı karar, resmî dil olarak "Korsika
halkının dili Korsikacanın" ve "Devletin resmî dili olan
Fransızcanın" Korsika Meclisinin iki resmî dili olacağını
belirtmiştir (md.2). Md.5'e göre her düzeyde öğrenciler haftada
maksimum 3 saat Korsika dili göreceklerdir. Bununla birlikte o
tarihten bu yana gerek Korsika Meclisinden gerekse Fransız
Hükümetinden bu konuda bir ses gelmemiş, bu karar bir sonuç
yaratmadan kalmıştır25.
c) Yürütme Konseyi:
Yürütme Konseyi, Korsika Meclisi içinden seçilen 1 başkan ve 6 üyeden
oluşur. Konsey'in görevi, Korsika Teritoryal Kolektivitesini her
alanda yönetmek ve özellikle de ekonomik, toplumsal, eğitsel ve
kültürel kalkınma konuları ile mekânın düzenlenmesi konularında
faaliyet göstermektir.
Konsey başkanı ve üyeleri Meclis'in toplantılarına ve görüşmelerine
katılabilirler. Meclis, Konsey'i bir güvensizlik oyuyla düşürebilir.
Fakat bu gerçekleşmeden önce, boşluk olmasın diye, Meclis'te siyasal
grupların yeni bir Yürütme Konseyi üzerinde anlaşmaya varmış olmaları
şarttır.
Yürütme Konseyi başkanı, Korsika Teritoryal Kolektivitesini temsil
eder. Adanın ita amiri odur. Her yıl Meclis'e bir rapor sunan başkan,
Kolektivite'deki kamu hizmetleri konusunda Fransa başbakanına her
türlü öneriyi götürme yetkisine sahiptir.
Meclis'e ve Konsey'e Korsika Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Konseyi
danışmanlık yapar.
***
Yani, Muhterem Yargıcım, çok özetle, Korsika adası devlet içinde
devlet gibidir. Hatta, "gibi"si fazladır.
Alsace-Moselle de, en hoşgörülü ulus-devletlerin dahi duymaya
tahammül edemeyeceği "çok-hukukluluk" uygulamasıyla, eski can düşmanı
Almanya'nın dilini mahkemelerde konuşturmasıyla, Alman yasalarını
bile Almanca uygulamasıyla, yine devlet içinde devlettir.
Bu durum, benzetmek gibi olmasın ama; Hatay'da Arapçayı ve Suriye
hukukunu, Kars ve Ardahan'da Rusçayı ve Moskof hukukunu geçerli
kılmakla aynı şeydir. İddianamenin bize örnek gösterdiği böyle bir
ülkedir.
Muhterem yargıcım, bunları bilmeden Fransa'yı örnek göstermeye
kalkan, eğer niyet'i sorgulamaya kalkan bir Savcılıkla muhatap
olursa, amacı bu olmamakla birlikte korkarım ayrımcılık ve bölücülük
propagandasıyla suçlanabilir.
Yedinci Husus
Devam edelim.
Savcılık s.5'te bir iddiada daha bulunuyor. Bu s. 5 çok velût bir
sayfa.
Bu da tamamen ideolojik. Diyor ki:
"Lozan'da kabul edilenin dışında yeni bir azınlık tanımı ve
uygulaması" yapılmaktadır, "bunun yapılması/yaratılması bir kaosa yol
açar" diyor. Dahası, şöyle bağlıyor:
"Devletin üniter yapısını, ülkenin bütünlüğünü ve milletin bölünmez
bütünlüğünü tehlikeye düşürecek bir sonuca yol" açar diyor.
Hukuk aşkına soruyorum: Kaosa yol açar, bütünlüğü bozmaya yol açar,
diyor. Niyet'ten bahsediyor, olasılıktan bahsediyor. Bunlar ne demek?
Bu nasıl ceza hukukudur ki, "Hava bulutlu" diye bir saptamada
bulunduğun zaman "Yağmur yağabilir, göl olabilir, göle kuşlar gelir,
kuş gribi çıkabilir" sonucuna varıyor?
Devam edelim. Savcılık bu önemli iddiaları sadece 3,5 satırlık bir
paragrafta söyleyip geçiyor, üzerinde zerre kadar durmuyor, nerede ki
bizim Rapor'dan örnek vererek kanıtlasın.
Duramıyor, çünkü biz Rapor'u yayınlayalı 17 ay olduğu halde
Türkiye'yi hiç tehlikeye falan sokmadı. Belki 17 yıl sonra sokarsa,
bilemem tabii. Buna karşılık bildiğim şudur ki, bu Rapor'daki
bilgiler Türkiye'yi sakinleştirmek için Başbakan Erdoğan tarafından
her an kullanılıyor. Hakkari konuşmasında Türk, Kürt, vs. bütün bu
etnik alt kimliklerin saygıdeğer olduğunu, bütün bunların üstünde de
TC vatandaşlığı üst kimliğinin bulunduğunu söyledi. Daha ne desin?
Bizim Rapor'dan önce alt ve üst kimlik kavramlarını kim kullanıyordu
bu ülkede?
Şimdi biz bu iddiaların üzerinde duralım, bunların ne kadar yalan-
yanlış şeyler olduğunu gösterelim, Rapor'dan da örnekler vererek
aksini kanıtlayalım. Savcılık da nasıl İddianame yazılmaz, bu
vesileyle görmüş olsun.
1) Bir kere, bizim Rapor'da "yeni azınlık tanımı" önerdiğimiz cümle
hangi cümle veya hangi paragraf? Yok ki öyle bir cümle veya paragraf…
Peki Savcılık olmayan şeyi nasıl görüyor? Çünkü, yukarıda da
belirttiğim gibi; Hem ideolojik gözlükle baktığı için bazı şeyleri
göremiyor, hem de sosyolojik bir olgu olan "azınlığın varlığı" ile
hukuksal bir durum olan "azınlığın statüsü" arasındaki farkı
bilmiyor.
Muhterem Yargıcım, biz Rapor'da, bırakınız Lozan uygulanmasın veya
değiştirilsin demeyi, tam tersini söyledik: Lozan uygulanmıyor,
uygulansın, dedik. Aynen böyle yazdık.
Savcılık, iddianamesini yazarken Rapor'u okudu mu, okumadı mı, okudu
da dosya elinde tam 10 ay süründüğü için unuttu mu, insan kuşkuya
düşüyor.
2) Savcılık, Rapor'da "devletin üniter yapısı ve ülkenin bütünlüğü"nü
tehlikeye düşürdüğümüzü yazıyor.
Tekrar soruyorum: Hangi satırda hangi kelimeyle bunu yapmışız? Eğer
buna cevap verilemeyecekse, aslı olmayan bir iddiayı varmış gibi
ileri sürmüş olacaktır. Bunu bana Savcılık değil de sokaktan biri
yapsa, ona halk dilinde "müfteri" denirdi. Bu İddianame de, başından
söyledim, bir İftira-namedir.
Muhterem Yargıcım. Biz, İddianame'nin bu boş iddialarının tam tersini
yaptık Rapor'da.
a) Değil devletin üniter yapısının değişmesini istemek, Rapor'un
içinde "üniter" terimi bile geçmiyor; çünkü bu bizim derdimiz değil.
Ayrıca, şimdi uzatmak istemiyorum ama, gerçekten neresini
düzelteceğimi şaşırıyorum.
İddianame "üniter"i de yanlış kullanıyor, onu "merkeziyetçilik"le
karıştırıyor; ayrıca, "merkeziyetçilik"i de "bölünmezlik"le
karıştırıyor.
Hiç ilgisi yok bunların birbiriyle. Bakın anlatayım:
ABD üniter değildir; federaldir. Ama bölündüğü falan yok. Irak
federal değil üniterdi, ama bakın ne halde. SSCB çok merkeziyetçiydi,
bölündü gitti esamisi kalmadı.
Federal devlet sisteminde de demokrasi ve diktatörlük olur, üniter
devlet sisteminde de. Örneğin SSCB bir federasyondu ama demokrasi
yoktu. İspanya federasyon değil üniter devlet, ama dünyanın en
hoşgörülü demokrasilerinden biri; geçen ay demokrasiye müdahale
etmeye kalkan, İspanyol Kara Kuvvetleri Komutanlığının 2 numaralı
generali Aguado, önce ev hapsine çarptırıldı, arkasından da görevden
alınıverdi; Mart ayında emekli ediliyor.
b) Dahası, yani anlatmaktan sıkılıyor insan, umarım Muhterem Yargıcım
siz dinlemekten bıkmadınız, bizim Rapor'da federal veya konfederal
terimleri de geçmiyor bir defa bile. Bu durumda, bu nasıl iş? Ama
İddianame böyle.
Biz raporda, bu iddiaların tam tersine, devletin/vatanın
bölünmezliğini savunduk, çünkü "Dünyadaki devletler etnik gruplar ve
diller haritasına göre bölünürse, amip bölünmesi gibi bu işin sonu
gelmez" diyen uluslararası ilişkiler biliminden hareket ettik.
Buyurun, dediğimiz, kelimesi kelimesine: Rapor s.3, altbaşlık
3: "Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm
dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur."
Şimdi, bu cümlenin neresi suç? Neresi ülkeyi/vatanı bölüyor? Bu
İddianame bir İftira-name değil de nedir? Bu nasıl iştir? Biz burada
ne yapıyoruz? Niye getirildik biz buraya kürsümüzün başından?
3) Savcılık "milletin bütünlüğü"nden bahsediyor.
Efendim, siyaset biliminde kural şudur: Devlet/Vatan bütün olur,
millet birlik olur. Nasıl ki, bağımsızlık devlet'in niteliğidir,
özgürlük de millet'in. Bağımsız millet olmaz. Özgür millet olur,
bağımsız devlet olur.
"Bütün" demek, parçasız demektir. Ek'siz demektir. Parçalardan
oluşmayan millet yoktur. İzlanda, Kore, Portekiz, belki bir tane
daha, Japonya bile homogen değildir, dört-beş millet hariç bütün
milletler farklı etnik ve dinsel gruplardan oluşmuştur.
Bu grupların varlığını inkar ederek milleti bütünleştiremezsiniz, tam
tersine parçalar dağıtırsınız. Çünkü bu parçaların her birinin
kendine özgü şahsiyeti, yani alt-kimliği vardır ve insanlar alt-
kimliklerinin inkârına tahammül edemezler. İsyan ederler. İnsanlar,
çay bardakları ters verildiği zaman bile diklenirler; nerede ki
kimlikleri inkar edildiği zaman diklenmeyecekler.
Bu çeşitli alt-kimlikler, ancak bütün yurttaşları hiç istisnasız
kucaklayacak ve hiçbir etnik-dinsel alt-kimliği yansıtmayacak bir üst-
kimlik varsa "birlik" olurlar. Bu nedenle, milleti "tek"liğe indirdin
mi, bu "bir"liği perişan edersin. Teklik, birliğin düşmanıdır.
Bunları bilmeden İddianame yazılmaz. Yazılırsa, işte böyle olur.
4) Bazı şeyleri okurken dehşete kapılıyor insan. Savcılık adeta yeni
anayasa hukuku teorileri de ortaya atıyor. Aynen şöyle diyor, ifadeyi
biraz düzeltmeyi deneyerek okuyorum:
"Ülke fiziki olarak merkezi/üniter yapıda olduğu gibi, üzerinde
yaşayanlarca da [yani, yaşayanlar için de] üniter yapının olduğu
vurgulanmaktadır". Bunu, anayasamız için söylüyor.
İddianame bu sefer de "Anayasa Hukuku" kitabı yazmaya başlıyor. Ama
baştan aşağı yanlış bir anayasa hukuku. Hangi bir yanını düzelteyim:
a) Yine, merkeziyetçilik ile üniterlik'i karıştırıyor: yukarıda
yeterince anlattım.
b) İkincisi, "TC, ülkesi ve milletiyle üniter bir devlettir" diye
yazarak, devlet'e ilişkin bir sıfat olan "üniter" sıfatını bir de
millet'e uyguluyor.
Muhterem Yargıcım, şöyle anlatmayı deneyeyim:
Strasbourg'daki meslektaşlarınız, karşılarına gelen ifade özgürlüğü
davalarında, davalı devlet "ülkenin milli güvenliği"nin
ve/veya "ülkenin toprak bütünlüğü"nün zedelendiği savunmasını yapar
ve yargıçlar da bu kanaate varırlarsa, şahsın davasını reddederler.
Ama davalı devlet "milletin bütünlüğü zedelenmiştir" savunmasını
yaptığı anda, davacı şahıs davayı kazanır ve tazminat alır. Yargıçlar
hemen AİHS md.10'dan ihlal'i bastırırlar.
Çünkü, hakların sınırlandırılması için kullanılan Avrupa ölçütlerinde
ilk iki kavram vardır ama, "milletin bütünlüğü" kavramı yoktur.
Olamaz da, çünkü olursa demokrasi olmaz. 19.yüzyılın ikinci yarısında
demokrasinin tanımı "çoğunluğun iradesi"ydi, 20. yüzyılın ikinci
yarısında bu tanım "alt-kimliklere saygı"ya dönüşmüştür. 21. yüzyıla
girdik.
5) Girdik ama, elimizdeki İddianame, bir de İspanyol anayasasının
meşhur 2. maddesini aktarıyor ve bu kadar büyük ihtiyatsızlık
karşısında insan ne yapacağını bilemiyor. Hemen maddeyi vereyim ve
izah edeyim:
"Anayasa, İspanyol milletinin çözülmez birliği, bütün İspanyolların
bölünmez ve ortak vatanı [kavramları] üzerine inşa edilmiştir; onu
meydana getiren milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve
aralarındaki dayanışmayı tanır ve güvence altına alır"
Tekrar soruyorum: Bizim yazdığımız Rapor'un suç olup olmadığı
tartışılırken, bu da tartışılmaz ya zaten ifade özgürlüğü nedeniyle,
nereden geldik İspanya'ya? İddianame şimdi de "Mukayeseli Devlet
Sistemleri" dersi kitabı yazmaya başlıyor.
Üstelik, bu alıntıyı ben verseydim, fevkalade mantıklı olurdu. Çünkü
bu 3 satırlık maddede Savcılığı yalanlayan ve bendenizi doğrulayan 2
husus var:
a) Dikkat ediniz: Millet için kullanılan sıfat: "birlik". Vatan için
kullanılan sıfat ise: "bölünmez". Aynen benim iki saniye önce dediğim
gibi. Elifi elifine. Niye Savcılık bu kendini yalanlayan ve beni
doğrulayan maddeyi buraya almış, hiç anlamadım.
İnanılacak şey değil ama, bir de şöyle devam ediyor İddianame:
"Görüldüğü gibi, İspanya anayasası da tıpkı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası gibi milletin bölünmezliği ilkesine yer vermiştir".
Şimdi, bendeniz kalkar da, "Savcılık bizlerle sanki alay ediyor"
dersem, abartmış mı olurum? İşte bunun içindir ki bu İddianame
aslında bir İstihza-name'dir, yani alay etmektedir.
b) İkinci hususa gelelim. İddianamenin aktardığı İspanya Anayasasının
2. maddesinde, noktalı virgülden sonrası, milletin özerk
milliyetlerden ve bölgelerden oluştuğunu söylüyor.
Bendeniz ne dedim yukarıda? Aynı şeyin çok daha hafifini söyledim:
Millet, çeşitli etnik ve dinsel alt-kimliklerden oluşur, dedim. Kimi
kendini Türk olarak niteler, kimi Müslüman olarak. Oysa İspanyol
anayasası çok daha ileri gidiyor: milliyetlerden ve hatta özerk
bölgelerden oluşur, ben de bunu garanti ederim, diyor.
Hani, Allah esirgeye, biz Rapor'da kalkıp bir de İspanya anayasasının
bu maddesini olduğu gibi yazsaydık, yani bu ülkede millet özerk
milliyetlerden ve bölgelerden oluşmalıdır demiş olsaydık, halimiz
nice olurdu? Çok basit: Bölücü olurduk.
Bu noktaya da sonunda geri döneceğim.
***
Ama, bu hususa son vermeden, Savcılığın bize nasıl bir İspanya örneği
verdiğini sizi aktarmak zorundayım ki, İddianame'nin niteliği burada
da ortaya çıksın26.
Hemen yukarıda gördüğümüz Any. Md.2: "İspanyol milleti, Özerk
Milliyetler ve Özerk Topluluklardan oluşur" diyordu.
Any. Md.3/2: "Özerk Topluluklar, İspanyolcayla birlikte kendi
dillerini de kullanabilirler". İspanyolca dediğimiz de, aynı maddeye
göre, Kastilya bölgesinin dili.
Any. Md.4/2: "Özerk Topluluklar İspanyol bayrağıyla birlikte kendi
bayraklarını da resmî binalara çekebilirler".
Any. Md.69/5: "İspanya Parlamentosu iki meclisten oluşur. Özerk
Topluluklar Senato'da nüfuslarıyla orantılı olarak temsil edilirler".
Any. Md.87/2: "Özerk Toplulukların kendi meclisleri vardır ve bu
meclisler, kendi topluluklarını yönetmenin yanı sıra, İspanya
Parlamentosuna yasa tasarısı sunabilirler".
Any. Md.133/2: "Özerk Topluluk meclislerinin vergi koyup toplama
yetkisi vardır".
Bu Özerk Bölgelerin kendi özel statüleri vardır. Örneğin, Bask
Ülkesinin 1979 tarihli Özerklik Statüsüne bakalım:27
Madde 17: Özerk Bölgede asayişi sağlamak için bir Özerk Polis Gücü
vardır. Bunun komutası, Bask Ülkesi Hükümetine aittir. Devlet emniyet
güçleri ve silahlı kuvvetleri Özerk Bölgeyi aşan konularda görev
yapar (ülkeye giriş-çıkış, yabancılar, gümrükler, havaalanları,
kaçakçılık, vs.)
Madde 38/1: "Bask Parlamentosunun yaptığı yasalar Anayasaya uygunluk
açısından ancak Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebilir".
Madde 40: "Bask Ülkesinin kendi Özerk Hazinesi ve Bütçesi vardır.
İspanya'nın bölgeleri arasındaki dengeyi bozmamak için bu bütçenin
bir kısmı, genel harcamaların karşılanması için merkezî hükümete
aktarılır".
***
Şimdi gelelim İspanya'da anadil uygulamasına ve eğitimine. Yalnızca
Bask Ülkesinden ve Katalonya'dan örnek vereceğim:
Bask Ülkesi: 28
Bask Ülkesinde 1982 yasasından beri 4 model uygulanmaktadır.
A Modeli) Müfredat İspanyolcadır. Bazı dersler Baskçadır.
B Modeli) İspanyolca ve Baskça yarı yarıya kullanılmaktadır.
D Modeli: Müfredat Baskçadır.
X Modeli: Müfredat İspanyolcadır. Baskça ders yoktur.
Öğrencinin istediğini seçebildiği bu modellerden en çok uygulanan
ikisi, İspanyolca (Kastilyaca) ile Baskçanın (euskadi) yarı yarıya
kullanıldığı model ile yalnızca Baskçanın kullanıldığı modeldir.
Yalnızca İspanyolcanın kullanıldığı model zamanla ortadan kalkacak
gibi gözükmektedir, çünkü bazı alanlarda iş bulabilmek için Baskça
bilmek gerekmektedir. Bununla birlikte, yalnızca Baskça konuşanların
sayısı da yok denecek kadar azdır.
Katalonya: 29
Katalonya Özerk Topluluğunda Katalanca 1978'den beri ilkokullarda
öğretilmektedir. 1982'den sonra üniversite sınavı Katalanca testleri
de içermeye başlamış, 1983 Dil Yasasından beri en az 1 dersin
Katalanca okutulması kararlaştırılmıştır.
Katalonya Katalanca, İspanyolcayla birlikte resmî dildir
(Katalonya'nın 1979 tarihli Özerklik Statüsü, md.3).
Katalan dili "Katalonya'nın kendi dili" olarak Generalitat'ın30,
Katalan Teritoryal Yönetiminin, Yerel Yönetimin ve Generalitat'ın
bütün resmî dairelerinin dilidir. Katalanca ve İspanyolca, Yönetim
tarafından resmî diller olarak kullanılacaktır (1983 Dil Yasası,
md.5).
Generalitat'ın Katalonya içinde diğer resmî dairelere yollayacağı
evrak Katalanca olacaktır. Katalonya dışına yollanacak evrak
İspanyolca veya durum gerektiriyorsa o yönetimin resmî dilinde
olacaktır (1987 tarih ve 254 sayılı kararname, md.5).
Yerel yönetim dairelerinin toplantılarıyla ilgili ilanlar, tutanaklar
ve diğer evrak Katalanca olacak, çeviri yapılmayacaktır (1987 tarih
ve 8 sayılı yasa, md.2)
Yargıçlar, savcılar, diğer mahkeme çalışanları, davaların tarafları
ve vekilleri Özerk Topluluğun resmî dilini yazılı ve sözlü olarak
kullanabilirler. Bir Özerk Topluluğun kendi resmî dilindeki mahkeme
evrakı ve belgeleri İspanyolcaya çevrilmeye gerek olmaksızın
geçerlidir (1985 tarih ve 6 sayılı Organik Yasa, md. 2, 3, ve 4).
Katalonya'daki resmî yer isimleri, Vall d'Aran dışında, yalnızca
Katalanca olacaktır (1983 Dil Yasası, md.12).
Katalanca, her düzeyde eğitim dilidir. Çocuklar ilköğretimde
Katalanca veya İspanyolcayı seçebilirler ve her ikisini de öğrenmek
zorundadırlar (1983 Dil Yasası, md.14).
***
Savcılığın Türkiye'ye "milletin bölünmezliği" örneği olarak verdiği
İspanya'yı özet olarak takdimi bitirmiş bulunuyorum. Yeteceğini
sanıyorum.
Sekizinci Husus:
Savcılık s.7'de bizi Rapor'da "Türk" terimi yerine üst-kimlik
olarak "Türkiyeli"yi önermekle suçluyor.
Ondan sonra şöyle diyor: "Türk kelimesi ırki bir anlamda değil,
vatandaşlık bağı anlamında kullanılmaktadır".
Burada söylenecek şeyler o kadar çok ki, hangisinden başlayayım
bilmiyorum. En iyisi sırayla gidelim.
1) Bizim Rapor'da Türk yerine Türkiyeli terimini üst-kimlik için
önermemiz Savcılığı niye ilgilendiriyor, önce bunu hiç anlayamadım.
Türkiye'de bu suç değil ki! Suçsa; hangi yasanın, hangi maddesinin,
hangi fıkrasının, hangi bendine tekabül ediyor bu suç, öğrenmek
istiyorum.
Bunlardan hiç bahis yok. Sadece, bizim söylediklerimizin yanlış
olduğunu iddia ediliyor. Karşı-Rapor yazıyor yine.
Eğer bu memlekette ifade özgürlüğü varsa, hakaret ve şiddet
içermedikçe ben istediğim kavram için istediğim terimi öneririm.
Bendeniz, üst-kimlik olarak "Türkiyeli" kavramını kullanmıyor diye
Savcılığa karışıyor muyum? Onu 5 yıl hapis talebiyle mahkemeye
verdirmek için suç duyurusunda bulunuyor muyum?
Bulunmuyorum. Çünkü bendeniz kimsenin, kaçıncı defa tekrar ediyorum,
suça ve şiddete teşvik ile hakarette bulunmadıkça hiç kimsenin ifade
özgürlüğüne karışılamayacağına inanıyorum ve kendiminkine de
karıştırtmam!
Karıştırtmam, çünkü bunun Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre aynen
böyle olduğunu biliyorum. Savcılık da, eminim, bu davanın sonunda
öğrenecektir.
2) Türk kelimesinin "ırkî anlamda olmadığı"nı iddia ediyor.
Bu türden analizlerin bir iddianamede ne işi var? İddianame demek,
tez yazmak mı demektir? Anayasa Hukuku tezi?
Üstelik, yine baştan başa yanlış şeyler söylüyor. Doğrusu, bu kadar
yanlış şeyin bir arada olduğu da epey nadirdir. Rapor'da da yazdık,
kendisine de uzun uzun anlattım, boşuna anlatmışım:
Bırakınız bu memlekette Türk teriminin Türk olmayanlar veya kendini
Türk saymayanlar için yabancılaştırıcı olduğunu. Açık açık ve bir
daha söylüyorum: "Türk", bu memlekette hem üst-kimlik adı olarak
kullanılmaktadır, hem de bir etnik grubun adı olarak.
En basitinden: Türkiye'de bugüne kadar yayınlanmış en geniş sözlük
olan, 24 büyük ciltlik Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi'yi
açınız. Cilt 19, s.471. "Türk" madde başlığı. İlk satırında ezcümle
şöyle yazıyor: "Türk ırkından olan kimse". Bu kadar basit.
Ama bendeniz bu kadar basitiyle bırakmaya niyetli değilim.
Madem "Türk" bir etnik grubun adı değildir ve İddianame'nin s.7'deki
iddiasına göre, tırnak içinde alıyorum, "vatandaşlık bağı anlamında
kullanılmaktadır", Savcılık şu hukuk sorularını yanıtlamalıdır. Yasal
düzenlemelerimizden yalnızca 2 adet soru, adalet uygulamalarımızdan
da 2 adet, fazla uzatmayalım:
- "Memleket içindeki yerli yabancılar (Türk tebalı)" ne
demektir? Bu cümle, 28 Aralık 1988'de çıkartılan "Sabotajlara Karşı
Koruma Yönetmeliği" tarafından, hangi kategorilerin sabotaj
yapabilecekleri sıralanırken kullanılmıştır.
Bundan kasıt, gayrimüslim vatandaşlar değilse nedir? Hani, Türk,
vatandaşlığın adıydı?
- "Türk asıllı ve TC uyruklu" ne demektir? Bu terim, 625 s.
yasanın 24/2 maddesinde, yabancı özel okullara MEB tarafından
atanacak müdür başyardımcısının nitelikleri sayılırken kullanılmıştır.
TC uyruklu dedikten sonra, bir de Türk asıllı diye belirtmek ne
oluyor? Hani, Türk, vatandaşlık demekti?
- "Yabancı uyruklu TC vatandaşı" ne demektir? Bu terim, İstanbul
2 Numaralı İdare Mahkemesinin 17 Nisan 1996 tarihli kararında
geçiyor. Peki, bu terimi mahkeme kimden bahsederken kullanmış? Yine
bir Rum Ortodoks vatandaşımız için.
- "…yabancıların Türkiye'de mal edinmeleri yasaklanmıştır …" Bu
cümle, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8 Mayıs 1974 tarihli kararında
geçiyor. Peki, bu terimi Yargıtay kimden bahsederken kullanmış? TC
vatandaşı Rumlar tarafından kurulmuş Balıklı Rum Hastanesi Vakfı
yöneticileri için.
Yani burada, yabancı dediği, Rum yurttaşlarımız. Hani, Türk,
vatandaşlık demekti?
Peki, hani Türk, vatandaşlık demekti?
Acaba bu salonda veya bütün Türkiye'de, herhangi bir kişi, bu
terimden daha acayip bir hukuk terimi duymuş mudur? Bir insan ya
yabancı statüsündedir, ya vatandaş statüsünde!
Geçiyorum, çünkü İddianame'de daha sorgulanacak çok durumlar var.
3) Yine üst-kimlikle ilgili olarak, Savcılık kimi ülkelerden örnekler
getiriyor. Çok ilginç şeyler söylüyor.
Diyor ki: "İspanya devleti vatandaşına İspanyalı değil, İspanyol
denir".
Acaba İspanya'da bizim bilmediğimiz "İspanyol" diye bir etnik grup mu
keşfedildi? Hayır ise, İspanyol ile İspanyalı'nın farkı nedir acaba?
Savcılık diyor ki: "Fransa devleti vatandaşına Fransalı değil,
Fransız denir".
Pardon ama, aradaki fark nedir? Acaba Fransa'da son
zamanlarda "Frank" diye bir etnik grup mu bulundu benim bilmediğim?
Üstelik, Osmanlı'da Fransa vatandaşlarına Fransız değil, "Fransevî"
denirdi ki, Fransız'la aynı kelimedir. Yoksa öyle değil midir?
Diyor ki: "İngiltere devleti vatandaşına İngiltereli değil, İngiliz
denir".
Muhterem Yargıcım, işte burası İddianame'nin cidden doruk
noktalarından biri. Öyle bir doruk noktası ki insanın gözü kararıyor.
Çünkü efendim, "İngiliz" diye Savcılık der ama, İngilizler demez.
1707'de İskoçya'nın İngiltere'yle aynı parlamento altında
birleşmesinden bu yana, bu insanlar kendisine "I am British" der. Tam
300 yıl olmuş…
Ben bu İddianameye boşuna "İcat-name" demedim. Bendenizin herkese
tavsiyesi, birisi yurt dışına giderse ve İngiltere'ye uğrarsa, suret-
i kat'iyede bir İngiltere vatandaşına sokakta gidip: "Are you
English?" diye sormasın. Çünkü, yabancı olduğunu ve ülkeyi hiç mi hiç
bilmediğini anlamazlarsa, kendisini çok fena üzebilirler. Çünkü
İngiliz etnik grubundan değilse, çok sert bir tonda "No! I'm
Scottish, no I'm Welch, no I'm Irish!" cevabı alır. Çünkü bu ülkenin
İrlandalı, Galli, İskoç gibi çeşitli unsurları için "İngiliz"
sayılmak tam anlamıyla bir hakarettir ve büyük hadiselerin
patlamasına yol açabilir.
Bu ülkedeki bütün bu alt-kimlikler, "British" üst-kimliği altında
bütünleşirler.
İngiliz, bizde bazılarının bu ülkenin üst-kimliği sandığı galat bir
terimdir ve bu devlette yaşayanlardan sadece İngiliz kökenlilerin alt-
kimliğini ifadede kullanılır.
Üstelik, bu alt-kimliği kullanmak İngiliz kökenlilerin pek de işine
gelmez, çünkü diğer alt-kimlik sahiplerini tahrik etmekten korkar. Bu
ülkede birisine "Are you English?" diye sormak, Türkiye'de sokakta
rastladığı bir adama "Sen Kürt müsün, sen Çerkes misin?" diye
sormakla eşdeğerde, hatta çok daha vahimdir.
Bu arada, İddianame'de "İngiltere" olarak belirtilen devletin
adı: "Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı"dır.
Yalnızca "Büyük Britanya" veya yalnızca "Birleşik Krallık" dese yine
kabul edilirdi, ama İngiltere olmuyor. Siz bakmayın, futbol
maçlarında "England! England!" diye bağırıyorlar. Onlar dazlaklar.
Nitekim, Türkiye'de yayınlanmış en komple ansiklopedi olan
AnaBritannica, cilt 11, s.571'deki "İngiltere" maddesinin ilk
cümlesinde şöyle demekte:
"Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığının önde gelen
ülkesi. Ansiklopedi maddesi devam ediyor:
"İngiltere'nin anayasal varlığından söz edilemez… İskoçya ve Galler
kendi bakanlıklarına sahip, Kuzey İrlanda da iç işlerinde özerkken,
İngiltere'nin kendine özgü hak ve kurumları bulunmaz. Dış ticaret,
vergi ve savunmayla ilgili resmî istatistikleri Birleşik Krallık'a
ait istatistikler içinde yer alır. İngiltere'ye özgü tek kurum,
İngiltere Kilisesi'dir".
Peki efendim, bu ansiklopedik bilgilere bile sahip olmadan nasıl
oluyor da hükümler verilebiliyor, örnekler getiriliyor, kurallar
konuyor ve sonra bunlar, bilimsel Rapor yazdı diye bizim 5 yıl hapse
mahkum ettirilmemiz için ileri sürülebiliyor?
***
Devam etmeyeyim, çünkü daha çok şeyler var bahsedecek. Sadece şunu
söyleyip geçeyim, hem de Savcılığın bu kadar yanlış arasında bir de
doğru söylediği şeye değinmiş oluruz:
Verdiği son örnek doğrudur. Hakikaten, Almanya devleti vatandaşına
Almanyalı değil, Alman denir. İkisi, aynen Türk ve Türkiyeli gibi,
çok farklıdır.
Yalnız, bilimde şöyle bir ayrım var: Millet inşası yöntemleri ikiye
ayrılır:
1) Fransız yöntemi,
2) Alman yöntemi.
Devletler Hususi Hukukunun vatandaşlık hukuku altdalına da yansıyan
bu ayrımda, birincisine "Toprak esası" veya "Teritoryal yöntem"
veya "Renan yöntemi" de denir. Zaten, bizim Rapor'da
önerdiğimiz "Türkiyeli" terimi de tamamen bu yönteme göre
önerilmiştir.
İkinci yönteme "Alman yöntemi" denir. Bunun diğer adı ise, "Kan
Yöntemi"dir.
Bilmiyorum bu kadar anlatmak yeterli midir.
Yine de bu noktayı şöyle bitirelim: Almanya'daki durum artık eskisi
gibi değildir. Yalnızca Türkiyelilerin 2,5 milyona ulaşmasının
gösterdiği gibi bu ülkede azınlıklar ve yabancılar çoğalınca, Almanya
devleti artık Kan Yöntemini sulandırmak zorunda kalmıştır. Örneğin
artık yalnızca Alman ana-babadan doğanlar değil, Almanya toprağında
doğanlar da Almanya vatandaşlığını alabilmektedir.
Burada, önemli olan şu soru:
Almanya vatandaşlığını alan veya orada doğduğu için Almanya vatandaşı
olan bir Türk'e ne isim veriyoruz? "Alman Türkü" mü diyoruz?
Nitekim, Bulgar Türkü olmuyor, Bulgaristan Türkü oluyor. Yunan Türkü
olmuyor, Yunanistan Türkü oluyor. Oralardan muhacir gelen insanlara
kalkıp bir "Bulgar Türkü" deyince bakalım ne cevap alıyorsunuz.
Nitekim, kendilerine bir köşe yazısının başlığında "Bulgar Türkü"
dediği için bu insanlar Milliyet Ankara temsilcisi Fikret Bila'yı
şiddetle protesto ettiler 31.
İşte, Muhterem Yargıcım, bunun içindir ki Türk Ermenisi olmuyor,
Türkiye Ermenisi oluyor. Türk Rumu olmuyor, Türkiye Rumu oluyor. Türk
Kürdü olmuyor, Türkiye Kürdü oluyor.
Ama, "Türkiyeli", çok iyi oluyor. Aynen İranlı, Vietnamlı, Suriyeli,
Laoslu, Portekizli, Amerikalı, Taylandlı, Avusturyalı, Kanadalı,
Çinli, gibi.
Evet, Çinli. Çin'de Çin diye bir etnik grup yoktur. Bizim Çinli
sandığımız ve Çin ülkesinin yüzde 95 oranındaki egemen etnik grubunun
adı "Han"dır. Çinli, bu ülkenin teritoryal yöntemle konmuş üst-
kimliğidir. Aynen, Türkiyeli gibi.
Her şeyi bir tarafa bırakalım, bilmem Savcılık hiç düşünmüş müdür:
Yunanistan başbakanı ya kalkar da, "Madem Türk bir etnik ifade
değildir, o zaman bizim memleketimizde de herkes Yunanlıdır, çünkü bu
da bir etnik ifade değildir" deyiverirse? Ya mazallah Yunanistan,
Anayasasına bir 66. madde koyar da, "Yunan devletine vatandaşlık
bağıyla bağlı olan herkes Yunanlıdır" derse ne olacak? 120.000 tane
Batı Trakyalı Müslüman-Türk ne olacak? Yunanlı mı olacak?
Daha ilginci:
Biz durmadan "Kürt sorunu yoktur, Güneydoğu sorunu vardır"
dediğimizde, veya kendilerine alt kimlik olarak Kürt diyen bu
insanlara "Hayır, senin adın Kürt değil, Güneydoğulu!" dediğimizde
memleketi parçalanmaktan kurtarıyoruz da, ölçeği büyütüp "Türkiyeli"
dediğimiz zaman mı ülkeyi parçalıyoruz? Ülkeyi asıl o zaman
kurtardığımız çok açık değil mi? Bu nasıl çifte standartçılıktır?
Mantığı ne yapıyoruz?
Rapor'da bütün demek istediğimiz bundan ibaretti işte, Muhterem
Yargıcım.
***
"Niyet" meselesine tekrar döneceğim demiştim. Dönüyorum, çünkü
Savcılık her sayfada bir niyet icat ediyor. Bir hukuk adamı, daha
önce de defaatle söyledim, kalkıp da "niyet"i sorgulayamaz. Yoktur
böyle bir yetkisi. İddianame s.8'de ezcümle şöyle diyor:
"Raporda Türk yerine toprak esas alınarak Türkiyeli denilmesi
önerilirken, aslında ülkenin adının yani Türkiye isminin de etnik bir
çağrışım yaptığı da her nasılsa fark edilmemiştir, edilmemiş midir,
yoksa henüz böyle bir uyarı için erken midir?"
Bir hukuk adamı bunu nasıl yapar? Bunu böyle yazmak 2 açıdan büyük
cesaret örneği:
1) "Yoksa henüz böyle bir uyarı için erken midir?" derken Savcılığın
anlatmak istediği açıkça şudur:
"Bu Raporcular aslında bu ülkenin adını Kürdistan koymak istiyorlar
da, şu anda cesaret edemedikleri şimdilik Türkiyeli'yle idare
ediyorlar. Zamanı gelince onu da söyleyecekler".
Artık, lafı uzatmamak için, burada Zanardelli Raporu'nu tekrar
hatırlatmayı gereksiz görüyorum.
Bunlar, vazifeyi suistimaldir. Yapamaz. Buraya, bu konuşmanın sonunda
elbet döneceğiz.
2) İkinci sebep belki daha ilginç: "Türkiyeli terimi etnik çağrışım
yapıyor" diyor.
Yine çağrışımlar dünyası. İmgeler dünyası. Tahminler, olasılıklar,
tehlikeler, tehlikeler, tehlikeler dünyası. Ama ceza hukuku, bir tek
o yok.
Çok güzel de, hani "Türk" etnik anlam taşımıyordu? Türk etnik anlam
taşımıyorsa, Türkiyeli hiç taşımaz! Bir insan, hele hele bir hukuk
adamı, yazdığı bir metnin 7. sayfası ile 8. sayfası arasında bu kadar
mı çelişkili olabilirmiş?
***
Sonuç olarak, efendim, biz bu memleketin hayrı için Türkiyeli
kavramını ortaya attık. Çok da iyi ettik. Bütün Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarını, hiçbir ayrım yapmaksızın kucaklayan tek kavramdır.
Burada hepimiz Türkiyeliyiz.
Beğenen kullanır, beğenmeyen kullanmaz. Ama, kullanana karışamaz.
"Ben Türk'üm" diyene kimse bir şey söyleyebilir mi? Ben Türk'üm
demişse, bitmiştir.
Ya dememişse? Ya diyemiyorsa? Ya Türk değilse veya kendini Türk
saymıyorsa? Ne yapacağız? Öldürecek miyiz, yoksa zorla Türk'üm mü
dedirteceğiz? Savcılığa soruyorum, hangisini yapacağız? Birinciyi mi,
ikinciyi mi, hangisini?
Türk veya Türkiyeli. Bu memleket tartışır, zaman içinde kararını
verir. Savcılık hangi hakla bizim ifade özgürlüğümüzü kısıtlamaya
kalkıyor? Bu yetkiyi hangi yasanın hangi maddesinden alıyor?
Bizim bilimsel ve resmî raporumuzu TV kameraları önünde yırtan
zorbalar hakkında dava açmayınca veya açamayınca, ikame olsun diye,
bizim hakkımızda mı açıyor?
***
Savcılık bu konuda Atatürk'ten söz ediyor. Çok güzel. Ben de buraya
gelmek istiyordum. Şimdi, kendisine soruyorum:
Türkiyeli terimini bu ülkede ilk defa bizim mi ortaya attığımızı
sanıyor?
Bilgisi olması için söylüyorum: Bu kişi bizzat Atatürk'tür. Kendisi
bunun farkında mıdır?
Şu maddeleri dinleyiniz:
"Madde 12: Türkiye'de ahval-i fevkalade müstesna olmak üzere,
Türkiyeliler için seyr ü sefer serbesttir".
"Madde 13: Emr-i tedris serbesttir. Kanun dairesinde her Türkiyeli
umumi ve hususi tedrise mezundur",
"Madde 14: Mektepler ve bilumum irfan müesseseleri devletin taht-ı
nezaret ve murakabesindedir. Türkiyelilerin talim ve terbiyesi bir
siyak-ı ittihat ve intizam üzere olmak mecburidir".
"Madde 15: Türkiyeliler nizam ve kanun dairesinde ticaret ve sınaat
ve felahat için her nevi şirketler teşekkülüne mezundurlar".
Nedir bunlar? Nereden bunlar?
Tarihi, 1923 yılının Temmuz ayı. 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye
Kanununun kimi maddelerini değiştiren, ilk defa cumhuriyet diye bir
yönetim biçiminden bahseden, ilk anayasa taslağı. Mustafa Kemal Paşa
el yazısıyla bizzat yazmış. 32
Burada Mustafa Kemal Paşa bakın neler diyor: (Can Dündar'ın bir
belgesel film araştırması sırasında Çankaya Köşkü kütüphanesinde
bulunan bu taslak, bana "suç ortağım" Anayasa Hukuku Profesörü
İbrahim Kaboğlu tarafından iletilmiştir).
Demek ki, bir "bölücülük" varsa, ilk başlatan Mustafa Kemal idi.
Hiçbir yorum yapmıyorum, sadece Savcılığın ıttılaına arz ediyorum.
Dokuzuncu Husus
Gelelim, bizim Rapor'da Anayasa Mahkemesiyle ilgili yere.
Bence Savcılık TCK 301/2'den dava açarken yalnızca Anayasa
Mahkemesini "demokrasinin gerçekleşmesinde bir engel olarak
göster"diğimizi söyleyerek bize haksızlık etmiştir.
Çünkü biz Yargıtay'ı ve idare mahkemeleri ile Danıştay'ı da aynı
kategoride ve aynı sertlikle eleştirdik. Bazı kararlarıyla ayrımcılık
yaptıklarını, böylece demokrasiye zarar verdiklerini söyledik.
Savcılık buraları nasıl atlamış? Bu vazifeyi ihmal değil midir?
Efendim, ben akademisyenim. Hakaret etmeden, suça ve şiddete teşvik
etmeden, istediğimi söylerim. İstediğim eleştiriyi yaparım. Ben bunun
için maaş alıyorum devletten.
Ben suç işlemedim. Ama Savcılık burada tam 3 tane suç işlemiş
bulunuyor:
1) Vazifeyi suistimal. Çünkü, Anayasa Mahkemesi kararlarını
eleştirmek suç değildir. Savcılık, sırf ideolojisine uymuyor diye,
beni susturmaya girişmektedir. İşte bu suçtur. Üstelik, bu resmen
diktatörlük zihniyetidir.
2) Vazifeyi ihmal. Madem bu ifadeler Anayasa Mahkemesini aşağılıyor,
bunlar Yüce Mahkemenin "Anayasa Yargısı" adlı yıllığının 61-93
sayfaları arasında aynen yayımlandı. Savcılık bu suçlu bu makale
hakkında dava açmalıydı. Bu, vazifeyi ihmal suçudur.
Ben bu makaleyi bildirdim ifadem sırasında. Tam 2 saat. Ama, hiçbir
anlattığım girmemiş ki bu girsin. Basılmış metni dosyada da var.
3) Anayasa Mahkemesini aşağılama suçu. Yani, 301/2 ! Çünkü,
burada "devletin yargı organlarını aşağılama" telakki edilen
sözlerim, 25 Nisan 2003 günü Anayasa Mahkemesinin büyük salonunda ve
Anayasa Mahkemesi başkan ve üyelerinin huzurunda, 41. Kuruluş Yılı
Sempozyumunda verdiğim bildiriden alınmadır. Kelimesi kelimesine.
Şimdi, Savcılık diyor ki: "Ey Anayasa Mahkemesi, bu şahıs seni TCK
md.301/2'ye girecek şekilde aşağılamış, sen farkında bile değilsin!
Bu ne gaflet? Ben derhal senin namusunu kurtarıyorum ve davayı
açıyorum" diyor.
Anayasa Mahkemesi anlamıyor da Savcılık mı anlıyor bir tek? Anayasa
Mahkemesi mahcur mudur da suç duyurusunda bulunmamış üç yıldır?
Savcılık onu hacir altına alıyor hakkımızda dava açarak?
Onuncu Husus
Muhterem Yargıcım, son olarak bu Sözde İddianameye niçin İtiraf-name
dediğimi söyleyeyim.
1) Savcılık, İddianamesini tam bitirirken, bütün metnin özünü ve
ruhunu veren şu sözleri söylemektedir (s.10):
"İşte bu belge; azınlıklar yönünden ileri sürülen taleplerin
yurdumuzu işgal altına sokan Sevr antlaşmasının azınlıklar hükümleri
ile büyük benzerlikler göstermektedir. Böyle bir benzerlik
karşısında `Sevr Paranoyasına' kapılmanın yadırganacak bir yönü
olmaması gerekir".
İddianamenin resmen doruk noktasını oluşturan son cümle, "Böyle bir
benzerlik karşısında Sevr Paranoyasına kapılmanın yadırganacak bir
yönü olmaması gerekir", inanılmayacak bir cümledir. Değil Savcılık,
Türkiye'de herhangi bir kimseyi fevkalade küçük düşürecek bir
cümledir. Savcılık, zaten bütün iddianamesini kaplayan atmosferi
yansıtırcasına, Sevr Paranoyasını kendisine yakın bulmaktadır.
Bu, tabii ki kendi bileceği bir iştir. Ben şahsen, asla böyle bir
şeyi söylemiş, hatta düşünmüş olmak istemezdim. Savcılık söylüyor.
2) Diğer yandan, Savcılık, bizim Rapor'umuzu Sevr Antlaşmasındaki
azınlıklar hükümlerine büyük benzerlikler göstermekle itham ediyor.
Tekrar söylüyorum: Bir an böyle olduğunu kabul etmiş olsak bile,
bundan İddianameye nedir? Sevr Antlaşması 1920'de yapılmış ve 1923'te
tarihe gömülmüş. Tarihsel bir metinle tutun ki benzerlik gösteren
cümleler kurduk, bundan Savcılığa ne? Bu da mı suç?
Ama bu, öyle bir şey ki, burada kat'iyen bırakmam bu kadarıyla.
Burada yine icatçılık var. Kendisine soruyorum: Rapor'un hangi satırı
Sevr Antlaşmasının hangi azınlık hükmüne benziyor? Bir tek madde
söylemesini bekliyorum. Tek bir madde.
Veremez. Zaten verebilecek olsa, İddianamede verirdi.
Bu durumda yalnızca iki olasılık var:
1) Savcılık Sevr Antlaşmasının azınlık maddelerini okuyup
incelemiştir, ama bizim Raporumuzla en ufak bir benzerlik
bulamamıştır. Onun için madde verememektedir.
2) Savcılık, Sevr Paranoyası ortamından o denli etkilenmiştir ki,
Sevr Antlaşmasını okuma cesaretini gösterememiştir. Ama yine de,
kendisine bu kadar itici gelen bir Rapor'un, kendisine bu kadar korku
veren bir antlaşmayla benzeşmesinin doğal olduğunu
düşündüğünden, "Benziyor" deyip geçmeyi uygun bulmuştur.
Hangi olasılığın daha güçlü olduğunu Muhterem Mahkemeye bırakıyorum.
Fakat, Muhterem Mahkemenin dikkatini, Savcılığın böyle boş iddiaları
bütün İddianame boyunca durmadan ileri sürüp durmuş olduğu gerçeğine
çekiyorum.
Rapor Sevr'e benziyor demektedir, fakat hangi satırının hangi maddeye
benzediği sorulduğunda İddianame dilini yutmaktadır.
Rapor yeni azınlık tanımı öneriyor demektedir, fakat bunu hangi
satırında yaptığı sorulduğunda İddianame dilini yutmaktadır.
Rapor devletin üniter yapısı ve ülkenin bütünlüğünü tehlikeye atıyor
demektedir, fakat bunu hangi cümlesiyle yaptığı sorulduğunda
İddianame dilini yutmaktadır.
Rapor Türk yerine Türkiyeli'yi üst-kimlik olarak önermekle suç
işliyor demektedir, fakat hangi yasanın hangi maddesinde bunun suç
olduğu sorulduğunda, İddianame dilini yutmaktadır.
Rapor Anayasa Mahkemesini aşağılıyor demektedir, fakat bunu hangi
satırındaki hangi sözcükle yaptığı sorulduğunda İddianame dilini
yutmaktadır.
Rapor halkı kin ve düşmanlığa tahrik ediyor demektedir, fakat bunu
hangi cümlesiyle yaptığı sorulduğunda İddianame yine dilini
yutmaktadır.
Hepimiz yorulduk. Başka örnek vermeyeyim.
Onun için bu bir İddianame değil, bir Sözde-İddianamedir. Böyle bir
İddianame, ülkemizde, askerî darbe dönemlerinde aşılabilmiştir.
***
İşte bu nedenlerledir ki, Muhterem yargıcım, bu Sözde İddianame bana,
büyük romancı Yaşar Kemal'in "Akçasaz'ın Ağaları" dizisinden yazdığı
Demirciler Çarşısı Cinayeti'nde Derviş Bey'e söylettiklerini
hatırlattı.
Derviş Bey, kendisi gibi bir Çukurova derebeyi olan Akyollu Mustafa
Bey'in kardeşini öldürtmüştür. Kardeşi kalmadığı için, karşılığında
Mustafa Bey kendisini öldürtecektir.
Fakat, konağından çıkmayan Derviş Bey'i öldürtemeyen Mustafa Bey,
kalkar, onun yanaşmalarından birinin harmanını yaktırır.
Bunun üzerine Derviş Bey şöyle der:
"Aç kalacak değilsiniz Herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum.
Ben böyle bir rakibi hakketmedim. Buna yanıyorum".
***
Ben de, öğrencilerime ve eşime ayıracak olduğum bunca zamana
yanmıyorum.
Hakkımda böyle bir İddianame yazıldığına yanıyorum. Daha düzgününü
hak edecek kalitede biri olduğumu sanıyorum.
Bilim adamlığına soyunup bilimsel bir tezi çürütmeye kalkışan, ama
her satırında kendini daha da kötü duruma sokan bir Savcılıktan daha
iyisini hak ettiğimi sanıyorum.
Hem eylem hem de hukuk icat eden, sonra da bu icatlara göre
yargılanmamı isteyen bir İddianameden daha iyisini hak ederdim
sanıyorum.
Eğer suç kuramı bu memlekette temel dayanaklarını bu denli yitirmişse
ve suçun öğeleri bu denli örselenmişse, kimsenin yapacağı bir şey ve
de sığınacağı bir yer kalmamıştır diye korkuyorum.
***
Ama kalmadığını da kabul edemiyorum.
Vardır, ve bu Karşı-İddianame onun bir kanıtı olacaktır.
Onun için, bu Karşı-İddianamenin sonunda, bir daha böyle bir şeye
tevessül edilmesin diye, Savcılığın hakkettiği cezalara
çarptırılmasını talep ediyorum. Kendisinin bu İddianameyle işlediği
çeşitli suçların bir sıralamasını yapmak ve kendisi hakkında
aşağıdaki suç duyurularında bulunmak istiyorum:
Bu iddianameyle, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 2. maddesinde yer alan
insan haklarına saygılı, demokratik hukuk devleti ilkesiyle
belirlenen hukuk düzeni hiçe sayılarak, çok sayıda yasa maddesi ihlal
edilmiştir.
1)
İddianamenin yaptığı tamamen yasadışı ithamlar, bilimsel çalışma
yapanların bundan sonra Devlet'in bir danışma kuruluna girip
çalışmaktan kaçınmalarına yol açacak nitelik ve vahamettedir.
Akademik çalışma ve özerklik engellenmiş, devletin çıkarları da
zedelenmiştir. Türkiye'nin imzalayıp onayladığı BM Ekonomik, Sosyal,
Kültürel Haklar Sözleşmesi md.15/3 ihlal edilmiştir (Md.15/4: "Taraf
devletler, bilimsel araştırma için şart olan özgürlüğe saygı
göstereceklerdir"). TC Anayasasının 90. maddesine göre, usulüne uygun
yapılan temel haklar uluslararası sözleşmeleri yasaya üstündür.
Böylece Anayasa da ihlal edilmiştir.
2)
İfade özgürlüğüne yönelik tehdit, hakaret ve şiddet içeren eylemlere,
örneğin Rapor'u yırtanlara dava açması gerekirken, şiddet/suça teşvik
ve hakaret içermediği halde Rapor'a dava açılarak, Anayasa ve AİHS
tarafından garantiye alınmış ve bütün özgürlüklerin önkoşulu olan
ifade özgürlüğü ve dolayısıyla Anayasa ihlal edilmiştir.
3-
Hukuk devletinin temel özelliği olan, özgürlüklerin kanunla
sınırlanması ve Ceza Kanundaki tipiklik ilkesi ihlal edilmiştir.
Rapor'un söyledikleri ile ceza hükümleri arasındaki ilişkiye dair
hiçbir örnek verilmemiş, hiçbir bağ kurulmamıştır.
Ceza Kanunun özgürlüklerin güvencesi olması kuralı ihlal edilerek
kanun, özgürlüklere tehdit olarak uygulanmıştır. Ceza Kanununun 2.
maddesindeki kıyas yasağı açıkça ihlal edilerek, başka ülke örnekleri
üzerinden suçlamaya dayanak oluşturmak istenmiştir.
4)
Mahkemeye sunulan dosya son derece özensiz hazırlanarak yargılama
makamının ciddiyetine gölge düşürülmüştür.
5)
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana yönünü çevirdiği ve ortak
bir birlik olma yolunda çaba harcadığı Avrupa, düşman gibi
gösterilmiştir. Bu İddianame ve bu dava, Türkiye'nin AB'ye girmesinde
büyük engel olarak kullanılacaktır. Bu yönden de Türkiye devleti ana
hedeflerine zarar verilerek kamu yararına aykırı davranılmıştır.
6)
İddianame, 1839'da kaldırılmış Millet Sisteminin temel direği "Millet-
i Hakime" mantığıyla yazılmıştır. Milleti "asli" (Müslüman) ve talî
(gayrimüslim azınlıklar) olarak ikiye bölmektedir. İddianame, çökmüş
Osmanlı İmparatorluğunun temel düzenini yeniden ihdas çabasına
girişmiştir.
7)
Bir iddia makamının görevi/yetkisi, "mevcut olgu" (burada Rapor
metni) ile "mevcut yasalar" (TCK) arasındaki bağlantıyı kurmak olduğu
halde, bu iddianamede çok çeşitli zorlamalarla sanıkların "niyet"i
sorgulanmakta, kendilerine kötü niyet atfedilmektedir
İddianame adeta bir "karşı-tez" biçiminde yazılmış ve ihbarda bulunan
ve "aşırı milliyetçi" olarak tanınan kişilerin benzer düşüncelerine
yer vermiştir. Bu nedenle, resmî iddianameye ideoloji karıştırmak
yoluyla vazifeyi suistimal suçu oluşmuştur.
8)
Kendi mantığına göre Savcılığın, Anayasa Mahkemesindeki bildiri ve
bunun basılmış biçimi hakkında da dava açması gerekirdi. Ayrıca,
Rapor'u yazan ve imzalayan Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma
Grubu üyelerini, üstelik bunlar özel olarak dilekçe verip kendileri
hakkında suç duyurusunda bulundukları halde, davaya dahil etmemiştir.
Yani, vazifeyi ihmal suçu oluşmuştur.
9)
Savcılık, Anayasa Mahkemesini, kendisine yapılan aşağılamayı
anlayamayacak bir düzeyde saymaktadır. Böylece, devletin yargı
organlarını aşağılama suçu işlenmiştir.
10)
Türkiyeli" terimi kullanımının "kin/nefret yaymak" addedilmesi, bu
terimi Temmuz 1923'teki ilk anayasa taslağında kendi el yazısıyla 4
ayrı maddede kullanan M.K.Atatürk'e hakarettir.
11)
İfade özgürlüğünü yok eden, kesinleşmiş mahkeme kararlarını
eleştirmeyi "yargıyı aşağılamak" sayarak eleştirinin en basit
temellerini yıkmaya teşebbüs eden bu suçlamalar, aslında demokratik
bir devlet düzenini ortadan kaldırarak diktatörlük ortamı getirmeye
teşebbüs niteliğindedir. Bu nedenle de Anayasayı ihlal etmektedir.
12)
Savcılık, milleti "asli" (Müslüman) ve "tali" (Gayrimüslim) unsurlara
ayrıştırarak bölücülük suçu işlemiştir.
---------------------------------
1 "3. Etnik, dilsel veya dinsel bakımlardan ayrımcılık yapmadıklarını
ileri süren kimi taraf Devletler, haksız olarak ve sırf bu
gerekçeyle, kendi ülkelerinde azınlık bulunmadığını ileri
sürmektedirler" ve "5.2. Bir taraf Devletteki bir etnik, dinsel veya
dilsel azınlığın varlığı o taraf Devletin kararına bağlı değildir;
nesnel ölçütlerle saptanması gerekir". Bkz. Office of the High
Commissioner for Human Rights, General Comment no.23: The Rights of
minorities (Art.27), 08/04/94. CCPR/C/21/Rev.1/Add.5, General Comment
no.23 (www.unhchr.ch/tbs/doc.nsf/
(Symbol)/fb7fb12c2fb8bb21c12563ed004df111?Opendocument) . Ayrıca: "2.
Her Türlü Irk Ayrımcılığını Ortadan Kaldırma Uluslararası
Sözleşmesinin 9. maddesi uyarınca Komite'ye ulaştırılan periyodik
raporlardan anlaşıldığı kadarıyla, kimi taraf Devletler kendi
ülkelerindeki kimi ulusal veya etnik grupların veya yerli halkların
varlığını tanımakta, fakat diğer bazılarını tanımamaktadırlar. Kimi
ölçütler bütün gruplara, özellikle de halk içindeki diğer gruplardan
veya çoğunluktan ırk, renk, doğum veya ulusal veya etnik köken
bakımından farklı olanlara tekdüze olarak uygulanmak zorundadır."
Bkz. Office of the High Commissioner for Human Rights, General
Recommendation no.24: reporting of persons belonging to different
races, national/etnik groups, or indigenous peoples (Art.1):
27/08/99. Gen.Rec.No.24. (General Comments)
(www.unhchr.ch/tbs/doc.nsf/(Symbol)/9ce4cbfde77a452a8025684a0055a2d0?
Opendocument)
Yardımları için Prof.Dr. Patrick Thornberry'ye teşekkür ederim.
2 Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul, Ağaç
Yayıncılık, Mart 1992, s.13.
3 İddianame tarih 23.101971, no. 1971/160 (1971/130); Esas no:
1971/144 (1971/33-30), Karar no: 1971/100. Bkz. DDKO Dava Dosyası-1,
Ankara, Komal Yayınları, 1975, s.22.
4 Aynı yapıt, s.24.
5 Lozan hakkındaki bu bilgiler için şu üç yapıta bkz: Türk Dış
Politikası – Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar,
Editör B.Oran, Cilt I, 10. basım, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005,
s.225-231; B.Oran, Türkiye'de Azınlıklar – kavramlar, teori, Lozan,
iç mevzuat, içtihat, uygulama, 3. basım, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2004, s.61-80; B.Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, 4.
basım, Ankara, İmaj Yayınları, 2001, s.152-162.
6 Sami Selçuk, Özlenen Hukuk / Yaşanan Hukuk, Ankara, Yeni Türkiye
Yayınları, 2002, s.206, dn.15.
7 Délégation Générale à la langue française et aux langues de France,
Le Corpus juridique des langues de France, Etude réalisée par
Violaine Eysséric, Paris, Avril 2005, s.67.
8 Les langues de France: un patrimoine meconnu, une realitée vivante,
Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığının web sayfası:
www.culture.gouv.fr/culture/dglf/lgfrance/lgfrance_presentation.htm
9 www.languefrancaise.net/dossiers/dossiers.php?id_dossier=45
10 Corpus…, s.18.
11 Corpus…, s.68.
12 Strasbourg'da Max Bloch Üniversitesinde öğretim üyesi Doç. Dr.
Samim Akgönül'le mülakat, 10 Ocak 2006.
13 Corpus…, s.71.
14 Corpus…, s.71 ve 79.
15 Le Monde gazetesi, 04.10.2005.
16 www.uoc.es/euromosaic/web/document/basc/fr/i3/i3.html#3.1
17 Corpus…, s.18.
18 www.uoc.es/euromosaic/web/document/basc/fr/i3/i3.html#3.1
19 Les langues de France: un patrimoine méconnu, une réalite vivante,
Fransa Kültür ve İletişim Bakanlığının web sayfası:
www.culture.gouv.fr/culture/dglf/lgfrance/lgfrance_presentation.htm
20 Jean-Luc Valens, "Le maintien d'un droit local en Alsace-Moselle",
Quand la France se nomme diversité, Partie 2, Problèmes politiques et
sociaux, no.909, Fevrier 2005, s.46-47.
21 S.Akgönül'le mülakat.
22 Alsace-Moselle'deki hukuksal azınlık ayrıcalıkları konusundaki
bilgiler için bkz. Le Guide du Droit local: le droit applicable en
Alsace et en Moselle de A à Z, Paris, Publications de l'Institut du
Droit Local/Ecomica, 2002 ; ayrıca S. Akgönül'le mülakat. Fransa'daki
azınlık hakları için bkz. Norbert Rouland, Stephane Pierre-Caps,
Jacques Poumarede, Droit des minorités et des peuples autochtones,
Paris, Presses Universitaires de France, 1966, s.307-345.
23 Korsika'daki azınlık ayrıcalıkları için genel olarak şu
kaynaklardan yararlanılmıştır: Le Statut particulier de la Corse,
www.corse.pref.gouv.fr/scripts/display.asp?P=COstatut ; Collectivité
Territoriale de Corse, www.corse.fr/institution/assemblee/?
id=1&id2=47 ; Présentation du statut de la Collectivité Territoriale
de Corse,
www.eurisles.com/Textes/presentation/PresStatut_CTC_FR.html ; Vie
Publique.FR – Découverte des institutions, La Corse,
www.vie-
publique.fr/decouverte_instit/approfondissements/approf_083.htm ; La
collectivité territoriale de Corse,
http://www.corse.pref.gouv.fr/scripts/display.asp?P=COloi91legis
24 www.transcript-review.org/section.cfm?id=232&lan=fr
25 www.tlfq.ulaval.ca/ax1/europe/corsemotion.htm
26 Axağıdaki bilgiler için bkz.
www.spainemb.org/information/constitucionin.htm ;
http://www.lehendakaritza.ejgv.euskadi.net/r48-
2312/en/contenidos/informacion/concierto_economico/en_467/concierto_i.
html ; Pedro Ibarra ve Igor Ahedo, "The Political Systems Of The
Basque Country: Is A Non-Polarized Scenario Possible In The Future?",
Nationalism and Ethnic Politics, Vol. 20, 2004, s. 355-386; Elçin
Aktoprak, Avrupa Azınlıkları ve Türkiye, yazılma sürecindeki doktora
tezi.
27www.lehendakaritza.ejgv.euskadi.net/r48-
448/en/contenidos/informacion/estatuto_guernica/en_455/adjuntos/estatu
_i.pdf
28 Estibaliz Amorrortu, "Bilingual Education in the Basque Country:
Achievements and Challenges after Four Decades of Acquisition
Planning", www.rci.rutgers.edu/~jcamacho/363/amorrortu.pdf
29 Jude Webber ve Miguel Strubell i Trueta, "The Catalan Language:
Progress Towards Normalisation", The Anglo-Catalan Society Occasional
Publications, 1991.
http://www.anglo-
catalan.org/publications/acsop/07The_Catalan_language/pdf/issue07.pdf
30 "Generalitat", Katalonya'nın genel idaresini temsil eden bir
kavramdır. Yasama meclisi, başkan ve hükümetin tümünü kapsar biçimde
kullanılır. Bu idari yapı için bkz.
http://www.gencat.net/generalitat/eng/guia/mapainstit.htm
31 Ombudsman Derya Sazak'ın yazısı, Milliyet, 28.3.2005.
32 Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, İstanbul, Boyut Yayın
Grubu, Ekim 1998.
Yorumlar kapatıldı.