İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kanuni devrinde bir dava

Molla Kaabız, Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den üstün olduğu iddiasındaydı. Tutuklandı. Vezirler heyetinin önünde yapılan yargılamanın ilk celsesinde fikirleri çürütülemeyince serbest bırakıldı

AVNİ ÖZGÜREL

Güneydoğu meselesi vesilesiyle Türkiye’de ifade hürriyeti tartışmaları yeniden alevlendi. Sorunu isimlendirmek gerekirse ne ad koyulacağından tutun adlandırmanın doğru olup olmayacağına kadar uzanan bir dizi yorum var ortada.. Ve elbette herkesin elinde böylesi süreçlerin vazgeçilmez suçlama yaftaları: Hain!. Demokrat!..

Kelimeler üzerinde bile ittifak edilememiş tartışmadan sonuç beklemek bence beyhude.. Kimine göre belli bir tabirin kullanılması ‘devletin temeline dinamit koymak’ kimine göre ‘ demokratlığın gereği..’

Devletin temeli deyince…

Oysa bu pencereden bakıldığında, olumsuz örnekler kadar tahammül ve olgunluk kanıtı olaylarla dolu bir tarihimiz var. Geçmişteki hadiselerin en çarpıcılarından biri Molla Kaabız adında İranlı bir din adamının sebep olduğu gaile. Gaile diyorum, zira adamın iddiası yenilir yutulur cinsten değil; iddianın Sünni Hilafetin temsilcisi, Hıristiyan Avrupa karşısında İslam’ın kılıcı olmuş bir devletin payitahtında ortaya atıldığı düşünülürse…

Bugün nasıl ‘laik cumhuriyet’ ilkesi, ‘devletin temeli’ sayılıyorsa Osmanlı asırlarında da Sünni İslam öyleydi. İmparatorluk coğrafyasında devlet inanç hürriyetine sonuna kadar saygılı olmasına rağmen, Hıristiyanlık propagandası bir yana, Müslümanlık çerçevesinde olduğuna kimsenin itiraz edemeyeceği Şii İslam yorumunun propagandasını dahi kendi varlığına yönelmiş tehdit olarak algılayabilirdi ve böyle düşünmekte haklı görülürdü.

O bakımdan İranlı din adamı Molla Kaabız’ın iddialarının din bahsinde yorum farklılığı denilerek geçiştirilmesi mümkün değildi.

İki peygamber

Molla Kaabız’ın hangi tarihte İstanbul’a geldiği belirsiz. Ama savunduğu fikirlerin Osmanlı sarayının en duyarlı olduğu, dolayısıyla kulağının en açık olduğu din bahsiyle alakalı ve yol açtığı gailenin 1525 senesinin son aylarında zirve noktasına vardığı düşünülürse, ya bir sene önce veya o yıl Anadolu’ya geçtiği düşünülebilir. Dönemin tarih yazıcıları onu ‘maksadı karanlık kişi’ diye tanımlıyor. Zira söz konusu iddialarının propagandasını neden kendi ülkesinde değil de Osmanlı başkentinde yaptığı sorusunun cevabı yok.

Ulema zümresine nasıl karıştığı bilinmeyen Molla’nın, başlangıçta fazla açık etmeyip zeminini yokladığı, sonra yüksek sesle dile getirdiği iddianın özeti: “Allah katında Hz. İsa, tüm peygamberlerden, dolayısıyla Hz. Muhammed’den daha efdaldir (mertebece önde).” Kaabız bu fikrini kendi görüşü ve yorumu olarak ifade etmekle kalmıyor, Kuran’dan ayetlerle bazı hadisleri delil getiriyordu. Mesela, “Neden Mesih Hz. Muhammed değil de Hz. İsa…” ya da “Kıyamet gününden önce Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelerek herkesi İslam’a davet edeceğine inanıyoruz. Neden Hz. Muhammed değil de Hz. İsa geliyor” diyordu.

Divan’da yargılama

Dinleyenlerde zihin karışıklığına sebep olan, dini bilgisi sınırlı kitleler içinde giderek artan sayıda taraftar bulan Molla bu iddialarını İslam dinini reddedip Hıristiyanlık propagandası için yapmıyor, Müslümanlığı kabul etmekle birlikte İseviliği, yani Hıristiyanlığı üstün tutmuş, bu tavrını İslami kaynaklara dayandırmış oluyordu.

Molla Kaabız’ın etrafından giderek genişleyen kalabalığın toplanması üzerine pek çok din adamı hem saraya hem hükümete şikâyetlerde bulundu. Bu ‘zındık kişi’nin yakalanıp idam edilmesiydi. Zira şer’i açıdan ‘fitne’ sayılan tavrının cezası ölümdü. Ancak Osmanlı işlenen suçun fikri mahiyette olması dolayısıyla Molla’yı doğrudan cezalandırmayıp onu Divan’da, yani bakanlar kurulu huzurunda nazariyesini izaha davet etti. (Bu noktada, Avrupa ülkelerinde Hıristiyanlık açısından ‘imanından kuşku duyulan kişinin’ sorgusuz sualsiz linç edildiği 16. asırda Osmanlı’nın İslam dininin en temel meselesiyle ilgili aykırı fikir açıklayan kişinin görüşlerini açıklamak ve savunmak üzere hükümete davet edildiği bir devlet yapısı oluşturduğu gerçeğini bir kere daha hatırlamakta yarar var.)

Molla iki gün üst üste Divan’a getirildi. İlk celsede karşısında, ‘Sadreyn’ denilen Anadolu ve Rumeli kadıaskerleri vardı. Sadr-ı Rum yani Rumeli Kadıaskeri Fenarizade Muhyiddin Çelebi, Sadr-ı Anadolu da Kadiri Çelebi’ydi.

Molla tüm vezirlerin huzurunda bu iki din alimine nazariyesini uzun uzadıya izah etti. Bilinen, Kanuni Sultan Süleyman’ın da bu izahı Divan görüşmelerinin yapıldığı salona bakan ‘kafes’ arkasından dinlediği. Molla açıklamalarını bitirdiğinde kadıaskerler onunla münakaşaya girmeyeceklerini, zira hazırlıksız olduklarını söylediler, ancak müştereken, “Hikemtü bi-katlihi” hükmünü açıkladılar. Yani ‘katledilmesine hükmettim’ demekle yetindiler. Ancak bu karar, Divan’daki vezirlerce kabul edilmedi. Molla’ya, serbest olduğu, gidebileceği söylendi. Dönemin ünlü tarih yazıcısı Peçevi durumu, “Mülhid mülzam olmayup Divan-ı Hümayun’dan çekip gitti” diye naklediyor. ‘Sapkın kişi cevap veremez hale getirilemediği için çekip gitti’ manasında.

Kanuni: ‘Bu ne demek yani?’

Tarihçiler, Kanuni’nin celse bitince hayret ve öfkeden yerinde duramaz hale geldiği, İbrahim Paşa’yı huzuruna çağırıp: “Bir mülhid divanımıza gelir, hezeyana cür’et eder ve mülzem olmaz, çıkar gider, bunun izahı nedir” dediğini yazıyor. Paşa’nın cevabı: “Nice idelüm, kadıaskerlerimiz mesail-i şer’iyyede alim değiller ki mel’unu ilzam-u iskat ideler.”

Mukaddesata dil uzatmış olsa dahi fikrin ancak fikirle yenilebileceği mantığının eseri olan bu görüşe Kanuni’nin de iştirak ettiği ama derhal alimlerden oluşacak bir heyet kurularak ikinci defa celse yapılması emrini verdiği biliniyor. Molla Kaabız 24 Aralık 1525 günü yeniden yargılandı. Bu defa Divan’da bu kez ünlü Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’nin halefi, kaleme aldığı ikiyüz kadar eserle alimler arasında seçkin bir yer edinmiş olan İbni Kemal lakabıyla meşhur Şeyhülislam Kemalpaşazede Şemseddin Ahmed Efendi ile devrin en büyük alimlerinden İstanbul Kadısı Sadüddin Çelebi vardı…

Sonuçta İbni Kemal, Kaabız Molla’nın nazariyesini büyük bir sabır ve olgunlukla dinledikten sonra kendisiyle münakaşaya girişip İslam esaslarına isnat ettirmek istediği davanın çürüklüğünü ayet ve hadis delilleriyle ispat etti. Arapça sözcüklerin yanlış ve kendince manalandırarak kullanılmış olması dolayısıyla bundan hareketle varılmış hükümlerin geçersiz olduğu da… Huzurda söyleyecek söz bulamayan Kaabız, Peçevi’nin anlatımıyla ‘hatasını iz’an idünüp kafasını zemine saldı..’ Kaabız bu durumda saray görevlileri tarafından tutuklanarak götürüldü.

Ancak Divan, Molla’ya padişahın fikirlerinden dolayı bir kişinin cezalandırılmasını uygun görmediği için hatasından geri döndüğünü açıklayıp tövbe etmesi halinde serbest bırakılacağını Şeyhülislam ve İstanbul Kadısı aracılığıyla ilettiler. Bu teklifi kabul etmeyen Molla’ya durumunu düşünmesi için üç ay süre verildi. Nihayetinde kanaatini değiştirmediğini bildiren Kaabız Molla 1526 senesi baharına doğru idam edildi.

Çerçeve

‘Küçük kıyamet’ zelzelesi

17 Aralık depremini neredeyse unuttuk gibi. Yaşananların yıldönümü felaketten bugüne ‘tedbir’ adına ne yapılıp ne yapılmadığı, olabilecek yeni bir depreme ne oranda hazır olduğumuz tartışılmadan geçti gitti.

Üstelik Türkiye’nin gözbebeği İstanbul’un her an benzer bir afetle karşılaşacağını da hepimiz biliyoruz. Kanıt bu kentin tarihi..

1509 yılı 14 Eylül’ünde yaşanan muhtemelen en yıkıcı jeolojik darbeydi. Tarihi kayıtlarda bu felaket sırasında 35-40 gün boyunca artçı depremlerin kaydedildiği, sarsıntıların İkinci Bayezid’in şehrin değişik yerlerine açtırdığı 400 kuyu sayesinde son bulduğu var. O zaman İstanbul’un nüfusunun 150 bin olduğunu, dolayısıyla 5 bin can kaybının ne denli önemli olduğunu düşünebilirsiniz. Bu depremde 109 cami ve 1300 ev yerle bir olmuş, birbuçuk ay boyunca halk bahçelerde yaşamış, padişah da Topkapı Sarayı arazisi içinde kurulan çadır odalarda kalmıştı. Bu depremde zarar gören sadece İstanbul değildi. İlk sarsıntıda Çorlu şehrinin tamamen yıkıldığını ve halkın üçte ikisinin öldüğünü, Gelibolu ve Silivri istihkâmlarıyla Edirne ve Dimetoka’nın buna yakın hasar gördüğünü biliyoruz.

İstanbul’da hastane, aşevi, imaret, çarşı, su kanalı namına ne varsa yıkıldıktan başka deniz sularının kabarıp İstanbul ve Galata surlarını aşarak pek çok semti bastığı da tarihen sabit. Bayezid’in ‘Bu hale dayanamıyorum’ diyerek gittiği Edirne’de de aynı manzarayı gördükten sonra geri dönüp ertesi sene İstanbul’un yeniden inşası emrini verdiğini, bu iş için şehre 80 bin işçi, 3 bin usta getirttiğini biliyoruz. Kayıtlar ev başına 20 lira toplanarak gerçekleştirilen bu imar faaliyetinin 65 günde tamamlandığını gösteriyor.

Yorumlar kapatıldı.