İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Anneannem bir Ermeni’ymiş!

Sayı: 577 – 26.12.2005 | Erhan Başyurt

1915 Ermeni Tehciri’nin yıllardır karanlıkta kalan bir yüzü daha ortaya çıkıyor.

Zorunlu göç sırasında hayatını kaybedenlerin yetim çocukları Müslüman aileler tarafından evlatlık ya da ‘besleme’olarak alınarak korunmuş. Bu çocukların bir kısmı, aileleri tarafından, yolculuğa dayanamazlar düşüncesiyle Müslüman komşulara emanet olarak verilmiş… Yıllardır pek üzerinde durulmayan bu gerçeği ilk nesiller saklarken, torunları gündeme taşıyor.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermenilere yönelik 1915’te uygulanan zorunlu göç ya da bilinen adıyla tehcirin yıllardır karanlıkta kalan bir yüzü daha gün yüzüne çıkıyor: Ermeni evlatlıklar. Tehcir sırasında yetim kalan, zorla alıkonan veya aileleri tarafından Müslüman komşulara teslim edilen on binlerce çocuk olduğu belirtiliyor.

1915 Mayıs ve Kasım aylarında kaç Ermeni’nin tam olarak tehcire tâbi tutulduğu, kaçının bu göç sırasında hayatını kaybettiği tarihçiler arasında halen tartışılan bir konu. Diaspora Ermenilerinin önde gelen tarihçileri, 1 milyon 800 bin kişinin zorunlu göçe tâbi tutulduğunu ve 1 buçuk milyonunun öldüğünü iddia ediyor.

Türk tarihçiler ise Osmanlı ve uluslararası arşiv belgelerine dayanarak farklı rakamlar veriyor. Bu konuda Türk Tarih Kurumu’nun yayımladığı son araştırmaya göre, 442 bin Ermeni göç ettirildi. 50 bin kadarı, göç esnasında çetelerin saldırıları, kötü hava şartları ve hastalıklardan öldü. Ancak, Ermeni tarihçiler evlatlık edinilen veya din değiştiren Ermenileri yok sayarken, Türk tarihçiler bu rakamları da kullanıyor.

İki yeni ‘anneanne’ romanı

Ermeni veya Türk tarihçilerin rakamının esas alınması, yerinden yurdundan edilmiş insanların yaşadığı trajediyi göz ardı etmeyi mümkün kılmıyor. Tehcirin haklı sebeplere dayanması da aynı şekilde Ermenilerin acı yaşamadıkları anlamına gelmiyor. Tehcirin geride bıraktığı acı hatıralardan biri, hiç şüphesiz son zamanlarda üzerindeki vurguların arttığı, tehcire tâbi tutulanların Müslüman aileler tarafından ‘evlatlık’ ya da ‘besleme’ olarak kabul edilen çocukları.

Ermeni evlatlıkların tehcirden 90 yıl sonra gündeme gelmesinde, son dönemde yayımlanan iki roman önemli bir rol oynadı. Biri Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’, diğeri de İrfan Palalı’nın ‘Tehcir Çocukları: Nenem Bir Ermeniymiş’ anı romanları. Her iki roman da yazarlarının ilk eseri. Aslında, yazarlık profesyonel meslekleri değil. Çetin, İstanbul’da azınlıklar hukuku konusunda uzman bir avukat. Palalı ise İzmir’de görev yapan beyin cerrahı bir doçent.

Çetin, anneannesinin 2000 yılındaki cenazesi sırasında hayatını yazmaya karar vermiş. Palalı da, hem yaşananlara ışık tutmak hem de insanlara ‘barış içinde yaşayalım’ mesajı vermek için hatıraları yayımlamış. Her iki anı roman da, anneannelerin yaşadığı sıra dışı hayat öykülerine ve trajedilere yer veriyor. Her iki romanın önemini artıran esas unsur, bu konuda yayımlanmış ilk eserler olmaları. Bugüne kadar, ‘evlatlıklar’ toplumdan dışlanmamak için çoğunlukla saklanmış. Nitekim Palalı, Çetin’den farklı olarak yaşanmış öyküde yakınları ve komşularının adlarını değiştirmeyi yeğlemiş.

Her iki yazar da, anneannelerinin bir Ermeni olduğunu sonradan öğrenmiş, ama anılarını bizzat ağızlarından dinlemişler. Türkiye’de çok sayıda evlatlık Ermeni olduğu bilindiği hâlde, bunların bizzat kendilerinin kaleme aldıkları yayımlanmış hatıra veya biyografi bulunmuyor. İlginç bir şekilde, Çetin ve Palalı da bu saklı gerçeği esere dönüştüren ilk torunlar. En azından şimdiye kadar.

Çetin kitabında, Seher olarak bildiği anneannesinin gerçek adının Heranuş olduğunu belirtiyor. Kendisini evlatlık alan Hüseyin Onbaşı kimliğinde ‘babası’, eşi Esma Hanım da ‘annesi’ olarak gözüküyor. Oysa Heranuş’un gerçek annesinin ismi İnguhi, babasının ismi de Hovannes Gadaryan imiş. Baba Hovannes, tehcir sırasında çalışmak için amcasıyla Amerika’da bulunuyormuş. Heranuş, tehcir sırasında 10 yaşlarında olduğu için birçok olayı hatırlıyormuş. Heranuş’un anlattığı olaylardan biri şöyle: “Havler Köprüsü’nü geçtikten sonra babaannem iki torununu suya attı. Amcam da yengem de öldürülmüşlerdi. Çocuklardan biri hemen sulara gömüldü, ama öbürü başını çıkardı. Babaannem çocuğun başını suya itekledi. Sonra kendisi de çılgın gibi akan sulara kendisini bıraktı.”

Kimlik babası Hüseyin Onbaşı

Anneanne hayatta olmadığı veya olayın diğer şahitlerine ulaşamadığımız için bu anlattıklarını teyit etme imkânımız yok. Olaylar vuku bulduğunda 10 yaşında veya daha küçük olması, bütün bu detayları aklında tutması için yeterli mi onu da bilmiyoruz. Ama her iki roman da anneannelerinin ağzından benzer birçok drama yer veriyor.

Anneanne, Çermik Hamambaşı’na geldiklerinde jandarma komutanı olduğunu sonradan öğrendikleri atlı bir onbaşının kendisini, Çermik’in Karasu Köyü’nden Hıdır Efendi’nin de kardeşi Horen’i annesinin rızası olmadan aldıklarını ifade eder. Heranuş, kendisiyle birlikte evlatlık verilmek üzere alınan 8 kız çocuğunun daha olduğunu kaydeder. Hüseyin Onbaşı, Heranuş’u evine götürür. Heranuş’un adı, Seher olarak değiştirilir. Hüseyin Onbaşı, kendisine ‘baba’ diye hitap etmesini sağlar. Ama, eşi Esma Hanım ona hep ‘besleme’ olarak muamele eder.

Karamusa Köyü’nden Hıdır Efendi tarafından alınan Horen’in adı da Ahmet olarak değiştirilir. Çobanlık yaptığı için ona ‘Nahırcı Ahmet’ derler. Alışveriş yapmak için Çermik’e geldiği bir gün, Seher’le birlikte köyde bulunan diğer sekiz kızdan birisi onu tanır. Ona ablasının yeni evini ve ismini söyler. Aynı hızla haber Seher’e de ulaştırılır. İki kardeş, gizli gizli buluşmaya başlar.

Anneanne Seher, ilerleyen yıllarda farklı bir buluşmayı daha anlatır; “Bir gün evin önünü süpürüyordum. Bir kadın geldi bizim evin önünde durdu. Kafamı kaldırdım, ona baktım. Olduğu yere çöktü ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yöredeki Kürtlerin giydiği kofik ve rengârenk giysiyle ağlayan bu kadın, Tehcir sırasında kaçırılan benim küçük teyzem Siranuş’tu.” Anneanne, Siranuş için “Siverekli bir Kürtle evlenmiş, yeri rahatmış.” diyor. Teyze araştırarak Heranuş’u bulur. Hediyelerle gelir. Seher evlendikten sonra, teyze ile sık sık bir araya gelirler.

‘Evlatlık’ Seher, 15 yaşındayken, Esma hanımın kız kardeşinin 16 yaşındaki oğlu yetim Fikri ile evlendirilir. Bir süre sonra, kardeşi Horen (Ahmed) gelir. Tehcir sırasında Amerika’da olan babalarının Halep’e gelerek kendilerini aradığını ve bir mektup yazdığını belirtir. Horen, kaçak yollardan babasının gönderdiği ulakla birlikte Halep’e geçer. Babasıyla ABD’ye gider. Tehcir sırasında Halep’e ulaşan annesini de orada görür. Horen (Ahmed), anne ve babasıyla birlikte kardeşi Seher’e fotoğraf gönderir, mektuplar da atar. Seher de yaşamakta olduğu Elazığ Maden’deki ailesiyle birlikte fotoğraf çektirir ve 1949’da onlara gönderir.

‘300 Ermeni kızdık, kiliseden dağıtıldık’

Anneanne ölünce, Türkiye’deki Ermeni Cemaati’ne yönelik yayın yapan Agos gazetesine bir ölüm ilânı verir yazar Çetin. 11 Şubat 2000’de Agos’a verilen ilânı, Fransa’da Ermenilere yönelik yayımlanan Haraç gazetesi 24 Mayıs 2000’de eleştirel bir yorumla haber yapar. Haber, Başpiskopos Mesrob Aşçıyan’ın ilgisini çeker. Kendisi de anneanne Seher gibi Habab Köyü’ndendir çünkü. Gadaryanlar’a ulaşmayı başarır. Agos gazetesi üzerinden Çetin ile akrabaları buluşturur. Çetin daha sonra, ABD’ye ziyarete gider ve anneannenin akrabalarıyla tanışır. Anneannenin anlattıklarını ve hikâyenin eksik kısımlarını tamamlar.

Palalı’nın anneannesi Fatma Nene’nin de hikâyesi farklı değil. Palalı’nın anneannesi 8 yaşında veya çok daha erken yaşta evlatlık veriliyor. Anneanne, ne ismini ne köyünü ne de ailesinin isimlerini hatırlıyor. Ya da Palalı’nın belirttiği gibi, hiçbirini hatırlamak istemiyor. Aktarmıyor da. Köyden zorunlu yolculuk başladığında, kafile yaklaşık 80 kişidir. Yolda, baskına uğrarlar. Erkekler öldürülür. Babasının da pala ile kafasının kesildiğine şahit olur! Annesi dâhil, 15 kadın ‘muhtemelen’ tecavüze uğrar. Bu olaylar olurken, 4 atlı zabıt çetecilere baskın yapar. Kadın ve çocukları kurtarır.

Kafile, zabitlerin refakatinde yola devam etmiş. Ancak kış mevsimi olduğu için aynı arabada 10 kadar kız çocuğu, yorganların altında yatıyormuş. Annesi ve 3 çocuk, ertesi gün gece donarak hayata veda etmişler. Çocukları götüren araçlara, güzergâh boyunca çocuk dolu üç araç daha katılmış. Aralarında kundakta çocuklar da varmış. Kafilenin komutanı zabıt, kundaktakileri yolculuğa dayanamazlar diyerek köylülere teslim etmiş. Diğer çocuklar, Urfa’da bugün Selahattin Eyyübi Camii olan eski kiliseye götürülmüşler.

Palalı’nın anneannesi o sırada kilisede 300 kadar çocuk olduğunu iddia ediyor. Buradan, Urfalı Türk, Kürt ve Arap ailelere ‘besleme’ ya da ‘evlatlık’ olarak dağıtılmışlar. Urfa’nın tanınmış ailelerinden Hacı Orhan da, yaklaşık 8 yaşlarında olan anneanneyi ‘besleme’ alıyor. 12 yaşına gelince, evin en küçük oğlu Derviş’le evlendiriyor. Derviş, o sırada 40 yaşında dul kalmış bir adam. Derviş’ten Halil ve Emine adında iki çocuğu oluyor. Anneanne 19 yaşına gelince Derviş ölüyor. Bu sırada görümce ile yapılan bir kavga ve ailenin ekonomik durumunun bozuk olması sebebiyle, ‘besleme’ anneanne kendisini çocukları olmadan sokakta buluyor. Başarısız bir evlilik sonrasında eve geri döndüğünde, oğlu Halil’i büyümüş buluyor, kızınınsa öldüğü söyleniyor. Çok sonraları aslında Emine’nin de ‘evlatlık’ verildiğini öğreniyor ve bulmayı başarıyor da.

Fatma Nene’ye Hacı Orhan’ın evinde üçüncü bir evlilik daha yaptırılır. Ailenin en büyük oğlu Bekir, Şam’da 20 yıl hapis yattıktan sonra salıverilmiş. Kardeşinin dul karısı, kendisine layık görülmüş. Anneanne, Bekir’den de 3 çocuk sahibi olmuş. Ama çok geçmeden ‘Bekir Dede’ de ölmüş.

Fatma Nine, yeniden dul kaldığında 30 yaşlarındadır. Çocuklarını geçindirmek için Urfa Şehit Faik İlköğretim Okulu’nda hademe olarak çalışmaya başlar. Urfa’da çalışan ilk kadın olur ve bu sebeple ‘Hademe Fatma’ adıyla bilinir. Bu durumun avantajları da olur tabii. Çocukları kız erkek okula kaydolur ve bir oğlu, bir kızı öğretmen çıkar.

Gerek Çetin’in gerekse Palalı’nın anlatıları yaşanmış dramlara yer veriyor. ‘Besleme’ oldukları için dışlanan, hor görülen, bazen hizmetçi olarak istifade edilen çocuklar. Çetin ve Palalı’nın kitapları, başka torunlara da asıllarını, nene tarafından akrabalarını arama cesareti veriyor. Türkiye’deki Ermenilere yönelik yayın yapan “Hye-tert” isimli internet sitesinin ziyaretçi defterinde anneannelerinin yakınlarını arayan gençlere ait birçok elekronik posta yer alıyor.

Fethiye Çetin ve İrfan Palalı da, kitaplarını yazdıktan sonra çok sayıda telefon aldıklarını belirtiyor. Özellikle, benzer şekillerde Ermeni akrabalara sahip olanlar arayıp tebrik ediyorlarmış. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, yakınlarını veya asıllarını arayan insanların kendilerine de çok sık başvurduklarını anlatıyor. “Günde, beş-altı e-mail aldığım oluyor. Geçmişlerini arıyor insanlar. İlân verenler de oluyor. Çoğunlukla yeni kuşaktan gençler, bunlar.” diyen Dink, daha çok torunların geçmişini aramasını ise, “Zamanın ruhu. Şimdi herkes, kendi kimlik tünelinde dolaşıyor.” şeklinde cevaplıyor.

İç evlilikler tercih edilmiş

Aslında, bölgesel bazda ‘evlatlık’ ya da ‘beslemeler’ birbirlerini büyük oranda tanıyor. Çetin, bu insanların birbirlerine ‘o da teyze kızı’ gibi şifreler verdiklerini, ziyaretler gerçekleştirdiklerini anlatıyor.

Palalı da, iç evliliklere öncelik verildiğini arkadaşı Malatyalı bir doktor çiftin babaannesi üzerinden anlatıyor. Bayan doktor arkadaşı Ümit’in dedesinin, sadece evlenmek için İstanbul’dan kalkıp Malatya’ya geldiğini bu özverinin düz mantıkla izah edilemeyeceğini kaydediyor: “Ama asıl gerçeği, babaannesinin evlendiğinde tek çeyizinin bir kilise orgu olduğunu öğrendiğinde buluyor. Dedeleri de, babaanneleri de birer Ermeni dönmesiymiş.”

Palalı ve Çetin’in anneannelerinin evlatlık veriliş öyküleri arasında farklılıklar var. Çetin’in anneannesi tehcir sırasında annesinin itirazlarına rağmen zorla alıkonuyor. Teyze Siranuş örneğinde olduğu gibi, kaçırılanlar da söz konusu.

Bunların dışında bir de Ermeni ailelerin yakın komşulara bıraktıkları emanet çocuklar var. Bazı aileler geri dönecekleri düşüncesiyle çocuklarını ’emanet’ bırakıyor. Bazı aileler de, çocuklarının tehcir yolculuğuna dayanamayacağı düşüncesiyle hayatta kalmaları için komşulara gönüllü teslim ediyor. Bir kısmı da bu çocukları aileleriyle birlikte saklıyor. Hrant Dink, bu tür ‘toplu kurtarmaların’ özellikle Alevi Kürtler arasında çok olduğunu söylüyor.

Palalı’nın anneannesi ise kendisi gibi yetim kalmış çocuklara sahip çıkan ailelere dağıtılıyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde yer alan ‘gizli’ telgraflar da, Ermeni yetimlerin hâli vakti yerinde olan ailelere evlatlık verildiğini, hatta bunun bir devlet politikası gibi uygulandığını doğruluyor.

Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdiriyesi tarafından Halep Valisi Bekir Sami Bey’e gönderilen 9 Ağustos 1915 tarihli şifreli telgrafta, “Erkekleri olmayan Ermeni ailelerinin büyük şehirlere gönderilmemesi, kimsesiz Ermeni çocukların İslam karyelerine dağıtılabileceği” belirtiliyor.

Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Aşayir ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi tarafından 30 Nisan 1916 tarihinde, Adana, Erzurum, Edirne, Halep, Hüdavendigar, Sivas, Diyarbakır, Ma’muretu’l-aziz, Konya, Kastamonu, Trabzon, İzmit, Canik, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Mar’aş, Urfa, Kayseri ve Niğde mutasarrıflıklarına gönderilen şifreli telgrafta da dikkat çeken dört talimat bulunuyor:

1- Genç ve dul Ermeni kız ve kadınların evlendirilmesi;

2- On iki yaşına kadar olan çocukların bizim Darü’l Eytam (Yetimhane) ve öksüz yurtlarına tevzi’i;

3- Darü’l Eytamların mevcudu kifayet etmediği takdirde sahib-i hal Müslümanlar nezdine verilerek adab-ı mahalliye ile terbiye ve temsillerine;

4- Bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hal Müslümanlar bulunmadığı takdirde muhacirin tahsisatından ayda 30 kuruş i’aşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine ve erkama müstenid olarak pey-der-pey ma’lumat i’tası.

Kimsesiz Ermeni çocukların ‘evlatlık’ verilmesi uygulaması aslında Osmanlı’da ilk değil. Prof. Dr. Ferhunde Özbay “Savaş Çocukları – Öksüzler ve Yetimler” isimli çalışmasında, 1864 Kırım Savaşı sonrasında bir buçuk milyon Kafkasyalı Çerkez’in Anadolu’ya göç ettiğini ve o dönemde de devlet desteğiyle özellikle kimsesiz kız çocukların varlıklı ailelere evlatlık verildiğini kaydediyor.

Ermeni evlatlıkların sayısına gelince. Bütün resmî yazışmalar ve kayıtlara rağmen tehcirde kaç çocuğun evlatlık alındığına dair sağlıklı rakamlar bulunmuyor. Arşivlerden bu konudaki kayıtların henüz tam olarak gün ışığına çıkarılmadığı da söylenebilir. ‘Anneannem’ kitabının yazarı Fethiye Çetin, her iki tarafın da çıkacak rakamlardan korktuğu için böyle bir araştırmaya girişmediği düşüncesinde. Çünkü çıkacak rakam, bir taraftan Türklerin çok sayıda Ermeni’yi koruduklarını ve ölenlerin sayısının iddia edildiği gibi yüksek olmadığını gösterecek, bir taraftan da tehcir ile yaşanan insanlık trajedisinin büyüklüğünü ortaya çıkaracak.

Evlatlıkların sayısı 300 bin mi, 63 bin mi?

Gazeteci Bekir Coşkun da 27 Eylül 2005 tarihli Hürriyet gazetesinde ‘Ermeni Meselem’ başlıklı yazısında üvey anneannesinin bir Ermeni olduğunu, dedesinin onu tehcir sırasında Ermeni kafileler içinden alarak evlendiğini yazdı. Coşkun yazısıyla ilgili yine Hürriyet’ten Sefa Kaplan’ın sorularına cevap verdi. 30 Eylül 2005 tarihli röportajda Çoşkun, “Anadolu’da anneanneniz gibi 300 bin kadın bulunduğu söyleniyor. Bunların açıklanması sorunun çözümüne katkıda bulunur mu?” sorusuna şu cevabı veriyor: “300 bin rakamını ben de duydum. O zaman her bir kadın üç-beş çocuk doğurmuşsa, onların da çocukları, yani kadınların torunları, hatta torunlarının torunları da varsa… Bu birkaç milyon eder ki, birkaç milyonun Ermenilerle kan bağı var sayılır. Bunların açıklanması hoş olur, uygarlık belirtisidir, o kadar…”

Ancak, 300 bin rakamı çok abartılı gözüküyor. O dönemde Ermenilerin toplam nüfusunun bir buçuk milyon olmadığı ve hepsinin tehcir kapsamına alınmadığı biliniyor. Bu durumda, 300 bin rakamı 12 yaşından küçük tüm Ermeni çocuklarının rakamından daha yüksek görünüyor.

Kaldı ki, Anadolu Ermenilerine yardım amaçlı Amerika’da kurulan Near East Relief örgütü, 1915-1930 arasında Tiflis, Erivan, İstanbul, Beyrut, Şam ve Kudüs’te 132 bin Ermeni yetimi kurtardığını iddia ediyor. Örgütün 1922 raporunda da sadece Anadolu’daki yetimhanelerde baktıklarının sayısı 30 bin 858 olarak açıklanıyor. Patrikhane ve Ermenilerin sahip çıkıp baktıklarıyla birlikte bu sayı daha da artıyor. Dolayısıyla, evlatlık edinilen ya da besleme olarak alınan Ermeni yetimlerin sayısının çok daha düşük olması söz konusu.

Bu konuda sağlıklı sayılabilecek belge, 1921’de Ermeni Patrikhanesi tarafından hazırlanan ve İngilizce kopyası 26 Nisan 1921’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen rapordu. Türk Tarih Kurumu’nun yayımladığı “Ermeniler: Sürgün ve Göç” isimli kitapta yer alan bu raporda, tehcir sonrası ‘evlatlık’ verilen Ermenilerin sayısına yönelik toplu rakamlar bulunuyor. Patrikhane’ye göre, 1921 itibariyle Müslümanların evlerinde yaklaşık 63 bin ‘halen kurtarılamayan’ Ermeni yetim var ve bunların illere göre dağılımı şöyle:

İstanbul ve civarında 6.000

İzmit, Bursa, Balıkesir 2.000

İnebolu 1.500

Eskişehir ve Konya 3.000

Kastamonu 500

Trabzon 2.500

Sivas 3.500

Kayseri 3.500

Erzurum 3.000

Diyarbakır ve Mardin 25.000

Harput 3.000

Bitlis ve Van 5.000

Patrikhane’nin rakamları abartıdan ne kadar uzak, ne kadar ilmî bilmiyoruz. Ancak, bu alanda açık olarak toplu rakam veren şu ana kadar ulaşabildiğimiz tek kaynak olduğunu belirtmekte fayda var. Bu rakamlar Urfa, Malatya ve Osmaniye gibi bugünkü illere göre değil, o zamanki mutasarrıflıklara göre verilmiş.

Prof. Dr. Ferhunde Özbay çalışmasında, 1914’te kimsesiz çocukları korumak için Anadolu’nun her yerinde dar’ül eytamlar (yetimhaneler) açıldığını belirtiyor. Kısa zamanda bu sayı 62’yi buluyor. Mali sorunlar artınca da, Anadolu’daki dar’ül eytamlar kapatılıp kimsesiz çocuklar İstanbul’a toplanıyor. Özbay, yayımlanmamış bir Kurtuluş Savaşı hatıratında yer alan şu ifadelere yer veriyor: “…[T]alebelerden bazıları Ermeni yetimleri olduklarından, Haydarpaşa Garı’nda Ermeniler tarafından alınıp götürüldü. Yetimhanede 8 binden fazla yetim kayıtlı bulunduğu hâlde, hakiki mevcut 2500’e düşmüştür.” Prof. Dr. Özbay, bu anlatıları o yıllarda sayıları hayli fazla olan kimsesiz Ermeni kızların Türk ailelere ‘evlatlık’ olarak verildiğinin delili sayıyor. Patrikhane’nin 1921’de verdiği rakamlar ile bu rakam bir yönüyle yakınlık arz ediyor.

Kurtuluş Savaşı sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir Paşa’nın ‘Çocuk Davamız’ kitabı da bu konuda ilginç detaylar ihtiva ediyor. Karabekir, savaş sırasında yetim kalan 4 bin kadar erkek çocuğu Erzurum ve çevresinde, sokaklardan ya da bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatıyor. Bunların yarısıyla, ‘Gürbüzler Ordusu’ kuruluyor. Askerî eğitim veriliyor. O kadar ki, kayak dersi dahi aldırılıyor. Bir kısmına Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde zanaat öğretiliyor. Türklük bilinci veriliyor. ‘Türk Yılmaz’ o dönemde Karabekir Paşa tarafından kaleme alınıyor. ‘Teyyareci’ gibi tiyatrolar oynanıyor, müzik dersleri veriliyor.

Karabekir Paşa’nın koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de bulunuyor. Özellikle Gürbüzler Ordusu’nda kabiliyetli olanlar Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerî Lisesi’ne gönderiliyor. Diğerleri de geçimlerini sağlayacak meslek erbapları olarak hayata atılıyor. Prof. Dr. Salim Cöhce, Karabekir Paşa’nın o dönemde Ermeni olan çocukları bilinçli bir şekilde Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Türk ailelerin yetimleri olarak gösterdiğini kaydediyor. Buna, Bulgaristan Şummu göçmeni olarak nüfusa kayıtlı bulunan ve bugün hayatta olmayan tanınmış bir tarih profesörünü örnek gösteriyor. Cöhce, Karabekir Paşa’nın askerî okullara yerleştirdiği ve subay olan çocukların çoğunluğunun öz Türk yetimleri olduğu kanaatinde.

Ermeni yetimler meselesini bu kadar karmaşık hâle getiren bir diğer husus da, 1919’da İtilaf kuvvetlerinin İstanbul’a yerleşmeleri sonrası Ermenilerin ‘evlatlıklar’ı geri alma girişimlerinden kaynaklanıyor. İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de desteği ile ilk olarak İstanbul’da Amerikalı, Türk ve İngiliz kadınlardan oluşan bir komisyon kuruluyor. Ermeni kız ve kadınlar, Türk evlerinden tek tek alınıyor. Ferhunde Özbay, o dönemde yapılmış bir çalışmanın sadece Arnavutköy’deki Kız Ermeni Yetimhanesinin ‘Türk evlerinden kurtarılan 14-18 yaş arasında 90 genç kızı’ barındırdığını belirtiyor.

İtilaf kuvvetlerinin desteğini arkasına alan Ermeniler, Kuleli Askerî Lisesi’nin de Ermeni Yetimhanesi olarak kullanılmak üzere kendilerine verilmesini İngiliz Yüksek Komiserliği’nden talep ediyor. Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nda görevli Dr. Binbaşı Zekeriya Türkmen, KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi’nin 2000 yılı güz sayısında yayımlanan makalesinde, talebin kabul gördüğünü belirtiyor. Buraya yerleştirilen yetim Ermeni çocuklara papazlar gözetiminde dersler veriliyor. Ermenilerin en büyük yetimhanesi hâline gelen Kuleli’de binden fazla yetim çocuk barındırılıyor. Kuleli Askerî Lisesi, iki yılı aşkın süre Ermeni Yetimhanesi olarak kullanılıyor.

Bu kampanya sadece İstanbul ile sınırlı kalmıyor. Mesela, Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdireyyeti tarafından Kayseri Mutasarrıflığı’na 5 Şubat 1919’da geçilen şifreli özel ve acil telgrafta, “Müslüman aileler nezdinde bulunan Ermeni kız ve erkek çocuklarının Ermenilerden oluşturulmuş olan komisyona teslim edilmesi” isteniyor. Anadolu genelinde, bu şekilde kaç çocuğun geri alındığı da tam olarak bilinmiyor.

Amerikalı bir yardımsever olan Mary Caroline Holmes 1919-1921 yılları arasında Urfa’da yaşadıklarını ‘Urfa’da Ermeni Yetimhanesi’ adıyla bu yıl Türkçe de yayımladı. Bayan Holmes, İngiliz ve Fransızların desteğiyle kısa sürede bölgeden 1200 Ermeni yetimi topladıklarını kaydediyor. Holmes, bir kısmı evlerden toplanan çocuklar arasında kızlar da olduğunu, hatta bunlar arasında Türklerle evli ve hamile olanlar bile bulunduğunu belirtiyor. Bayan Holmes’in verdiği ilgi çekici bilgilerden birisi de, çoğunlukla iyi bakılan evli Ermeni yetim kızlardan bazılarının, Türk eşlerine dönmek istedikleri, hatta bunun için ısrarlı davranıp yetimhaneden kaçmayı göze alanlar bile olduğu şeklinde. Yetimhane, Urfa’nın kurtuluşu sonrası talebeleriyle birlikte Lübnan’a taşınıyor.

Ermeniler de Müslüman yetimleri kaçırmış

Dr. İbrahim Ethem Atnur, piyasaya bu ay çıkan “Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi” kitabında, 1919-1922 arasında 22 bin 883 çocuğun Anadolu’dan geri toplandığını kaydediyor. Atnur’un çalışması, bugüne kadar bu alanda yayımlanan en kapsamlı kitap.

Ancak, geri toplamalar sırasında başka dramlar yaşanıyor. Komisyonların Türk üyelerinin itirazları göz ardı edilerek, bazı Müslüman yetimler veya evlatlıklar da Ermeni oldukları gerekçesiyle evlerinden götürülüyor. Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti Aşayir ve Muhacirin Müdiriyyeti Umumiyesi tarafından 20 Şubat 1919’da bütün vilayet ve mutasarrıflıklara geçilen şifreli ve özel telgrafta bu amaçla şu uyarıda bulunuluyor: “Akrabalarına veya cemaatlerine teslim edilmekte olan gayr-ı Müslim çocuklardan başka Müslüman yetim çocukların da gayr-ı Müslim zannedilerek Hıristiyanların eline geçmesine meydan verilmemeli.”

Binbaşı Türkmen de araştırmasında, İstanbul Polis Müdiriyyet-i Umumiyesi’nin 28 Nisan 1919’da Dahiliye Nezareti’ne ‘mühim ve acil’ kaydıyla gönderdiği bir yazıya işaret ediyor. Türk çocuklarının kaçırılması politikasının Ermeni Patrikhanesi tarafından da desteklendiği ve Ermeni nüfusunu artırmayı hedeflediği kaydediliyor. Bu amaçla, Rumeli’den göç eden Türklerin çocuk ve yetimlerine göz dikildiği kaydediliyor. Bu şekilde, alıkonan kız ve erkek çocuklarından örnekler veriliyor.

Raporda, Türk çocuğu olduğu hâlde Güllü ve Cemile adındaki iki kız çocuğuyla, Çengelköy’de ikamet eden Yüzbaşı Abidin Bey’in evinden Nimet adındaki bir Türk kızının zorla alıkonarak Ermeni Patrikhanesi’nde üç gün tutulduğu, Müslüman oldukları anlaşıldıktan sonra ailelerine teslim edildikleri, fakat bir süre sonra yeniden kaçırıldıkları kaydediliyor. Yine Üsküdarlı Papaz Samayan Efendi tarafından alıkonan Cevri isimli kızın Türk ve Müslüman olduğu ispatlandığı hâlde teslim edilmediği vurgulanıyor. Türk kızların zorla Hıristiyanlaştırıldığı kaydediliyor.

Amaç, Ermeni nüfusunu yüksek göstermek

Polis Müdürlüğü, Ermeni Patrikhanesi tarafından görevlendirilen Çakıryan Efendi’nin Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi’nde yetim çocukların kayıtlarını aldığını, üç ay geçmesine ve yapılan bütün teşebbüslere rağmen zamanında iade etmediğini belirtiyor. Çakıryan Efendi’nin defter kayıtları üzerinde tahrifatta bulunduğu ve Türk çocuklarını, Ermeni çocukları gibi göstermeye çalıştığı da ifade ediliyor. Çakıryan Efendi’nin bazı çocukları zorla alıkoyduğu ve Hıristiyanlaştırmaya çalıştığı da yine Polis Müdürü’nün kayıtları arasında yer alıyor.

Hariciye Nezareti-i Celilesi’ne 1919’da Makri Köyü’ndeki hanelerden alınan kızların sayısı ve kimler tarafından alındığına dair gönderilen telgrafta, 37 ayrı vakaya değiniliyor. Bunlar arasında, Müslüman olup da alınan, iade edilen veya edilmeyenlere de yer veriliyor. Edirnekapı Acıçeşme’de Malatyalı Osman’ın kızı olan Melek’in Makri Köyü’nden Kadınlar Çalışdırma Cem’iyyeti’nden alınmış olduğu, ancak Müslüman olduğunun tespit edilmesi üzerine iade edildiği anlatılıyor. Yine, Ayşe, Emine ve Fatıma isimli kızların Fransız askerleri tarafından Ermeni olduğu için alındığı, ama Müslüman olduklarının anlaşılması üzerine iade edildikleri kaydediliyor. Ancak, Naine, Emine isimli başka kızların da evlerinden alındığı, Müslüman oldukları ispatlandığı hâlde iade edilmedikleri, Ermeni Patrikhanesi tarafından halen alıkondukları belirtiliyor.

Sadrazam Ahmet Vefik Paşa’nın çalınan Müslüman çocuklar konusunda Şeyhülislam’dan 1922 başında araştırma yapmasını istemesi, kaçırma eylemlerinin o tarihe kadar sürdüğünü gösteriyor. Şeyhülislam Mehmet Nuri Efendi, 2 Ocak 1922’de gönderdiği cevabi bir yazıda, “Bazı kötü niyetliler tarafından birçok Müslüman kızlarının ailelerinden alınarak Patrikhane’ye, Rum ve Ermeni yetimhanelerine nakledildiği bir kısmının da Hıristiyan aileler nezdinde hizmetçi olarak kullanıldığı bilgilerine ulaşıldığını” belirtiyor ve tespit edilen dört vakanın bilgilerini ek olarak sunuyor.

Prof. Dr. Özbay da çalışmasında, 1962’de Akşam Gazetesi’nde Ermeni bir karı-kocanın dayılarını aramak üzere İstanbul’a geldikleri haberinin yer aldığını kaydediyor. Yugoslav göçmeni Müslüman bir aileden gelen annelerinin Fransız Konsolosluğu tarafından Ermeni yetimlerle birlikte yurtdışına kaçırıldığını, Marsilya’daki yetimhaneye yerleştirildiğini, onun da bu gerçeği çok uzun süre sakladıktan sonra kendilerine anlattığını belirten çocuklar, İstanbul’a Türk ve Müslüman dayılarını bulmaya geliyorlar. Bunda da başarılı oluyorlar.

Dr. Atnur kitabında, Fevzi Paşa’ya atfen bin kadar Müslüman çocuğun kaçırıldığını belirtiyor.

‘Evlatlık’ travmaları

Ermeni evlatlıklar konusu bugüne kadar pek araştırılmadığı için, bu insanlar üzerinde ne tür travmalara sebep olduğu da bilinmiyor. Bu çocuklar çoğunlukla 12 yaşından küçük de olsalar, tehcir sırasında yaşanan dramları hatırlıyor; hatta Hıristiyan olduklarını biliyorlar. Peki, bu durumda Müslüman ailelerin yanında kalmaları ve Türk ismi almaları, onların bütün bu travmaları aşıp İslam’ı içselleştirmeleri için yeterli mi? Yazar Çetin, annesini de dayısı gibi genç sayılabilecek bir yaşta kaybettiklerini, iki evladının acısına katlanmanın anneannesine çok zor geldiğini anlatıyor: “Günlerce seccadenin üzerinden kalkmadı, namaz kıldı, seccade üzerinde ağladı.” Çetin, “Belki de bir tek Tanrı’ya sığınabilecekleri için böyle davranıyorlar. Oradan yaşama gücü alıyorlar.” görüşünü savunuyor.

Yazar Palalı ise, anneannesinin Fatiha’dan başka sure ve dua bilmediğini, Fatiha’yı da eksik okuduğunu anlatıyor. İlk kocası Derviş, ona Fatiha’yı ezberletirken sinirden kolunu kırmış. Palalı, anneannesinden yine Urfa’da kilisede iken Ebula isimli bir Arap kadın tarafından zorla sabah namazına kaldırıldıklarını ifade ediyor. Palalı, bu durumu şöyle değerlendiriyor: “Tek Tanrılı dinler arası değişim olduğu için, kabullenmeleri belki daha kolay oluyor. Ama, onlara yapılan baskının tek sebebi Müslüman yapmak değil, Müslüman ailelerin evlatlık ya da besleme olarak ancak Müslüman kızları alacakları gerçeği aynı zamanda.”

Buna rağmen, ölmeden önce anneannesini hacca götürdüğünü kaydediyor, Palalı. Kitabında, hac vazifesini ifa eden başka ‘dönme’ erkek akrabalarından da bahsediyor. Ancak, çok sayıda aksi örneklere de yer veriyor. Bunlardan biri Hamdi Usta. Tehcirde ailesi tarafından gönüllü olarak, yolculukta zarar görmemesi için komşulara teslim edilmiş. Daha sonra onun kimlik babası olan Çerçi Selim, bir kez Ramazan Bayramı’nda onu namaza götürmüş. Bu Hamdi Usta’nın hayatında kıldığı tek namazmış.

Komşuları Saadet Teyze ve Münip Amca için de benzer ifadeler kullanıyor yazar Palalı. “Saadet Teyze, Urfa’ya 15-16 yaşlarında gelmiş. Pek çok adam ırzına geçmiş. Sonra Antep’te kerhaneye düşmüş. Münip Amca onu orada görmüş ve kendinden büyük olduğu hâlde onu kurtarmış. Münip Amca da, bir Ermeni dönmesiymiş.” diyen Palalı, kendi annesinin Münip-Saadet çifti için şu yorumuna yer veriyor: “Onlar haza gavur. Bilmiyorum dönmeler işte. Hiç Müslüman olmadılar. Ben Saadet Teyze’nin namaz kıldığını hiç görmedim…”

Çetin de ‘Anneannem’ kitabında, kendisi gibi Maden’de yetişmiş aile dostları kitapçı Hasan ile Kadıköy’deki işyerinde aralarında geçen bir sohbeti şöyle anlatıyor: “Ben çocukken nenemle birlikte sizin eve gelmiştik. Anneannen çörek yapmıştı. Sizde bir süre oturup, anneannenin çöreğinden yedikten sonra, aynı gün Şaşo İbrahim’in karısı Seher Teyze’yi ve Tadımlı Teyze’yi ziyaret ettik. O gün dikkatimi çeken, gittiğimiz bütün evlerde aynı çörekten ikram edilmesiydi. Diğer evlerdeki çörekler de, sizde yediğimiz gibi mahlepli, üstü yumurtalı ve çörek otluydu. Yıllar sonra ziyaret ettiğimiz bu evlerdeki ortak bir özellik dikkatimi çekti. Şaşo İbrahim’in karısı Seher Teyze Ermeni’ydi. Tadımlı Teyze ise anneannen gibi sonradan Müslümanlaştırılmıştı.”

Çetin, “Biraz düşününce aklıma Ermeni komşularımız geldi. Aznif Hanım, Yıldız Hanım Paskalya Yortusu’nda aynı çörekten yapıp ikram ederlerdi.” diyor. Çetin’e göre, evlatlık verilen bu kadınlar torunlarından, çocuklarından saklasalar da kendi aralarında sessizce bir geleneği yaşatıyorlar. Kutsal günleri unutmuyor, kutluyorlardı.

100 bin mühtedi Ermeni var

Bu bilgiler ister istemez, evlatlıklar veya mühtediler arasında ‘gizli Hıristiyan Ermeniler’ var mıdır? sorusunu akla getiriyor. Prof. Dr. Cöhce, bu gruplar arasında ‘Kripto Hıristiyanlar’ yani ‘Gizli Ermeniler’ olduğunu iddia ediyor. Cöhce, bu insanların Müslüman gözüküp gerçekte Gregoryan Hıristiyan geleneklerini sürdürdüklerini kaydediyor. Malatya’da yaptıkları saha araştırmasında 3 bin 500’den fazla bu şekilde gizli Ermeni olduğunu tespit ettiklerini dile getiriyor.

Prof. Dr. Cöhce, bir başka ilginç veriye de Tunceli’de ulaşıldığını belirtiyor. 2.000 (iki bin) kişinin kendileri göçmedikleri hâlde nüfus kütüklerinin Aydın’a alındığını; iki yıl sonra bu kütüklerin din hanesinin ‘Hıristiyan’ iken ‘Müslüman’ hâline dönüştürüldüğünü ve tekrar Tunceli’ye alındığını vurguluyor.

Türkiye’de tehcir ve sonrasında kaç Ermeni mühtedi olduğu yönünde de ciddi bir çalışma bulunmuyor aslında. Tek tük belgelere ulaşmak mümkün. 31 Kasım 1918 tarihinde Diyarbakır Nüfusu ile ilgili Dahiliye Nezareti’ne geçilen telgrafta şu bilgiler yer alıyor: “Halen vilayet dâhilinde beş-on karyede bir ya da iki aile teşkil edebilecek dağınık Ermeni bulunabilir. Merkez ve mülhakat kasabalarda ise, bu köylerle beraber toplam 3 bin 44 mühtedi ve 3 bin 818 gayri mühtedi Ermeni mevcuttur.” Prof. Dr. Cöhce, tehcir sonrası mühtedi rakamının 100 bin civarında olduğunu belirtiyor.

Amerikan Ulusal Arşivi’nde (US Archives NARA) yer alan 10 Ocak 1923 tarihli bir belgede de, Ermenilerin dünyadaki sayısı 817 bin olarak verilmekte ve bu sayıya Milletler Cemiyeti verilerine göre ‘İslam dinine geçmeye zorlanan 95 bin Ermeni’nin yer almadığı ifade edilmekte. Bu durumda, 100 bin mühtedi rakamının gerçeğe yakın olduğu kabul edilebilir. Tabii, bunlar arasında gerçekte İslam’ı benimseyen ve hayatlarına tatbik edenler bulunuyor. Kendisini Müslüman olarak sunanlar arasında ne kadar ‘Gizli Ermeni’ olduğunu tespit etmek de tabii ki mümkün değil.

40 bin Gizli Ermeni var!

1988’de Garbis Papazyan ödülünü alan Dr. Tessa Hofmann 2002 yılında yayımladığı ‘Armenians in Turkey Today’ başlıklı çalışmasında, Türkiye’de hâlen Türk veya Kürt gibi yaşayan 30-40 bin Gizli Ermeni’nin bulunduğu iddia ediyor. Almanya’ya siyasi iltica için başvuran Ermeni asıllı Türklerin mahkemelerinde ‘bilirkişi’ olarak yer alan Dr. Hofmann, Trabzon ve Erzurum arasındaki bölgede yaşayan ve 16. Yüzyıl’da ihtida etmeye başlayan 20 bin ‘Hemşinli’ Ermeni olduğunu da ileri sürüyor. Hofmann, Türkiye’de toplu ihtidaların 1980 ortalarına kadar devam ettiğini de belirterek, Siirt’in Acar Köyü’nü örnek veriyor. 600 haneli Acar, 1983 yazında topluca Müslüman olarak, köylerindeki Kilise’yi de camiye çevirmiş. Dr. Hoffmann, Kudüs Ermeni Patrikliği’nin 1988’de yayımladığı, ‘Türkiye’de zorla Müslümanlaştırılmış bir milyon Ermeni Hıristiyan var’ raporunu da hatırlatıyor.

1916-2004 yılları arasında Türkiye’de din değiştirerek Hıristiyanlığa geçenler arasındaki Ermeni asıllıların çokluğu da, Türkiye’de ‘Gizli Ermeniler’ olduğunu doğrular nitelikte. Türkiye’de söz konusu 88 yılda 2 bin 630 kişi din değiştirirken, bunların 2 bin 172’si eski dinlerine dönenlerden oluşuyor. 1340 kişiyle asıllarına dönenlerin yüzde 60’tan fazlasını da Ermeniler oluşturmakta. Din değiştirenler büyük oranda, İstanbul, Diyarbakır, Adıyaman, Batman, Sivas, Tunceli, Malatya, Elazığ, Kayseri, Mersin ve Mardin gibi değişik illere kayıtlılar.

Gizli Ermenilerin rakamları bazı kaynaklarda kasıtlı olarak abartılıyor. Bu şekilde, Müslümanlığı benimsemiş Ermeniler, gerek misyonerlik gerekse nüfuz çalışmaları için hedef hâline getiriliyor. Mesela, Hemşinlilerin çok büyük kısmı kendilerini Ermeni olarak kabul etmemekte. Aliye Alt’ın 2005 yılında yayımlanan ‘Hemşin Ermenileri’ isimli Almanya’da yürütülen tez çalışması da bu gerçeği ortaya koyuyor. Bu sayının yüksek gösterilmesiyle, gerçek Müslüman hâline gelen Ermeniler de etkilenmeye çalışılıyor.

Salim Cöhce, Malatya’da 1995 sonrasında Gizli ve Mühtedi Ermeniler üzerinde faaliyetlerin arttığını, 2003 yılında isimleri Müslüman 120 kadar Ermeni asıllının Çavuşoğlu’ndaki kilisenin yeniden açılması için dilekçe verdiğini anlatıyor. Cöhce, Ermeni asıllı vatandaşlar üzerinden, tapu kayıtlarına ve eski mal varlıklarına ulaşmak için de el altından girişimler yürütüldüğünü vurguluyor.

İddiaların aksine Ermeni asıllı Müslümanların çok azı, belki hiç biri ‘Gizli Ermeni’ olmayabilir de. Ancak, toplumda dönmeler konusunda çoğunlukla şüpheler bulunduğu görülüyor. Bu durum, evlatlıklar ve mühtedilerin hayatlarını zorlaştırıyor. Kimi zaman dışlanmalarına sebep oluyor. Hatta bu dışlanma bazen devlet kademesinde de karşılarına çıkıyor.

Dışlanınca, kayıt değiştirmişler

Fethiye Çetin, kitabında Mahmud dayısının, burslu yatılı olduğu için askerî okula başvurduğunu, notları yeterli olduğu hâlde annesi ‘muhtedi’ olduğu için alınmadığını iddia ediyor. Bu durum anneanne Seher hanımı çok üzer. Kızı Zehra’nın kayınpederi Kâzım Efendi, Maden’de nüfus müdürü olduğu sırada bu kaydı değiştirir. Böylece, resmî kayıtlar üzerinde bu sorun bir daha yaşanmaz. Çetin, dayısını genç sayılabilecek bir yaşta kaybettiklerini belirtiyor. Dayısının öldüğü sırada milletvekili olduğunu kaydeden Çetin, yüzeysel bazı eleştirileri olsa da resmî ideolojinin pek dışına çıkmadığını belirtiyor.

Çetin, teyzesi evlenirken, damadın yakınlarının bu evliliğe, ‘kızın soyu bozuk’ diyerek karşı çıktığını ifade ediyor. Buna karşılık teyzesinin görümcesi Methiye’nin de bir ‘dönme’ oğluyla evlendirildiğini vurguluyor. Görümce Methiye bu çelişkiyi Çetin’e şöyle değerlendiriyor: “Zaten bizim oralarda ‘soyu bozuk’ olmayanı biraz zor bulursun.”

Evlatlık Ermeniler konusunun bir de çocuklar ve torunlar üzerinde oluşturduğu ‘şok etki’ söz konusu. Özellikle, ilk öğrenildiğinde kabul etmekte çok zorlanılıyor. Yazar Fethiye Çetin anneannesinin gerçeği kendisine anlattığında yaşadıklarını şu şekilde ifade ediyor: “Öğrendiklerimi o günlerde kimseye anlatamadım. Yaşadığım sarsıntıyı kimselerle paylaşamadım. Anneannem öyle istiyor diye mi ya da utancımdan mı bilmiyorum ama duyduklarımı ben de başkalarından gizliyor, yaşadığım bu yoğun duygu kargaşasıyla ve alt üst oluşla tek başıma başa çıkmaya çalışıyordum… Kendimi sokaklara atıp, bağıra bağıra ağlamamak için kendimi zor tuttum. İçimdeki korkunç karmaşa ile beynim çatırdıyor, zonkluyor, içindekiler de fışkıracak, her şeyin, herkesin üstünü kaplayacak diye bir korku kaplıyordu bedenimi… O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün bir hayalet gibi dolaştım durdum, ortalıklarda.”

‘Öcümüzü alalım diyenler var’

Üç amcası daha Ermeni evlatlıkların kızlarıyla evli olan İrfan Palalı ise, gerçeği öğrendiğinde bunun kendisinde pek bir sarsıntıya sebep olmadığını kaydediyor. “O dönemlerde üniversitedeydim ve hümanist akımların etkisindeydim.” diyor. Palalı buna karşılık, ailesinden bu olgunluğu tam olarak göremediğini, tarih profesörü olan öz kardeşinin bile bunu kabullenemediğini, bu sebeple de kitabını isimleri değiştirerek yazdığını ifade ediyor.

Adana Bahçe’de büyük bir konaklama tesisi işleten teyzesinin oğlu Kemal’in yaşadıkları da çocukların neler hissettiğine ışık tutuyor. Kemal’in herkesleri kıskandıran dışa dönüklüğü ve herkesin iyilik meleği gibi sandığı davranışlarını, yazar Palalı derin bir ‘aşağılık kompleksi’nin yansıması olarak görüyor. “Kemal ancak 15-16 yaşlarına geldiğinde, babasının bir Ermeni dönmesi olduğunu, soyadını taşıdığı ailenin yanına Birinci Dünya Savaşı yıllarında besleme gittiğini öğrenmiş, çok şaşırmış, kendini çok ezik hissetmişti. Bu kadar dindar, hac ziyareti bile yapmış, babasının bir Ermeni dönmesi olduğunu öğrenmesi onda inanılmaz bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Ne garip tecellidir ki, annesi de bir beslemenin, bir Ermeni dönmesinin kızı idi.” diyor Palalı.

Kemal bir gün kendisine “Acaba Çerkez mi neney?” diye sorduğunu anlatan Palalı, gerçeği kabullenmek istememesinin bu arayışlara sebep olduğunu kaydediyor. Urfa’da benzer yönteme başvuran başka ailelerin hikâyesine de yer veriyor. Fatma Nene kendisine, “Tenekolların avradı olmuş ve kendisine ‘Çerkez kızı’ denen Zeliha’nın kendisi ile beraber kiliseden verilme bir dönme” olduğunu söylüyor.

Palalı, “Asimilasyon, kişi güçsüz ve yalnız kaldığında inanılmaz güçlü işler. Hatta hedefini aşıp, aşırı fanatik kişilikler oluşturur.” diyor. Teyze oğlu Kemal’in Türk milliyetçiliğinin ardında da bu kompleksin yattığını ileri sürüyor. Palalı, öğretmen olan Recep dayısının da, milliyetçiliği bazen ‘kafatasçılığa’ varan oranda savunduğunu belirtiyor. Daha da ilginci, dayısı Urfa’da Ülkü Ocakları’nı kuranlar arasında yer alıyor. Prof. Cöhce de, Malatya’da yaptıkları çalışmalar sırasında, MHP İl Başkanlığı görevini üstlenmiş ‘mühtediler’ tespit ettiklerini dile getiriyor.

Peki, tehcir trajedisine şahit olan, şartların zorlamasıyla Müslümanlaşan ve bu hâlde dışlanmalara maruz kalan bu insanlar ve çocukları arasında, yaşadıklarının intikamını almak isteyenler olmuş mudur? İrfan Palalı, “Tabii, planlı çalışanlar var. Öcümüzü alalım diyenler var. Ne kadar olduklarını bilemem. Ama, az olmalarını temenni ederim.” diyor.

Prof. Cöhce ise, bu konuda daha iddialı. Ermeni mühtedi ve evlatlıklar arasında, ‘Kripto Hıristiyanlar’ ya da ‘Gizli Ermeniler’ olduğunu, bunların Müslüman görünüp Gregoryan geleneklerini sürdürdüklerini söylüyor. Cöhce, bu insanlar üzerinde son dönemlerde kimliklerine döndürmek için çalışmalar yapıldığını, yakın gelecekte bunların Ermenilerin hayallerini gerçekleştirmek için kullanılacaklarını ileri sürüyor.

Tehcirin karanlıkta kalan yüzü Ermeni evlatlıklar, etkileri bugün de hissedilen trajedileri barındırıyor. Türkiye’de bugüne kadar ciddi çalışmaların olmaması, gerçekten büyük eksiklik. Sayılarının binlerle ya da on binlerle ifade edilmesi değil, kendi rızaları dışında onların yaşamak zorunda kaldıkları hayatlar ve dramlar önemli. Bir o kadar önemli olan da, bugün sayıları en az yarım milyonu bulan evlatlıkların çocukları ve torunları üzerinde oluşturduğu etkiler ve sosyal sonuçları. Tehcirin çocukları evlatlık Ermeniler, daha fazla ilgiyi hak ediyor.

HRANT DİNK: EN ÇOK ERMENİ’Yİ KÜRT ALEVİLER KURTARDI

-Ermeni çocukları kurtaranlar arasında tehciri uygulamakla sorumlu çok sayıda subay olması da bir tenakuz mu?

‘Kurtarma’ kelimesi üzerinde birtakım sert eleştiriler ve tartışmalar var. Kurtarma olmadığını, aksine ‘ganimet’ olarak bu çocukların alıkonduğunu söyleyenler var. Kız ise onun daha sonraki hayatından istifade etmek, erkekse gücünden istifade etmek gibi. Bu iddiaları doğrulayacak vakalar da var.

-Aksini gösteren örnekler yok mu?

Halkın arasında hakikaten kurtarma çabası içinde olanlar da var. Özellikle Aleviler ve Kürt Aleviler arasında çok var. Ama, çok homojen değil ve bu konuda bir genelleştirme yapılamaz. Bir de, giden aileler arasında geri dönecekleri beklentisiyle çocuklarını komşularına teslim edenler, emanet bırakanlar var. Yolculuk sırasında kaçırılan kadın, kız ve çocuklar da var. Ama, korumanın suç olduğunu bile bile kendi köyünde saklayanlar da var. Onun için, ‘kurtarıldılar’ demek de ‘kaçırıldılar’ demek de sadece gerçeğin bir parçasını yansıtıyor.

-Peki, bu alıkoymalarda bu çocukları ‘Müslümanlaştıralım’ gibi bir hedef de var mı?

Alalım da bunları Müslümanlaştıralım önyargısıyla olmamıştır, ama eğer yaşayacaklarsa varlıklarını ancak Müslüman olarak sürdürebilirler düşüncesi rol oynamış olabilir. Başka çaresi de yok zaten. Hatta bu sebeple, toplu ihtidalar da olmuştur. Köy köy bile olanlar var. Müslümanlığı, hayatta kalmak için bir araç olarak kullanmak söz konusu.

-Bu şekilde ‘evlatlık’ ya da ‘besleme’ alınan 300 bin Ermeni’den bahsediliyor. Sizce doğru mudur?

300 bin rakamının abartılı olduğunu düşünmüyorum. Bence daha da fazladır. Ama, bu konu maalesef akademik bir çabaya dönüşmemiş. Keşke akademisyen olsaydım ve sırf bu konu üzerinde bir çalışma yapsaydım.

-Böyle bir çalışma, bir fayda getirir mi?

Kalanlar üzerinde konuşmak, belki bize yeni bir ruh kazandıracak. Birbirimizi çok kırmayalım, belki de akrabayız, diyeceğiz. Hayat bu karmaşıklığı getirdi. Biz seçmedik. Bu rakam 3-5 bin bile olsa, bu insanlara ne olduğunu bilmek, bu yaşlı insanlara ödeyebileceğimiz bir borç olur. Belki bu şekilde arınabiliriz de. Diasporaya bunu sıkça söylüyorum. Türkiye’de tek kişinin varlığını bilmek, ruh hâline yardım etmek, yurtdışında alınmış yüzlerce parlamento kararından ehemmiyetlidir.

PROF. DR. CÖHCE: GİZLİ ERMENİLER İLE PKK’NIN BAĞI VAR

– Evlatlık yetimlerin sayısı konusunda bir çalışmanız var mı?

Türkiye’de yaklaşık 100 bin ‘mühtedi’ Ermeni var. Evlatlıkların daha fazla olacağını sanmıyorum. Malatya’da yaptığım çalışmalarda, 4-5 bin mühtedi, 3 bin 500 kadar da ‘evlatlık’ ve ‘Gizli Ermeni’ olduğunu gördüm. Türkiye genelinde de evlatlıkların, mühtedilerden daha fazla olduğunu sanmıyorum.

-‘Gizli Ermeniler’ ile neyi kastediyorsunuz?

‘Kripto Hıristiyanlar’ı kastediyorum. Bunlar, Müslüman gözüken, ama gerçekte Gregoryan Hıristiyan geleneklerini sürdürenler. Mühtediler arasında, gerçekten Müslüman olup buna göre yaşayanlar da var. ‘Kripto’ yani ‘gizli’ Ermeniler ise, sadece kimlikte Müslüman görünenler. Bugüne kadar tehdit görülmediklerinden, devlet tarafından takip edilmemişler. Bir de nüfus kütükleriyle oynamışlar. Bu sebeple, gerçek sayılarının tespit edilmesi çok zor.

-Peki siz, ‘Gizli Ermeniler’in bir tehlike oluşturacağını düşünüyor musunuz?

Maalesef, evet. Özellikle son yıllarda bunlara yönelik Ermeni gruplar tarafından çalışmalar var. Kimlikleri hatırlatılmaya çalışılıyor. Para yardımında bulunuluyor. Ben, ASALA sonrası PKK’nın çıkması gibi, PKK sonrası bu insanların Türkiye içinde ‘şehir terörü’ amaçlı kullanılacağını düşünüyorum. Böyle bir oluşum, 2010’a kadar teşekkül ettirilebilir. Yine, Ermeni kimlikleri bilinçli şekilde hatırlatılarak, bu insanların yarın Türkiye’nin önüne toprak, tazminat talebiyle çıkacaklarına inanıyorum.

– ‘Gizli Ermeniler’ ile PKK arasında bir temas var mı?

Var. ASALA’nın finansörü Gulbenkyan Vakfı’nda 1980’de bir toplantı yapıldı. PKK’nın, bölgede Türkiye’nin otoritesini zayıflatması ve nüfusu azaltması için ‘maşa’ örgüt olarak kullanılması kararlaştırıldı. PKK’nın, Avrupa ve ABD’de başlangıçta iyi bir lobi oluşturabilmesi ve destek alması da bu çevrelerin yardımıyla oldu. PKK içerisinde, Ermeni kökenli elemanların varlığı ve hatta birçoğunun öldürülmesi de bunu doğruluyor. Yine, PKK kurucuları ve halen yöneticileri arasında da ‘Türkler’ olması düşündürücü.

-Bir bakanımız, Öcalan’ın da Ermeni olduğu yönünde bir açıklama yapmıştı. Bu konuda bir tespit var mı?

Yalçın Küçük, ‘Kürt Bahçesinde Sözleşi’ kitabında, Öcalan’ın babasının yakın Ermeni dostlarından bahseder. Yine, annesinin baskın karakteri de öne çıkıyor. Ben, annesinin de Türk değil bir ‘evlatlık’ ya da ‘kripto Ermeni’ olduğu kanaatindeyim.

Yorumlar kapatıldı.