Etyen Mahçupyan
Vakıflar konusunda hem AB koşullarına uymaya, hem ilkeli olmaya, hem de mevcut dengeleri rahatsız etmemeye çalışan hükümet; iş uygulamaya geldiğinde fena halde yalpalıyor. Bu çelişkili konum, üretilmeye çalışılan ‘omurgalı’ siyaseti de yaralamakta.
Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı’nın dolaylı yoldan AB yetkililerine sert çıkarak, “din özgürlüğü herhangi bir insanın bir dine inanması, o dinin gereklerini yerine getirmesi, hatta inandığını başkalarına da anlatmasını kapsar” diyerek mülkiyet meselesini din özgürlüğünün dışında tutması ilk bakışta olumlu bir tavır gibi gözükebilir. Üçüncü şahıslara verilmiş malların yeniden vakıflara dönmemesini de yine Bakan gibi ‘üçüncü şahsın iyi niyetinin korunması’ başlığı altında değerlendirebiliriz. Yani bugün malın sahibi haline gelmiş olan ‘üçüncü şahıs’ın iyi niyeti sorgulanamayacağı için, malın onun elinden alınmasını haksız bulabiliriz. Ama mesele ‘üçüncü şahıs’ın değil, devletin iyi niyeti… Bu mallar için tazminat ödemediğiniz anda, haksızlığa uğramış ‘birinci şahıs’ın, koruduğunuz ‘üçüncü şahıs’tan daha az vatandaş olduğunu söylemekle kalmaz; asıl haksızlığı yapmış olan devleti kollarken adaletsizliği savunmuş olursunuz. O zaman bunun iyi niyetle ne kadar bağdaştığı da, tartışılması gereken bir konu olarak gündeme gelir…
İyi niyetin sınanması ise muhakkak ki en iyi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaklaşımı içinden okunabilir. Örneğin Müdürlüğün geçen yıl bir gayrimüslim vakfına gönderdiği yazı ilginç bir ‘belge’ oluşturmakta: “Vakfınız tarafından AB’nin… Proje Programına… azınlıkların sosyal ve toplumsal sorunlarını dile getiren… bir proje ile yaptığınız başvurunun kabul edildiği… meblağın kullanılabilmesi için izin talep edildiği (bildirilmekte)… Vakıflar vakfiyelerinde belirtilen kuruluş amaçlarına göre faaliyette bulunurlar. Adı geçen vakfın, vakfiyesi yerine geçen 1936 beyannamesinde amacı; kilisenin, mektebin ve mezarlığın… müteferrik masraflarını karşılamak olarak vakıf yetkilileri tarafından bizzat ifade edilmiştir… Yeni gayelerin ihdas edilmesine, nakit bağış almasına ve kuruluş amacı dışındaki faaliyetlerine izin verilmesine imkan bulunmamaktadır… Aksi takdirde vakıf yöneticilerinin azledileceği hem kanunlarda, hem de uygulamaları gösterir tüzüklerde yer almaktadır… Vakfınızın gerçekten vakfiyesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra iyi niyetle Lozan Barışına uygun olarak bu durumdaki kuruluşları vakıf haline getirebilmek için vakfınızla ilgili her türlü hususu kapsayan beyanname verilmesi istenmiştir. Bu beyanname 1936 beyannamesi olarak adlandırılan ve aslına vakfınızın vakfiyesi olarak geçen bir belgedir. Mal beyanı değildir. Ancak o tarihte bu beyannameyi tanzim edenlerin gereken özeni göstermemeleri bugünkü sonuçlara yer açmıştır…”
Yukarıdaki metinde ‘azledileceği’ kelimesinin büyük harflerle yazılarak, vakıf yöneticilerinin açıkça tehdit edildiğini de vurgulamakta yarar var… Ama ‘iyi niyet’ nedeniyle beyanname istendiği, “gerçekten vakfiye yok”ken beyannamenin vakfiye sayılmasının bu ‘iyi niyet’e dahil olduğu, hele söz konusu beyannamenin ‘mal beyanı’ olmadığı; devlet adına davranan bu kurumun müdanaasızlıkta geldiği noktayı resmetmesi açısından önemli. Dahası eğer “o tarihte beyannameyi tanzim edenler gereken özeni göstermediyse” devlet onları niçin uyarmamış acaba? Devletin hâlâ bu ‘özensizliği’ bahane edip özenle mal müsaderesi yapması nasıl açıklanabilir? Herhalde birçok uygun kelime bulunacaktır, ama ‘iyi niyet’in bunların arasında yer alması çok zordur… Hükümet yetkilileri kendilerince iyi niyetli olsalar da, iyi niyet sözde kalmamalı, ‘sözde iyi niyete’ kurban gitmemeli…
Yorumlar kapatıldı.