Ertuğrul Özkök
BU hikáye, tersinden başlıyor. Yani kitabın son sayfasından. Son sayfada, dört dilde teşekkür var.
Birincisi Türkiye’nin Yahudi cemaatine.
Hem Türkçe hem Ladino dilinde.
İkincisi, Türkiye’nin Ermeni cemaatine.
O da hem Türkçe hem Ermenice.
Üçüncüsü, Kürtlere.
O da hem Türkçe hem Kürtçe.
Ve uzun bir Türkçe teşekkür listesi.
* * *
Donanma’nın havuzbaşındaki gece sona erdiğinde 24’ü çoktan geçmişti.
Geceyi hazırlayan organizatörlerden Sami Dündar’ın kararı, İstanbul’a dönmekti. Eşyalarını almak üzere orduevindeki odasına gitti.
Eşyaları hazırdı. Arabasına gitmek üzere ayağa kalkmak üzereyken ağır bir uyku bastırdı.
‘On dakika uyuyayım’ diyerek uzandı.
Gözleri kapanırken kolundaki saate baktı.
Tam 03’ü gösteriyordu.
Uykuya daldı.
* * *
17 Ağustos gecesi saat 03.02’de Türkiye’nin Batı tarafı tarihinin en ağır depremlerinden biriyle sarsıldı.
Sami Dündar o gece Gölcük Donanma Komutanlığı’ndaki geceyi organize etmişti.
Uyuduktan iki dakika sonra gelen depremde orduevi yerle bir olmuş ve o da enkazın altında kalmıştı.
Toprağın altındaki ilk anını şöyle anlatıyor:
‘Mutlak sessizlik ve mutlak karanlık vardı. Hiçbir şey göremiyordum. Normalde gözlerimizi kapattığımızda oluşan görüntüler vardır ya, onları bile göremiyordum.’
Ağzının içine kadar toprak dolmuştu.
Bacakları ağır bir kolonun altında kalmıştı.
‘Kurtarabildiğim organlarımın en önemlisi beynim’ diye düşünüyordu.
* * *
Saatler sonra işittiği ilk ses bir helikopterin ‘pat patları’ oldu.
Bir süre sonra dışardan şu ses geldi:
‘Orda kimse var mı…’
Bu faciadan aklımızda kalan o derin sembol cümle:
‘Orda kimse var mı…’
Önce küçücük bir ışık huzmesi.
Arkasından konuşmalar.
Işık büyür, büyür ve sonunda genç bir erin başını görür.
Üç er, birbirine tutunarak zincir oluşturmuş ve enkazın 15 metre altına inerek, ona ulaşmıştır.
Ama ayakları kolonun altındadır.
En uçtaki er, kolonun altındaki toprağı kazıp, ayağını boşluğa almaya çalıştığı sırada hiç beklemedikleri bir şey olur.
Şiddetli bir artçı deprem, yaralı canavar gibi enkazın dibine vurmaya başlamıştır. Sanki yarım kalan işini tamamlamaya çalışmaktadır.
Enkazın dışından komutanın sesi duyulur:
‘Hepiniz dışarı çıkın…’
* * *
Erler belki de emre itaatsizlik ederler.
En uçtaki genç er, Kürtçe bir şeyler söylemeye başlar.
Sami Dündar da erlerin dışarı çıkmasını ister.
Hayır, genç Kürt erler ‘Abi merak etme seni almadan gitmeyeceğiz’ demektedir.
Artçı deprem bütün gücüyle vurmaktadır. Erler de bütün güçleri ile kolonun altını boşaltmaya.
İşte o an mucize gelir.
Artçı deprem kolonu yerinden oynatmış ve Sami Dündar’ın ayakları bir anda boşta kalmıştır.
En uçtaki er, onu koltukaltlarından tutup yukarı çeker.
Sami’yi enkazın altına alan depremin ardından gelen artçısı bu sefer onu kurtarmıştır.
Ama Sami’nin dramı burada bitmiyor.
Dışarı çıkarıldıktan bir süre sonra şoka giriyor. Onu öldü diye ceset torbasına koyup, Bandırma’ya gönderiyorlar.
Orada binlerce cesedin arasına konuyor.
Sonra çocuk yaşta bir genç torbanın fermuarını açıyor. Onun göz kırptığını görünce, yaşadığını anlıyor.
* * *
Yarın 17 Ağustos.
Bir milli faciayı anacağız.
Sami’nin yaşadıkları, on binlerce hayat hikáyesinden sadece biri.
Ama orada sadece onun hikáyesi yok.
Ona yardım eden fedakár insanların, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Yahudilerin hikáyesi var.
Bir de Bandırma’nın fedakár insanlarının.
Dükkánlarını açıp, mallarını depremzedelere sunan erkeklerin, 24 saat içinde hemşire olup, yaralılara serum takmayı, tedavi etmeyi öğrenen kadınların, daha o sabah Yalova’ya Gölcük’e doğru hayat kurtarma yürüyüşüne geçen gençlerin hikáyesi.
Kitabın sonundaki teşekkür, acı karşısında tek vücut haline gelen bu milletin kahramanlık menkıbesidir.
Gerçek hikáye işte bu yüzden en son sayfadan başlamaktadır.
(*) Sami Dündar, ‘Her Şeyin Bittiği Yerden’, Okuyanus Kitaplar, Ağustos 2005 (Sami’yi kurtaran Kürt genci İzmir’e yerleşmiş Diyarbakırlı bir ailenin çocuğudur. Askerlik yapan iki kardeşini aynı depremde kaybetmiştir.)
Yorumlar kapatıldı.