İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk ulusal kimliğinin üç ötekisi

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Batılılaşma, düzenin devamını mümkün kılan bir araç olmaktan çıkıp bizatihi bir amaç oldu. Bundan dolayıdır ki, ülkede geçmişi hatırlatan her şey gericilik sembolü olarak ve dolayısıyla da olumsuzlanarak algılanır

AYŞE KADIOĞLU

Oxford

İnsan kendisini beğenmese de kendisiyle gurur duyabilir mi? Türk milliyetçiliğinin karmaşık yapısının zihinlerde oluşturduğu ikilem tam da bu sonucu yaratıyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, birey olarak kendilerini pek o kadar beğenmeseler de, iş ulusal kimlikleri ile gururlanmaya gelince hiç de o kadar geride durmuyorlar. Bir yandan “biz adam olmayız” diye hayıflanırken öte yandan ulusal kahramanlık öyküleri üreten bir kültürel geleneğimiz var. Bu tuhaf zihinsel ikilemin arka planında Türk ulusal kimliğinin inşası sürecinde “öteki” olarak görülen kimliklerle olan ilişkiler yatıyor.

Siyasal bir proje olarak Türkçülük

Türk kimliğinin siyasal bir proje bağlamında telaffuz edildiği tarihi 1904 olarak belirlemek mümkün. Çünkü bu tarihte, Yusuf Akçura’nın Kahire’de yayımlanan Türk adlı gazetede “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi yayımlanır. Akçura bu makalede, İmparatorluğun bütünlüğünü sağlamak için siyasal bir proje olarak Türkçülüğün, dönemin diğer siyasal projeleri olan Osmanlıcılık ve İslamcılığa kıyasla avantajlarını anlatır. Türkçülüğün siyasal bir proje olarak telaffuzu İttihat ve Terakki kadrolarında etkili olur ve Türkleşmeye yönelik adımlar atılmaya başlanır. Elbette ki bütün bunlar Türk milliyetçiliğinin toplumda önemli bir hissiyat olarak ortaya çıkması anlamına gelmez. Ancak, Türkiye’de ulus-devletleşmenin tarihinin temel aktörleri halk tabakaları değil seçkinlerdir. Bu nedenle Türkiye’nin siyasal tarihine ilişkin analizler ulus-devletleşme sırasında yapılan devrimler için “aşağıdan” değil de “yukarıdan” devrim ifadesine başvururlar.

Türk milliyetçiliğinin 1904 yılında bir fotoğrafın negatifini andıran görüntüsü, bunu izleyen yıllarda yavaş yavaş imge ve renklerin daha açık seçilebildiği bir resme dönüşür. Bu dönüşme sürecinde, diğer bütün milliyetçi dönüşümlerde olduğu gibi bazı “öteki” imgelerine atıfta bulunulur. Bütün modern milliyetçiliklerde ortaya çıkan “biz” hissiyatı hemen her zaman “öteki” ya da “ötekiler”e kıyasla oluşur. Kısacası, her milliyetçiliğin bir “öteki” algılaması vardır. Türk ulusal kimliğinin oluşmasında ortaya çıkan ötekiler de zaman zaman dışlandı, bazen de özümsenerek Türkleştirilmeye çalışıldılar. Peki, kimdir bu öteki(ler)?

Türkçülüğün siyasal bir proje olarak telaffuz edilmesinden itibaren olan döneme odaklanırsak, Türk ulusal kimliğinin oluşmasında ayırt edebileceğimiz üç temel “öteki” imgesi var:

1) İmparatorluk içinde yaşayan gayrimüslimler yani Hıristiyan ve Musevi gruplar. Bu grupta bulunan Ermeniler, Rumlar ve Museviler, Lozan’da azınlık olarak kabul edildiler. Türk ulusal kimliği, özellikle 1924’de hilafetin ortadan kaldırılmasına kadar olan dönemde, henüz Müslüman öğelerden kendisini kopartmamış olduğu için, İmparatorluk içinde bulunan gayrimüslimler, bu kimliğin “ötekileri” olarak görülürler. İmparatorluk içinde gayrimüslimleri hedef alan hareketler aslında son derece eskilere, 19. yüzyılda ivme kazanan Batılılaşma reformlarına kadar gerilere götürülebilir. Ancak gayrimüslimleri “ötekileştiren” siyaset asıl olarak Balkan Savaşları ve sonrasında ortaya çıkar. İmparatorluğun kaybettiği topraklardan kaçan Müslümanlar İstanbul’a göçmeye başlarlar. İmparatorluğun batı sınırlarında bulunan Rum ahali arasında güvensizlik ve hareketlenme başgösterir. Müslüman ve Hıristiyan ahali arasında yapılabilecek bir nüfus mübadelesi düşüncesi ilk kez bu yıllarda gündeme gelir. l. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte, İttihat ve Terakki kadroları içinde, gayrimüslim ahaliye dış güçlerin İmparatorluk içindeki maşası olarak bakılmaya başlanır. Bu yıllarda İmparatorluk içinde bulunan Ermenilerin tehcire ve kıyıma uğradığını biliyoruz. 19. yüzyılın son yıllarında ve 1909’da da Ermenilere karşı gerçekleştirilen kıyımlar var. 1915 ise tehcir ve kıyım politikalarının zirveye çıktığı bir yıl olarak ayrılıyor. Milli Mücadele yılları, nüfus hareketliliğini artırıyor ve 1923’de Lozan’da resmiyet kazanan Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesinden sonra, Anadolu’nun gayrimüslimlerden arındırılarak Türkleştirilmesi tamamlanıyor. Sonuçta, 1913’te her beş kişiden birinin Hıristiyan olduğu bugünkü Türkiye topraklarında, 1923’ün sonunda, artık sadece her 40 kişiden birinin Hıristiyan olduğu bir duruma gelinir. (Keyder’in Renee Hirschon (der.), Ege’yi Geçerken, 2005, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları içindeki makalesi, s. 59).

2) Türk ulusal kimliğinin ikinci gruptaki “ötekileri” ise Türk olmayan Müslümanlardan oluşur. Bunlar arasında Kürtler, Araplar, Aleviler, Balkan ve Kafkas kökenliler yani Boşnaklar, Arnavutlar, Çerkesler ve Gürcüler sayılabilir. Gayrimüslim gruplara yönelik politikalar genellikle “dışlama” yani tehcir ve kıyım ağırlıklı oldu ancak özümsenmeye itirazı olmayanlar da Türkleştirme sürecine katıldılar. Gayri-Türk Müslüman gruplara yönelik politikalarda ise, son derece baskın bir özümseme yani Türkleştirme eğilimi tespit etmek mümkün. Özellikle 1924’de hilafetin ortadan kaldırılması sonrasında, İslam’ın bu gruplar üzerindeki birleştirici etkisi yitirildi ve Türkleştirme politikaları ağırlıklı olarak ortaya çıktı. Türkleştirme politikaları ile bu grupların kendi dillerini, isimleri ve geleneksel kıyafetlerini kullanmalarına yasaklar getirildi.

3) Türk ulusal kimliğinin üçüncü “ötekisi” ise, Tanıl Bora’nın veciz ifadesi ile söylersek “mazisi” yani kendi geçmişidir. Özellikle, laikliğe ilişkin politikalar, harf ve şapka devrimlerinde izlenebilecek bu eğilim, ülkenin geri kalmış olmasının nedeni olarak İslam’ın görülmesinden güç alır. Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki Batıcı eğilimleri Osmanlı’daki Batıcılık’tan ayıran en önemli nokta, Batılılaşma’nın Osmanlı’da olduğu gibi sadece düzenin devamını mümkün kılmak için değil, daha bütüncül bir şekilde benimsenmiş olmasıdır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Batılılaşma, düzenin devamını mümkün kılan bir araç olmaktan çıkıp bizatihi bir amaç oldu. Bundan dolayıdır ki, ülkede geçmişi hatırlatan her şey “gericilik” sembolü olarak ve dolayısıyla da olumsuzlanarak algılanır. Kadınların “eski” zamanları andıran giysileri eleştirilir. İstikamet hep Batı’dır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları temel haklar gibi konulardaki fikirleri gündeme geldiğinde Batılı dostlarından oldukça önemli farklılıklar sergileseler de görüntüde Batılı olmayı çok ama çok önemserler. Alafrangalık iyilik, ecnebiye benzemek de güzellik olarak kabul edilir. Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarma isteği öylesine güçlüdür ki, bunun önüne çıkabilecek geçmişe dair imgeler belleklerden silinmeye çalışır. İşte tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının siyasal kültürümüzün en önemli öğesi olan “unutmak” ile olan ilişkileri başlar.

Unutmak bu topraklarda amaçlanan Batılılaşmanın bir tezahürüdür. Batılı olmaya engel teşkil eden özellikleri unutma eylemi, eğitim sisteminde her gün yeniden üretilir. Tasvip edilmeyen bir geçmişi unutmanın zirveye çıktığı anlardan biri 1928’de yapılan harf devrimidir. Bu devrim ile, Feroz Ahmad’ın ifadesiyle, “bir gecede bütün bir millet okuyamaz-yazamaz kılınmıştır”. Türkiye’de insanlar özel bir çaba ile Osmanlıca öğrenmedikçe, geçmişlerine ilişkin hiçbir literatürü okuyamazlar. Zaten 1923 öncesini hatırlamaya pek de gerek yoktur. Cumhuriyet öncesi neredeyse cahiliye devri olarak görülür.

Kendini beğenmeyen gururlular

İşte bu üçüncü ötekimiz olan “mazimiz”i unutmak, diğer ötekilerimiz olan gayrimüslimler ve gayri-Türk Müslümanlar ile geçmişteki ilişkilerimizi de unutmamıza yardımcı oluyor. Unutmak eylemi adeta bir erdem gibi. Ne kadar çok unutursak o kadar çok ileriye gideceğimizi sanıyoruz. Bu unutma eyleminin boş bıraktığı belleklerimizi ulusal andlar, marşlar ve gürültülü sloganlar ile dolduruyoruz. Bir yandan yeterince Batılı olamamanın kederine gark oluyor, öte yandan bu mazisi olmayan ulusal kimliğimizle gurur duyuyoruz. Hem memnun değiliz kendimizden hem de gururluyuz. Bu ikircikli durum içimize işlemiş. Oysa insanlık durumunun evrensel tarihi, beyazın siyah olmadan beyazlığını bilemeyeceğini söylüyor bize. Biz de “ötekilerimiz”, yani atalarımızın bu topraklardan sürdüğü gayrimüslimler, Türkleştirilen diğer Müslümanlar ve mazimiz olmadan “biz” olmaya çalıştıkça “kendini beğenmeyen gururlular” olarak yaşamaya devam edeceğiz gibi görünüyor.

Yorumlar kapatıldı.