İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Şu Çılgın Türkler´ ve yaralı ulusal onur

Tarihinin büyüklüğü altında ezilmek ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği bir yer olarak görmek, Turgut Özakman’ın yazdığı, büyük ilgi gören “Çılgın Türkler”in tipik özelliği gibi görünüyor

28/08/2005

AYŞE HÜR

Son ayların en önemli sosyal psikoloji vakalarından biri “Şu Çılgın Türkler” adlı kitabın yarattığı duygu patlaması olmalı. Piyasaya çıktığından beri 38 baskı yapan, kimbilir kaç kez de korsan basılan kitap Cumhurbaşkanımızdan CHP Genel Başkanı’na, Devlet Bahçeli’den Server Tanilli’ye, toplumun belli katmanlarında büyük bir coşku yarattı. Çankaya Belediyesi kesenin ağzını açtı, kitabı Lozan’ın 82. yıldönümünde halka ücretsiz dağıttı. (O dönem hakkında yazılmış en kapsamlı eser olan Sina Akşin’in “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele” kitabını bilmediğinden olsa gerek.) Attila İlhan, kitabın “Aşağı yukarı 25-30 seneden beri Batı tarafından aldatılmaktan bıkmış Türkiye halkının gururunu okşadığını” belirterek kitabı överken Batı ile 200 yıllık hesabımızda ciddi bir iskonto yaptı. Kitabı tüm milletvekillerine tavsiye eden CHP Genel Başkanı, partisinin de AB’ye girmekten yana olduğunu (?) unuttu ve “Bugün de tıpkı o günlerdekinin benzerlerini söyleyenler, çıkışı orada [Batı’da] görenler var. Ama birilerinin de çıkışın orada olmadığını, oranın bataklık olduğunu söylemesi gerekiyor” diyerek fikir ve zikir konusunda hoş bir örnek verdi. Bir zamanlar kendisini yargılayanlara “Memleket hıyar mı ki bölelim” diyerek 85 yıllık Sevr sendromuna teslim olmadığını kanıtlamış olan, aynı dönemi anlatan olağanüstü güzellikteki “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” adlı kitabın yazarı İlhan Selçuk bile kitabı (nedense) 80 yıldır beklediğini söyledi. Bu arada kitabı okuduktan sonra “hıçkırıklarından övünç duyanlar”, “iyi ki Türk doğmuşum” diyenler, “ülkenin geleceğinden artık korkmadığını” belirtenler cabasıydı.

Aslında kitap, hem konusu hem de üslubu itibarıyla gayet etkileyici. Yani 688 sayfalık tuğla gibi kitabın, okumaktan hiç hazetmeyen ülkemizde satış patlaması yapan “Kavgam”la tiraj yarışına girmesi hiç de şaşırtıcı değil. Anlaşılması zor olan ise kitabının yazarı Turgut Özakman’ın sık sık başvurduğu “dünyaya karşı kırık duruşumuz”, “aşağılanmışlık duygusu”, “incitilen, yaralanan Türk halkının yarasına merhem olmak” gibi ifadelerde dile gelen ruh halinin dalga dalga tüm ülkeye egemen olması. Tam, kendi değerlerinin farkında olan gelişkin bir insan kendine, ulusuna böyle bir şeyleri nasıl yakıştırır, Batılıların “loser” ya da “miserable” dedikleri bir tip olmaktan nasıl rahatsız olmaz diye düşünürken, toplumsal psikoloji uzmanı Doç. Dr. Erol Göka teşhisi koydu ve “Büyük topluluklar kendi kimliklerini korurlarken ve bazen de kimlikleri tahribata uğradığında ortak bir zafer anlatısına ya da seçilmiş bir travmaya ihtiyaç duyarlar. ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabının kitlelere malolması, Türk halkının bu kitabı okurken ulusal kimliklerinin tamiratına gereksinim duyduklarını gösteriyor” dedi. (Akşam, 8 Ağustos 2005) O halde soralım: Bu kavramların fikir babası V. Volkan ve N. Itzkowitz’in “Türkler ve Yunanlılar-Çatışan Komşular” kitabında dediği gibi “Grup incinmişlik ve utanç biçimindeki ruhsal temsilleri ve bunlara karşı savunmaları yılmadan kuşaktan kuşağa aktarır; bir travma bir kez seçilmiş travma haline geldikten sonra, bununla ilgili tarihsel doğrular önemini yitirir” ise, “seçilmiş zafer grubun öz kimliğinin parçası haline geldikten sonra kolay kolay elden bırakılmıyor” ise, kendisinin de incindiği pek aşikâr olan Turgut Özakman, böylesine incinmiş bir kitleye hitap ederken acaba tarihsel olayları nesnel bir biçimde ele almayı başarabilmiş midir? Yoksa yaralı ruhlara merhem olmak gibi gayet kutsal bir görevin ağırlığı altında “seçilmiş zaferler” yaratmaya mı koyulmuştur? Bu konuda söylenecek şeyler var ama şimdilik bunun önemi yok, çünkü işin vehameti burada değil.

Saplantılarımız

Tarihinin büyüklüğü altında ezilmek ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği bir yer olarak görmek ‘Çılgın Türklerin tipik özelliği gibi görünüyor. Devletler arası ilişkilerde geçmişteki önemimizin ve ağırlığımızın kalmadığını bir türlü kabul edememe ve hâlâ herkesin (özellikle Avrupa’nın) esas olarak bizimle uğraştığı yolunda paranoyaya varan saplantılar, sağlıklı bir ulusal benlik geliştiremediğimizi düşündürüyor. Bu depresif ruh halinin hem nedeni hem de tezahürü ise gerçeklerle bağını koparmak. Örneğin bizler l. Dünya Savaşı’na Yavuz ve Midilli adını alan iki Alman zırhlısı Sivastopol’ü bombaladı diye istemeden girdiğimize, savaşı da Almanlar ve Bulgarlar kaybetti diye kaybetmiş sayıldığımıza inanan bir neslin çocuklarıyız. Bizim nesil Sevr’i bir öcü, Lozan’ı küllerinden doğan zümrüdü anka kuşu olarak ele alır ama, Mondros’tan hiç haberdar değildir. Ama mesele bunlar da değildir. Ayrıntısına girmeye gerek yok, tarihte pek çok devlet yükselmiş, çökmüş, yenmiş, yenilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelenler Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da, İspanya’nın da, İtalya’nın da, Fransa’nın da, Britanya’nın da başına geldi. Devletler arası güç gösterileri, galip ülke halklarının mağlup ülke halklarını aşağıladığı ya da saygı duymadığı anlamına gelmez. Bu aşağılanmışlık duygusunu, kendi başarısızlıklarını gözden kaçırmak amacıyla bunu ulusal bir travmaya dönüştürmek için sistemli olarak çalışan muhteris ve kifayetsiz yöneticiler yaratır. Ama ne yazık ki bilinçli olarak pompalanan bu köşeye sıkışmışlık hali, artık gerileyecek bir başka yer olmadığına inanma hali, ulusları büyük barbarlıkların öznesi haline getirir. Nitekim bizde de olanlar bunlardır. Mesela Turgut Özakman kitabıyla ilgili ‘Akşam’daki röportajında Ermeni tehciri hakkında “Türklerin kusurları da var. Bunlardan utanmıyorum. Günahsız insan olmadığı gibi günahsız millet de olmaz. Batılılar ne kadar barbarsa biz de o kadar barbarız” deyip geçiyor. Söylemediği ise o yıllarda Türklerin tam da bugün içinde olduğumuz türden bir sıkıştırılmışlık duygusuyla boğuştukları.

Kader arkadaşımız Almanya

Bilmem, İtalya ya da İspanya’da faşizmin yükselişinin de bu duygunun eseri olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ama en korkunç, korkunç olduğu kadar da en uyarıcı örnek bizim açımızdan özel bir anlam taşıyan kader arkadaşımız Almanya. İki ülke de uluslaşma ve modernleşme sürecine geç girdiği için hızlı yol almak zorunda kaldı ve bunun bedelini ağır ödedi. Her iki ülke de etnik kökene vurgu yapan, militarizmle takviye edilmiş, liberalizm ve Batı düşmanlığına dayalı bir uluslaşma süreci yaşadı. Her iki ülkenin de “seçilmiş travmaları” vardı. Mesela Türkler Sevr’i, Almanlar ise Versailles’ı, dünyayı sömürgeleştirmek için başlattıkları bir savaşta yenilmelerinin kefareti olarak değil, ulusal onurlarına indirilmiş en büyük darbe olarak kavradılar. Almanya, 1920’lerden itibaren tüm enerjisini Versailles’ın getirdiği vesayetten kurtarmaya hasretti. Sonunda “kendilerini aşağılanmış hisseden Almanlar” Adolf Hitler’in ardına takılıp, 60 milyon insanın ölümüne neden oldular, koca bir kıtayı tarumar ettiler. Almanların hem kendilerini hem de dünyayı bu travmadan kurtarmaları, ancak geçmişe soğukkanlı bakmayı ve yaptıkları hatalardan dolayı özür dilemeyi başarmalarıyla mümkün oldu. Almanlar artık “şanlı tarihleri” ile değil bugünkü başarıları ile övünüyorlar. Biz Türkler ise Almanlardan farklı olarak Kurtuluş Savaşı ve Lozan Anlaşması ile elde ettiğimiz zafer duygusuyla daha 20. yy’ın başında kısmen de olsa travmamızdan kurtulduk, böylece de ll. Dünya Savaşı’ndan uzak kalabildik. Kısmen diyorum, çünkü ne geçmişteki hatalarımızla tam anlamıyla yüzleşebildik ne de geçmişteki acılarımızın yasını tutabildik. Almanya gibi bir ekonomik mucize gerçekleştiremediğimiz için de, her zorlukta “geçmişin şanlı tarihine” sığınmaya eğilimli olduk.

Psikoloji bilimi “aşağılanmışlık duygusu” ile “büyüklük kompleksi”nin madalyonun iki yüzü olduğunu söyler. Nitekim bir yandan “Bir zamanlar yedi düvele nasıl meydan okuduysak, bugün de AB’ye öyle karşı durmalıyız, ulusal sınırlarımıza çekilmeliyiz” diyoruz, bir yandan “AB bizi mutlaka almalı çünkü biz medeniyetler çatışmasını çözeriz” diyoruz. Bir yandan “ABD’ye rağmen Suriye ve İran’la ilişki kurmalıyız” diyoruz, bir yandan “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde yer almakla yetinmeyip tüm İslam dünyasının liderliğine soyunalım” diyoruz. Bir yandan Kürt sorununu halletmek için “PKK liderliğinin fiziken yok edilmesini” önerecek kadar küçük düşünüyoruz, bir yandan Adriyatik’ten Çin Denizi’ne uzanan büyük Turan hayalleri kuruyoruz. Peki, böylesi şiddetli duygusal savrulmaların, daha doğrusu böylesi bir şizofrenik yarılmanın halklara ve devletlere nelere mal olduğunu tarih ‘Şu Çılgın Türkler’e daha kaç kez hatırlatmalı?

Yorumlar kapatıldı.