Mihail Vasiliadis
Cemaatimizin, yani Rum Ortodoks Cemaatinin, düşük gelirli ailelerin çocukları için tertiplediği yaz dinlenme kamplarıyla, babamın ölümünü (1 Kasım 1951) izleyen yaz tatilinde tanıştım. Aynalıçeşme İlkokulu’nu 1951 haziranında bitirmiş, eylülde de ortaokula başlamıştım. Ben artık bir Zoğrafyon’luydum ve Zoğrafyon Lisesi, adını saygıyla andıran bir eğitim müessesesiydi, o yıllarda.
Okul ücreti oldukça yüksekti. Ancak mali durumu pek iyi olmayan, derslerinde başarılı çocuklar, burs alabiliyordu. Devlet, sağ olsun, Varlık Vergisi’yle, ilk şartı yani fukaralığı bize sağlamıştı; ikinci şartı sağlamak, yani başarılı talebe olmaksa benim çabalarıma kalıyordu. Anam bu ‘hassas’ noktayı bana sık sık anımsatırdı: Bak Mihalaki, Zoğrafyon’lu olmak istiyorsan çok çalışacaksın, derdi. Ben de, Zoğrafyon’lu olmak uğruna ders çalışma külfetine katlanırdım. (Neden Zoğrafyon’lu olmak istenirdi? Ayrı bir hikâye; belki başka bir yazıda anlatırım). Bu yazının konusuyla direkt bir ilgisi yok ama, yeri gelmişken söyleyeyim. Aynı yıl Zoğrafyon Lisesi’ne, benimle aynı sınıfa burslu bir öğrenci daha katıldı. İsmi Dimitris Arhondonis’ti ve İmroz Adası İlkokulu’ndan mezun olup gelmişti. Kendileri bugün, Birinci Bartholomeos adıyla Ekümenik Patriğimiz, y‰ni dünya Ortodokslarının ruhani lideridir.
Mayıs sonlarında, daha ders yılı bitmeden, Okul Müdürü rahmetli Vasilis Muçoğlu anamı çağırıp, yazlığa gidip gitmediğimizi sordu. Gitmediğimizi öğrenince, adımı yaz tatili kamplarına alınacakların listesine kaydedeceğini belirtti. Yazdırdı ama, sorun bununla bitmiyordu; ben yazları çalışıyordum. Tarlabaşı Caddesi’nin en sonunda, Ömer Hayyam Caddesi’ne kavuştuğu köşebaşında bir berber dükkanı vardı; sahibi mösyö Lorandos, babamın bir kuziniyle evliydi. İlkokuldayken, hem yazları hem de sömestr tatillerinde beş lira haftalıkla orda çalışır, ayrıca bol bahşiş de toplardım. Bu yılsa ‘daha ciddi bir işe girmek, meslek öğrenmek’ de söz konusuydu. Eminönü’den Beyazıt’a çıkan Rızapaşa yokuşunda ‘ALKA Mefruşat’ diye bir müessese vardı. Haftalığım on lira olacaktı. Okul müdürü onu da halletti. Beni ilk grupla yollayacak, işe de ondan sonra başlayacaktım. Kampa yollanmak üzere okulda toplandığımızda, elime bir de zarf tutuşturdu.
İçinde ‘kaybedeceğim’ haftalıklar karşılığı otuz lira vardı. (Vasilis Muçoğlu’nun vermeyi uygun bulduğu bu tip zarfların içindeki paranın kendi cebinden olduğunu çok sonra öğrendim. Adını rahmetle anarım).
O yıl kamp Büyükada’da, tepedeki yetimhane binasındaydı. Ancak yaz tatiline gelen çocuklarla bütün yılı orda geçiren ve içerdeki okula devam eden yetimlerin bir araya gelmesi, olaylar yaratıyordu. Çocuk sayısı da çok yükseliyordu. Bir yıl sonra, yani 1953 yazında, Kınalıada Hristos Manastırı’ndaki kampa gittik. Gerçekten bir cennetti. Üçer haftalık üç dönemde yaklaşık ikiyüz-ikiyüz elli çocuk tatil yapıyordu. Kız erkek, tüm çocuklar yemekte ve bahçede beraberdik; yatakhaneler ayrılıyordu. Birlikte her gün denize gidiliyor, büyükçe olanlar, özel izinle aşağıya, köye bile inebiliyor, aileleriyle yazlıkta olan arkadaşlarıyla görüşebiliyordu.
Manastır epey eski bir binaydı ve adaların artık kozmopolit bir havaya kavuşmuş olması nedeniyle, inzivaya çekilmek isteyen keşişlerin ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Buna rağmen manastırın papazı içeride kalıyor, ayinleri muntazam yerine getiriyor, manastır kilisesi gelen müminlerle dolup taşıyordu. Boş kalan müştemilatı değerlendirilmesi için, Patrikhane kamp idaresine tahsis etti. Çocuklar, yıllar yılı orada çok mutlu oldu. Benim çocukluk anılarımın arasında Kınalıada Manastırı’nın özel bir yeri vardır. Anılarım, değil köşe yazısı, roman olur.
1953 yılından 1957 yılına kadar yazları orda geçirdim. Liseyi bitirdikten sonra da ziyaretçi olarak sık sık gittim. Bugün bile vapurla Kınalıada’nın önünden geçerken gözüm hemen tepeye takılır. Görüntü beni zaman içinde taşıyıp çocukluğuma götürür…
Şimdi Vakıflar Genel Müdürlüğü kalkmış burası benim diyor! Ne diyeyim? Şu genel müdürlüktekileri, keşiş cüppesine bürünüp atalarının manastırında inzivaya çekilmiş olarak göreyim, imzalatmak istedikleri o şantajı anımsatan kâğıdın altına ben de sere serpe imzamı atayım… Yâni…
Yorumlar kapatıldı.