İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Cemaat ve Cemaat Vakıfları II

Cemaat ve Cemaat Vakıfları II

 

Son günlerde bir web sitesinde  “Vakıflar Kanununa Eleştirel Bir Bakış” başlıklı
bir araştırma  görülüyor. Yazının Fehmi Adalet tarafından gönderildiği
belirtiliyor. Doğrusu isim  bir müstear ad gibi duruyor. Nedenini bilmiyorum
ama yazar kendini gizlemek ihtiyacı duymuş. Çünkü arama motorlarında da bu
isimle ilgili hiçbir kayıt yok. Bu yazıda da yine pek çok haksız suçlama var.[1]

 

Yazar
yazının bir bölümünde şöyle diyor:

Buradan hareketle; söz konusu Cemaat
Vakıflarının amacı; dini, hayri, sosyal ve eğitsel konularla
sınırlandırıldığına göre, bu vakıfların mal edinme rejiminin de bu konularla
sınırlandırılması gerekmektedir. Çünkü vakıf müessesinin tarihsel sürecine göz
atıldığında, Vakıf esprisi içinde, başlangıcından bu yana vakfın amacı ve bu
amaca özgülenen mal vakıf tanımının ayrılmaz iki temel unsuru olarak
değerlendirilmiştir. Bunlar; etle-tırnak gibi birbirinin mütemmim cüz’ü
sayılmıştır. Bu nedenle her vakıfta olduğu gibi, cemaat vakıflarının da,
amaçlarını gerçekleştirmek için mal edinmeye ihtiyaçları vardır”.

 


Yazar,  Cemaat vakıflarının amacının dini, hayri, sosyal ve eğitsel olduğunu
belirttikten sonra,  bu vakıfların mal edinme rejiminin de bu konularla
sınırlandırılması gerektiğini ileri sürmektedir. Elbette edinilen taşınmazlar
ya da bu taşınmazların gelirleri vakfın amacı doğrultusunda kullanılacaktır. Bu
koşul her vakıf için geçerlidir. Vakfedilen ya da edinilen bütün vakıf
mallarının, vakıf amaçları doğrultusunda kullanılması hem yasa, hem din, hem de
etik açısından gerekli ve zorunludur. Ancak buradan yola çıkarak, Medeni Kanuna
göre kurulan vakıflara tanınandan daha farklı bir  sınırlandırma getirilmesi
hem Anayasanın hem de Lozan Antlaşmasının eşitlik ilkesine aykırı olacaktır.
Aslında böyle bir sınırlamanın, objektif ölçülerini koymanın zorluğu dikkate
alındığında, anlamlı da olmayacaktır.

 

Yazar
devam ediyor,

“Türk Medeni Kanunu’nun 101.
maddesinin üçüncü fıkrasında, Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen niteliklerine
ve Anayasanın temel ilkelerine, hukuka, ahlâka, millî birliğe ve millî
menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek
amacıyla vakıf kurulamayacağı hüküm altına alınmıştır.”

 

-Yazarın
Medeni Kanunun 101. Maddesi[2]
ile ilgili düşünceleri, gerçekten incelenmesi ve üzerinde durulması gereken bir
konu. Ancak öncelikle yazıdaki bir çelişkiyi belirlemek gerekiyor. Yazar
yazının son bölümünde:

“Cemaat
mensupları birey olarak istedikleri takdirde, Türk Medeni Kanunu hükümlerine
göre istedikleri kadar vakıf, dernek vs kurabilme hakkını haizdirler”
.diyor. Yani bir yandan Cemaat
mensuplarının Medeni Kanuna göre istedikleri kadar vakıf kurabileceklerini
belirtirken, diğer yandan 101. maddedeki sınırlamaları doğru bulmaktadır.
Cemaat mensuplarını destekleyen vakıf kurulamayacağına göre, istendiği kadar
vakıf kurulmasının ne anlamı olabilir? Yazarın çelişkiye düşmesini doğal
karşılamak gerekir, çünkü bu madde Anayasa’ya  ve Lozan’a aykırıdır.

 

Bu
maddenin geçmişine bir göz atalım. 1926 tarihli Medeni Kanunda cemaat
mensuplarını destekleyecek vakıf kurulamayacağına dair  bir hüküm yoktur. Büyük
ihtimalle Lozan’dan üç yıl sonra, açıkça Lozan’a aykırı olacağı belli olan
böyle bir madde konulmamıştır. Nitekim Medeni Kanuna göre kurulan Ermeni
Öğretmenler Vakfı (Türk –Ermeni Azınlık Okulları Yardımlaşma Tesisi 1965)
böyle bir vakıftır. Bu madde daha sonra 13.07.1967 tarih ve 903 sayılı kanunla
değiştirilerek bu yasaklar getirilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda ve tek parti
döneminde böyle bir yasağa ihtiyaç duyulmamışken, 1964 Kıbrıs olaylarından
sonra doğan ortamda bu yasağın getirilmesi çok anlamlıdır.

 

 

Medeni
Kanunda yer alan  bu yasak, hem Lozan Antlaşmasına, hem Anayasa’nın eşitlik
ilkesine ve hem de
Anayasa’nın
90. maddesinin  son fıkrasında  yer alan  “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.  Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası analaşmalarla
kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır
.”hükmüne
tamamen aykırıdır.

 

Lozan
Antlaşması’nın 39. Maddesi, Anayasanın 10. Maddesi gibi  eşitlik ilkesiyle
ilgilidir ve Azınlıkların da Müslüman Türk halkının yararlandığı tüm medeni
ve siyasi haklardan
yararlanacağını belirtir. 39.Maddenin ilk fıkrası
şöyledir:

 

“Madde
39.-Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları, Müslümanların
yaralandıkları ayni yurttaşlık ( medeni hukuk ) ve siyasal haklardan
yararlanacaklardır. Türkiye’nin oturan herkes din ayrımı gözetilmeksizin kanun
önünde eşit olacaklardır. Din, inanç ya da mezhep farkı, hiçbir Türk
vatandaşının yurttaşlık haklarıyla (medeni haklar) siyasal haklarından
yaralanmasına ve özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükselme ,
onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında çalışmasına, sanayii ile
uğraşmasına engel olmayacaktır.”

 

Lozan
Antlaşması’nın 42. maddesi bu konuda son derece açık ve net olarak azınlıkların
her türlü vakfı kurabileceğini belirtmektedir. 42. Maddenin üçüncü fıkrası,
“Türk Hükümeti, sözü geçen azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara
ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların
Türkiye’deki halen mevcut vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her
türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve  Türk Hükümeti, yeniden din ve hayır
kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli
kolaylıklardan, hiç birini esirgemeyecektir.[3]

 

Kaldı
ki, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin hiçbirinde böyle bir
sınırlama yoktur. Bu nedenle, temel hak ve özgürlüklerle ilgili olan Medeni
Kanunun 101. Maddesinde yer alan bu hükmün, Anayasanın  90. maddesine aykırı
olduğu açık ve kesindir.

 

Yazar,
yazının devamında;

“Bu kuruluşlar, Osmanlı Hukukunda
vakıf adı ile değil, Eşhas-ı Hükmiyenin Gayrimenkule Tasarruflarına Dair Olan
16 Şubat 1328 tarihli Kanun hükümlerine göre “Müessesat-ı Hayriye” olarak
kurulmuştu. Ve cemaatlerin dini, hayri, sosyal, eğitsel, kültürel ve sağlık
hizmetlerinin karşılanmasında bu kuruluşlardan yararlanılmaktaydı. Bu
kuruluşlar, Lozan Barış Antlaşmasına taraf devletlerin kabulüyle vakıf olarak
benimsenmişlerdir. İşte Lozan’da azınlıklara tanınan hak, cemaat vakfı kurma
hakkı değil, varolan “Müessesat-ı Hayriyelerine” tanınan vakıf olma hakkıdır.
Bu antlaşmayla Müessesat-ı Hayriyelerin hukuki niteliği değiştirilmiştir.”

 

Osmanlıda
bu kurumların, müessesatı hayriye (ve müessesatı diniye) olarak kuruldukları
doğru, ancak bunun nedenlerine inmek gerekiyor.
“Osmanlı Devletinde tüzel kişilik
müessesesi yoktur. 1870 Ticaret Kanunnamesi ile ticaret şirketlerine tüzel
kişilik tanınmış, ancak vakıflar için böyle bir düzenleme getirilmemiştir”[4].  Daha sonra 1909
(8 Ağustos 1325) tarihli Cemiyetler Kanunu ile, ticari olmayan kuruluşlara yani
dernek ve vakıflara da tüzel kişilik hakkı verilmiştir. Ancak bu dönemde bu
şirket ve ticari olmayan kuruluşlara bu hak tanınsa da, bu tüzel kişilere
taşınmaz edinme hakkı tanınmamıştır.

1912 (16
Şubat 1328) tarihli, “Eşhası Hükmiyenin Gayri Menkuleye Tasarrufuna Mahsus
Kanunu Muvakkat” ile hükümet ve belediye dairelerine, özel kanunu
gereğince kurulan cemiyetler ve hükümetçe onaylanmış sözleşme, şartname ve
nizamnamelere göre kurulan Osmanlı Ticaret, sanat ve inşaat şirketlerine
taşınmaz edinme hakkı tanımıştır. Kısaca açıklarsak, 1912 tarihine kadar, tüzel
kişilere taşınmaz edinme hakkı verilmediğinden Azınlık vakıfları bina, arsa ve
benzeri taşınmaz edinemiyordu.

Bu
nedenle de cemaat vakıflarına verilen bina, arsa ve benzer taşınmazlar ya Surp
Krikor, Surp Garabet gibi mevhum kişiler ya da namı müstearlar, yani yaşayan
kişiler  güvenilir kişiler, mütevelliler adına tescil ediliyor, ancak vakıflar
tarafından tasarruf ediliyordu. 1912 (16 Şubat 1328) tarihli bu kanunla
vakıflara ve hayır kurumlarına ait olup, mevhum ya da gerçek kişiler adına
kayıtlı bulunan taşınmazlarına, belli sürede düzenlenerek tapu idarelerine
(Defter-i Hakani) verilecek defterlere göre, ilgili vakıflar adına tescil edileceği
belirtilmiştir. Ayni kanun bu süre içinde bildirilmediği takdirde taşınmazları
vakıflara ait olduğu iddialarının dinlenmeyeceğini ve bundan böyle, Türk
olmayan tüzel kişilerin yani yabancı tüzel kişilerin taşınmaz edinemeyeceğini
hükme bağlanmıştır. 1921 (1337) yılında, Devlet Şurası tarafından verilen
mütalaada, sadece vakıflarca düzenlenen defterlerde yer alan taşınmazların
değil, bu defterlerde yer almadığı halde, adlarına taşınmaz kayıtlı olan ve bu
taşınmazların vakıflara ait olduğunu bildiren gerçek kişilerin ya da kişi
hayatta değilse mirasçılarının beyanı ile de söz konusu taşınmazların vakıflar
adına tescil edilmesi gerektiği belirtilmiştir.[5]

 

Ancak bu
kanunda da “Namı mevhum denilen ve yüzyıllarca önce ölmüş azizlerden biri adına
tapuya kayıt yapılmak suretiyle tasarruf olunan taşınmazları kapsamı dışında
bıraktığı gerçeği gözden kaçırılmıştır.”[6]
1912 tarihli Kanunla vakıflara tanınan süre “Daha sonra iki kere uzatılmıştır.
Bu hükümden faydalanmak üzere cemaat temsilcileri başvurularını yapmışlar ise
de 1936 yılına kadar pratikte sonuç alınamamıştır”[7]  Kaldı ki Osmanlı
Devletinde çok uzun bir süre Gayrimüslimlerin kuracakları vakıflara getirilen
sınırlamalar yüzünden ve mevhum isimlere kayıtlı taşınmazlar kabul
edilmediğinden pek çok müessesatı hayriye beyanda bulunmamıştır. “Osmanlı
tatbikatına göre, Gayrimüslimlerin, Müslümanların ve onların müesseseleri
lehine vakıf kurmaları caiz iken; Müslümanların hem de zimmilerin ve
müste’menler’in İslam toplumunda başka bir inancın propagandasını ve telkinini
yapmak üzere; kiliselere, havralara, bunların tamir ve inşasına veya İncil ve
Tevrat’ın basım ve dağıtımına  yönelik olarak kuracakları vakıflar geçersizdir.
Ancak hayri ve sosyal hizmet amaçlarıyla zimmi fakire, Müslüman ve
Gayrimüslimin taşınmaza dayalı olmayan vakıf yapması caizdir. …Sadece taşınır
mal vakfedilebilmektedir  ”[8]

 

Sonuç
olarak, vakıf olarak kurulması mümkün olmayan kiliseler, manastırlar ve
benzerleri sonradan yasa ile hükmi şahıs olarak tanımlanarak vakıf haline
getirilmiştir. Yani bu devletin bir tasarrufudur  müessesatı hayriyeler (ve
müessesatı diniye) yasa ile vakıf haline getirilmiştir. Bu nedenle de cemaat
vakıflarını çoğunda vakfiye yoktur. Nitekim, Rum  vakıfları 1936 beyannamesinin
altına “…. Hiçbir kimse tarafından vakfedilmemiş ve vakfiyesi yoktur ve 4
Birinci Teşrin 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan değildir…..”
şeklinde itiraz şerhleri koymuşlardır. Beyannameye bağlanan vakıflardan sadece,
8 Ermeni, 2 Rum vakfının vakfiyesi mevcuttur.[9]

 

 

İkinci olarak
Cemaat Vakıflarının sadece 743 Sayılı  Medeni kanununun yürürlük tarihi olan
04.04.1926 tarihinden önce kurulan cemaata ait vakıfları kapsadığı ve yeni
cemaat vakfı kurulamayacağı da bir açıktır.
29 Mayıs 1926 tarih ve 864 sayılı  Kanunu
Medeninin Sureti Meriyeti Ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanunun 8. Maddesinin
ikinci fıkrasında, Medeni Kanun’ un yürürlüğe girmesinden sonra kurulacak
vakıfların, Medeni Kanun hükümlerine tabi olacağı açıkça belirtilmiştir. 

 

Yazı
şöyle devam ediyor:
Amaçları açısından bakıldığında “cemaat vakıfları” toplumun bütün
fertlerini değil, sadece belirli bir cemaatin ortak ihtiyaçlarının
karşılanmasını amaçladığından genel nitelikli bireysel değil, istisnai niteliği
olan kollektif bir hak olarak kabul edilmelidir
.”

  

-Önce bir
konuyu bir açıklık getirelim. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Azınlıklara
verilen bütün pozitif haklar, “toplumun bütün fertlerini değil, sadece belirli
bir cemaatin ortak ihtiyaçlarını karşılar ve “genel nitelikli” değildir ama
yine de bireysel haklardır.

 

Cemaat
vakıflarının toplumun bütün fertlerini değil, sadece belirli bir cemaatin ortak
ihtiyaçlarını karşılamasını amaçladığından “kollektif hak” kabul edilmesi
gerektiği yanlış ve maksatlı bir yorumdur.

 

Doç. Dr.
Naz Çavuşoğlu bu hakları şöyle tanımlıyor: “Uluslararası belgelerde azınlık
haklarının bireysel boyutunu öne çıkarsa da, bu haklar azınlıkların varlık ve
kimlik hakkı çerçevesinde şekillenmekte, azınlık mensubu kişilere tanınan kendi
kültürlerini, dillerini  ya da dinlerini yaşatma ve koruma  hakkı ile
asimilasyon yasağı, devletlerin bu alandaki pozitif yükümlülükleri  ile
birlikte düşünüldüğünde, dolaylı da olsa grup kimliğinin korunması sonucunu
doğurmaktadır. Bununla birlikte, azınlığa mensup olmada kişisel tercih hakkı,
devlete grup kimliğinin, gruba karşı da bireysel kimliğin korunması imkanını
sağlar. Ancak öte yandan, azınlık haklarında bireysel hak vurgusu, azınlıkların
‘kendi kaderini tayın hakkı’nı ayrılıkçı talepler için kullanmalarını önlemek
için geliştirilmiş bir formüldür. Bu çerçeve  azınlık haklarını kollektif
hak olmaktan çok, kollektif  haklarla bireysel hakların çizgisinde kollektif
boyutlu bireysel haklar
olarak kabul edilmektedir.”
[10]

 

Aynı
konuda Argun Başkan’ın görüşü de şöyle:“Kollektif haklar ise idari haklardır.
Özerklik, federasyon gibi hakları içerir. Bu anlamda azınlık hakları
bireysel haklardır
. Kollektif haklar azınlık bireylerinin değil
“halkların”  haklarıdır. Kollektif hakların insan-vatandaş hakları anlamında
şahsi haklarla çatıştığı durumlar da söz konusu olabilir. Bir azınlık grubu
kendisine ve üyelerine verilen hakların korunması için devletten kendi
kollektif haklarına dışarıdan müdahalenin önlenmesi (bu zaten azınlık
haklarının özüdür) ve kollektif hakların grubun kendi üyelerine karşı da
korunması talebinde bulunur.”[11]

 

Görüleceği
gibi bu haklar kollektif hak kabul edilemez. Kaldı ki, bu hakların kollektif
haklar olduğunu kabul etsek dahi, uluslararası insan hakları ve azınlık
haklarıyla ilgili sözleşmelere göre bu  hakların azınlıklara verilmesi gerekmektedir.
Halkların hakları olarak tanımlanan kollektif haklar olan self determinasyon
hakkı, özerk yönetim hakkı vb ülkelerin idari yapısını değiştirebileceği
düşünülen haklar konusunda azınlıkların bir talebi yoktur. 

 

Yazar devam ediyor:

“…
Ancak son düzenlenen Vakıflar Kanunu Tasarısının 12. maddesinin birinci fıkrası
ile “Vakıflar; mal edinebilirler, malları üzerinde her türlü tasarrufta
bulunabilirler” şeklinde yapılan değişiklikle, cemaat vakıflarındaki mal edinme
rejimindeki sınırlamalar kaldırılmakta ve Türk Medeni Kanunu Hükümlerine göre
kurulan vakıflarla eşdeğer statüye kavuşturulmaktadır. Cemaat vakfını doğuran
ve onu istisnai bir hak konumuna getiren, oluşum sırasındaki koşul ve
sınırlamalar pas edilmektedir.”    

 

Cemaat Vakıflarının, Türk Medeni Kanununa
göre kurulan vakıflarla eşdeğer statüye kavuşturularak bir haksızlık giderilmiş
olacaktır. Aslında 1974 yılına kadar bütün cemaat vakıfları, diğer vakıflar
gibi diledikleri kadar taşınmaz edinmişlerdir. Bu konuda ne yargının ne de
yürütmenin bir itirazı görülmüştür. Bütün vakıflara eşit haklar verilmesi,  hem
Anayasa’nın 10. maddesinde, Lozan Antlaşmasının 39 ve 42. maddesinde yer alan
eşitlik ilkesine, hem 90. maddedeki “temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası analaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası analaşma hükümleri esas
alınır” hükmüne  uygundur. Aksine alınacak kararlar, en azından Anayasaya
aykırı olacaktır.

 

 

 

 

 

Pas
edildiği düşünülen Vakıflar Kanunu, ilk çıkışında cemaatin kurumlarını, 1863
Nizamnamesini ve uygulamaları dikkate almayan, özellikle Osmanlı’dan gelen
vakıfları tasfiye amacı güden  bir tepki kanunudur. “Hukuki temel
düzenlemelerin tamamlanması ve vakıfların yönetiminin Genel Müdürlük halinde
teşkilatlanmasından sonra, merkezi yönetimde eski vakıfların tasfiyesi ve
küçültülmesi eğilimleri kendini gösterdi…. Tasarlanan tasfiye programının
uygulanması sonunda ‘vakıf mektep ve medrese, türbe ve kütüphaneler Maarif
Vekaletine;sıbyan mektepleri ve okul olabilecek tekke ve zaviyeler özel
idarelere; akar ve hayratı aynı köy sınırları içinde bulunan vakıflar köy tüzel
kişiliklerine; mezarlıklar, sular, şehir içerisinde kalan arsa ve araziler
belediyelere; vakıf ormanları Orman Genel Müdürlüğüne; zeytinlikler ve
çiftliklerin bir bölümü göçmenlere, geri kalanların bir kısmı da toprak reformu
veya topraksız köylüleri topraklandırma kanunlarıyla ihtiyaç sahiplerine
dağıtılmıştır’…. 1927’lere gelindiğinde, Vakıflar İdaresi’nin elinde
‘müessesatı hayriye’ den sadece camiler ve mescitler kalmıştır.”[12]  “28 Haziran
1938’de 3513 Sayılı yasa ile tek mütevelli  sistemi getirilir, azınlık
vakıflarının  yöneticileri Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce belirlenmeye
başlanmıştır”[13].
“1949 yılında (5404 Sayılı Kanun), Tek mütevelli sistemi kaldırılmış ve
Cemaate, cemaat vakıflarının yöneticilerini seçme hakkını tanınmıştır. Ancak
ilgili yönetmelik elli yıl çıkmadığından cemaat vakıfları Mülhak vakıflar
yönetmeliğine göre işlem görmüştür.  

 

Yazarın
başka bir iddiası da şu:

“Geçici
9. maddesinde de şimdiye kadar yasal sınırlamalar nedeniyle tapuda “nam-ı
müstear” “nam-ı mevhum” olarak kayıtlı olan taşınmazlar ile evveliyatı vakıf
olmakla birlikte yasalara uygun şekilde halen Vakıflar Genel Müdürlüğü yahut
Hazineye intikal eden, halen vasiyet eden veya bağışlayan adına kayıtlı
taşınmazların da Cemaat Vakıfları adına herhangi bir şart aranmaksızın tescili
öngörülmektedir. Üyesi giderek azalan cemaat vakıflarının, Lozan’daki
sınırlamaya rağmen, bu kadar çok taşınmaz edinme hevesinin nedenleri ayrı bir
araştırma konusu olmalıdır!”

 

Kanunun
gerekçesinde, cemaat vakıflarının mal edinememesi nedeniyle, tapuda namı
müstear, namı mevhum, bağışçı, vasiyetçi, genel müdürlük ve hazine adına
kayıtlı bulunan taşınmazların vakfı adına tescili imkanı getirilmiştir
denmektedir.

 

Tek tek
ele alırsak, Osmanlı döneminde 1912 yılına kadar hükmi şahısların taşınmaz
edinmelerine izin verilmediği için, bu hayır ve din kurumlarına bağışlanan
taşınmazların tapular güvenilir gerçek kişiler yani namı müstearlara ya da Hz.
Meryem, Meryem oğlu İsa gibi namı mevhum adına alınmıştır. Bu tip bazı
taşınmazlar, bu güne kadar vakıflar tarafından  tasarruf edildikleri halde
çeşitli nedenlerle günümüze kadar tapusu alınmayan taşınmazlardır. Yani bu
taşınmazlar gerçekte vakfındır, yapılan vakıf malının tapusunu vermekten
ibarettir.

 

Cumhuriyetin
kuruluşundan 1974 yılına kadar Medeni Kanuna göre kurulan vakıflar gibi
taşınmaz  edinen cemaat vakıflarının, 1974 tarihli Yargıtay Genel Kurulunun
haksız ve politik kararıyla  taşınmaz edinmeleri yasaklanmış, daha kötüsü
cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra bağış, vasiyet, satın alma yoluyla
edindikleri taşınmazlar da ya satıcı, mirasçı ve bağışçılarına iade edilmiş ya
da vakıflar genel müdürlüğü ve hazine adına tescil edilmiştir. Hem Anayasaya
hem de uluslararası tüm sözleşme ve antlaşmalara aykırı olarak bu yargı
kararına dayanılarak cemaat vakıflarının elinden alınan taşınmazlardan sadece
Vakıflar genel müdürlüğü ve hazine adına kayıtlı olanlar ilgili vakıflara iade
edilmektedir. Ancak bu yargı kararına dayanılarak üçüncü şahıslara (satıcı,
vasiyetçi, bağışçı) iade edilen taşınmazlar ile hazine ya da genel müdürlüğün
kendi adlarına kayıtlıyken sattıkları  taşınmazlar için herhangi bir tazminat
ödenmemektedir. Bu açık bir haksızlıktır. Yani yapılan aslında ve hukuki olarak
cemaat vakıflarına ait olup haksız olarak ellerinden alınan taşınmazların bir
kısmının iadesinden ibarettir.

 

Son
olarak da yasaya dayanılarak, çeşitli nedenlerle (mütevellisi kalmadığı için
vb) el konulan vakıf mallarından söz edilebilir. Burada da aslında cemaat ait
olup el konan varlıklardan bahsedildiği açıktır.

 

Sayın
yazar, son cümlesinde yine klasik, azınlıklara potansiyel iç düşman olarak
gören zihniyetin bir belirtisi olarak  taşınmaz edinme isteminin arkasında bir
düşmanlık, bir gizli emel varlığını söylemeye çalışmaktadır. Sık sık ifade
edilen bu fikrin devleti küçümsemek anlamına geldiğini tekrar belirtmek
istiyorum. Hiç kimse toplam nüfusu 100.000 kişiyi geçmeyen bir azınlığın, 70
milyonluk ve dünyanın en  büyük ordularından birine sahip olan bir ülkeye
zarar verebileceğine inanmaz. Ne yazık ki, paranoyanın ve komplo teorilerinin
sağlam bir dayanağı olması gerekmiyor.       

 

Yazar yazının son bölümünde ise şöyle
diyor:

“Bu
değişiklik bir sonraki adımda, doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
sözleşmesinin ve temel hukuk sisteminin yeniden tartışmaya açılmasını
sağlayacak gelişmelere kapı aralayan bir nitelik içermektedir. Düzenleme salt
ihtiyaç ve bir hakkın kullanımından öte Türkiye Cumhuriyetinin bu gün ve
gelecekteki güvenliğini de ilgilendirmektedir. Bu nedenle, cemaat vakıfları ile
ilgili yasal düzenlemenin, Lozan Antlaşmasına ve halen yürürlükte olan 2762
sayılı Vakıflar Kanunundaki hükümlere sadık kalınarak yapılması gerekmektedir.
Bu çerçevede denilebilir ki; bu vakıfların mal edinme hakkı mevcut yasa ve
Lozan Antlaşmasındaki amaçlarla sınırlandırıldığı takdirde, cemaat
mensuplarının diğer yasal amaç ve ihtiyaçları nasıl karşılanacak? Bu soruya
verilecek cevap, Türk Hukuk Sisteminin içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi
Türkiye Cumhuriyetinin azınlık statüsünde olmayan vatandaşlarına tanınan tüm
Anayasal haklardan, azınlık (cemaat) statüsünde bulunan vatandaşlar da
yararlanmaktadır. Burada “cemaat mensupları” ile “cemaat vakıflarının” ayrı
birer hukuki varlık olduğunu kabul etmek gerekir. Bu nedenle Cemaat
Vakıflarının mal edinme hakkının Lozan’daki kısıtlamalara bağlanması, cemaat
mensuplarının da bireysel haklarının kısıtlanması anlamına gelmemektedir.
Cemaat mensupları birey olarak istedikleri takdirde, Türk Medeni Kanunu
hükümlerine göre istedikleri kadar vakıf, dernek vs kurabilme hakkını
haizdirler.”

 

Yazarın
kaygılarına katılmak mümkün değil. Azınlıklara ait toplam 160  cemaat vakfının
üç beş ya da abartalım sekiz on taşınmaz daha alması neden ve nasıl
Cumhuriyet’in kuruluş sözleşmesinin ve temel hukuk sisteminin yeniden
tartışmaya açılmasını sağlayacak gelişmelere kapı açacak bir nitelik taşısın ?
Neden Türkiye’nin bu günkü ve gelecekteki güvenliğini tehlikeye atsın? Ne
Anayasa ne de kurucu sözleşme olan Lozan Antlaşmasında vakıfların taşınmaz
edinmesini engelleyen bir sınırlama var. Yazar ve yazar gibi düşünen komplo
teorisyenleri hangi sözleşmenin ya da hangi temel sisteminin ihlal edildiğini
açıkça belirtmelidirler. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de 2005 Haziran
itibariyle  42.500 vakıf vardır[14]
ve bunların sadece  160’ı cemaat vakfıdır.

 

Burada
hiçbir şekilde yeni bir hak talebi ve yeni bir hak verilmesi söz konusu
değildir. Nitekim Cumhuriyetin kuruluşundan 1974 yılına kadar hem 2762 sayılı
Vakıflar Kanunu öncesi, hem de ondan sonra, cemaat vakıfları bağış ve satın
alma yoluyla Medeni Hukuka göre kurulan vakıflar gibi taşınmaz edinmişler ve bu
konuda 1974 yılına kadar, ne hükümetlerden (yönetimden), ne de yargıdan her
hangi bir itiraz gelmiştir. Eğer bu suç ise, 1974 öncesi bütün hükümetlerin
suçlu olduğunu kabul etmek gerekir.

 

Türkiye
azınlıklarının  cemaat tarafından yönetilen, yöneticileri cemaat arasından ve
cemaat tarafından seçilen yeni  cemaat vakıfları  kurma talebi yoktur. Çünkü
istense de kurulamaz, yasal olarak da kurulacak her vakfın Türk Medeni Kanununa
göre kurulması zorunluluğu var. 

 

Tekrar edelim, Lozan’da
ve diğer uluslararası sözleşmelerde cemaat vakıflarının, Medeni Kanuna göre
kurulan vakıflardan farklı koşullarda taşınmaz edinmesini destekleyecek bir tek
bir hüküm yoktur. Lozan’ın hem 39. ve hem de 42. madde hükümleri tam tersine
cemaat vakıf ve kurumlarına en geniş hakları vermektedir.   

 

 

 

 

 

Yazarın,
“bilindiği gibi  Cumhuriyetin azınlık statüsünde olmayan vatandaşlarına tanınan
tüm Anayasal haklardan azınlık statüsünde bulunan vatandaşlar da
yararlanmaktadır” diyor. Bu tek kelimeyle malumu ilam ya da palis (palice)
gerçeği. Sanırım sayın yazar, hala azınlıkları yabancı kabul eden Yargıtay
kararının etkisinde kalmış. Azınlıklar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır ve
elbette bütün negatif haklardan yararlanacaklardır. Tersi mümkün olmadığı gibi
demokratik ülkelerde  benzer bir istisnaya rastlamak da mümkün değildir.      

 

Yazar
yazıyı şöyle özetliyor:

“Özetle
bu tasarıda;
1-Lozan Barış antlaşması ile vakıf olma hakkı tanınan ve Türk Hukuk Sisteminin
bir istisnası olan ve kollektif bir hak niteliği taşıyan cemaat vakıfları,
genel ve bireysel hak gibi telakki edilerek, yasa tasarısının 12. maddesinin
birinci fıkrasında yapılan düzenlemeyle, kuruluş amaçları olan “dinsel, Hayri,
sosyal ve eğitsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere…” şartlarına bağlı
kalınmaksızın, Lozan’ın ve Anayasanın tanımadığı genişlikte her türlü mal
edinme hakkının tanınması, İstisnai ve kollektif nitelikli bir hakkın; bu
derece yaygın ve genel olarak kabulü, anılan hakkı doğuran Uluslar arası
anlaşmalarda ve Anayasada dahi bulunmadığı halde, bu hakkın kullanım şeklini
düzenleyen ve Tatbikat niteliği taşıyan Vakıflar Kanunu tanınmasının, Öncelikle
Ulus Devletin kuruluş felsefesine, Lozan Barış Antlaşmasına, Anayasanın 10.
maddesinde düzenlenen vatandaşların “Kanun Önünde Eşitliği Prensibine” ve aynı
maddenin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarına aykırılık teşkil ettiği,


2-Tasarının Geçici 9. maddesiyle ise, geçmişten bu yana yasal sınırlamalar
nedeniyle, hazine yahut Vakıflar Genel Müdürlüğüne intikal eden ne kadar
taşınmaz varsa, bunların hepsinin cemaat vakıfları adına tescil edilmesi
yönünde bir düzenleme yapıldığı, Bununla birlikte tapuda ne kadar müstear isme
yahut Hz. İsa veya diğer din büyükleri adına kayıtlı taşınmaz varsa cemaat
vakıfları adına tescilinin öngörüldüğü, Ancak bu taşınmazların ne sayısı ne de
boyutu konusunda hiçbir ön çalışma yapılmadığı görüldüğünden, bu konunun ciddi
manada istismara açık olduğu, Bu düzenlemenin hem uygulamada haksız talepleri
tetikleyici, hem de hukuk düzenine olan güveni sarsıcı bir nitelik taşıdığı,
görülmüştür.

 

Bu
nedenle bu konudaki düzenlemelerin halen yürürlükte olan 2762 sayılı Vakıflar
Kanunundaki hükümlere sadık kalınarak yapılması gerekmektedir. Cemaat
Mensupları dini, Hayri, sosyal ve eğitsel konular dışındaki diğer konulardaki
vakıflaşma ihtiyaçlarını ise, Türkiye Cumhuriyetinin azınlık statüsünde olmayan
diğer vatandaşları gibi, Anayasanın 33. maddesine ve Türk Medeni Kanunu
Hükümlerine göre, bireysel hak niteliği taşıyan vakıflar kurmak suretiyle
karşılamalıdırlar.”

 

Önce
Anayasa yönünde konuyu ele alalım:

 

MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce,
felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşittir.  Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.

Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

 

Burada
hukuki bir tartışmadan çok bir zihniyetin, bir paradigmanın tartışılması söz
konusu. Bilindiği gibi azınlık haklarının tamamı, azınlıkların çoğunlukla
eşitliğini sağlamak amacıyla verilen ( dillerini, dinlerini, gelenek ve
göreneklerini, kültürel miraslarını korumak için verilen haklar gibi) pozitif
haklardır. Yazar, bu pozitif hakları ve pozitif ayrımcılığı, azınlıklara
verilen bir imtiyaz, eşitlik ilkesine aykırı bir işlem olarak görmektedir. Bu
bakış açısına göre tüm azınlık haklarını eşitlik ilkesine aykırı kabul etmek
gerekecektir.

 

 

 

 

Henüz
Türkiye’nin imzalamadığı, kendinden önceki pek çok sözleşme ve protokolü de göz
önüne alarak hazırlanan,  konusunda en son ve en gelişmiş belge kabul
edilebilecek Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi’nin
başlangıç bölümünde …” Çoğulcu ve gerçekten demokratik bir toplumun, ulusal
azınlığa mensup her kişinin yalnızca etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğe
saygı göstermekle kalmayıp, onların bu kimliği ifade etme, koruma ve
geliştirmelerini sağlayan uygun koşulları da yaratması gerektiğini göz önünde
tutarak;

 

Kültürel
farklılaşmanın, her toplum için bir bölünme değil, zenginlik kaynağı ve öğesi
olabilmesini sağlamak için bir hoşgörü ve diyalog ikliminin yaratılmasının
gerekli olduğunu göz önünde tutarak;

……
Aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır:

Madde 4.-

1.-
Taraflar, ulusal azınlıklara mensup kişilerin kanun önünde eşitlik ve kanunla
eşit korunma hakkını güvence altına almayı taahhüt ederler. Bu konuda, ulusal
azınlığa mensubiyete dayalı herhangi bir ayrımcılık yasaklanmıştır.

2.-
Taraflar, gerektiğinde, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yaşamın her
alanında, ulusal azınlığa mensup kişilerle çoğunluğa mensup olanlar arasında
tam ve etkili eşitliği geliştirmek için yeterli önlemleri almayı taahhüt
ederler. Bu konuda, ulusal azınlıklara mensup kişilerin özgül koşullarını
dikkate alırlar.

3.-
Paragraf 2 uyarınca alınan önlemler ayrımcılık oluşturan bir işlem sayılmaz.”[15]   

 

Burada
açıkça belirtildiği gibi, pozitif haklar hiçbir şekilde ayrımcılık oluşturan
işlem sayılmaz. Kaldı ki,

pozitif
hakların ya da pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşüncesi
azınlık hakları ile bağdaşamaz. Eğer pozitif haklar ve pozitif ayrımcılık
eşitlik ilkesine aykırı bir imtiyaz ve ayırımcılık olarak değerlendirilirse
azınlık haklarından söz edilemez. Benzer hükümleri Türkiye’nin taraf olduğu
sözleşme ve protokollerde görmek mümkündür. AGİT Kopenhag Belgesi’nin
30.paragrafında azınlık hakları geniş ölçüde yer almıştır. Belgenin 37.
Paragrafında ise bu hakların sınırları belirtilmiştir.“Bu üstlenimlerin
hiçbirisi  BM Antlaşması’nın amaç ve ilkelerine, uluslararası hukuktan kaynaklanan
diğer yükümlülüklere  ya da devletlerin ülkesel bütünlük ilkesi de dahil, sonuç
Belgesi’nin hükümlerine aykırı herhangi  bir faaliyete girişmeye ya da eyleme
bulunmaya hak verir biçimde yorumlanamaz.”[16]

 

Sayın
yazar 2. maddede  önce yasal sınırlamalar nedeniyle Hazine ve Vakıflar Genel
müdürlüğüne intikal eden taşınmazların iadesinden söz etmektedir. Önce şunu
belirtmek gerekir ki, hazine ve genel müdürlük tarafından el konulan
taşınmazlar çoğu, yasaya değil, yayımından kırk yıl sonra Yargıtay Genel Kurulu
tarafından yasanın yeni yorumuna dayanmaktadır. Uygulamanın  haksızlığı  Türk
bilim adamları tarafından da açıkça kabul edilmektedir.[17] Kaldı ki, yasal
olanın her zaman hukuki olmayacağı da açıktır. Bu uygulamanın hukuki olmadığı
da hem hükümet hem de ilgili kurumlarca kabul edildiğinden yasayla bu hukuki
yanlış düzletilmek yoluna gidilmiş ve devlet hukuk devleti olmanın gereklerini
yerine getirmiştir. Aksi olsaydı böyle bir düzeltme hükümetin  ihaneti olurdu.

 

Yazar,
yazının devamında, aslında cemaat vakıflarına ait olup, Hazine ve Vakıflar
Genel Müdürlüğüne intikal etmiş, namı müstear ve namı mevhum adına  kayıtlı
taşınmazların cemaat vakıflarına tescilini öngördüğünü, ancak bu taşınmazların
sayısı ve boyutu konusunda hiçbir ön çalışma yapılmadığını ileri sürmektedir.
Gerçekten böyle bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz, ancak yazarın
amacını anlamak mümkün değil. Sayın yazar, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek
niyetinde. Öyle ya, zaten bu vakıflara ait olan bu taşınmazların hukuk devleti
olmanın gereği olarak hak sahiplerine iadesi neden sorun olsun. Bu
taşınmazların sayısı az ve boyutu küçük ise, neyse bu taşınmazları verelim, yok
sayı fazla ve boyutu  –yazara göre ölçü neyse-  daha büyükse bu taşınmazları
vermemenin bir hukuki yolunu mu bulalım diyeceğiz ? Hak varsa sayısı ve boyutu
ne olursa olsun veriler, yoksa verilmez.

 

Hele hele
taşınmazların “ne sayısı ne boyutu konusunda” ön çalışma yapılmadığı için
konunun, haksız talepleri tetikleyecek, hem de hukuk düzenini sarsacak kadar
istismara  açık olduğu iddiasını anlamak ve hukuk devleti ile bağdaştırmak
zor.  

 

SONUÇ:
Çağdaş  İnsan Hakları Hukuku  ve onun bir parçası olan Azınlık Hakları
hukukunda, azınlık haklarının sınırları da belirtilmiştir. “ Azınlık haklarını
şekillendiren temel yaklaşımın kalkış noktası, azınlıkların farklı
kimliklerinin korunması ile ülke bütünlüğünün korunması ilkeleri arasında
uzlaşmayı sağlayıcı bir çözüm bulma arayışıdır”.

 


Çerçeve Sözleşmenin Başlangıcında ‘Devletlerin ülke bütünlüğüne ve ulusal
egemenliğine
saygı göstererek’ ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup
kişilerin hak ve hürriyetlerinin etkili korunmasının amaçlandığı
belirtilmektedir. Buna uygun olarak  III. Bölüm içinde yer alan 21. maddede,
Çerçeve sözleşmenin  hiçbir hükmünün ‘Uluslararası hukukun temel ilkelerine
ve özellikle de devletlerin egemen eşitliği, ülkesel bütünlüğü ve siyasi
bağımsızlığına aykırı herhangi bir faaliyete girişme  ya da herhangi bir
eylemde bulunma hakkını’ içerir şekilde yorumlanamayacağı kuralını getirmiştir.

 

21. Madde,
azınlık haklarının hangi amaçla kullanılmayacağını gösterir. Başka bir
ifadeyle, azınlık mensubu kişilerin Çerçeve Sözleşmesindeki hak ve
hürriyetlerden yararlanarak, devletin ülke bütünlüğü ve egemenlik haklarına
aykırı herhangi bir faaliyette ya da eylemde bulunması; azınlık haklarının
‘kötüye kullanılması’ yasaklanmaktadır.             

 


Azınlık haklarına özgü, hakların kullanım sınırlarını belirleyen bu hükümler
dışında, Çerçeve Sözleşmenin 19. maddesi insan haklarına ilişkin uluslararası
belgelerde öngörülen sınırlama ölçütlerinin azınlık haklarının
sınırlandırılmasında kullanılabileceği düzenlenmiştir.”[18][1]

 

Görüldüğü gibi, komplo teorilerine de paranoyalardan yola çıkmaya da gerek yoktur. Eğer
bir azınlık hakkı yukarıdaki temel ilkelerden biriyle çatışıyorsa haksızdır.
Bizce bir çok eksikler taşıyan Vakıflar Kanunu tasarısı, bu yönden ele
alındığında böyle bir çatışmanın olmadığı açıkça görülecektir. Ne azınlıkların
aslında sahibi oldukları taşınmazları geri almaları, ne de taşınmaz edinmede
cemaat vakıflarına, Medeni Kanuna göre kurulan vakıflarla eşit haklar tanınması
devletin egemenlik haklarına, ülke bütünlüğüne  ve siyasal bağımsızlığına
aykırı herhangi bir eylem yaratabilir. Yine, bu kararların uluslararası hukukun
temel ilkelerine aykırı herhangi bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma
hakkını içereceği düşünülemez. Aksi düşünmek komplo teorisyenliğini bile aşar.

 

Murat Bebiroğlu 

 

 

09
Ağustos 2005 İstanbul      

 


[1] http://www.memurlar.net/haber/23331/
Vakıflar Kanunu Tasarısına eleştirilen bir bakış 
16.06.2005

[2] 101. Maddenin 3. fıkrası : Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen
niteliklerine ve Anayasanın temel ilkelerine, hukuka, ahlaka, milli birliğe ve
milli menfaatlee aykırı veya belirli bir ırk ya da cemaat mensuplarını
desteklemek amacıyla vakıf kurulamaz.

[3] Türk Dış Politikası Cilt 1-Editör Baskın Oran- İletişim Yayınları
2002- Sayfa 228

[4] Son Yasal Düzenlemelere göre Cemaat Vakıfları-Av. Yuda Reyna, Av.
Ester Moreno Zonana – Gözle Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. –Sayfa41 

[5] Eski Vakıflar Temel Kitabi -Karinabadizade Ömer Hilmi / İsmet
Sungurbey; Sulhi Garan Matbaası Varisleri Koll. Şti. İstanbul 1978- Sayfa 620

[6] Eski Vakıflar Temel Kitabi -Karinabadizade Ömer Hilmi / İsmet
Sungurbey; Sulhi Garan Matbaası Varisleri Koll. Şti. İstanbul 1978- Sayfa 620

 

[7] Son Yasal Düzenlemelere göre Cemaat Vakıfları-Av. Yuda Reyna, Av.
Ester Moreno Zonana – Gözle Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş. –Sayfa 41

[8]  Azınlık Vakıfları- Dr.Nazif Öztürk- Altınküre Yayınları  2003- Sayfa
116

[9] Azınlık Vakıfları- Dr.Nazif Öztürk- Altınküre Yayınları  2003- Sayfa
124-125

[10] Naz Çavuşoğlu-  Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları-
Su Yayınları  Nisan 201- Sayfa 64

[11] Argun Başkan- Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkileri ve Azınlık Hakları-
http://www.kafder.org.tr/index.php

[12] Azınlık Vakıfları- Dr.Nazif Öztürk- Altınküre Yayınları  2003- Sayfa
46

[13] Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi- Elçin Macar- İletişim
yayınları 2003- sayfa 176

[14] Hürriyet Gazetesi-28 Haziran 2005- Mali Yaklaşım- Şükrü Kızılot

[15] Naz Çavuşoğlu-  Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Azınlık Hakları-
Su Yayınları  Nisan 201- Sayfa 171-174

[16] AGİK sürecinden AGİT’e İnsan Hakları- Kavram Yayınları 1996-Gökçen
Alpkaya- Sayfa 146-147

[17] Eski Vakıflar Temel Kitabi -Karinabadizade Ömer Hilmi / İsmet
Sungurbey; Sulhi Garan Matbaası Varisleri Koll. Şti. İstanbul 1978- Sayfa
656-657-658

[18][1] Naz Çavuşoğlu-Age. Sayfa 114-117

Yorumlar kapatıldı.