İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Engin Ardıç:Osmanlı refleksi – Akşam

Kemal Tahir merhum, durmuş durmuş, bütün aklıma fikrime
yön verecek o müthiş cümleyi patlatmıştı: “Osmanlı
bozgunu bitmedi, içimizde sürüyor!”

Evet, işte bu nedenle “bizi bölecekler, bizi yıkacaklar” korkusunu
sürdürüyoruz. Daha önce bir kere batmış
çıkmış olduğumuz için içimizde hep bir “batma
fobisi” oluştu. Parçalandığımız için “gene
parçalayacaklar” endişesi bizi yiyip bitiriyor.

İşte bu nedenle, “devleti korumak ve kollamak özel görevini”
üstlenmişlerimiz var.

Ve işte bu nedenle, artık yavaş yavaş oluşmuş da güçlenmeye
başlamış Türk burjuvazisinin, “son tahlilde” gene de
bürokrasiye karşı boynu bükük… Çünkü
birinin çiçeği burnunda, öteki altı yüz yaşında.

Daha önce kurtarılmış olduğumuz için dönem dönem
“kurtarıcı” arıyoruz.

İşte bu nedenle Atatürk’e “devleti kuran ilk cumhurbaşkanımız”
olarak değil de “bir çeşit modern padişah” gözüyle
baktık ve onu putlaştırdık. Kuran’ın yerine Nutuk’u, Kâbe’nin
yerine Çankaya’yı koymaya kalktık.

İşte bu nedenle, namaz duası ezberler gibi Turgut Özakman’ın “Şu
Çılgın Türkler” kitabını satır satır ezberlemeye kalkan
zavallılar yaşıyor aramızda… Şaka gibi ama korkunç
gerçek bu.

İşte bu nedenle, biryerleri “almaktan vermekten” sözediyoruz.

Çünkü biz Kıbrıs’a, “faşist Rumlar’ın ezdiği
soydaşlarımıza yardım etmeye” gitmedik, orayı almaya, daha doğrusu
“geri almaya” gittik. Eh, yarısını aldık da.

İşte bu nedenle otuz bir yıldır da “vermemek” için direniyoruz.

Yardıma gitseydik, Rum faşistlerinin işini bitirip geri dönerdik.

Eskiden bizim olan ve sonra elden kaçırdığımız biryerleri geri
alabilmiş olmak, bilinçaltımızda çok hoşumuza gitti.
Gururumuzu okşadı.

Hatta, Enver Paşa’nın yapamadığını yapmaya, Azerbaycan’a da el atmaya
kalktık da yüzümüze gözümüze bulaştırdık.

Tıpkı Eflak’ı alır ama Boğdan’ı verir gibi bakıyoruz meseleye…

Osmanlı tarihinin ilk dört yüz yılı bir “toprak alma”, son
iki yüz yılı da bir “toprak verme” tarihidir. Vermekten bıktığımız
için alınca çok seviniyoruz.

Komşularımızla ilişkilerimiz, “normal” komşuluk ilişkileri değil…
Eski ve yıkılmış bir imparatorluğun merkez yöneticileriyle
eyaletleri arasında süren karşılıklı kuşku ilişkileri…
Merkez-çevre çatışması… Eski efendi-eski reaya
çelişkisi… Onun için de gerginlikten kurtulamadı.

Onlara ülke olarak değil, “eski vilayet” olarak bakıyoruz. Onlar
da bize “bir zamanlar kendilerini yönetmiş ve ezmiş olan” eski
ceberrutlar diye… Bu Sırp için de böyle, Bulgar
için de böyle, Yunan için de böyle, Arap
için de böyle…

Eski devletimiz “kerim devlet” olduğu için, yeni devletimiz de
bir türlü “vatandaşlardan” oluşamadı.

Biz daha yeni yeni “birey olma” aşamasına geliyoruz. Onlar hem bu işi
çok önceden başardılar, hem de bizi sollayıp
geçtiler. Bu da içimizde ayrı bir sıkıntı yaratıyor.

Böylece bizde büyüklük kompleksiyle aşağılık
kompleksi elele, atbaşı gidiyor. “Dünya Türk olsun”
sloganıyla “bu millet adam olmaz abi” görüşünün
birlikte varolabilmeleri ancak böyle mümkündür.

Çağdaş olamadığımız için bilime sırtımızı
dönüyoruz. Aramızda tarihe de sosyolojiye de insanlığa da
uygarlığa da karşı gelip, “6/7 Eylül gecesi milletimiz tatlı bir
tepki göstermiş, ne var bunda” diyebilen hayvancıklar yaşıyor.

Bilmiyoruz, öğrenmeyi reddediyoruz, öğretmek isteyene de
düşman kesiliyoruz.

Çağın, ancak işimize gelen, “pratik ürünleri” hoşumuza
gidiyor, cep telefonu gibi.

“Gâvur kazanır, Müslüman yer” felsefesinden
çıkamadığımız için hem ürünü, hem
teknolojiyi “ithal etmekle” yetiniyoruz. Kendimiz becerip de
yapamıyoruz.

İşte bunun için de Avrupa Birliği’ne “gireceksek standartlarına
uymak zorunda olduğumuz yer” diye değil, “bize para vermekle
yükümlü olanlar, yani söğüşleyeceğimiz
enayiler” gözüyle bakıyoruz.

Çünkü oraya “eklemlenmeye” değil, orayı “fethetmeye”
gideceğiz… Gireceğiz ama “küffar kal’asına” girer gibi
gireceğiz!

İşte bütün bu nedenlerle de burnumuz bir türlü
boktan kurtulmuyor. Kurtulacağını da sanmıyorum.

Yorumlar kapatıldı.