İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İstikrar

Gündüz Aktan

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın’ın tutuklanması basit bir yargı olayı değil. Olayın siyasi yönünün arka plana itilmesi imkânsız.

Bu vesileyle yargı bağımsızlığını savunanlar, Ermeni konferansı, Orhan Pamuk ve Hrant Dink konularında yargıyı hâlâ eleştirdiklerini nasıl unutabilirler?

Dava konusu hakkında bir şey söylenemez. Davanın temyizi ve gerekirse AİHM aşamaları var. Ama mahkeme sonucu Sn. Aşkın aklanırsa, bunun davayı başlatanlar açısından sakıncalarını tahmin etmek zor değil.

Bazı konulara hemen açıklık getirilmesi doğru olacak. İddia edildiği gibi, Sn. Aşkın’ın rektörlüğe gelmesinden önce üniversitenin tarikatçılarla doldurulmuş olduğu ve rektörün bu durumu değiştirmeye çalıştığı doğru mu? Eğer doğruysa, bu konularda tutumu bilinen hükümetin yargıyı etkilediği tezleri güçlenecek.

2547 sayılı YÖK Yasası 53. maddesine göre ceza soruşturmasının YÖK tarafından başlatılması gerektiği halde, Van Savcılığı’nın doğrudan soruşturma yaptığı doğru mu? Bu doğruysa, tutuklamaya itirazların yargıya müdahaleden ziyade, hukuk hatası yapılmasını önlemeye dönük olduğu görüşü güç kazanacak.

Bir de adalete ilişkin etik var. Bir rektörün evinin kendisi yokken aranması, tutuksuz yargılanması mümkünken tutuklanması ve tutuklanırken de itilip kakılması kabul edilemez. Bu fiillerin hükümetçe engellenmesi yargıya müdahale sayılamaz.

Benim gibi 1957 sonrası DP dönemini yaşayanlar, bu tür olaylardan derin bir huzursuzluk duyarlar. Rejimin sarsılması tehlikesi tüm sakıncalarıyla gözlerinin önüne gelir.

DP, kendisinden sonra kurulan aynı siyasi akıma mensup AP, ANAP ve DYP’den daha laikti. Milli Selamet-Refah çizgisinden kopuşu temsil eden AKP tam olarak bu siyasi akımın partisi değil. ANAP’ın da iktidara geldiğinde dindarlık anlamında böyle bir muhafazakar kanadı vardı. Rahmetli Özal bunların Sıhhiye Meydanı’ndaki heykelin kaldırılmasıyla başlayan taleplerini etkisiz kıldı. Önemli konulara, yani ekonomiye ağırlık verilmesini sağladı. Kendisi en az bugünkü iktidar sahipleri kadar dindar olduğu halde, laiklik konusunda sorun çıkarılmasına imkân vermedi.

Tamamen özel şartların bir ürünü olarak iktidara gelen AKP’nin de ANAP gibi olmasını, yani orta sağda yer almasını hepimiz istedik.

Türkiye’nin siyasi istikrarı buna bağlıydı.

AKP’nin seçmenine başörtüsü ve imam-hatipler konusunda verdiği sözler olduğunu biliyoruz. Bunlar bir yerde gelip YÖK’e dayanıyor. AKP seçim platformunda IMF’ye ve bağımsız kurullara da karşı çıkmıştı, ama iktidara geldiğinde tutumunu değiştirdi. Dini kimliğinin parçası olan birçok konuda da bazı adımlar attı, daha sonra geri çekilmeyi bildi. Siyasi istikrarın bozulmasını önledi.

Kıbrıs deklarasyonunu yaparken ve imtiyazlı üyelik önerilerini reddederken, AB üyeliğinden vazgeçme tehdidine kadar gitmesi, milli davalarda AB’ye tavizkâr olarak algılanan tutumunun da değiştiği izlenimi yarattı. Hükümetin, bazı AB sorumlu ya da sorumsuzlarının Kemalizme karşı sözlerini, içişlerine müdahale sayması bu tutumu daha da güçlendirebilirdi.

Türk üst kimliği yerine ‘Türkiyelilik’ veya ‘vatandaşlık’, ‘Kürt sorunu’ ve bu konuda geçmişte hatalar yapıldığı söylemlerinin yarattığı huzursuzluk henüz bitmemişken, bir de bu olayın çıkması talihsizlik oldu.

Hepimizin selameti için çok basit bir gerçeği aklımızda tutmamız hayati öneme sahip: Cumhuriyet bir devrimle kuruldu. Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri demokrasiyle değiştirilemez. Ancak uzun zaman içinde evrimle olgunlaşabilir. Bu arada demokrasiyi korumak için yapılacak tek şey taraflar arasındaki ‘modus vivendi’yi korumak.

1900’lerin başında o dönemin liberallerinin kurduğu Ahrar partisi de Müslüman muhafazakâr politik akımı desteklemişti. Bu akım bundan ne meşruiyet ne de güç kazandı. Şimdiki liberaller de daha fazlasını yapamaz.

AKP modernitenin pozitivizmden giderek uzaklaştığını görmeli. Sonuçta hepimiz böyle bir modernitede birleşebiliriz. Yoksa AKP giderek orta sağ bir parti olma şansını kaybedecek. Bu durumda asıl tehlike ileride devr-i sabık yaratılmasında.

Yorumlar kapatıldı.