İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sorun, Lozan değil

Turgut Tarhanlı

AB Komisyonu Delegasyonu’nun Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer’in, 24 Kasım 2005 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan kendisiyle yapılan mülakatta yer alan Lozan Barış Andlaşması’yla ilgili görüşleri tartışmaya neden oldu. Kretschmer, o mülâkatta, Lozan’daki azınlık tanımıyla sınırlı bir azınlıklar statüsünün, AB’ye tam üye olma yolunda bir ülke bakımından yeterli olamayacağına dikkat çekiyor ve sonuçta şunları söylüyordu: “Türkiye’yi, soruna (azınlık hakları), Lozan’ın o günün Türkiyesi için ortaya koyduğu açının ötesinde -daha geniş bir açıdan- bakmaktan alıkoyan bir şey yok.” Tabii, sayın Kretschmer’in görüşleri kendisini bağlar, ancak bu tartışmayla ilgili bazı konulara değinmek istiyorum.

Öncelikle, Lozan Barış Andlaşması’nın hükümleri bağlamında bir saptamada bulunmakta yarar var. 143 maddeden oluşan bu geniş ve kapsamlı andlaşmanın her hükmü, hukuken birbirinin aynı statüde değildir. Bir kısım hükümleri, hukukta objektif statü yarattığı kabul edilen bir niteliğe sahiptir, bazı hükümleriyse bu nitelikte görülmeyebilir. Objektif statüden kasıt şudur: O hükümlerle kurulmuş hukuki düzene uyulması, bu andlaşmanın tarafı olan devletlerle sınırlı değildir. Bu devletler dışındaki devletler de bu düzene uyma yükümlülüğü altında bulunurlar.

Bunun en belirgin örneği, bu andlaşmanın ‘ülkeye ilişkin hükümleri’dir. Andlaşmanın, ‘azınlıkların korunması’ başlıklı hükümlerini, hemen böyle kabul etmek mümkün görülmez. Bunların sadece bu andlaşma taraflarıyla sınırlı bir hukuki güce sahip olduğu, hatta bu andlaşmanın sadece iki tarafı olan Türkiye ve Yunanistan’ın bu konuda sahip oldukları hukuki yükümlülükler bakımından, özel bir düzen öngördüğü söylenebilir.

Sonuçta, Lozan Barış Andlaşması, Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıkların korunmasıyla ilgili bir hukuki rejim oluşturmuştur. Bu, Türkiye bakımından, ülkesinde yaşayan Müslüman olmayan azınlıklar, Yunanistan bakımındansa ülkesindeki Müs-lüman azınlıkla ilgilidir. Ancak, 1920’lerde olmasa da, bugün ‘azınlık hakları’ konusu, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve Birleşmiş Milletler düzeni içinde, artık insan hakları hukuku bağlamında değerlendirilen bir konu haline geldi.

Bu nedenle, Lozan’ın bu konuya ilişkin hükümlerinin (Madde 37-45) uygulanması ve yorumunda, insan hakları hukukunun ilke ve standartlarından uzakta bir anlayışla hareket edilmesi hukukla bağdaşmaz. Bunun için, Lozan’ı değiştirmeye filan da gerek yok, onun içerdiği hükümlerin hukuki karakteri konusunda bilgi sahibi olmak yeterlidir.

Ama bu görüş, sadece Lozan bağlamında azınlık olarak tanımlanan topluluklarla sınırlı bir hukuki değer taşıdığına göre, acaba bu topluluklar dışında kalan ve hukuken azınlık statüsüne sahip olmayan topluluklar bakımından durum nedir? Sanırım, Kretschmer’in görüşlerinin asıl neden olduğu tepki de bu konuda ortaya çıktı. Bu tartışmada, bu yıl olmasa da geçen yılki İlerleme Raporu’nda, Aleviler ve Kürtlerin de azınlıklar hukuku korumasından yararlanması gereğine dikkat çeken açıklamaların da payı olduğu anlaşılıyor.

Azınlık hakları sadece sayısal bir gerçeğin ifadesi olarak düşünülemez.

Ama bu bağlamda bir haklar kategorisinin belirlenmesinde, bu sayısal faktörün de büyük etkisi var. Zira, dil, inanç, etnik mensubiyet bakımından, toplumun genelini oluşturan kesimlerinden farklılıklara sahip bazı toplulukların varlığı, öncelikle bu sayısal gerçeğin bilinciyle gerçekleştirilecek bir korumayı ve bunun için özen göstermeyi gerektirir.

Böyle bir politikanın yegâne nedeni gücün belirleyici olduğu bir ilişki biçimini önlemektir. Ve demokratik bir toplumda, kendini yeterince ifade etme araçlarından yararlanmada elverişsiz koşullara sahip olduğunu ileri süren kesimlerin, bu konumlarının farkında olunması ve bunu önleyici bir çabanın gösterilmesidir. Kretschmer’in de belirttiği gibi, bu konuda, ‘Avrupa’da anlaşılır tek bir pozisyon yok.’ Asıl önem taşıyan husus, buna yönelik gerekçelerimizin bir demokrasi bağlamında, ne ölçüde değer taşıyıp taşımadığıyla ilgilidir.

Yorumlar kapatıldı.