İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hatay´da buluşan ne?

Alevilerin kendi özyurtlarında gerçekleştirilen hoşgörü sempozyumunda bile dışlanmaları, onlara yönelik politikanın aynı kararlılıkla sürdürüleceğinin mesajını veriyordu

ERDOĞAN AYDIN

25 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dahil 150 katılımcıyla başlayan “l. Hatay Medeniyetler Buluşması” adlı uluslararası sempozyum bir dizi tartışmayı kışkırtırken, ardında bir dizi soru işareti bırakarak bitti.

Hükümetin bir yandan AB’ye yönelik çoğulculuk ve hoşgörü mesajları vermek, diğer yandan da ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin “ılımlı İslamcılık” beklentisini karşılamak gibi, iki temel gereksinimince, yani bir dış politika atağı olarak örgütlenen sempozyum, bu niteliğiyle diğer pek çok uluslararası sempozyuma oranla özel bir önem taşıyor.

Hükümetin bu taktik gereksinimlerince örgütlenmesi, sempozyumun kapsamını talihsiz bir şekilde sınırlarken ona karşı gelişen tepkileri de kışkırtan bir işlev gördü. Nitekim ticari hareketlilik ve tanıtım beklentisindeki esnaf ile yöneticileri hariç, alternatif panel, gösteri, basın açıklaması, televizyon tartışması gibi yaygın tepkilerle karşılandı.

Sempozyuma karşı sergilenen tepkilerin ilginç bir yanı ise birbirine zıt tarafları içermesiydi. Daha çok ilhak sonrası yerleştirilen nüfustan destek alan SP, MHP, BBP gibi odaklar, hatta AKP’nin Hatay örgütünden yansıyan tepkiler, sempozyumun Hatay’ı “Kudüsleştireceği” şeklinde belirginleşti. Söz konusu kesimlerin yaptığı basın açıklamalarında da yansıdığı gibi, bu tepkiler, Hatay’ın “1400 yıllık İslam toprağı” olduğu, daha ötesi şirazesinden çıkmış bir şekilde “40 asırlık Türk yurdu Hatay’ın Kudüsleştirilmesine izin verilemeyeceği” şeklinde şeriatçı ve Türkçü bir totalitarizm olarak yansıyordu. Bu gibi antidemokratik tepkiler açısından bakıldığında, Hatay buluşmasının olumlu bir yanı var. Dini temsilcilerin birbirlerini hak ve özgürlüklerde muhatap kabul eden uluslararası diyaloğunun yanı sıra, Türkiye ve Hatay’daki gayrimüslimlerin yaşam haklarına saygı anlamında somut bir ilerleme örneği oluşturuyor.

Yer yer kolluk güçlerince karşılanan diğer tepki ise, kentteki demokratik kitle örgütleri ve Hatay’ın tarihsel yerlileri olan Arap Alevilerinden geldi. Hem çokkimlikliliği hem de laikliği içselleştirmiş olup Hatay’ın ağırlıklı nüfusunu oluşturan Arap Alevileri ve demokratik kitle örgütlerinin sempozyumdan dışlanmış olmasının yanı sıra, “medeniyet” kavramsallaştırmasının sadece dinlere indirgenmesine yönelik bir tepkiydi söz konusu olan.

Aleviliğin dışlanması

Hatay’ın “medeniyetler buluşması” için uygun mekân oluşturmasını sağlayan şey, kentin çokkimlikli yapısıydı. Bunu, devletin tektipleştirici müdahalelerine rağmen günümüze kadar sürdüren çoğunluk, yani Arap Alevileri ise, bu sempozyumda temsil edilmiyordu. Çokkimliklilik ve farklılıkların birlikteliği temasıyla düzenlenen sempozyumun, yerel dinamiklerin bütünüyle dışlanması temelinde şekillendirilmesi ise, inandırıcılığını ortadan kaldırarak onu kötü bir mizansene çeviriyordu.

Özetle, devletin tektipleştirici ve ötekileştirici din politikalarını aşmak anlamında uyandırdığı olumlu imaja rağmen sempozyum, kendine inandırıcılık sağlayabilen biricik şehrin hem çoğunluk hem özgün, hem de hoşgörülü inancı olan Aleviliğin dışlanmasıyla ağır bir şekilde gölgelendi. Gerçekten de “medeniyetlerin” buluşması ve ötekine saygı noktasında sempozyumun turnusol kağıdı, Batı dünyasında dayanakları olan inançlardan çok, Hatay’ın en büyük rengi olan Arap Alevilerinin temsili olabilirdi. Oysa ilhaktan beri Türkleştirici ve Sünnileştirici baskı koşullarında yaşayan Arap Alevileri, şekillenmesinde doğrudan pay sahibi oldukları ve böylesi bir organizasyona vitrin olarak kullanılabilecek biricik toprakta bile temsil edilebilme olanağından mahrum kılınmıştı. Diğer inançlar tüm farklı renkleriyle Ermeni, Rum Ortodoks, Süryani Ortodoks, Süryani Katolik, Havariseli, Keldani, Asuri ve Musevi olarak ayrı ayrı temsil edilmeleri ise, Alevilere yönelik bu dışlayıcı ve asimilasyoncu tutumu daha da belirginleştiriyordu. Kendi özyurtlarında gerçekleştirilen hoşgörü sempozyumunda bile dışlanmaları, onlara yönelik politikanın aynı kararlılıkla sürdürüleceğinin mesajını veriyordu. Nitekim son dönemde gerek Diyanet gerekse de hükümet tarafından Alevi taleplerine karşı açıklanan antidemokratik tavırlar ve Sünnileştirici din dersi dayatmasındaki kararlılık bunu gösteriyordu.

Sempozyumu oldukça sorunlu kılan bir ikinci yanı ise, “medeniyet” kavramını adeta dine indirgeyerek, medeniyetin çağdaş anlamından geriye, dinlerin belirleyici olduğu tarih öncesine gidilerek bilinçlerimizin bulanıklaştırılmasıydı. Konuşmacıların ezici çoğunlukla din adamları ve ilahiyatçılardan seçilmesi, “medeniyetler buluşması” adı altında dinlerin buluşmasının örgütlenmesi, sempozyumu, dünyayı kullaştırarak kontrol altına almak isteyen büyük oyunun bir parçası haline getiriyordu. Medeniyet kavramının böylesi bir pervazsızlıkla dinlere indirgenmesi, son dönemde bütün dünyada ve toplumsal kontrol amaçlı olarak emperyalist ideologlarca yaygınlaştırılan maniplasyonu da göstermek açısından düşündürücü bir durum oluşturuyor.

Oysa gelinen noktada medeniyet kavramı, dinlerin belirlediği tarihsel dönemin çerçevesine sığdırılamaz bir anlam kazandı. Medeniyet, “Toplumsal örgütlenmenin doğaüstü güçlerin iradesine göre değil, kaynağı toplumda olan güçlere göre şekillendiği fikrinin kabul görmesinin” ürünü olarak yeniden şekillendi. Bir kültür olarak dinlerden öğeler içerse bile, çağdaş medeniyet, Rönesans’tan itibaren dinsel medeniyet atmosferinin parça parça aşılmasıyla ortaya çıktı, “eski dinsel meşrulaştırmanın yerine, siyasal ve toplumsal eylemi laik bir şekilde meşrulaştıran bir sistem” (Samir Amin, ‘Avrupamerkezcilik’, Ayrıntı Yay.) getirdi. Bu ise dinlerce belirlenen eski medeniyet kavramından ayrımla sadece sanayi dünyasının değil aynı zamanda bireysel özgürlük, farklılık ve ondan kaynaklanan insan hakları kavramını, aydınlanma felsefesi ve hümanizmi içerir.

Bu bağlamda artık gelinen noktada “medeniyet buluşması” veya çatışmasını dinsel eksenli bir yerden tanımlamak hem büyük bir kavram kargaşası, hem de çağdaş medeniyetin içini boşaltarak insanlığı teslim almak girişimidir. Bu gerçeklik ise din adamlarının zaman zaman ifade ettiği, “dinin çatışma unsuru olarak kullanılmasına karşı” çıkış gibi kimi olumlu saptamaların yüzü suyu hürmetine görmezden gelinemeyecek bir önem taşır. Dolayısıyla çağdaş medeniyet içinde yaşanan sorunlardan hareketle, “dinlerin medeniyetlerin bu intiharını önleme adına derhal harekete geçmesinden” (Türkiye Musevileri Hahambaşı İzak Haleva) tutun da, yaşadığımız sorunların nedenini, insanların “inancın gereklerini uygulamaktan adeta kaçmalarına” (Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob II) bağlayan konuşmalar gariptir ve bu tip yaklaşımlar, hoşgörü atmosferini artırmak değil kendilerini laikliğin yerine ikame etmek anlamına gelir. Bu ise sanılanın aksine birbirleri karşısındaki barış atmosferini bile zehirleme potansiyelidir. Üstelik başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere din adamlarının İslam, Hıristiyan, Musevi medeniyetleri adına değil (çünkü günümüzde İran, Suudi Arabistan gibi örnekler hariç böylesi dini medeniyet yok), sadece inançları adına konuştuklarını, siyasal taraflar olarak değil, inanç ve vicdan özgürlüğünü korumak, ibadetleri düzenlemek ve inançlardan kaynaklı hak ihlallerini azaltmak yükümlülüğünden öte bir yetkiye sahip olmadıklarını bilmek zorundalar.

Yorumlar kapatıldı.