İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkler, Ermeniler & Ermenistan; Veriler & Bilgiler-01,Turks, Armenians [Hays] & Armenia; Data & Knowledge-01

1915’te Yaşanan Trajediye Kimse Soykırım Diyemez; Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan, 1948’de imzalanan ‘Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre, Ermeni trajedesinin soykırım kapsamına girmediğini söylüyor. Aktan’a göre, siyasi mücadeleler soykırım kapsamının dışında kalıyor. Cevabını aradığımız soru şu: 1915’te Ne Oldu?; -1915’te tehcir oldu. Tehcir, bir halkın yaşadığı yerden alınıp başka bir yere götürülmesidir. Savaş içinde, tüm Türkiye’de olduğu gibi orada da gıda sorunu var. Salgın hastalıklar var. Ayrıca, Ermeni kafilelerini koruyacak çok fazla birlik de yok. Dolayısıyla, koca bir kafileyi korumak üzere çok az sayıda asker verebiliyorsunuz. Saldırılar oluyor. Bütün bunlar bir araya gelince, yola çıkanlarla Suriye’ye varabilenler arasında sayıca önemli bir farklılık bulunduğu görülüyor. Önemli olan, tehcir sırasında ne kadar insanın öldüğü. Sözleşme Ne Diyor. Sizce kaç kişi öldü tehcir sırasında?; -Kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Ben mesela, 300 bin kişinin ölmüş olabileceğini düşünüyorum. 300 bin önemli bir rakam. Ama bunun çok daha aşağıda olması da muhtemel. Ne var ki, kesin rakam söylemek doğru değil. O dönemde bölgenin Müslüman nüfusunun oluşturan Türkler ve Kürtlerden de çok ciddi ölümler var. İttihat ve Terakki’nin tehcirdeki amacı, Ermenileri sürüp etnik temizlik yapmak mıydı?; -Bana madem ki İttihat ve Terakki’nin amacını soruyorsunuz, yapılan işin bugünkü hukuka göre soykırım olup olmadığına bakmak lazım. Soykırım, bir suç kategorisi, üstelik en ağır suç kategorisi. Bu suçu, 1948 yılında kabul edilen Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi gayet açık bir biçimde tanımlıyor. Bu sözleşmenin ikinci maddesinde dört grup sayılıyor ve ‘Bu dört grubu yok etmek amacıyla aşağıda işlenen fiiller soykırımdır’ deniliyor. Şimdi bu dört gruba bakalım. Nedir sözleşmedeki dört grup?; -Etnik gruplar, dini gruplar, ırki grup, milli grup. Hukuk tabiriyle bu dört grup, soykırıma karşı sözleşmenin himayesi altındadır. Bir başka açıdan bu, ‘Başka gruplar bu himayeye girmez’ anlamına gelir. Türkiye’ye isnat edilen suç, üçüncü maddede yer alıyor. Deniliyor ki, ‘Öyle bir ölüm yürüyüşü tertiplediniz ki, bu yürüyüşe katılanların sağ kalmayacağını zaten biliyordunuz.’ Sonuca bakınca siz ne diyorsunuz?; -Şimdi İttihat – Terakki’nin yaptığını üçüncü madde açısından değerlendirelim. Bütün arşivleri okuyup kendiniz de bir sonuç çıkartabilirsiniz, ama asıl konuya ilişkin iki temel telgraf var. Biri Enver Paşa’nın, diğeri Talat Paşa’nın telgrafı. Enver Paşa telgrafında diyor ki, ‘Rus orduları, Kafkaslar’dan önlerine kattıkları Müslüman kitleleri sürerek sınırlarımıza giriyorlar. Bu şartlar altında, cephenin selametini sağlayabilmek için biz de bölgedeki Ermeni nüfusu cepheye sürelim. Veya aynı Ermeni nüfusu, imparatorluğun başka bir yerine tehcir edebiliriz.’ Karar, Talat Paşa’nın kararıdır. Eğer Ermeniler Rus ordusuna doğru sürülseydi, hiçbirisi hayatta kalmazdı. Buna rağmen, Talat Paşa bu öneriyi kabul etmemiş, tehcir kararı vermiş ve uygulamıştır. Şimdi burada ‘yok etme’ kastı var mıdır? Hayır, yoktur. Burada, düzenli olsun, mümkün olduğu kadar az telefát verilsin Diye Elden Gelen Yapilmiştir. İlk Kez 1965’te. Bu noktada yapılan itiraz nedir?; -Ermeniler, ‘Bunların amacı bütün dünyayı aldatmaktır’ diyor. Allah aşkına, o şartlarda dünya kimin umurunda ki? Siz savaşta yaşayıp yaşamayacağınızı bile bilmiyorsunuz. İleride İkinci Dünya Savaşı olacak, ondan sonra Nurnberg Mahkemeleri olacak, orada ortaya soykırım diye bir suç çıkacak, Ermeniler de Nurnberg Mahkemeleri’nden 17 yıl sonra kendilerine soykırım yapıldığını keşfedecekler, onun da üzerinden on yıl geçtikten sonra hayatlarında ilk defa söyleyecekler. Nurnberg’den 17 yıl sonra keşfettiklerini söylediniz…; -Çünkü ilk defa 1965’te dile getirdiler kendilerine soykırım yapıldığı iddiasını. Daha önce başlarına gelene soykırım filan demiyorlardı. Onun için 90. yılını anmaları da ilginç bir şey. Peki, uluslararası hukuka göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ‘Bu Osmanlı döneminde yaşanmış bir hadisedir, bizi ilgilendirmez’ deme hakkı var mı?; -Burada bilinmeyen husus şu: Sevr Anlaşması’na göre, bir Ermeni ülkesi kuruluyor. Bunun batı sınırlarını saptamak da Amerika’ya bırakılıyor. Derken Lozan Antlaşması yapılıyor. Lozan’da Ermeni yurdu yok. Ermeni yurdu olmadığı gibi, metinde Ermeni kelimesi bile yok. Ama Lozan içinde Ermeni sorunu halledilmiştir. Nasıl halledilmiştir? Mal ve mülklerine el konulan Ermenilerin tazminat hakları da dahil mi buna?; -58. Madde’de ‘Ekonomik Konular’ başlığı altında ele alınmıştır. Burada, bütün tazminat hükümleri mevcuttur. Bütün bunlar alt alta yazılmış, itiraz için de altı aylık bir süre tanınmış. Bir sene içinde, yabancı hakimlerin de bulunduğu hukuk mahkemelerine müracaat hakkı tanınıyor. Lozan’la birlikte bu iş kapanmıştır. Dolayısıyla, redd-i mirasa filan gerek yok. Trajediye Şüphe Yok. Türkiye’nin bugüne kadar sergilediği siyasi tutum pek bir şey ifade etmiyor o zaman.; -Şimdi olayın niteliğini inkár etmenin bir anlamı yok. Her ne kadar Türk’ü de, Müslümanı da ölüyorsa da, önemli sayıda Ermeni de ölüyor. Büyük bir trajedinin cereyan ettiğinden de kimsenin şüphesi yok. Bu niye net bir biçimde ifade edilmiyor o zaman?; -İfade edilmez olur mu? Biz her zaman bunu ciddi bir trajedi olarak kabul ediyoruz. Ama buna soykırım dediğiniz zaman iş değişir. Çünkü bu soykırım değil. 1915’te yaşananlar siyasi mücadele olarak görülebilir mi?; -Tabii, bu siyasi bir mücadeledir. Bu siyasi mücadelede insanlar ölür, siviller ölür, bu suçtur, ama adı soykırım değildir. Mesele Yahudi soykırımına dayanıyor. Yahudiler, Almanya’yı bölüp bir toprak parçasına sahip olmak istedikleri için öldürülmediler. Yahut Rus ordularına yardım ettikleri için öldürülmediler. Rus ordularıyla savaşmakta olan Alman ordularını arkadan vurdukları için de öldürülmediler. Niçin öldürüldüler? Sadece Yahudi oldukları için öldürüldüler. Başka hiçbir sebep yoktu. Osmanlı Devleti’ne bakın bir de; Osmanlı Devleti, Ermenileri Ermeni oldukları için mi öldürdü? Ne yapmışlardır?; -Tıpkı Balkanlar’da Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların yaptığı gibi, bağımsız olmak için çeşitli isyanlar çıkartmışlardır. Devlet de bu isyanları bastırmak için güç kullanmıştır. Elbette siviller de ölmüştür ama zaten Ermeni çeteleri de sivilleri öldürerek başlamışlardır isyanlara. Bunlar, tehcir sırasında yaşananları meşrulaştırmaz yine de, öyle değil mi?; -Hiç şüphesiz ihmalleri, istismarları ve suiistimalleri meşrulaştırmaz. Bazı yerlerde, Ermenileri korumakla görevli birlikler, korumaları altındaki Ermenilere saldırmıştır. Bazı memurlar görevlerini yapmamışlardır, bazıları hırsızlık yapmıştır. Bazıları kabul edilemeyecek olaylara girmişlerdir. Bunun sonunda, 1200’den fazla görevli Divanı Harp’e verilmiştir. Bunların da 600’ü idam edilmiştir. Yani siz SS subaylarının Yahudileri öldürdükleri için idam edilebileceklerini düşünebilir misiniz? Bunları yapan bir devletin, Ermenileri yok etme kastı olabilir mi? Öyle olsa, bu adamları idam etmek yerine teşvik etmesi lazımdı. Ermeniler, Trajedi Kelimesine Razi Değil. Ermeni sorunu uluslararası arenaya taşınmadan iki ülke arasında çözülemez mi? Bunun için ne gibi önerileriniz olabilir? Sonuçta bir trajedinin yaşandığı ortada…; -Ortada ama Ermeniler trajedi kelimesine razı değil. Çünkü trajedi dediğiniz zaman bunun iki tarafı var. Oysa Ermeniler, Türk tarafının acılarını kabul etmeye hazır değiller. Bunu yüzümüze karşı da söylediler ama o kadar önemli değil. Biz tek yanlı da yapabiliriz bunu. İlişkilerin normalleşmesi için çok mu geç kaldık? Bundan sonra ne yapılabilir?; Bizim kabahatimiz şu: Ter Petrosyan döneminde, Ermenistan’ı tanımakla yetinmeyip diplomatik ilişki kuracaktık. Tanıyanların başında Türkiye vardır, ama diplomatik ilişki kurmamakla hata etmiştir. Diplomatik ilişki halkın halkla, devletin devletle iletişim içinde olmasını sağlar. İkinci talihsizlik, Petrosyan’ın gitmesi ve Koçaryan’ın gelmesidir. Koçaryan’ın yönetimindeki rejim, uluslararası alanda yüz karası bir rejimdir. Bunun demokrasiyle filan alakası yoktur. Ermenistan sadece ekonomik bakımdan perişan, ruhsal bakımdan kendini yaralamış bir ülke değil ki, aynı zamanda demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir ülke. Ve adam Taşnak, Karabağ’ı işgal etmiş grubun adamı. Soykırım Sözleşmesi; 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 260 A (III) sayılı ararıyla kabul edilip, imza, onay ve katılıma açılmıştır. Sözleşme 13. maddeye uygun olarak 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye sözleşme’yi 23 Mart 1950’de onaylamıştır. 5630 Sayılı Onay Kanunu 29 Mart 1950 gün ve 7469 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Sözleşme’nin Türkiye’yi ilgilendiren iki maddesi şöyle: Madde 1- Sözleşmeci devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder. Madde 2- Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek. Bağımsızlık istiyorlardı. 1878’den bu yana bağımsızlık için mücadele eden bir grup Ermeni çeteci var. Yoksa, ‘Biz bağımsızlık mücadelesi filan vermiyorduk, Türkler ani bir nefretle bizi kesmeye başladılar’ mı deniliyor? Biz Ermenileri Ermeni oldukları için ne küçük gördük, ne toplumun dışına ittik. Gündüz Aktan Kimdir; 1941 Safranbolu doğumlu olan Gündüz Aktan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sonra İçişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. 1967 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Nairobi’de Büyükelçilik, Birleşmiş Milletler’de Türkiye temsilciliği yaptı. Bern Büyükelçiliği’nden sonra Başbakan Özal’ın danışmanı oldu. Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı ve Japonya Büyükelçiliği’nin ardından ASAM’ın başına geçen Aktan, aynı zamanda Radikal Gazetesi’nde yazıyor.. [Gündüz Aktan, Söyleşi, Hürriiyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 12.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Erdoğan-Koçaryan Görüşecek’ Haberi Ortalığı Karıştırdı: Polonya Cumhurbaşkanı Aleksander Kwasnieski, aile fotoğrafı çekilmeden önce zirveye katılan liderleri Kraliyet Şatosu’nun kapısında karşıladı. Liderler zirvesinin açılış törenini, Avrupa Konseyi’nin Protokol Müdürü Muammer Topaloğlu yönetti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan arasında görüşme yapılacağı yolunda çıkan haberler, zirveye damgasını vuruyor. Türk gazeteciler ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, sürekli yabancı gazetecilerin ve Avrupa Konseyi memurlarının “Zirve olacak mı, ne zaman olacak” sorularıyla karşılaşıyor. Başkan Erdoğan, dün Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlhan Aliyev ile görüştükten sonra yaptığı açıklamada, planlanmış bir görüşme bulunmadığını ifade etmişti. Tarihi Şato: Zirveye evsahipliği yapan 14. yüzyıldan kalma Kraliyet Şatosu, İkinci Dünya Savaşı sırasında ağır bombardımanlar sonucu önemli ölçüde harap olmuş. Şato, 1970’lı yıllardan sonra Leh Diasporası’nın sağladığı mali destek sayesinde, “barok öncesi” stiline uygun bir biçimde restore edilmiş. Şato, şu anda müze olarak kullanılıyor. 1500 Gazeteci İzliyor: Avrupa Konseyi’nden yapılan açıklamaya göre, zirveyi yaklaşık 1500 gazeteci izliyor. Zirve için kurulan basın merkezinin küçük ve yetersiz olması nedeniyle gazeteciler çok zor koşullar altında çalışıyor. Kraliyet Sarayı’na giden yolların güvenlik gerekçesiyle kesilmesi yüzünden, kent içinde ulaşımın önemli ölçüde aksadığı gözleniyor. Zirveye 23 devlet başkanı, 14 başbakan, iki başbakan yardımcısı, 7 dışişleri bakanı katılıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İngiltere Başbakanı Tony Blair, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero, zirveye katılmayan Avrupa Konseyi ülkesi liderleri arasında yer alıyor. Liderler, zirveye paralel olarak başkent Varşova’da ayrıca “Avrupa Gençlik Zirvesi” düzenleniyor. “Avrupa Gençlik Zirvesi” dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen gençlerin katılımıyla konserler ve konferans düzenleniyor. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Tery Davis, yaptığı yazılı açıklamada, gençlere gelecek yıl düzenlenecek ırkçılıkla mücadele kampanyasına aktif katılmaları çağrısında bulundu. Avrupa Konseyi’ne kayıtlı yaklaşık 60 sivil toplum örgütü, yaptıkları ortak açıklamada, kendi aralarında yapacakları işbirliğini yoğun bir biçimde artıracaklarını bildirdi. Örgütler, “gelecek dönemde, sivil toplum kurumlarının Avrupa Konseyi’nin dördüncü ayağı olması için gerekli tüm çabaların gösterilmesini” istedi. [Kaynak İnternet, Email: ftinc@hurriyet.com.tr, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 17.05.05, Şirintepe-İzmit].
Lübnanlı Ermenilerden Erdoğan’ın Ziyaretine Çirkin Protesto: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Lübnan’da yarın başlayacak 11. Arap Ekonomi Forumu için Lübnan’a gelecek olması, burada yaşayan Ermeniler tarafından protesto edildi. Lübnan Taşnak gazetesinde yayımlanan bildiride, Lübnan parlamentosunun, sözde Ermeni soykırımını kınayan kararı kabul ettiği hatırlatılarak, Lübnan hükümetinin Türkiye ile kuracağı ilişkilerde bu kararı göz önüne alması gerektiği belirtildi. ”Rum Ortodoks, Rum Katolik ve Rum Protestan Üst Kurulu” ise bir başka bildiriyle, hükümet ve Lübnanlı yetkililerden, ”Türkiye’nin 1915 yılında soykırım uyguladığını Türk Başbakanı’na hatırlatmaları” istendi. Bildiride, ayrıca ”Türkiye’nin temel insan hakları ihlali yaptığını kabul etmesi” talebinde bulunuldu. Lübnanlı Ermeniler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Beyrut’a gelişini protesto etmek amacıyla gösteri düzenledi. Yaklaşık bin 500 kadar Ermeni, Beyrut’un Burj Hammud bölgesinde gösteri yaptı. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgede yapılan gösteride, Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’a gelişi protesto edildi. Gösteride konuşma yapan Taşnak Partisi yöneticileri, Başbakan Erdoğan’ın Beyrut’a gelişini eleştirdiler. Ayrıca bölgede yaşayan işyeri sahibi Ermeniler de protesto amacıyla kepenk kapattılar. Aynı bölgede bulunan binalara, Ermenistan ve Taşnak Partisi bayraklarının asılması da dikkati çekti. Gösteride Erdoğan’a yönelik çirkin pankartlar taşınırken, Türk bayrağı yakıldı. [Eyüp Coşkun, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 16.06.05, Şirintepe-İzmit].
Erdoğan’ın Ziyaretine Moskova Yorumu: ABD Vaatleri Kağıt üstünde Kaldı: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün başladığı ABD ziyaretini değerlendiren Moskova Radyosu, Washington yönetiminin Türkiye’deki ABD karşıtlığının nedenini araştırdığını belirterek, PKK’ya karşı Irak’ta yapılacak bir operasyonun ilişkileri yeniden düzelteceğini, ancak ABD’nin Irak’ta ikinci bir cephe açamayacağını savundu. Radyoda yayınlanan yorumda, Başbakan Erdoğan’ın bu ziyaretinin ’iki stratejik ortak’ olarak nitelendirilen Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin daha da geliştirilmesi açısından çok önemli olduğu vurgulandı. Erdoğan’dan Önce Gül Ve Arınç ABD’ye Gitti: Yorumda, Bush-Erdoğan görüşmesinden önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın ABD’ye gittiği hatırlatıldı. Ziyaret sırasında Arınç’ın, Türkiye-ABD ilişkilerinde değişiklikler bulunduğunu ve Amerikalılar ile Türkler dost olduğu halde Türkiye’nin, ABD’nin her isteğini yerine getirmesinin şart olmadığını ilettiğini belirten radyo, Arınç’ın ayrıca taraflar arasında içten ve hak eşitliğine dayalı ilişkiler bulunduğu söylediğini de hatırlattı. Radyo, Washington’ın son 3 yılda Türkiye’nin çıkarlarını bilmezlikten gelmesi sonucu, Türkiye’de ABD karşıtlığının görülmedik boyutlara ulaştığını savunurken, ABD Kongresi Dışişleri Komitesi’nde yapılan toplantıda Türkiye’deki ABD karşıtı eğilimlerin artmasının nedeninin tartışıldığını kaydetti. Yorumda şu ifadeler kullanıldı: ABD Kendi Müttefikinin Konumunu Hesaba Katmadı’: “Bu toplantılara katılanlar şu hususu kabul etmek zorunda kaldı: Irak’a karşı savaş, Türk sosyal çevrelerinde hoşnutsuzluk uyandırdı. Ankara, Irak Savaşı’nın önüne geçmek için büyük gayretler gösterdi. Türkiye’nin girişimi üzerine Irak’a komşu ülkeler arasında düzenli olarak konferanslar yapıldı. Fakat ABD yönetimi kendi müttefikinin pozisyonunu hesaba katmadı. Türkiye devletlerarası hukuk kurallarına ve BM’nin üstünlüğüne saygı göstererek, Irak ve tüm Müslüman dünyası ile ilişkilerinin yapısını hesaba katarak Irak’a karşı askeri eylemlerde kullanılmak üzere ABD birliklerinin kendi topraklarında konuşlanmasına izin vermedi. Kuzey Irak’ta Türk subaylarının ABD özel komando grubu tarafından gözaltına alınması da Türkiye-ABD ilişkilerinin gerginleşmesinin nedenlerinden biri olarak nitelendirildi. Bu sorun en yüksek düzeyde çözüldü. Amerikalı siyasi uzmanlara göre Beyaz Saray’ın PKK’nın faaliyetleri hususundaki politikası eskisi gibi ikili ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda başlıca engeli oluşturuyor. Washington’ın bu örgütü etkisiz hale getirme yolundaki vaatleri kağıt üstünde kaldı.”’ABD Irak’ta İkinci Bir Cephe Açmaya Dayanamaz’: Moskova Radyosu, bu sorunun çözülmesi ve ABD’nin PKK hususundaki vaatlerini yerine getirmesinin, Türkiye-ABD ilişkilerini yeniden stratejik ortaklık yoluna yöneltecek mekanizmayı işletme olanağı verebileceğini vurguladı. Yorumun sonunda, “Washington, ABD birlikleri tarafından Kuzey Irak’ta PKK’lılara karşı aktif askeri eylemler gerçekleştirileceğini, ABD ve AB’nin ortak önlemleri sonucunda örgütün Batı Avrupa’daki temsilciliklerinin kapatılacağını ve PKK’nın finansman kaynaklarının kaldırılacağını vaat ediyordu. Fakat ABD’deki politika uzmanları, Amerika’nın Irak’ta ’ikinci cephe’ açılmasına dayanamayacağını kabul ediyor” denildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 08.06.05, Şirintepe-İzmit].
Erdoğan: Belgeye Dayanmayan Ermeni Kararı Hukuka Aykırı: Erdoğan’dan AB’ye: Belgeye dayanmadan ilgili-ilgisiz parlamentoların “Sözde Ermeni Soykırımı” konusunda karar alması insan haklarına ve hukuka aykırı. Başbakan Erdoğan, Polonya’nın başkenti Varşova’da gerçekleştirilen 3. Avrupa Konseyi Zirvesi’nin ikinci gününde yaptığı konuşmada, dün zirvedeki konuşmasında “Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını isteyen Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’a cevap verdi. Avrupa’nın geçmişte kalan kin ile inşa edilemeyeceğini belirten Erdoğan, “Ermeni Soykırımı İddiaları” konusunda arşivlerdeki belgelerin göz önüne alınarak değerlendirme yapılmasının önemini vurguladı. Eylem Planı: Erdoğan, Türkiye’nin iktidarı ve muhalefetiyle, 1915’te Osmanlı Devleti döneminde yaşananlarla ilgili bir eyleme planı ortaya koyduğunu anlattı. Erdoğan, şöyle konuştu:”Belgeye, bilgiye dayanmadan, sadece lobi faaliyetleriyle ilgili-ilgisiz parlamentoların soykırım kararı vermesi doğruyu ortaya çıkarmaz. Arşivlerimizi açtık. Bir milyonu aşkın belgemiz var. Askeri Arşivler de açılıyor. Ermenistan ve belgeleri varsa diğer ülkeler de arşivlerini açsınlar. Tarihçiler, hukukçular, siyaset bilimciler çalışma yapsın. Bu çalışma siyasilerin önüne gelsin, karar verelim. Yoksa ilgili-ilgisiz parlamentoların Ermeni soykırımı kararı alması insan haklarına ve hukuka uygun değildir. “Zirveye hitabında yazılı metnini dışına çıkan Erdoğan, konuşmasının kayda geçirilmesini istedi. [Varşova, Hürriyet Gazetesi, Email: ftinc@hurriyet.com.tr, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 17.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ruanda ve Zaire: Afrika’nın eski ve yeni sömürgecilik kıyımları testusuna buyur ola. Günlerden 17 Mayıs… Sene 1994… 11 yıl önce… Adeta bugün… Birleşmiş Milletler “Aaaa orada soykırım varmış” diye karar verir… Orası Afrika’nın küçücük… Altı-yedi milyonluk… İstanbul’dan biraz büyük… Çok yoksul ama en kalabalık ülkesi Ruanda… İşin gerçeği… Birleşmiş Milletlerin Ruanda görevlisi… İyi ruhlu ve vazifeşinas generali Dallaire’in… Ta dört ay önceden “Aman soykırım var” diye feryat ve figanına Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali kulaklarını tıkamış… Ve şu bizim iyi tanıdığımız biri, o zamanki Güvenlik Sekreteri Kofi Annan, “Hele bekle biraz” diye yanıt vermiştir… Bu arada olan olmuştur bile… “Okulun arkasındaki okaliptüs ağaçlarının arasından küçük şaşkın gruplar halinde fırlıyordu insanlar. Altı yaşında bir kız çocuğu başına büyük kamış bıçağı ‘maşet’ darbesi yemişti. Omzuna girmiş kurşunun açtığı kocaman yaraya rağmen ağlamıyordu bir küçük oğlan… Adamın biri maşet bıçağının kopardığı kolunu tutmaya çalışıyordu… Okul binasının derslik pencerelerinden içeri vahşi kahkahalarla el bombaları atılıyordu. Cipler dolusu bira çılgını milis, Hutu dilinde iktidar demek olan “Pava Pava” diye marşlar söylüyordu…” (“A People Betrayed-Genocide 1994 in Rwanda” kitabından.) Ruanda’nın gerçekte biyolojik kökenleri bir, tarihi bir, dili bir, kültürü bir, dini bir ama… Sömürgeciler tarafından farklılaştırılmış Hutu ve Tutsi adlı iki talihsiz insan topluluğundan biri, diğerine amansız kıyıyordu… 100 dehşetengiz gün sürecekti bu katliam… 900 bin kişi katledilecekti… Tabii, tabii, yanılmadınız, bundan yalnızca 11 yıl önce… Mutlaka hatırlamalısınız… Birleşmiş Milletler ve ABD ve İngiltere ve Fransa ve Belçika ve Ruanda’daki ve çevre ülkelerdeki papazlar… Bu dehşetengiz kıyıma seyirci kalmışlardı. Soykırım gerçekte bitmiş değil… Burundi’de ve Zaire’de ve pek çok bölgede sürmekte hâlâ… Ta ki, Linda Melvern adlı bir İngiliz araştırmacı gazetecinin beş yıl kahramanca uğraşarak… Kıyım seyircilerinin gerçekte olayın bizzat nedeni olduklarını ortaya çıkarmasına kadar… Çok uluslu azman bir “kıyım orkestrası” idi onlar… Global kıyıcılar… Neden sonra Birleşmiş Milletler suçunu kabul ederek özür diledi! Belçika kendi içinde soruşturmalar açtı… Kofi Annan 2001 yılında Nobel Barış Ödülü aldı! Aynı global kıyım orkestrası “uyutma ve unutturma senfonisi”ni tıngırdatmaya devam ediyor! Ha Ruanda… Ha Burundi… Ha Kongo… Ve Zaire… Kölelik, ayrımcılık, açlık, cehalet, sefalet, hastalık ve ölüm… Değişen bir şey yok oralarda… Biz de buralarda tıpkı Paris’teki Soykırım Anıtı gibi çeşitli sömürgeci katliam anıtları diksek… Günah çıkarttırmak… Veya Irak’taki gibi sürmekte olan günahları durdurmak için… Bir ibret aynası gibi… Afrika’nın eski ve yeni sömürgecilik kıyımları testusuna buyur ola bu kez de… 1.) Aşağıdaki Afrika ülkeleri arasında Ruanda ile sınırdaş olmayan ülke hangisi?: a. Uganda, b. Tanzanya, c. Burundi, d. Güney Afrika. 2.) Bütün dünyanın Ruanda’da olanlara gözlerini kapadığı zamanda kollarını insanlara açan bir insanın filmi var. Gerçek bir hikaye. Filmin adı “Hotel Ruanda”. Yönetmen Terry George tarafından 2004’te yapılmış. Ruanda’nın başşehri Kigali’de bir otel işletmekte olan Hutu asıllı Paul Rusesabagina, yaklaşık 1200 Tutsiyi otelinde saklayarak gözü dönmüş Hutu militanlarından kurtarıyor. Filmde Birleşmiş Milletler’in Ruanda’daki yürekli generali Dallaire rolünü kim oynuyor?: a. Jack Nicholson, b. Nick Nolte, c. Nicolas Cage, d. Niko Stavro, 3.) Şimdi orası Kongo Demokratik Cumhuriyeti veya diğer adıyla Zaire. Haşin sömürgeci Belçika’nın kölesi olduğundan beri başı akıl almaz vahşetteki sömürüsünden ve iç savaştan kurtulamamış Kongo’da öldürülmüş olan insan sayısı kaçtı?: a. 1 milyon, b. 3 milyon, c. 7 milyon, d. 10 milyon, 4.) Afrika’nın tamamı 1885 yılında Şansölye Bismarck’ın başını çektiği Berlin Konferansı’nda o zamanın sömürge imparatorlukları arasında paylaşılmıştı. Ruanda aşağıdaki beş imparatorluktan hangisinin sömürgesi olmuştu?: a. Fransa, b. Almanya, c. Belçika, d. İtalya, e. İngiltere, 5.) “Kökler” dizisinin baş karakteri Kunta Kinte Afrika’nın neresindendi?: a. Ruanda, b. Gambia, c. Burundi, d. Zaire, 6.) 1652’de Boerler diye bir grup Hollandalı Güney Afrika’ya yerleşir. Savaşta yenerek köleleştirdikleri yerli Bantuları yüz yıllarca çiftliklerinde çalıştırırlar. 20’nci yüzyılın başında İngilizlere yenilip sömürge tarihi sahnesinden çekilirler. “Boer” Hollanda dilinde ne anlama geliyormuş kestirebilir misiniz?: a. Efendi, b. Tüfek, c. Zalim, d. Çiftçi, 7.) Afrika’nın ilk sömürgecisi hangi ülkeydi?: a. İspanya, b. Portekiz, c. Vatikan, d. İngiltere, 8.) Köleliği Afrika’nın “açık yarası” olarak kim tanımlamıştı?: a. Afrika kaşifi misyoner Dr. Livingstone, b. Güney Afrikalı Dr. Christian Barnard, c. Psikiyatr Dr. Sigmund Freud, d. Zululu büyücü doktor İnyanga. 9.) Bugün Afrika’da 50 ülke var. 1950 yılında yalnızca dört bağımsız ülke vardı. Aşağıdakilerden hangi ülke bu dört ülkeden biri değil?: a. Habeşistan, b. Cezayir, c. Mısır, d. Güney Afrika, 10.) Afrika kıtasının toplam nüfusu ne kadar?: a. 1 milyar, b. 720 milyon, c. 350 milyon, d. 235 milyon. 11.) Afrika’da soykırım, tarih gibi tekerrür eder. Vaktiyle Ruanda Soykırımı’na tepkisiz kalmış olmasından dolayı ağzı yanmış olan Kofi Annan, 2004 yılında Darfur’da “soykırım” olduğunu ilan etti. Yeni bir Irak olma olasılığından söz edilen Darfur hangi ülkenin bir bölgesidir?: a. Libya, b. Suriye, c. Sudan, d. Habeşistan. 12.) İç savaş ve katliamdan başını kaldıramayan ve son yedi yıldır en fakir Afrika ülkesi olma durumu değişmeyen ülke hangisidir?: a. Ruanda, b. Sierra Leone, c. Nijerya, d. Burkina Faso. Yanıtlar: 1) d, 2) b, 3) d, 4) b, 5) b, 6) d, 7) b, 8) a, 9) b, 10) b, 11) c, 12) b. (Aslında dördü de en fakir grubunda). [Testus Papamus, altiner@bnet.net.tr, Email: Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.05.05, Şirintepe-İzmit].
1915-16’da Sadece Ermeniler Değil, 702 Bin 905 Türk de Yer Değiştirmişti: Talat Paşa’nın kara kaplı defteri, 1915 ve 1916 yıllarının Anadolusu’nda sadece gayrımüslimlerin değil, yüzbinlerce Türk’ün de nakledildiğini gösteriyor. Talát Paşa’nın kara kaplı defteri, 1915 ve 1916 yıllarının Anadolusu’nda başta Ermeniler olmak üzere sadece gayrımüslimlerin değil, yüzbinlerce Türk’ün de bir bölgeden diğerine nakledildiğini gösteriyor. Defterde, doğudaki bazı viláyetlerimizin Rus işgaline uğraması üzerine işgal bölgelerinde yaşayan 800 bin kadar Türk’ün ‘muhacir’ olarak yollara düştüğü ve 702 bin 905 kişinin İzmit’ten Halep’e uzanan uzun hat üzerindeki şehirlere iskán ettirildiği yazılı. En kalabalık iskán bölgesi 150 bin kişiyle Musul, en az göç alan yer ise 426 kişiyle İçel. Sadrazam ve Dahiliye Nazırı Talát Paşa’nın özel arşivindeki kara kaplı defterde, Balkan Savaşı sırasında Rumeli’den Anadolu’ya göçedenlerin ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rus işgaline uğrayan doğudaki viláyetlerimizden ayrılan yerli halkın sayısını gösteren listeler de bulunuyor. Kısaca hatırlatayım: 1914 Aralık’ındaki Sarıkamış bozgunundan sonra doğu cephelerimiz birer birer çözülmüş ve önce Van, ardından da Erzurum, Bitlis, Muş, Trabzon ve Erzincan Rus işgaline uğramış, Van’ın yönetimi Ermeni komitacıların eline geçmişti. Kara kaplı defterde, genişliği 140 bin kilometrekare olan işgal altındaki bölgelerde 1 milyon 800 bin 915 kişinin yaşadığı ve bu nüfusun yaklaşık 800 bininin ‘iltica ettiği’, yani işgale uğramayan yerlere gittiği yazılı. Defterde daha sonra 702 bin 905 göçmenin iskánının sağlandığı ve nereye kaç kişinin sevkedildiği kaydediliyor. Bu sayfada gördüğünüz listede en az göç alan yerin 426 kişiyle İçel, en kalabalık iskán bölgesinin de 150 bin kişiyle Musul olduğu anlaşılıyor. Listeyi incelediğinizde, 1915 ve 1916 yıllarının Anadolusu’nda, muhaceret kervanına sadece Ermeniler’in değil, yüzbinlerce Türk’ün de katıldığını göreceksiniz. Dizinin yayını sırasında, bazı okuyucularımdan ‘tehcir’ ve ‘sancak’ kelimelerinin tam olarak ne demek olduğunu soran mesajlar aldım. ‘Tehcir’, Arapca ‘hecere’ kökünden gelir ve ‘göç ettirmek’ demektir. ‘Hicret’, ‘muhacir’ ve ‘muhaceret’ sözleri de aynı kökten türemişlerdir. ‘Sancak’ ise, günümüzdeki ‘il’lerin benzeri olan idari bölgelerdir. Paşa, hasret mektubunda bile gizli temaslardan sözediyordu. İttihad ve Terakki’nin önde gelen liderleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkmamızdan sonra Türkiye’den ayrılıp Avrupa’ya dağılmışlardı. Sadrazam Talát Paşa da bazı arkadaşlarıyla beraber Almanya’ya gidip ‘Ali Sái’ takma adıyla Berlin’e yerleşmiş ve eşi Hayriye Talát Hanım’ı da yanına aldırmıştı. Paşa, Avrupa’daki günlerini yine ‘teşkilátçılık’ faaliyetiyle geçiriyor, bir ülkeden diğerine gidip geliyordu. Talát Paşa, Ermeni kurşunlarına hedef olmasından sadece 20 gün önce, 1921’in 25 Şubat’ında o sırada Münih’te bulunan hanımına gönderdiği bu kartta seyahatlerinden sözediyor, yapacağı gizli temasları üstü kapalı şekilde anlatıyor: ‘İki gözüm ruhum karıcığım, Gece son derece rahatsız olarak, hemen hiç uyumayarak Berlin’e geldim. Dün öğle yemeğini Baha Bey’de (İttihadçıların liderlerinden Bahaeddin Şakir Bey) yedim. …Hadice Hanım, Postdam’da bir villa tutuyor. Bize de bir oda tahsis edecek. …Münih’e gelip beş-altı gün kaldıktan sonra Berlin’e avdet ederiz, sonra da Dresden’e gideriz. İstersen, yine Bavyera’ya gideriz. Aldığım mektuplara göre birkaç ay Berlin’deki evi muhafaza lázım. Ben yarın, yani ayın yirmi altısında, Dortmund civarında Halle’e gidiyorum. Dostum oraya gelecek. Almanya dahilindedir. Oradan veya avdette (dönüşte) sana yazarım. …Názım Bey (önde gelen İttihadçılardan Doktor Názım) hemen gelsin. Senin canın sıkıldı ise, Názım ile gelebilirsin yahut bir hafta-on gün sonra ben geleceğim, on gün oturur birlikte döneriz. … Gözlerinden öperim, elmas karıcığım. …Ali’. Celál Bayar, Talát Paşa’nın hem hatıralarını yayınlatmış hem de cenazesini getirtmişti. Talát Paşa, Berlin’deki sürgün yıllarında Almanca kısa bir hatırat kaleme almış ama sağlığında yayınlayamamıştı. Paşa’nın hatıraları ancak 1946’da, eski bir İttihadçı olan Celál Bayar’ın girişimleriyle basılabilmiş ve kitabın önsözünü Hüseyin Cahid Yalçın yazmıştı. Aşağıda, gençliğinde İttihad ve Terakki’nin İzmir Şubesi Genel Sekreterliği’ne kadar yükselmiş olan Celál Bayar’ın ‘Şefimin refikasıdır’ diyerek son ána kadar saygı gösterdiği Hayriye Talát Hanım’a, Paşa’nın hatıralarının basılması ve Almanya’daki mezarının Türkiye’ye nakledilmesi konusunda gönderdiği mektuplardan bazı bölümler yeralıyor: ‘Ankara, 21.11.1942, Muhterem hanımefendi, Paşa merhumun Almanca metinle yazılmış hatıralarını bana lutfetmiştiniz. Münderecátını (İçinde yazılı olanları) çok kıymetli buldum. Zaten kendisi de eserinin mukaddemesinde (önsözünde) siyasetlerini, memlekete hizmetleri tarzını, İttihad ve Terakki’nin umumi politikasını müdafaa için yazdıklarını söylemektedirler. Tab’ını muvafık ve hatta zaruri görmekteyim. Bunun için Türkçe metnini ele geçirmek ve bastırmak lázımgelecektir, bu olmadığı takdirde elimizdeki metni tercüme ettirmek mecburiyetinde kalacağız. … Eski İzmir Valisi, Paşa’nın eski inkıláp arkadaşlarından benim de hürmet ettiğim Rahmi Bey’i tanırsınız. Müşarünileyh (sözü edilen kişi) ile merhum Paşa’nın cesetlerinin memleketimize getirilmesini; Hürriyet Ábidesi’nde, hürriyet şehitlerinin yanına defninin münasip olacağını görüşmüştük. Bu düşüncemizi başvekile teklif ettik, kabul ve tasvip buyurdular. Rahmi Bey’e keyfiyeti bildirdim. Bundan sonrası için lázımgelen teşebbüs ve tedbiri alacaklardır. Hürmetlerini arzeder, cevabınızı beklerim. Celál Bayar.’ ‘5.12.1942 Muhterem hanımefendi, 27.11.1942 tarihli mektubunuzu aldım. Paşa’nın hatıratının tamamını bastırmak fikrindeyim. Elimizdeki metin Almanca olduğu için, Türkçe’sini arıyorum. Paşa’nın üslubu ile Türkçe aslından tabettirirsek kıymeti daha yüksek olur. Türkçe aslını bulamazsak, elimizdekini muktedir bir záta tercüme ettirmek mecburiyetindeyiz. Telif hakkı size ait olmak üzere neşir işini ben üzerime alırım. … Merhumun cenazesinin nakline gelince: İlk mektubumu takdim ettikten sonra, hükümetimiz resmen Alman hükümeti nezdinde teşebbüste bulunmuştur. Muvafakat cevabını aldıktan sonra cenaze nakledilecek, askeri merasim ve ihtifal ile Hürriyet Ábidesi’ne defnolunacaktır. Bendenize bunu tekrar etmişlerdir. …Hürmetlerimi teyit eylerim. Celál Bayar.’ ‘Ankara, 2 Şubat 1943 Muhterem hanımefendi, 9.1.1943 tarihli mektubunuzu aldım. Cevap yazmakta geciktim, mevsim dolayısıyla hafif bir rahatsızlık geçirdim. Paşa merhumun cenazesinin memleketimize nakli hakkında hükümetçe tesbit edilmiş bir tarih henüz yoktur. Benim bir müddet evvel öğrendiğime göre, Alman Hükümeti’nin cevabı beklenmektedir. …Hatıratın tercümesi için burada bir zát ile görüşmekteyim. Henüz bir karar verilmiş değildir. …Hürmetlerimi arzeylerim sayın bayan. Hamdi Bey’e selám, küçüklerin gözlerinden öperim! Celál Bayar’ . [Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
24 Nisan 1915: Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurşen Mazıcı da, 1915 yılı ve sonrasındaki tarihi dönemi anlatarak, çeşitli cephelerde savaşların yaşandığını kaydetti. Savaş koşulları içinde isyan ve ihanet içinde olan Ermeniler’le çatışmalar yaşandığını, bu sırada her iki taraftan ölenler olduğunu kaydeden Prof. Dr. Mazıcı, ”24 Nisan neden Ermeni soykırım günü olarak kabul edilmek isteniyor. Çünkü 24 Nisan 1915’te isyan ve çatışmalara katılan 2 bin 345 Ermeni tutuklandı. 24 Nisan bir soykırım günü değil, tutuklama günüdür. 24 Nisan bir anma günü olacaksa öldürülen Türkler’in anma günüdür”. [Basın, AA, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
24 Nisan 1915: Sözde Ermeni Soykırımı’nın başladığı tarih diye yutturlmaya çalışılan varsayımın günü. Gerçekte Ermenilerin emperyalist İngiliz, Fransız, İtalyan ve Doğu Anadolu’yu işgal edip yutmaya çalışan Ruslarla işbriliğ yapan ve silahlı ayaklanmalarla çeteleşen ve kıyıma kalkışan Ermenilerin toplu olarak tutuklanmalarının ve ardından Zorunlu Göç’e gönderilmelerin tarihidir 24 Nisan 1915. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun Techir Hareketi’nin başlattığı zamanlar. Ermenistan, Türkiye Ermenileri ve Diyaspora Ermenileri’nin sahte dayanak noktaları. Belge diye inandıkları ise Mavi Kitap diye ünlenen kitap. Yazanlar ve yazdıranlar ise hiç alakalı olmadıkları topraklara gelip kan döken, milyonlarca insanın ölümüne neden olan kendi çıkarları için her ulusu ve her tür yolu deneyen İngiltere ve İngilziler. Bugünkü İngiltere’nin ataları. Yani Birleşik Krallık. Eskilerin SSCB’sinin 1940’lardan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınmasından ardından Batılı Güçlere karşı Türkiye’yi de sıkıştırarak Ermenileri bir kez daha kullanma siyaseti sonucu canladırılmış yalan bir savın öyküsü. SSCB Türkiye’nin NATO girişindne sonra “Sözde Ermeni Soykırı Savların”ı alevlendirmiş ve Erivan’a Ermeni Soyklırım Anıtı’nı diktirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Çarlık Rusyası ile girdiği ve tarihte genellikle Osmanlı-Rus Harbi yada Kırım Savaşı denilen savaştan itibaren Osmanlı topraklarında yaşayan Hırıistiyan azınlıkların emperyalis devletlerce kullanılması ve imparatorluğun dağılıp parçalanmasına yönelik kirli siyasetler sonucu kayrılan ulus özelliğine saip Ermenilerin önce İngiliz ve Franszılar tarafından kullanılmalarının ardından Çarlık Rusyası topraklarında yaşayan Ermenilerin de kışkırtılması ve kullanılması ile Ermeniler silahlı olarak ayaklanmaya başlamış ve sürkli olarak düşman askerleriyle işbirliği yapmaya başlamışlardır. Savaş koşulları gereği Osmanlı yönetimlerinin aldığı bir sürü tedbirlere rağmen olaylar önlenememiştir. I. Dünya Savaşı önceleri hızlanmaya başlayan Ermeni siyasi hareketleri ve silahlı ayaklanmaları Osmanlı toprakları içinde yaşayan Ermenilerin emperyalist ordularla işbirliğini engellemek için toplu olarak ve zorunlu biçimde başka yerlere sürülmesi kararı alınmış ve bu uygulanmıştır. Benzer uygulamaları bir çok ülke yapmıştır. Farkı ise Ermenileri ve diğer Hıristiyan azınlıkları manipüle eden emperyalist devletlerin Osmanlıyı her yönden mağdur etmek ve kendi günahlarını örmek için uyguladıkları yalan ve sahte belgelerle bir sürü kitap yazdırmalarıdır. Empeyalist devletlerin ve özellikle büyük Ermeni Göçü alan ve Osmanlı toprakları üzerinde American Board Protestan Misyon Okulları ile Ermenileri en fazla kullanan ABD’nin sürekli olarak sözde Ermeni Soykırım Savları’nı kabul etmesi için sıkıştırma siyasetleridir. [Derleyen; Erkan Kiraz, 18.04.04, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
24 Nisan 1915: Van’ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. [24 Nisan 1915] Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
24 Nisan Geçti, İyi Uykular: Her yıl olduğu gibi, Ankara ve Erivan yine çatıştı, her iki taraf siperlerini biraz daha derinleştirdiler. Ermeniler, bu yıl istediklerini elde edemediler, ancak yine de birkaç gol attılar. Son 60 yıldır hep aynı senaryoları izliyoruz. 24 Nisan gelince tüyler uçuşuyor, büyük laflar ediliyor, üstünden kısa bir süre geçince herşey unutuluyor. Bizler uykuya dalıyoruz, Ermeniler ise bir kuyumcu titizliğiyle çalışmalarını sürdürüyorlar. Bu yılki 24 Nisan biraz farklı geçti. 90. yıl olmasından dolayı mıdır, yoksa hemen birşeyler yapmazsak, giderek kaybedeceğimizi anlamaya başladığımızdan dolayı mıdır nedir daha bir hareketlendik. Uluslararası alanda Soykırım mücadelesinde çok gerilerde kaldığımızı gördük. “Asıl Ermeniler bizi kesti” açıklamalarıyla, ceset sayımlarındaki hataları göstermekle bir yere varamayacağımızı anladık. Anlamasına anladık ta, bu olayın üstesinden nasıl gelebileceğimizi henüz bilemiyoruz. Ankara’nın büyük bir planı olduğuna dair somut belirtiler yok. Henüz “Biz arşivlerimizi açtık, hodri meydan sizde açın” yaklaşımındayız. Tabii Ermeniler’de saf değiller. Bunca yıl çalışmışlar ve soykırımı 15 ülke parlamentosuna kabul ettirmişler. Batı kamuoyunu inandırmışlar. Şimdi tekrar tartışmaya girerler mi? Onlar da bizim gibi siperlerini derinleştiriyorlar ve içine giriyorlar. “Hayır, soykırım artık Uluslararası alanda kabul edilmiş bir gerçektir. Biz bu gerçeği tartışmayız. Gelin ön koşul olmadan, ikili ilişkileri konuşalım” diyorlar. Ankara da pozisyonunu değiştirmiyor. İkili ilişkileri geliştirmek için müzakereye başlama koşullarını (Ermenistanın soykırım iddiasından vazgeçmesi, sınırları tanıması, Azerbaycan’dan çekilip barış anlaşması imzalaması) aynen koruyor. Aslında bunca koşul koymak, bir yerde Ermenilere “Ben henüz sizinle müzakere masasına oturmak istemiyorum” demekten başka birşey değil. Bende bundan dolayı, her iki tarafında sipere yattıklarına dikkat çekiyorum. 90. Yılın Bilançosu: 24 Nisan olaylarının 90. yılının bir bilançosunu yaparsak, Ermenilerin beklediklerini elde edemediklerini, ancak birkaç önemli gol daha atabildiklerini görüyoruz. Başkan Bush’a soykırım kelimesini telaffuz ettiremediler, ABD Kongresinden soykırım kararı çıkartamadılar, ancak Rus ve Polonya parlamentolarına soykırım’ı kabul ettirerek önemli puanlar kazandılar. Böylece soykırımı kabul eden parlamento sayısını 15’e yükselttiler. 100 üncü yıldönüme kadar, AB’nin tüm ülkeleri ve ABD kongresini de listelerine eklemeyi planladıkları apaçık ortaya. Türkiye ise, ilk defa bu yıl uyanır gibi oldu. Önemli olan, bundan sonrası… Eğer eskisi gibi, 24 Nisan geçtikten sonra söylenenleri unutup yeniden uykuya dalarsak, çekin ipini gitsin. Demek ki, sadece kendi kendimize bağırıp çağıran bir ülke olduğumuz sonucu çıkacak. O zaman da, soykırım girdabından kendimizi kurtarmamız imkansızlaşacaktır. Bakalım, göreceğiz. Rum-Pontus Devleti Nereden Çıktı?: Hürriyet gazetesindeki bir habere göre, Genelkurmay Başkanlığı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile ilgili görüşlerini hazırlamış. Gazetede yazıldığı kadarıyla, Genelkurmayımız, Rum-Pontus İmparatorluğu kurulması tehlikesine dikkat çekiyormuş. Ya haber eksik veya bizlerin bilmediği bir olayla karşı karşıyayız. Rumlar Türkiye’de Pontus’u İmparatorluğu kurmak için mi uğraşıyorlar? Nereden çıktı bu? Faaliyetleri nedir? Komplo teorisyenleri bu konuyu uzun yıllardır işlerler, hatta Karadeniz kıyılarında arsalar aldıkları söylentilerini dolaştırırlardı. Ancak şimdi, bunu bir de Genelkurmay gibi en ciddi kurumlarımızdan birinden duyunca şaşırdık. Genelkurmay olmayan bir şeyi ciddiye almaz… Tam bir merak içindeyiz. Herhalde kamuoyuna açıklayacaklardır (Bu yazı, Posta Gazetesinde ve aynı gün Hürriyet Gazetesinin tüm dış yayınlarında, Hürriyet internet sitesinde (www.hurriyetim.com.tr) Milliyet internet sitesinde (www.milliyet.com.tr) ve Daily News ekibi tarafından tercüme edildikten sonra hem ana gazetede, hem de Daily News internet sitesinde (www.turkishdailynews.com) yayınlanmaktadır.). [Mehmet Ali Birand, Email: mabirand@e-kolay.net, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 29.04.05, Şirintepe-İzmit].
24 Nisan Suni Bir Ermeni Günü: Ermenistan’ın ve diasporanın Türkiye haritasında gözleri var. Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın 1999’da Türkiye’den Kars’taki Ani’yi istemesi de bunun kanıtı sayılabilir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, dün Ermenistan’ın bu isteklerine işaret etti ve soykırım iddiaları için Ermenileri uyardı. BİR Fransız tarihçinin haklı olarak ifade ettiği gibi, “Ermeni meselesi Türklerin Anadolu’ya ayak basmalarıyla birlikte ortaya çıkan Şark meselesinin küçük bir kıvılcımıdır.” Emperyalist stratejinin “Şark Meselesi” politikası, Doğu’da Ermenileri kullanılacak vasıta olarak keşfetmişti. Bugün de olan budur. “Ermeni soykırımının Hitler’e Yahudileri katletmek için ilham verdiği” ileri sürülüyor. Ok yaydan çıktı sayılabilir. Tekrar edelim, öyleyse yapılacak olan Ermenistan’a yüklenmektir. Kolay mı? Zor. Zor ama bu yapılmalı. Nasıl bir yerdir bu Ermenistan? Ermenistan İzmir ilinin sadece 3 kat büyüklüğü olan bir alan. Ancak 20. yüzyılda devlet olmuş bir ülke. Milliyetçilik akımı çoğu zaman da terör yanlısı bir çeteciliğe dönüşerek, toprak istemelerinin ifade aracı olarak kullanılmış. Ermenilerin Sami ırkından geldiği ve ticarete yatkın oldukları birinci yorum. İkinci yorumsa, Hititlerden geldiği yolunda. Dillerinin, Farsça ya da Hint-Germen dillerinden oluştuğu söyleniyor. Ne olursa olsun, gerek yazılışı, gerek söylenişi çok zor bir dile sahipler. Ermenistan’ın 3.5 milyonu ancak bulan nüfusunun üçte biri başkent Erivan’da yaşıyor. Dünyada Ermeni sayısı ise 1.4 milyon olarak tahmin ediliyor. ABD’de ise 450 bin Ermeni olduğu biliniyor. 70 milyonluk Türkiye 3.5 milyonluk Ermenistan’ın yarattığı ve uluslararası bir boyuta getirdiği bir sorunla uğraşıyor. Bunda başı diasporanın çektiği biliniyor. Türk Ermenileri ise “İki ateş arasında kaldık” diyerek durumdan şikâyet ediyor. Oysa Türkiye elindeki kozları iyi ve zamanında kullanmasını becerseydi sorun bugünkü tehlikeli boyuta gelebilir miydi? Ankara, Ermeni düşmanlığına hep dostlukla yanıt verdi. Biz de o kanıdaydık, o görüşü uzun süre savunduk. Van’da Ermeni kilisesi açılmasını münasip karşıladık. Çanakkale’de kilise açma hazırlıklarını olumlu bulduk. Ama artık bıçak kemiğe dayanmış sayılabilir. Hele ABD’de Kongre soykırımı kabul ederse. Ankara’nın Ermenistan’a baskısı, ABD’deki tuzu kuru Ermenilerin aklını başına getirebilir. Kim bilir belki de bu, özlenen dostluğun başlangıcı olur. [Doğan Heper, Email: dheper@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, 21.04.05, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 18.04.05, Şirintepe-İzmit]. [Bu yoruma sonuna dek katılıyorum. Yalanlarına salt kendilerini inandırmakla kalmayan Ermeniler 19. yüzyılda kendilerini manipüle eden ükleler yoluyla yine Türkleri taciz etmeye çalışıyorlar. Ama asla Ermenileri sürekli kendi çıkarları doğrultusunda kullanan Batılı ülkelere hesap soramıyorlar! Yanlış olan Türkiye’nin Batılı Ülkeler’ sürekli cici görünme ve alttan alma siyasetidir. Ermenilerin emperyalist güçlerle ama özellikle Ruslarla yaptığı işbirliği ve Türklere uyguladığı onca acı, katliam ve insafsızlıkların bedeli ne emperyalist ülkelerden ne de onların oyunlarına gelen Ermenilerden asla sorulmamıştır. Ne yazık ki Türklerin neler yaşadığını yazan ve Türklerin acılarının hesabını soran bir Türk aydını da olmmıştır. Olacağa da hiç benzememektedir. Türklerin acılarını dillendirmek ve acılarının ağıtını yakmak yine Amerikalılara ve Fransızlara kalmıştır.].
A Myth of Terror: By Austrian film maker and auther Prof. Erich Feigl. [Kayıt; Erkan Kiraz, 12.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
AB, ABD”den Yeni Bir Ermeni Oyunu: Şimdi yazacaklarımı lütfen iyi okuyun. Bazılarınız şaçma ya da komplo teorisi olarak düşünebilir. Ne düşünürseniz düşünün yazacağım. Bugünlerde “köylülere yardım” adı altında dönüm başına 15 milyon para dağıtılıyor. Kim dağıtıyor? Devlet. Paranın kaynağı ne? AB ve Dünya Bankası fonları olduğu söyleniyor. Adına “teşvik” diyorlar. Ama üretime kota koyuyorlar. Peki, bu teşvik”in AB’’de ve dünyada örneği var mı? Yoooook!… Bayram değil seyran değil, köylümüze neden para dağıtıyorlar? Birkaç ay önce bazı Ermeniler, Ardahan’da da köylülere açıktan para dağıtmışlar. Hem de dönüm başına 200-250 milyon lira. Bazı köylüler tomarla parayı almış bazıları almamış. Parayı verenlerin söylediği tek şey “Bu tarlaları bu parayla ek, biç, çalıştır.” Ermeniler resmen AB ve ABD’nin düğmeye basmasını bekliyor. Bir anda binlerce Ermeni dedelerinin olduğunu iddia ettiği tapular ile İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracak ve “Toprağımı isterim” diyecek. Ardından da “Zaten biz bu topraklarımızdan ayrılmadık. Parası karşılığında tarlalarımızı ekip biçtiriyoruz, çalıştırıyoruz” diyecekler. Sözde tarafsız hakimler soracak “bunu ispat edin” diye. Ermeni uyanıklar da devletin ve dağıttığı paranın Dünya Bankası’na Ermeni Diasporası tarafından tarlaların çalıştırılması için yatırıldığını iddia edecek ve parayı alan köylülerin imzalarını kanıt olarak gösterecek. Dünyanın her yerinde iddia sahibi sözlerini kanıtlamak zorundadır. Dikkat edin Türkiye’de tam tersi. Malum şahıslar televizyon programları yapıyor ve gazetelerde de makalelerin ardı arkası kesilmiyor. Biz Ermeni katliamı yapmadığımızı kanıtlamaya çalışıyoruz. Resmen onurumuz ayaklar altında. Allah sonumuzu hayır etsin!.. Atatürk’ün vasiyetlerinden biri de “Sizi yönetenlerin kimliklerini iyi araştırın” sözü olmuştur.. Acaba araştıran var mı ? Bu ne anlama geliyor?. Almanya Başbakanı Gerhard Schröder İstanbul’a gelir gelmez ayağının tozuyla Fener Rum Patriği’ni ziyaret etti.. Ben bu kez bir şey söylemeyeceğim. Bilen varsa bana yazsın. Protestan bir Alman için Türkiye’de ilk ziyaret edilecek yer Patrikhane midir? Neyin mesajını vermeye çalışıyor? Türkiye’de yaşayan 1500 Rum’un ruhani lideri 160’ın üzerindeki Rum Vakfı’nın da onursal lideri olan bu zata öncelik veren bu Başbakan’a iki çift laf söyleyecek vatan evladı politikacı yok mu? Dikkat Dikkat. Gaziantep-Urfa arasında, gözlerden uzak, Allah’ın dağında, kuş konmaz, kervan geçmez bölgede, Türkiye’de eşi benzeri görülmemiş şekilde yüksek duvarları olan ve içindeki tripleks villaların gözükmediği bir yerleşim birimi yapılıyor. Bu duvarların içine kim yerleşeçek. Dağların ardına ve gözlerden uzak konut yapımına müsait olmayan bir alana yerleşim biri yapılıyor? Kim kimin için yapıyor? Bilen varsa bana yazsın? [Yeniçağ Gazetesi http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazar.asp?id=50, Vedat Yenerer, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 06.05.05, Şirintepe-İzmit].
ABD Kongresi’ne Çıkarma: ABD Kongresi’ndeki toplantıda 30 kadar parlamenter, “soykırım tasarısına destek” sözü verdi. “Tasarının bugüne kadar Türkiye’nin önemi öne sürülerek kabul edilmemiş olması hatadır” denildi. ABD Kongresi’ndeki “Ermeni Soykırımını Anma Toplantısı”na katılan Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri, “soykırım” tezinin resmen tanınması çağrısı yaparken, Türkiye’yi de hem “inkâr politikası izlemek”, hem “ABD ile işbirliğini aksatmak”la suçladı. Temsilciler Meclisi’ndeki Ermeni Dostluk Grubu’nun eşbaşkanları Frank Pallone ve Joe Knollenberg’in ev sahipliğindeki toplantıya 30 kadar temsilci ve senatör katıldı ve bunların büyük bölümü söz alarak, salonu dolduran yaklaşık 350 Ermeni kökenli ABD’li önünde “soykırım tasarısına destek” sözü verdi. Kongre kaynakları tasarının “çok yakında sunulacağını” bildirdi. Toplantının konuşmacıları arasında Temsilciler Meclisi Azınlık lideri Nancy Pelosi, eski başkan adayı John Kerry öne çıktı. Pelosi, soykırım tasarısının bugüne dek Türkiye’nin önemi öne sürülerek kabul edilmemiş olmasını “hata” diye niteledi. [Yasemin Çongar-Washington, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
ABD’nin Ermenistan Sorunu: Ermeni Soykırımı iddiaları konusunda ABD gene gündemde. ABD Başkanı herhangi bir söylevinde “Ermeni Soykırımı” deyimini kullanacak mı, kullanmayacak mı? Neredeyse alıştık: Seçim propaganda konuşmalarında Ermeni cemaatine soykırımı tanıyacakları vaadinde bulunurlar, ama başkan seçilince ağız değiştirirler. Bu tavır Ermenileri kızdırır, Türkleri sevindirir. Bu yıl da ABD Başkanı söylevinde “Soykırım” sözcüğünü kullanmadı ama kullanmıştan beter etti. Bu yıl, Türkiye–ABD arasındaki gerginlik dolayısıyla, Senato’nun soykırım iddialarını kabul etmesi olasıydı. ABD ayrıca İncirlik havaalanı pazarlıklarında Ermeni Soykırımı’nı koz olarak kullanıyordu. Türkiye’ye “İncirlik’te istediklerimi ver, ben de soykırımı kabul etmeyeyim, yoksa karışmam!” diyordu. Alındı-verildi ve iş bir yıllığına tatlıya bağlandı. Seneye Allah kerim! İnsanın aklına ABD neresi, Ermenistan neresi, bu işe neden burnunu sokuyor düşüncesi gelebilir. ABD kendini dünyanın muhtarı ve jandarması saydığı için mi bu işle ilgileniyor, Ermenistan’ın dayısı gibi davranıyor, yoksa başka türden bir ilişki mi söz konusu? Bu konuda doyurucu herhangi bir bilgi yok gibidir. ABD’nin ilişkisi, orada yaşayan Ermenilerin oluşturduğu lobinin yaygın ve etkili gücüne yorulur. Ama nihayet kapsamlı bir kitap yayınlandı: Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’nın “ABD’nin Güney Kafkasya Politikası Olarak Ermenistan Sorunu, 1919-1921” (Pozitif Yayınları). Nurşen Yazıcı kitabında Amerikan belgelerine dayanarak Ermeni Sorunu’nun bir parçası ve uzantısı olan savaş dönemi ve sonrasındaki Ermenistan mandası, bağımsızlığı ve bu devletin tanınması sorununu inceliyor. ABD belgeleri önemli, çünkü ABD I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmediği için imparatorlukta yaşayan ABD’li diplomat ve misyonerler bu dönemde çalışmalarını sürdürebilmişler. Yukarda “misyonerler” dedim. “Soykırım” hayaletinin yaratılmasında özellikle Protestan misyonerler önemli bir rol oynamıştır. Rusya’nın, Ortodoks dindaşlarını korumak bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin iç işlerine burnunu sokması, aynı şeyi Katolikler için Fransa‘nın yapması ABD’ye ilham vermiş olmalı ki Protestan cemaatini yoktan var etmek yolunu seçti. İlk ilişki 1784’te, Amerikan ticaretini yaygınlaştırmak için, Konfederasyon Kongresi’nin John Adams, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson’dan oluşan ticaret komisyonunu Osmanlı İmparatorluğu’da görevlendirmesiyle başlamış. Misyonerler 1820’de İzmir gelmişler, 1823’te Kudüs’te, 1825’de Beyrut ve Suriye’de, 1828’de İzmir’de istasyonlar (misyonlar) açmışlar. Osmanlı Devleti 1847’de bir ferman yayınlayarak imparatorluğun Protestan unsurlarını ayrı ve bağımsız bir dinsel cemaat olarak tanımış. 1857’de, ABD başkanı temsilcisinin isteği üzerine Müslümanlıktan Hıristiyanlığa dönenlere verilen ölüm cezası kaldırılmış. Misyonerler 1861’e kadar ancak 23 Müslümanı Protestanlaştırabildikleri için Ermeni, Rum ve Yahudileri hedef kitle seçmişler. 1869’da 21 ana istasyon ve 46 misyonerle tüm Osmanlı İmparatorluğu’na yayılmış olan Amerikan Yabancı Misyon Örgütü (AYMÖ), çalışmalarını hızlandırarak 1870’de 185 okula ek olarak misyon personeline üç doktor eklemiş. 1.Dünya Savaşı başladığında AYMÖ’nün 17 ana, 256 alt istasyonunda 174 çalışanı, dokuz hastane, 426 okulu ve bu okullara devam eden 25 binin üzerinde öğrencisi vardır. (S.22) Amerikan Yabancı Misyon Örgütü’nün (AYMÖ), dinsel kaynaklı örgütlerin yanı sıra etnik kaynaklı Ermeni destekçisi sivil toplum örgütleri de kuruldu. Bunların önde gelenleri arasında 1894’te Boston’da kurulan Birleşmiş Ermenistan Dostları, 1895’te Washinton’da etkin olmaya başlayan Ermeni Sevenler Derneği ve 1895’te Newyork’ta örgütlenen Ulusal Ermeni Yardım Kurulu’nun adlarını anabiliriz. Ancak bu etnik örgütler de dinsel örgütlere bağlı olarak çalışmışlardır. ABD arşivlerinde yer alan bazı yazarlardan bu örgütlerin marifetleriyle ilgili alıntılar yapalım: Thomas A. Bryson: “Eğer Amerikan misyonerleri Ermeni milliyetçilerin fesat ve suikast operasyonlarına karışmamış olsalardı, Amerikan Ermenilerinin bu yöndeki çabalarına ne denebilir.” (S.30). Lenan James Gordon: “Amerikan misyoner çalışmalarının, Ermeni ulusçuluk hareketinin gelişmesinde dolaylı olarak önemli bir rol oynadıkları kuşkusuz bir gerçektir.” (S.30). Prof. Dr. Nurşen Mazıcı bu çok değerli kitabında, Protestan misyoner çalışmalarının önce Ermeni ayaklanmalarını örgütlediğini; ardından, ABD yönetimine önce Ermenistan devletini, sonra Ermenistan Mandası’nı nasıl ilham ettiğini Amerikan belgeleriyle açıklamaktadır. ABD tamı tamına 221 yıldır Türkiye’de ve Büyük Orta Doğu Projesi de bundan 90 yıl önce tasarlanıp günümüzde sahnelenen büyük bir oyun. “ABD’nin Güney Kafkasya Politikası Olarak Ermenistan Sorunu” mutlaka okunmalı!… [Özdemir İnce: Email: oince@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
ABD’nin Protestan Misyon Etkinlikleri: Kısaca American Board denilen ABCFM’den. Amerika Osmanlı ve Türkiye toprakları üzerinde hiç emperyalist oyunlar oynamadı diyenler hep yanılırlar. Amerika 1800’lü yıllardan itibaren İngilizlerin peşine takılarak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına en sinsi ve geri dönülmez siyaseti uygulayan devlettir. Varoluşandan beri Protestanların egemenliğinde olan ABD dünyayı Protestanlaştırmak için çabalamıştır. Tüm çabalarına rağmen Ortodoks Rumları ve Müslümanları Protestanlaştıramamış ama Osmanlı ülkesindeki Ermenileri tümden etkilemiş ve etkileri günümüze dek uzanan sahte Ermeni iftiralarının karşımıza çıkartılması ve Türklerin sürekli suçlanmasına yol açan olaylara ve bir sürü mezalime yol açmıştır. Sözde insancıl gerekçelerle ama sadece Hıristiyan azınlıklar için Amerikan şilepleri ve çeşitli Amerikan misyonlarına bağlı gönüllü çalışanların etkinliklerinden ve ilgisinden doğduğum yer İzmit Derince’de nasibine düşeni almıştır. Hıristiyan azınlıklar için koşturan Amerikalılar annemin ailesi 1925’lerde Romanya’dan sürüldüklerine insancıl gerekçelerle ne Köstence Limanı’nda ne de Tuna Nehri kıyılarında ortalıklarda görülmemişler. Osmanlı topraklarında özellikle Ermeni ve Rumların yoğun olarak yaşadığı köy, ilçe ve kentlerde hızla açılan Amerikan ABCFM misyon okullarından İzmit’te naibini almıştır. Bir adet İzmit merkezde, bir adet o zamanlar İzmit’e bağlı Adapazarı’nda ve bir adet de Bahçecik [Bardizag] da Amerikan Misyon Okulu açılmıştır. Osmanlı toplumunun kayrılmış cemaatinden olan Ermeniler bu okulların açılmalarından itibaren silahlı ayaklanma, eşkıyalık, dağa çıkma, düşmanla işbirliği yapma ve en sonunda silahlı ayaklanmalara dek her tür yollara başvurmuşlardır. Sürekli olarak ya İngilizler, ya Amerikalılar yada Ruslar tarafından yada son zamanlarda olduğu gibi kurnaz Fransızlar tarafından kullanılmışlar ve işleri bitince de bir kenara bırakılmışlardır. [Yazan Erkan Kiraz, 12.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
ABD’de Ermeni Lobisinde ’24 Nisan’ Hazırlığı: ABD Kongresi’ndeki Ermeni lobisi önümüzdeki hafta Kongre’de ‘soykırım’ iddialarını anmak üzere geniş katılımlı bir toplantı düzenlemeye hazırlanıyor. ABD’deki bazı Ermeni kuruluşlarını biraraya getiren Amerikan Ulusal Ermeni Komitesi [ANCA], 20 nisan çarşamba akşamı yapılacak toplantıda, bazı Kongre üyeleri ve Ermeni toplumunun ileri gelenlerinin iddialar konusunda konuşmalar yapacaklarını duyurdu. Gözlemciler, o sıralarda, Ermeni iddialarının tanınması yönündeki bir tasarının Kongre’nin alt kanadı olan Temsilciler Meclisi’ne sunulabileceğini belirtiyor. Bu arada ANCA’nin açıklamasına göre, Başkan George Bush’a mektup yazarak bu yılki 24 nisan açıklamasında Ermeni iddialarını ‘soykırım’ olarak nitelemelerini isteyen Kongre üyelerinin sayısı 160’a ulaştı. Ancak Washington’daki diplomatik gözlemciler, Ermenilerin bu çabasına karşın, Bush’un bu yılki açıklamasında da ‘soykırım’ sözcüğünü telaffuz etmesinin beklenmediği vurguluyor. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
ABD’deki Ermeniler Bush’un Açıklamasından Tatmin Olmadı…: Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA), ABD Başkanı George W. Bush’un bu yıl da 24 Nisan açıklamasında ”soykırım” sözünü kullanmamasını, ”sözünü tutmamak” olarak değerlendirdi ve ABD’deki Ermeniler’den, Beyaz Saray’a Bush’u kınayan mektup ve fakslar göndermelerini istedi. ANCA, Bush’un açıklamasının yapılmasından hemen sonra bir açıklama yayınlayarak, ”rekor sayıda, 210 Amerikalı kongre üyesinin çağrısını umursamayan Başkan Bush, bir kez daha, 24 Nisan’daki yıllık açıklamasında Ermeni soykırımını (soykırım) olarak niteleme sözünü tutmadı” ifadesini kullandı. ANCA Başkanı Aram Hamparian, Başkan Bush’un 24 Nisan açıklaması için, ”baştan savma ve örtülü” nitelemesinde bulundu. Ermeniler, ABD Başkanı George W. Bush’un, 2000 yılında Beyaz Saray’a seçilmeden önceki seçim kampanyası sırasında Michigan’da Ermenilere, sözde soykırım iddialarını tanıma sözü verdiğini iddia ediyor. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Abraham Sou Sever: is a Sephardic Jew, born in Izmir, Turkey, before World War I. He later emigrated to the United States and now lives in California. Abraham Sou Sever has filed a written deposition and Testimonial in which he tells the truth about Armenian “genocide” claims and their propaganda methods from his own personal life experiences and knowledge. Particularly significant is his testimony on Franz Werfel. Mr. Sever’s notarized deposition has been transmitted to research institutions in the United States as part of a written and oral history collection on Armenian claims for a genocide. Here is what Mr. Sever has to say about Franz Werfel and the events which took place on Musa Dagh: “Moussa Dagh (Mount Moussa), if the truth be known, is the best evidence of the Armenian duplicity and rebellion. Fifty thousand Armenians, all armed, ascended the summit of that mountain after provisioning it to stand siege. Daily sallies from that summit of armed bands attacked the rear of Ottoman armies, and disappeared into the mountain. When Ottomans finally discovered the fortification the Armenians had prepared, they could not assault and invade it. It stood siege for 40 days, which is a good indication of the preparations the Armenians had made surreptitiously under the very nose of the Ottoman Government. Nor was it ever explained that the rebellion of the Armenians, had been fostered, organized, financed, and supplied with arms and munitions by the Russians. Leaders of Armenian revolutionary organization Dashnagtzoutiun have since admitted to have been seduced by Russia with promises of independence and a New Armenia. They have admitted that bands of Armenian Revolutionaries had been organized to sabotage and interfere with the Ottoman Armies defending their homeland, even before the Ottoman Government had entered the war against Russia. The thousands who occupied the summit of Moussa Dagh for 4o days escaped by descending the mountain by a secret exit fronting on the Meditterenean, while Ottoman Armies were besieging the front of that mountain. The Armenians had communicated by flambeu signals with the French and British naval ships patrolling the Mediterranean. Those (thousands) who escaped were taken aboard the ships of the British and French and transported to Alexandra in Egypt. The Armenians found it to their interest to invent that those thousands had perished-keeping their rescue by the British and French a secret. Only a small contingent of Armenians who had remained fighting the Ottomans finally surrendered. My dear departed friend, Franz Werfel, who wrote that book, The Forty Days Of Moussa Dagh, never was in that region to investigate what he wrote. He wrote it as his Armenian Friends in Vienna had told him. Before his death, Werfel told me that he felt ashamed and contrite for having written that book and for the many falsehoods and fabrications the Armenians had foisted on him. But he dared not confess publicly for fear of death by the Dashnag Terrorists. Christian Missionaries had found the Armenians Willing and easy converts from their ancestral Orthodox Christianity to the Protestant and Catholic brands. Sympathetic to their converts, they helped spread the false stories of massacre throughout the Western World. Modern day Armenians heard the false stories from their elders who were never there themselves, but had heard them from the Dashnag Revolutionaries who had made deals with the Czar and Bolsheviks. The Republic they established died aborning because of the intrigues and subtle dealings typical of the Dashnag Fanatis. The false claims of genocide and holocaust have gained for them great sympathy throughout the Western World. They cannot tolerate disproof and refutation. They try to stifle and disproof by threats.” [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet Media, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Acısu, İzmit: İzmit. Bugünki adı Saraybahçe Belediyesi, Mehmet Sadık Efe Parkı. Tepecik Mahallesi Acısu Çeşmesi civarı. Şu anki parkın hemen güney tarafında, duvarın dibinde bir çeşme vardı. Suyu acıydı. Şimdi bu çeşme yerinde taksi durağı yer alır. Acısu ve çevresi Ermeni Mahallesi’ne dahilmiş. Acısu’nun hemen güney karşısında St. Barbe Kilisesi ve Fransız Conception Misyoner Okulu yer alırmış. Daha sonraları bu yapı Deniz Üssü (Üss-ü Bahir), Sinema Salonu, Vergi Dairesi olarak kullanılmış. Şimdilerde ise konut Devlet Konukevi olup, batı tarafında kalan yapılarda ise Saraybahçe Polis Merkezi vardır. [Yazan; Erkan Kiraz, , erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Adana Ermeni Ayaklanması [14 Nisan 1909]: Adana Piskoposu Muşeg, büyük devletlerin dikkatini çekmek ve Türkiye’den bir Ermenistan devleti koparabilmek için aylarca hazırlanmış, binlerce Ermeni’yi silahlandırmıştı. Piskopos isyan emrini, Osmanlı Devleti’nin en nazik anında, 31 Mart İhtilali’nin ertesi günü, 14 Nisan 1909’da verdi. Adana, Tarsus, Erzin, Misis, Dörtyol, Bahçecik ve diğer kazalardaki Ermeniler ayaklanarak zayıf buldukları Türk evlerine dalıp, ırza, mala ve cana saldırmağa başladılar. Üç günde Adana ve çevresi altüst oldu. Ermeniler beşikteki Türk çocuklarını bile öldürüyor, hazırlıksız olan asker ve polis karşı koyamıyordu. İsyana bizzat Türk halkı karşı koydu, nefsini savundu; Ermenilere yıllarca unutamayacakları bir ders verdi. Piskopos Muşeg Mısır’a kaçtı. Ayaklanmanın sonunda harb divanı kuruldu. Uzun tahkikat ve muhakemeler sonucunda 9 Türk, 6 Ermeni idama mahkûm edildi. Ermeniler durumu Avrupa basınına Türklerin zulüm ve barbarlığı şeklinde aksettirdiler. Tamamen vahşî, yüksek kültür ve medeniyetten külliyyen mahrum, musiki, şiir, yemek gibi en ibtidâî ihtiyaçlarını Türk kültüründen aynen iktibas eden bir kavim olan Ermeniler, Avrupa ve Amerika basınında mazlum olarak ilan edildi. Sultan Abdülhamid’i devirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçılar, telaşa düştüler. Avrupa’ya şirin görünmek için meşrû müdafaa halinde olan Türkleri rastgele asıp kestiler. Bu sırada Adana valisi olan meşhur Cemal Paşa, (o zaman Kurmay Albay Cemal Bey) yeniden harb divanı kurdurdu. Adana şehrinde 30 müslümanı, Erzin kasabasında 17 müslümanı idam ettirdi. İdam edilenler arasında Adana’nın en eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi, bölgede pek büyük bir nüfuza sahip olan Bahçe müftüsü de vardı. Ermeniler’den ise yalnız bir kişiyi idam ettirdi.
Adana’da Ermeni Zulmü: Vanlızade Nihat anlatıyor: Fransızlar, Ermenilerle iş birliği halinde vesileler icat ederek Türkleri öldürüyorlar; para ve mallarını yağmalıyorlardı. Ermeni Kilisesi kasaphane (maktel) olmuştu. Köşe bucaklarda, ıssız yerlerde yakaladıklarını sürüyerek kiliseye götürürler, işkenceler içinde canını alırlardı. Bu gibi facialar bir taraftan devam ederken diğer taraftan Fransızlar sorgusuz sualsiz masum Türkleri Kumluk’ta Hacı Ali Tekkesi’nde kurşuna dizerlerdi. Rahmetli babam eski sarayda oturuyordu. Güpe gündüz evini bastılar. Bütün ev eşyasını aldıktan sonra depodaki çenberli pamuklarını da götürdüler. Ermeni Çeteleri ansızın çiftliğimize baskın yaptılar. Hazırladığımız bütün malları, ne var ne yok, yataklarımıza varıncaya kadar alıp arabalara yüklediler. Hayvanlarımızı da önlerine katıp, bizim üçümüzün elini kolunu sıkı sıkıya bağlayıp, Şahin Ağa Kilisesi Köyü’ne sevk ettiler. Burası mahşerden bir nümune idi. Binlerce Ermeni ile dolmuştu. Çeteler, dişinden tırnağına kadar çapulcu, yağmacı Ermeniler burada mevcuttu. Bizi hayu huyla karşıladılar. Binbir çeşit yakası açılmadık küfür ve hakaretler içerisinde, çete başı Sivaslı Kireççi Agop’un önüne çıkardılar. Gayet terbiyesiz bir biçimde bizden para istedi: “–Sakladığınız yeri gösteriniz, aksi takdirde başınıza çeşitli işkencelerle ölüm gelecektir!” dedi. Varımız olan 17 altun lira ile 637 banknotumuzu daha önce elimizden almışlardı. “–Bir şeyimiz kalmadı ki verelim; verecek paramız yok!” der demez, öldüresiye bir dayak atıp beni merdivenden aşağıya tekmelerle yuvarladılar. Kahkahalarla halimizi seyr edenler arasında, Adana’nın zengin ileri gelen Ermeni tüccarlarından Kalasyan ile Bızdıkyan ve Kasparyan’ı gördüm. Babamı çırıl çıplak ederek bir çukura götürdüler. Aşıkyan Fabrikası’nda çalışan İstepan adındaki Ermeni, belinden çıkardığı 60 cm. uzunluğundaki kamayı babamın sağ böğrünün karaciğer nahiyesine sapladı. Kelime-i Şehadet getiren babama kızan kaatil peygamberimize küfür etti. İkinci darbeyi de aynı bıçakla boynunun sağ tarafına indirdi. Rahmetli babamın başı göğsüne sarktı, şehid olarak gözlerini kapadı. Babamın ayaklarına bir ip takarak takur tukur sürükleyip kör bir kuyuya cesedini attılar. Tüyler ürpertici bu manzara, hemen beş metre uzağımda cereyan etti. Facianın dehşetinden kanım dondu. Şimdi sıra bana gelmişti. Perişan halimde yanıma geldiler. Beni de anadan doğma soyundurdular. Üzerime bir teneke gaz yağı döktüler. Bir elinde kibrit, diğerinde kutusu olan Ermeni üzerime geldi. Dedi ki: “–Siz çok zenginsiniz, çok paranız olduğunu biliyoruz. Üzerinizden çıkan para ile bizi aldatamazsınız. Eğer paranın yerini söylemezseniz, babanın akıbetini gördün, seni de diri diri yakacağız. Çabuk söyle, böyle bir ölümden kendini kurtar!” Diri diri yakılıp ölmenin çok feci olduğunu düşünerek vakit kazanmak maksadıyla: “–Evet, çok paramız var, hem de heybe dolusu… Bunların yerini çiftlikte size göstereceğim!” dedim. Derhal gazlı vücuduma elbisemi giydirdiler. Çete başının yanına götürdüler. Çete başının verdiği emir de, derhal çiftliğe gidilmesi, paralar alındıktan sonra geri dönülmesi idi. Verdiğim cevapta: “–Bu çok yanlış bir emirdir. Paralar samanlıkta gömülüdür. Samanlığı boşaltmak, gömülü yeri açmak hayli vakte bağlıdır. Burası akşam olur olmaz Türk çetelerinin at oynattığı ve etrafı gözettikleri bir yerdir. Şimdi vakit akşam, nerede ise güneş batmak üzeredir. Biz oraya gidip işe başladığımız zamanda, behemehal Türk çeteleri gelecek, iki taraf arasında şiddetli bir çarpışma olacaktır. Ben belki bu çarpışmalarda ölebilirim. Sizin elinize para geçmediği gibi, bir hayli zayiata maruz kalabilirsiniz. Beni öldürseniz bu saatte çiftliğe ayak basmam!” dedim. Çete başı bu düşüncemi haklı buldu. İşi yarına bıraktı. Beni üç nöbetçinin nezareti altında bir odaya soktu. Köyün etrafına da nöbetçiler kondu. Çeşitli yerlere de gözcüler dikildi. İlk işim kolay ölümün çaresini aramaktı. Yarın çiftliğe gidip kendilerini aldattığımı anlarlarsa, kim bilir bana nasıl işkenceli bir ölüm tatbik edecekler. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Altının, çuval dolusu banknotların neşesi içinde, çeteler yaptıkları günlük mezalimi iftiharla çete başına anlatıyorlardı. Yeğenim Tahsin’in Taşcı’da cesedinin kuyuya atıldığını, Zağarlı, Kamışlı, Yalnızca, Mıhıllı köylerinin tamamen yakıldığını, buralarda ellerine geçenleri ve Yalnızca’da Afganlı Müslüman bekçinin, Aşık Kâhya’nın, Zağarlı’dan Sağır Sait’in ve Berber Mahmut’un kız kardeşleriyle birlikte çocuklarının, Şahin Ağa Kilise Köyü’nden Deli Kerim’in, Gök Mehmet’in karısı Emine’nin, Veysel’in karısı Emine’nin ve daha isimlerini hatırlıyamadığım elli kadar Türk’ün, çeşitli işkenceler içinde nasıl öldürüldüklerini kahkahalarla anlatıyorlardı. Geç vakte kadar içtiler, hepsi de sızdı. Yediğim dayaktan, yarın karşılaşacağım felaketten yerimde oturamıyordum. Kurtulmak değil kolay ölmek istiyordum. Fransızların ve Ermenilerin zulmü Maraş’ta halkın ayaklanmasına sebep oldu. Yirmi gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra 11 Şubat 1920’de Maraş kurtarıldı. Daha sonra 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Fransızlar güneyde işgal ettikleri yerleri boşalttılar. Sadece Adana bölgesinden 120.000 Ermeni Suriye’ye kaçtı. 30.000 kadarı da Kıbrıs, Mısır, Adalar ve İstanbul’a gitti. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Adil Yargı Mı?: Murat Belge 8, 9, 10 Nisan’da Radikal’de çıkan yazılarında, I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal altındayken kurulan mahkemelerde Ermeni olaylarından sanık olarak yargılananların ifadelerinden bölümler aktarıyor. Belge, bu mahkemelerin adil yargıdan ne kadar uzak olduklarına, hatta bunların kararlarından soykırım suçunun çıkmayabileceğine işaret ediyor. Ancak mahkeme tutanaklarının çok sayıda Ermeni’nin katledildiği bir trajedinin yaşandığını gösterdiğini de kabul ediyor. Taner Akçam ve Ermeni ‘tarihçi’ Vahakn Dadrian da kitaplarında bu mahkeme tutanaklarını, soykırım’ın varlığını ispat sadedinde kullanıyorlar. Ermeni Olayları’nın bir trajedi olduğu hiçbir zaman inkar edilmedi. “Resmi Tarih” diye aşağılanan tarih yazımının, rahmetli büyükelçi Kamuran Gürün’ün ‘Ermeni Dosyası’ kitabıyla başladığı söylenebilir. Sn. Gürün bu kitabı, sanıldığı gibi, emekli olduktan sonra değil, Dışişleri Bakanlığı müsteşarıyken, yani 1982’de yazdı. Kitapta toplam Ermeni ölümlerinin (400 bin değil) 300 bin civarında olabileceği bildiriliyor. Ermeni tehcirine ilişkin suçlar konusunda ilk Divan-ı Harp 16 Aralık 1918’de kuruldu. Damat Ferit Paşa sadrazam olunca, yavaş işlediği düşünülen Divan-ı Harp’in başına daha sonra zulmü dolayısıyla ‘nemrut’ lakabıyla anılan Mustafa Nâzım Paşa’yı getirdi. Hızla harekete geçen mahkeme 8 Nisan’da Boğazlayan Kaymakamı Kemal beyi, 8 Temmuz’da da Bayburt Kaymakamı Nusret beyi, ciddi kanıtlara dayanmaksızın idama mahkûm etti. Mahkemede Ermeni Meselesi’ne ilişkin davalar küçük bir bölümü oluşturdu. Hürriyet ve İtilaf Hükümeti’nin asıl amacı, can düşmanı olduğu İttihat ve Terakki’yi bu mahkeme vasıtasıyla tasfiye etmekti. Bu nedenle yargılamada sanıkların savunma hakkı sürekli ihlal edildi. Yaratılan terör havasında sanıklar canlarını kurtarmak için birbirlerini suçladılar ve yargıçların istedikleri ifadeleri verdiler. İki davada aldığı kararlar mahkemenin mahiyeti hakkında fikir veriyor. 25 Haziran 1920 gazetelerinde çıkan bir kararında, ‘fitne’ ve ‘fesat’ olarak nitelendirdiği Kuvay-ı Milliye mensupları Miralay İsmet (İnönü) dahil bir çok paşa ve milletvekilini, İttihat ve Terakki mensubu ‘eşkıya’ olarak tanımlayıp idama mahkum etti ve tüm mallarını haczetti. Aynı kararda Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ni ‘muzır’ ve ‘muhteris’ kişilerden oluşan isyancılar olarak suçladı. 11 Mayıs 1920 günkü gazetelere yansıyan kararında da ‘Mustafa Kemal ve hempalarını’ yani Kara Vasıf, Ali Fuat Paşa, Ahmet Rüstem bey (Müslüman olan Polonyalı, daha sonra Cumhuriyet’in Vaşington Büyükelçisi) ile Adnan ve Halide Edip Adıvar’ı idama mahkûm etti. İngilizler, bu mahkeme yargısının böylesine gayriadil olmasının kendilerine zarar verebileceğini düşündüler. İçlerinde bir bölümü Ermeni olaylarından sanık 144 kişiyi Malta’ya götürdüler. Ancak İngiliz Kraliyet başsavcısı kendisinin İstanbul’daki gibi yargılama yapmasına imkân olmadığını, İngiliz standartlarında bir yargılama için gerçek tanık ve kanıta ihtiyacı bulunduğunu söyledi. Bunlar sağlanamayınca da tutukluları yargılamadan salıverdi. Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi işte bu. Aslında Ermeni olaylarının soykırım olup olmadığını saptamak açısından çok daha anlamlı mahkemeler var. Tehcir sırasında Ermenilere karşı işlenen suçlardan dolayı İttihat ve Terakki yönetimi döneminde kurulan mahkemeler 1397 kişiyi idam dahil çeşitli cezalara çarptırdı. Bunların 648’i Sivas, 223’ü Mamuretü’l Aziz, 70’i Diyarbakır, 25’i Bitlis, 29’u Eskişehir, altısı Şebinkarahisar, sekizi Niğde, 33’ü İzmit, 32’si Ankara, 69’u Kayseri, 27’si Suriye, 12’si Hüdavendigâr, 12’si Konya, 189’u Urfa ve 12’si Canik’te hüküm giydi. Cezalandırılanlar arasında Konya askeri valisi Azmi bey, emniyet müdürü Aziz bey, bazı subaylar ve jandarma erleriyle Ermenilerin mücevherlerini çalan bir de Armikyan var. Soykırıma tabi tuttuğunuz insanlara kötülük yapanları mahkûm etmek, Almanların SS’leri cezalandırmaları gibi bir şey. Not: Bu yazıda Doçent Dr. Süleyman Beyoğlu’nun bir çalışmasından yararlanılmıştır. [Kaynak: İnternet, Gündüz Aktan, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Agos Gazetesi: Yönetici: Hrant Dink, Sevan Ataoğlu; Editor, İstanbul’da yayınlanan haftalık Türkçe-Ermenice gazete. www.agos.com.tr Email: URL: agos_gazetesi@yahoo.com İstanbul.
Ağrı Dağı; Ağrı 5137m. (Ararat), Türkiye’nin ve Avrupa’nın en yüksek zirvesidir. Ağrı Dağı uzun bir aradan sonra tekrar dağcılara açıldı. Volkanik bir dağ olan Ağrı, İran ve Ermenistan sınırında yer alır. Ağrı zirvesinden Kafkaslar’daki Elbruz ve İran’daki Demavend zirvelerini ve Kaçkar zirvelerini görmeniz mümkün. Nuh Tuhafanı ile ilgili efsanelerle adını duyuran Ağrı dağcılar içinde bir efsanedir. Yörede nereye giderseniz gidin hep karsinizda duran bir ulu dağ vardır. Sürekli sizi izliyor gibidir. Ondan kurtulamazsiniz. Bu Ağrı Dağı’dır. Yaz döneminde Ağrı’da hava güneşli, kuru ve sıcaktır. Fakat 3000m den sonra dağ koşulları kendini göstermeye başlar. Soğuk ve sert hava hakimdir. Dağın güney yamacı en güvenli ve en kolay rotadır. 3200m kampında gece sıcaklık 0 derece, 4200m kampında ise -15 derece civarında olabilir. İran’da Koh-i Nuh, Ermenistan’da Marsis, Avrupa’da Ararat olarak bilinen Ağrı en son 10.000 yıl önce patladığı tahmin edilen ağrı artık sönmüş bir volkandır. Dağın 4200m den sonrası buzulla kaplıdır. 5137 metre yüksekligi ile Türkiye’nin en yüksek dagi olan Ağrı’nın Güneydoğusunda 3896m lik zirvesiyle Küçük Ağrı yer alır. Büyük ve Küçük Agri 1188 km2 bir alani kapliyor. Eski bir volkanik dağ olan Ağrı tarih boyunca efsanelere konu ola gelmis. Kutsal kitaplar ondan söz etmis, kutsal sayılmış. Bir çok arastirmaci ya da merakli Nuh’un Gemisi’ni yillardir arayip duruyor. Kimisi resimlerini bile çektigini iddia etti. Bu resimler yayinlandi, gemi midir degil midir, tartisildi. Tufanda her türden birer çift canliyi alarak gemiye binen Nuh Peygamber’in gemisinin karaya oturdugu yerin Agri Dagi olduguna inaniliyor. Kutsal kitaplar da böyle yaziyor. Hz. Adem ile Havva’nin yasadigi Irem Bahçeleri’nin de dagin kuzeyindeki Aras Vadisi’nde oldugu söyleniyor. Doğuda bir çok öykünün, söylencenin anlatildigini söylemekteler. Bunlar çok ayrintili, iyi örülmüs öykülerdir. Iste bu öykülerden biri de Ağrı’yı şöyle anlatıyor. Büyük ve Küçük Ağrı yeryüzündeki bütün daglarin padisahi Kafdağı’nin ailesindenmis. Kizkardes Küçük Agri, Kafdagi’nin oglu Yeni Kafdağı ile de nisanliymis. Büyük Agri daglar serdari oldugundan ordusu ile 70 yil sürecek uzun bir yolculuga çiktiginda Padisah Kafdagi ölmüs. Yeni padisahlik Büyük Agri’nin hakkiymis ama Yeni Kafdagi onun yoklugundan yararlanip tahta oturuvermis. Büyük Agri çok üzülmüs bu haksizliga, kizkardesi Küçük Agri’yi da yanina alip Kafdagi ülkesinden ayrilip Aras’in yanina, simdiki yerine gelip yerlesmis. Yasli, yorgun ve üzgün Büyük Agri basini kizkardesinin dizine koyup uykuya dalmis. Aradan uzun yillar geçmis, Yeni Kafdagi nisalisini özlemis ve Büyük Agri’ya elçi gönderip kendisini bagislamasini, nisanlisini da göndermesini istemis. Büyük Agri elçileri kovmus ve yeniden uykuya dalmis. Yeni Kafdagi kizmis bu kez, ordusunu toplayip Büyük Agri’ya saldirmis. Ama nafile, Büyük Agri tek basina koca orduyu bozguna ugratmis. Yeni Kafdagi da yilmamis, yedi kez ve her seferinde daha büyük orduyla saldirmis. Ama her seferinde bozguna ugramis. Bu arada Küçük Agri da nisanlisina kavusmak ister ama agabeyinden çekinirmis. Zorun sökmedigini gören Yeni Kafdağı bu kez hileye basvurmuş. Sessizce yaklasip nisanlisina gelmesini isaret etmis. Küçük Agri dizini yavasça agabeyinin basinin altindan çekip kaçmayi denemis ama Büyük Agri öksürüp agzindan alevler, dumanlar çikarak uykuda olmadigini göstermis. Yeni Kafdagi korkup kaçmis. Bu arada çevredeki köyler yanip kül olmus. Küçük Agri her yetmis seksen yilda bir agabeyinin iyice daldigini düsünüp dizini çekmeye çalistiginda Büyük Agri öksürüp yeri gögü sarsarmis. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
AHİM: Peki, Ermeni ‘soykırımı’nı reddettiği için Türk Tarih Kurumu Başkanı aleyhinde bir İsviçre kantonunda başlatılan soruşturma hakkında AİHM’ye gidilebilir mi? Bunun için ilk önce İsviçre’deki bütün hukuk yollarının tüketilmesi gerekir. Diğer taraftan AİHM’nin benzer sayabileceği davalarla ilgili olarak daha evvel aldığı kararlar çok dikkatle incelenmelidir. Ters tepebilecek bir başvuru, AİHM bir yargı mercii olduğu için Ermeni savlarını güçlendirebilir. AİHM’nin kararlarının uygulanmaması bütün AB üyelik süreci boyunca işimizi zorlaştıracaktır. Kararların uygulanmasından sorumlu olan Bakanlar Konseyi belki bir ölçüde esneklik gösterebilir, zaman tanıyabilir; fakat sonunda kararlara uymak dışında bir opsiyon yok. [İlter Türkmen, Email: iturkmen@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 08.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ahmet Necdet Sezer; Ilımlı İslam, Köktendinci Rejime Dönüşüyor; Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, İslam ülkelerinin dünyaya katkıda bulunabilmesinin yolunun bireysel özgürlükten geçtiğini söyledi. Sezer, dün Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki konferansta şöyle dedi: Laik Devlet; Bölge için Türkiye mutlaka örnek gösterilecekse ancak laik, demokratik ve hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir. Yakın tarihe bakıldığında, çevremizde geçiş dönemi örneği olarak, ‘ılımlı İslam’ modeliyle sıkça öne çıkartılan kimi ülkelerin, daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür. Bugün, Türkiye’yi örnek ülke olarak gösteren ülkelerin, ‘ılımlı İslam’ övgülerine karşın, bizi diğer Müslüman ülkelerden farklı kılan asıl değer, dinsel yorumumuzdan çok, laik devlet ve toplum yapımızdır. İsim Vermeden Eleştirdi; Sezer son aylarda sözde soykırım savlarının hızını artırdığını ve bu yıl doruk noktasına ulaştığını belirterek isim vermeden başta yazar Orhan Pamuk olmak üzere bu konudaki Ermeni iddialarını destekleyen açıklamalar yapan çevreleri eleştirdi. Sezer şunları söyledi: Bu savlar, Türk ulusunu üzmekte ve rencide etmektedir. Toplumumuzda kimi kanaat önderlerinin, tarihsel doğruluğunu hiçbir biçimde sorgulamadan, en aşırı iddia sahiplerinin yanında çekincesiz yer almayı seçmiş olmaları, üzüntü vericidir. Tarihsel olayları yorumlarken bilimsel nesnellikten uzaklaşmak, aydın dürüstlüğü ve tutarlılığıyla bğdaşmaz. Eller Temizdir; Değerli devlet adamı İsmet İnönü’nün Lozan’da kendisini itham eden İngiliz Başdelegesi Lord Curzon’a hitaben söylediği, ‘Türk milletinin elleri bilhassa temizdir’ cümlesinin arkasındayız. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, ancak soruna adil ve kalıcı bir çözüm bulunduğu, Ada’da iki toplumun bir arada yaşayacakları yeni bir ortaklık devleti kurulduğunda tanıyabilir. ABD’nin Sorumluluğu; PKK/Kongra-Gel adlı terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığının, bizim için açık bir rahatsızlık nedeni olduğunu bir kez daha yinelemek istiyorum. ABD’nin sorumluluğunun gereklerini artık yerine getirmesini bekliyoruz. Kritik bir dönemeçten geçmekte olan bölgemizde, istikrarın korunması ve gerginlikleri azaltıcı politikalar üretilmesi yönünden, bölge ülkelerine özel bir görev düşmektedir. Suriye ve ilgili tüm taraflara gerekli telkinlerde bulunmayı sürdüreceğiz. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 08.04.05, Şirintepe-İzmit].
Akdamar Kilisesi; Ermeni Kralı 1.Gagik tarafından 915-921 yıllarında Keşiş Manuel’e Van Gölü’nün aynı adla bilinen kıyıya yakın küçük adası üzerinde yaptırılır. Kilise yüzyıllarca diniş bir akademi olarak kullanırılır. Nedense Ermeniler bu kiliseyi pek önemsemektedirler. Günümüzdeki nüfusu neredeyse sadece 2,5 milyon olan Ermenistan hala Anayasasında sözde soykırım konusunu tutarken, Türkiye’den toprak talebinde bulunurken Türkiye ilk kez inisiyatifi ele aldı ve bir çok açılım yaptı. İlki “Sözde Ermeni Soykırım Savlarını”na yönelik geniş bir kampanyaydı. Ardından Osmanlı Arşivleri’nin incelemek isteyenlere açılmasıydı. Şimdi de Ermeniler için önemli tarihi yerlerin onarılmasına sıcak bakılıyor. İlk olay İstanbul’daki tarihi Surp Pigriç Ermeni Hastahanesi ve Müzesi’ydi. Van Valisi Niyazi Tanrılar hazırladığı bir projeyler kilisenin onarılması için Kültür Bakanlığı’na başvurmuş. Bakanlığın onarım için YTL 2.4 milyon ayırdığını belirtmiş. [Derleme; Erkan Kiraz, 06.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Akmeşe, İzmit: İzmit’in doğusunda yer alan ve Sakarya iline yakın olan bu belde eski bir Ermeni yerleşim yeridir. Eski adı Armaş’tır. Arbaş yada Armaşa da denilirmiş. 1915’lere dek Büyük bir kilise, yanında matbaa ve papaz okulu varmış. Köyün doğusundan akıp giden çay üzerinde elektrik üretilen değirmeni geriye kalan ikinci eserdir. Birincisi kilise yerine yapılan caminin kuzeyinde kalan çeşmedir. Akmeşe’nin harika bir çevresi vardır. Eskilerde Pir Ahmet denile mvekide büyük bir mezarlık ve Haç alanı varmış. Köye 1924 yılında Yunanistan Mübadil Muhacirleri yerleştirilmiştir. Köyün kuzeyinde kalan Değirmen ve Taşoluk adlı büyük bir mesire alanı vardır. Köy tamamen hayvancılık ve tahılcılıkla geçinir. Kandıra’dan daha gelişmiş ve eğitimli ve nicelikli insan sayısının fazla olduğu bir yerdir. Köyün doğu yamaçları tamamen at çiftlikleri ile kapatılmıştır. Eski Büyükelçi Ural Ataman Çiftliği’nden başka Yasemin Yalçın, Hasan Cemal ve bir varsıl Ermeni’ye ait villalar da at çiftliklerinin tepelerinde görkemleriyle göz kamaştırır. Yörede konutlaşma ve özel site yapma olayı neredeyse hiç yoktur. Belde batıdan doğuya doğru eğimli bir alanda kurulmuştur. Ana cadde kuzeyden güneye doğru eğimli ve dümdüz olarak iner. Kentleşmenin en güzel örneği burada yer alır. Sokak ve caddeler genelde bir birlerini dikdörtgenler biçiminde keserler. Her bir sokak ve cadde uzunlamasına dümdüz uzanır gider. İlk göçmen evleri de yerlerini betonarme yapılara terk etmiştir. Ermenilere ait izler sadece bazı evlerin duvar, temel yada eşiklerine konulan taşlarda kalmıştır. Bir süre sonra bunlar da kalmayabilir. Büyük Ermeni Mezarlığı ve Haç Yeri’nin yerinde şimdilerde bağlık ve bostanlık bağ ve bahçeler uzanmaktadır. [Yazan; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
AKPM’de Ermeni ‘Soykırım’ Sergisine İzin Verilmedi: Avrupa Konseyi binasında sözde Ermeni soykırımına ilişkin bir sergi açılması talebinin reddedildiği bildirildi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki (AKPM) Ermeni parlamenter heyetinin, bugün başlayan ve bir hafta sürecek toplantılar sırasında, sözde soykırıma ilişkin bir sergi açılması için girişimde bulunduğu öğrenildi. Ermeni heyetinin girişimi başkanlık divanında reddedildi. Ermeni heyetinin, öğleden sonra başlayacak genel kurul oturumunun açılışında da sözde Ermeni soykırımının kurbanları için bir dakikalık saygı duruşunda bulunulmasını talep ettiği, ancak bu önerinin de siyasi gruplar ve AKPM Başkanı Rene van der Linden tarafından kabul görmediği bildirildi. Bununla birlikte, Ermeni parlamenterlerin, AKPM genel kurulunun açılışında gündem dışı söz alarak, bu konudaki taleplerini bir kez daha gündeme getirmeleri ve oylama yapılmasını isteyecekleri belirtildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Aksu: Milliyet’ten Öğrendim: İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, geçen yıl Zürih’teki bir toplantıda Ermeni soykırımı olmadığını savunan Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ile ilgili İsviçre Zürih Kanton Savcılığı’nın başlattığı soruşturmadan haberi olmadığını belirterek, “Olayı Milliyet’ten öğrendim” dedi. Erdoğan’ı dün İsrail ve Filistin gezisine uğurlayan Aksu, İsviçre’nin Halaçoğlu’na gıyabi tevkif müzekkeresi çıkarmasıyla ilgili soru üzerine sadece “Olayı gazeteden, Milliyet’ten öğrendim” yanıtını verdi. İsviçre, Halaçoğlu’nun “Ermeni soykırımı”na ilişkin açıklamalarının suç oluşturduğunu bildirerek, interpol nezdinde difüzyon ve kırmızı bültenle uluslararası arama yapılması için nüfus kaydı ve kimlik bilgilerini istemişti. Kandemir De Uyardı: DYP Genel Başkan Yardımcısı emekli büyükelçi Nüzhet Kandemir de, Halaçoğlu’nun İsviçre’de Ermenilere soykırım yapılmadığı yönündeki konuşmasının Zürih Kanton Savcılığı’nca soruşturma nedeni sayılmasının “hayret ve ibret” verici bir durum olduğunu ifade etti. Kandemir şunları söyledi: Bugün Kanton Düzeyinde…: “Bazı Avrupa ülkeleri yoğun Ermeni propagandasının tuzağına düşerek, bu yalan kampanyasıyla sadece milli gururlarını, haysiyetlerini ve demokratik ilkelere olan inançlarını zedelemekle kalmamakta, uluslararası düzeyde inandırıcılıklarını ve saygınlıklarını da giderek kaybeder duruma düşmektedir. İsviçre’de bugün kanton düzeyinde ortaya çıkan bu üzücü durum yarın AB içinde, ülkeler düzeyinde ortaya çıkabilir.” [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
Alman Meclisi ‘Soykırım’ Demedi: Ermeni diasporası, 1915 olaylarının 90’ıncı yıldönümü olarak kabul edilen 24 nisan için harekete geçti. Alman meclisi, Hıristiyan Birlik partilerinin hazırladığı ‘Ermeni tasarısı’nı görüştü. Tasarıda ‘soykırım’ kelimesi geçmiyor. Meclis oturumunda yapılan konuşmalarda, Türkiye’nin tarihiyle ‘yüzleşmesi’ gerektiği belirtildi. Konuşmacılar, amaçlarının ‘Türkiye’nin içişlerine karışmak ya da Türkleri suçlamak değil, tarihleriyle yüzleşmelerini sağlamak’ olduğunu vurguladı. Tasarı, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’in mayıs ayı başında Türkiye’ye yapacağı ziyaretten sonra Federal Meclis’te yeniden ele alınacak. “Sorumluluğumuz var”: Oturumda söz alan Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) milletvekili Christoph Bergner, tarihçilerin bugüne kadar konuyla ilgilendiklerini, ancak siyasetçilerin yetersiz kaldıklarını söyledi. ”Aslında böyle bir tasarının 1915 yılında Federal Meclis’e getirilmesi gerekirdi” diyen Bergner, geçmişteki Alman hükümetlerini bu konuda sessiz kalmakla suçladı ve bu hükümetlerin bundan dolayı sorumluluk taşıdıklarını öne sürdü. Bergner, Almanya’nın böylelikle suçlu duruma düştüğünü savunarak, ”bu nedenle tarihi gerçekler temelinde Türkler ile Ermeniler arasında barışı sağlama sorumluluğumuz var” dedi. “Türkiye’nin de çıkarına”: Türklerin tasarıyla ilgili tepkilerine de değinen Bergner, ”biz bu tasarının Türkiye’nin de çıkarına olacağını düşünüyoruz. Biz Türkiye’yi ve Türk halkını suçlu sandalyesine oturtmak istemiyoruz. Sadece bir anma kültürü yaratmak istiyoruz. Türk dostlarımızı tarihleriyle yüzleşmeye davet ediyoruz” diye konuştu.Sosyal Demokrat Parti (SPD) milletvekili Markus Meckel de, ”Suskunluğu kırmak ve ölenleri anmak istiyoruz. Ölen Tatarları, Kürtleri ve Türkleri de anıyoruz” diye konuştu. Alman arşivlerinin Türkiye’ye ve Ermenistan’a gönderildiğini ifade eden Meckel, ”bunların da Türk halkına açılması gerekir. Bu arşivlerden sistematik şekilde soykırım yapıldığı anlaşılıyor. Türkler de kendi tarihleriyle yüzleşseler iyi olur. Bunun milliyetçiliğe aykırı bir şey olmadığını bilmeliler” şeklinde konuştu İddialar Fransa’nın da gündeminde: Konu, Fransa’da da gündemde. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan ile birlikte yarın Paris’teki Ermeni Anıtı’na çelenk bırakacak. Fransa, Ermeni soykırım iddialarını 2001 yılında kabul etmiş, Anıt da 2003’te açılmıştı. Ermeni soykırım iddialarını son olarak Polonya kabul etti. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bundan duyulan rahatsızlığı, bugün Litvanya’daki NATO toplantısı sırasında görüştüğü Polonya Dışişleri Bakanı’na iletti. ABD’deki Ermeni lobisi ise, soykırım iddialarını içeren tasarıyı, ABD Başkanı George Bush’un konuşma yapacağı 24 nisandan sonra Temsilciler Meclisi’ne sunmaya hazırlanıyor. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Amerikan Ulusal Ermeni Komitesi: American National Armenian Committee [ANCA],
Amerika’nın Anadolu ile ilk ilgilenmesi 1830 larda olmuştur. Bu emperyalist yayılım ve Anadolu’nun sömürge yapılması planlarında Ermeniler’e taşeron rolü verilmiştir. Günlük yaşantısını barış içinde komşu olduğu insanlarla sürdüren Ermeni toplumu, başlangıçta bu olayda rol almazken, çeşitli misyoner okullarında veya yurt dışında eğitilmiş Ermeni militanlar, çeteler kurarak Türkler’e saldırmışlar, kendi insanlarını da destek vermeye zorlamışlardır. 1. Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı ile savaşan Ruslar’ın etkisi ile, onlarla işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vuran bu çetelerin, bir sonraki aşamada, temel taktiği daha önce Bulgaristan’da uygulanıp başarı kazanan insanlık dışı bir yöntemdir. Buna göre, silahlı Ermeni Çeteler, savaş nedeniyle genç erkekleri askerde olup savunmasız kalmış Türk köylerine saldırıp, Türkleri vahşice katlediyorlar. Sonra, Türk Kuvvetleri geldiğinde dağlara kaçıp, kendi köylerini bilinçli olarak savunmasız bırakıyorlar. Yakınları öldürülen ve işkence gören Türkler, idarenin tüm engellemelerine karşın doğal olarak savunmasız Ermeniler’den intikam alıyorlar. Batıdaki destekçiler hemen feryadı basıyor: “Türkler Ermenileri kesiyor.” Son perdede, zaten Osmalı’yı borçlandırıp elini kolunun bağlamış olan, emperyalistler, yorgun Osmanlı’ya Ermeniler’e daha rahat imkanlar ve kolaylıklar sağlaması için baskıya başlıyor. Bunun sonucunda Osmanlı kontrolunun tümüyle ortadan kalktığı bu bölgelerde tıpkı Bulgaristan’da olduğu gibi, yerli Türk nüfusu kısmen yok ederek, kısmen de göçe zorlayarak, toplum içinde Türk yoğunluğu azaltılıp, bağımsız devlet kurmak amaçlanıyor. Bu gelişmeler karşısında, Bulgaristan olaylarından ders alan Osmanlı, ordularını arkadan vuran, düşmanla işbirliği yapan Ermeni Çeteleri’nin lojistik destek aldığı yerleşik Ermeni nüfusu, bu lojistik desteği kesmek için, zorunlu göçe tabi tutar. İşte bugün “Ermeni Soykırımı” diye önümüze çıkarılan olay, bu Zorunlu Göç [Tehcir] sırasında yaşanan olumsuzluklardır. “Soykırım iddiası”nda olanlar, birbuçuk milyon Ermeni’nin bilinçli olarak bu göç sırasında öldürüldüğünü söylerler. Ancak kayıtlara göre, Zorunlu Göç’e [Tehcir] tabi tutulan bölgelerde, ogünlerde yaşayan Ermeni nüfus bir milyonu biraz geçmektedir. Kaldı ki, göç ettirilenlerin önemli bir kısmı da yeni ikamet bölgelerine ulaşmışlardır. Bunların çoğu daha sonra Avrupa ve Amerika’ya gidip yerleşmiştir. Bugün Ermenistan dışındaki Ermeni nüfusun büyük oranda kökeni bu Ermeniler’dir. Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulması ile olayların bittiği zannedilmiştir. Ancak, 1915’den sonra Anadolu’dan Avrupa ülkeleri ve Amerika’ya giden Ermeniler’den bir çoğunun çocukları, 1960’ların sonlarına doğru, o ülkelerin siyeset, sanat ve ekonomisinde söz sahibi konumlara gelmeye başlamışlardır. Anadolu’yu Sömürgeleştirme Planları’ndan asla vazgeçmeyen, yalnızca erteleyen emperyalistler, sandıklarda sakladıkları eski planlarını yeniden ortaya çıkarmışlardır. Kendi topraklarında yetişen Ermeni çocuklarını hem siyaset alanında hem de terörde kullanmakta gecikmemişlerdir. O yıllara kadar Türkiye’yi oyalayan Kıbrıs Sorunu’na, 1974 de kesin olarak “Dur!” denince, Ermeni Meselesi yeniden hortlatılarak, ASALA ile karşımıza çıkarılmıştır. Türk diplomatlarını hunharca öldürebilen bu örgüt, bugüne kadar hakkında gerçek bilgi elde edilemeyen, geride hiçbir iz bırakmayan, çok iyi eğitilmiş profesyonel elemanlardan meydana gelmiştir. İşlediği cinayetlerin ardından, ASALA’nın Türkiye’den istedikleri üç başlıkda toplanabilir: 1-Aslında Ermeniler’e ait olan ve bugün Türkiye’nin işgali altındaki topraklar (Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmı) geri verilmelidir. 2-Türkiye, soykırımı ve bundan doğan sorumluluğu kabul etmelidir. 3-Şu an Türkiye’de yaşayan Ermeniler, soysal ve kültürel baskı altındadır. Bu sona erdirilmelidir. Ermeniler’in Türkiye’den istediği topraklar, PKK’nın istedikleri ile örtüşmektedir. Bu terör örgütü, cinayetler işler ve dünya kamuoyunun dikkatini çekecek eylemler koyarken, yavaş yavaş gelişen siyasi ve ekonomik Ermeni gücü bugün çeşitli parlamentolarda bu sözde soykırımı tanıyan yasalar çıkarmaya çalışmakta ve anıtlar açmaktadır. Benzetilecek olursa, Ermeni Sorunu Türkiye için “Sivrisinek”, gerideki Emperyalist Sömürgeci Devletler ise “BataklıK”ın kendisidir. Bataklığı kurutamayacağımıza göre sivrisinekle uğraşmanın bir sonuç vermeyeceği ortadadır. Bugün sivrisinek yarın başka bir zararlı musallat olur. “Soykırım”ı kabul eden yasa çıkarmakta bugün Fransız Parlamentosu başı çekmektedir. 18.01.2001 tarihinde Fransız Ulusal Meclisi’nde yapılan toplantıda söz alan üyelerin hemen tümünün ortak fikri şu cümlede yoğunlaşmaktadır: Türkiye’yi kendi inkar politikası içinde cesaretlendirmek zavallılıktır. Türkiye AB’e girmek istiyorsa daha düzgün olmalı ve kanlı ellerini yıkamalıdır. Türkiye bugününü olduğu gibi tarihini de, bizim insan ve vatandaş hakları anlayışımıza uygun olarak ortaya koyması gerektiğini anlamalıdır. Soykırımı kabul etmekle, Türkiye yücelecektir ve etmelidir. Aslında Ermenileri bu kadar seven, onları bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşturmak için var güçle destekleyen bu Emperyalistlerin, Ermeniler hakkındaki gerçek düşüncesi farklıdır: Doğu Aadolu’da kurulacak bir Ermeni Devleti, İngilizler’in işine gelirken, Ruslar’a ters düşüyordu. Çukorava’da kurulacak bir Ermeni Devleti Fransızlar’ın kontrolünde olacağı için İngilizler tarafından istenmiyordu. Almanlar ise rekabet içinde oldukları diğer sömürgeci ülkelerin kuklası olacak ve Anadolu’da Alman Yayılmacılığını engelleyecek bir Ermenistan istemiyorlardı. İşin özünde yatan hiç bir zaman Ermeniler veya başka bir kavmin özgürlüğü değildir. Aslaolan Osmanlı topraklarında olduğu gibi, bugünün Anadolusu’nun parçalanmasıdır. Bunu ben aydınım, ben vatanseverim, ben milliyetçiyim diyen herkesin bilmesi gerekir. Bu Emperyalist Devletler rahat sömürebilmek için, ancak kendi güdümlerinde, güçsüz bir Ermenistan veya başka bir devletin kurulmasına izin verirler. Türkiye’nin güçlenmesini asla istemezler. Sonuç Olarak:Anadolu’da Ermeni Zulmü: Her yıl nisan ayı gelince, Ermeniler geniş propagandalarla soykırım iddialarında bulunurlar. Pek çok ülkede destekleyici bir kararlar alınmaktadır. Bu konuda maalesef yetkililer ve kamuoyu bilinçsizdir. Ermeniler ve yaptıkları hakkında kısaca tarihe bir göz atmak ve birkaç çarpıcı örnekle meselenin hakîkatını okuyucularımıza arzetmek istiyoruz. Daha geniş bilgi için mutlaka kitaplara müracaat edilmelidir. A. Ermeniler Hakkında Genel Bilgi: Osmanlılar döneminde Ermeniler Adana’dan Kafkaslara kadar uzanan bir bölgede dağınık olarak ve azınlık olarak yaşıyorlardı. Kendilerinin Nuh AS’ın oğlu Ya’fes’in oğlu Hayk’ın soyundan geldiklerine ve bölgenin yerli halkı olduklarına inanıyorlardı. Tarihî belgeler ise onların M.Ö. 6. Yüzyıl’da Balkanlardan bölgeye geldiklerini, Trak-Frig kökenli olduklarını gösteriyor. Ermeniler M.Ö. 521 yılından itibaren İranlıların, M.Ö. 331 yılından sonra Makedonya’nın, M.Ö. 66 yılından sonra Romalıların egemenliği altında yaşamışlardır. Zaman zaman el değiştiren bölge 642 yılında Emevilerin yönetimine geçmiştir. 970’te tekrar Bizanslıların eline geçen bölge 1071 tarihinden itibaren Selçuklular tarafından ele geçirilmiştir. Selçuklular’dan sonra İlhanlılar’ın, Akkoyunlular’ın, daha sonra da Osmanlılar’ın yönetimine girmişlerdir. (1473-1555) Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar da azınlık statüsünde yaşamışlardır. Osmanlı devleti yönetimi altındaki Asya topraklarının hiçbir bölümünde Ermeni yoğunluğu olmadığı için, hiçbir yer Ermenistan adıyla isimlendirilmemiştir. Birinci Dünya Savaşından önce Anadolu bölgesinde, 1.193.394 Ermeni yaşıyordu. Bu toplam nüfusun % 7’si civarındaydı. Ermenilerin en kalabalık olduğu Bitlis ilinde bile, toplam nüfusa oranları %25’i geçmiyordu. Bugün Türkiye’de 1960 sayımına göre Ermenice konuşan halkın toplamı 53.173’tür. bunun 41.311’i İstanbul’da, 11.862’si diğer illerde bulunmaktadır. (1) Ermenilerin Ermenice denilen bir dili vardı ve bu dil çok gelişmemişti. Soylular ve şehirliler, idaresi altında bulundukları milletin dilini konuşurlardı. Hattâ Osmanlı yönetiminde iken 18. Asır ortalarına kadar Türkçeden başka dil konuşmazlardı. Kilisede bile İncil’in Türkçesi okunurdu. Kültürlerinde, folklör ve edebiyatlarında Türklerin geniş tesiri vardı. Ermeniler de ilk zamanlarda İranlılar gibi ateşperest idiler; aya, güneşe, yanardağlara taparlardı. 301 yılında Kirkor Lusaroviç denilen bir rahibin çalışmalarıyla hristiyan oldular. Hristiyan olunca, Kirkoriye (Gregorien) ismiyle kendilerine mahsus bir kilise kurdular. İnaçları ve ibadetleri Katolik ve Ortodokslar’dan farklıydı. Kiliseye yalnız erkekler devam ediyordu. Dînî liderlerine Katagigos deniliyordu. En büyük dînî liderleri Erivan yakınındaki Eçmiyazin’de bulunuyordu. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra 1461 yılında, Bursa’daki Ermeni dînî lideri Hovakim’i İstanbul’a getirtti. Yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikhanesi’ni kurarak, onu ilk patrik ilân etti. İranlılar Ermeniler’i tekrar ateşperest yapmak için, Bizanslılar da kendi mezheplerine çevirmek, Ortodoks yapmak için çeşitli baskılar yaparlardı. Müslümanların idaresi altında, yâni Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Ermeniler serbestçe dînî faaliyetlerini yapabildiler. Askerlikten muaf oldukları için sanat, ticaret ve tarımla uğraştılar. Her bakımdan mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlardı. İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı devleti gerileme sürecine girince, devleti yıkmak için batılı büyük devletler planlar hazırladılar, iç işlerine karışmaya başladılar. Azınlıkları devlete karşı ayaklandırmak için çeşitli çalışmalar yaptılar. Başta Rusya olmak üzere, İngiltere, Fransa ve ABD, konsoloslukları vasıtasıyla, açtıkları kolejler vasıtasıyla, Ermeniler arasında milliyetçilik ve ayrılık fikirlerinin gelişmesini sağladılar. Tanzimat ve ıslahat fermanlarıyla azınlıklara tanınan haklar, Ermenileri iyice şımarttı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı kaybedilip Ayastefanos antlaşması imzalanırken, Ruslarla görüştüler. Daha sonra 1878’de Berlin Konferansı’nda Doğu Anadolu’da Ermeni azınlığın olduğu bölgelerde ıslahat yapılacaktır diye bir madde konulmasını sağladılar. Devletin zayıf zamanlarında çeşitli isyanlar çıkartarak yabancı devletlerin müdahelesini beklediler. Böylece Balkan ülkeleri gibi bağımsızlıklarını kazanacaklarını, müstakil bir Ermenistan kuracaklarını umuyorlardı. B. Ermenilerin Örgütlenmesi: Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeniler’in ilk ulusal hareketleri 1860 yılında kurulan derneklerle başlamıştır. Bu dernekler zamanla dış yardım ve kışkırtmalarla, Ermenileri devlete karşı ayaklandıran komiteler haline gelmiştir. Ermeni Kiliseleri ve Ermeni Okulları ihtilalci fikirlerin aşılandığı en önemli merkezlerdir. a. Dernekler: 1860’ta Adana’da Hayırsever Cemiyeti, arkasından Fedâkârlar Derneği kuruldu. 1870-1880 tarihleri arasında Van’da Araratlı, Muş’ta Okulu Sevenler, Doğulu ve Klikya dernekleri kuruldu. 1880 tarihinde bu dört dernek birleşerek Ermenilerin Birleşik Derneği adını almışlardır. 1876’da Ermenistan’a Doğru Derneği, 1879’da Milliyetçi Kadınlar Derneği, 1880’de Erzurum’da Silahlılar Derneği, Kafkasya’da Genç Ermenistan Derneği, 1872’de Van’da İttihat ve Halâs Derneği, 1882’de yine Van’da Karahaç Derneği kuruldu. Bu derneğin amacı gerekli yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmaktı. 1881’de Erzurum’da kurulan Müdâfi Vatandaşlar Derneği, daha sonra büyüdü, çeteler kurdu, dörtyüzden fazla usta çeteci yetiştirip komutanlar atadı. Bunları düzenli silahlı eğitime tabi tutup, silâh ve cephane depoları kurdu. b. Komiteler: 1. Hınçak [Çan] Komitesi: 1887’de İsviçre’de Kafkasyalı Ermeniler tarafından kurulmuştur. Amacı Türkiye Ermenistanı’nı kurmak, daha sonra Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleşerek bağımsız bir Ermenistan yaratmaktı. Sosyalizmi benimsemişlerdi. 2. Taşnaksutyun [Federasyon] Komitesi (Ermeni İhtilâl Cemiyetleri Birliği): 1890’da Kafkasya’da kuruldu. Amacı Ermeni örgütlerini birleştirmek, Türkiye’ye geçen çetelere yardım etmek, isyanlar çıkartmak suretiyle Türkiye Ermenistanı için siyasî ve iktisâdî özgürlük elde etmekti. Nasyonal-sosyalizme benimsemişlerdi. Komitenin örgütüne verdiği emir şu idi: “–Türkü, Kürdü her yerde, her türlü koşullar altında vur! Mürtecileri, ahdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al!” (2) C. 1908 Öncesi Ayaklanmalar: Ermeni komiteleri Ermeni zenginlerinden ağır tehditlerle büyük paralar sızdırdılar. Doğu Anadolu’da komitenin emirlerini dinlemeyen yüzlerce Ermeni öldürdüler. Türk ve Kürt köylerini de basıp yağmalamaya başladılar. Türkleri ve Kürtleri yurtlarını bırakıp gitmeye mecbur etmek için akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı. Anadoluda yer yer çıkan küçük Ermeni isyanları hızla bastırıldı. Büyük isyanlarda Avrupa ülkeleri konsolosları vasıtasıyla müdahele ettiler. Yurtdışındaki komiteciler Avrupa ve Amerika gazetelerinde Türklerin hristiyanları doğradığını iddia ederek amansız bir propagandaya giriştiler. Sultan Abdülhamid bölgedeki müslüman halkın can güvenliğini sağlamak için, Hamidiye Alayları denilen süvari birlikleri teşkil ettirdi. Bunların subayları bölgedeki aşiretlerin ileri gelenlerinden seçiliyordu. (3). Bu ayaklanmalardan önemlileri: 1. Sivas Ayaklanması (11 Ekim 1881), 2. Erzurum Olayı (20 Haziran 1890), 3. İstanbul’da Kumkapı Ayaklanması (15 Temmuz 1890), 4. Yozgat Olayı (Ekim 1893), 5. Tokat Olayı (Ağustos 1894), 6. Birinci Sason İsyanı (Haziran 1893-Ağus. 1894), 7. İstanbul’da Bâb-ı Âli baskını (18 Eylül 1895), 8. 1895-1896 Ayaklanmaları: Bu iki yıl içinde Ermeniler Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar yaptılar. Bunların başlıcaları; Geyve, Yozgat, Kayseri, Develi, Diyarbakır, Siverek, Harput, Malatya, Arapgir, Adıyaman, Maraş, Urfa, Antep, Sivas, Niksar, Divriği, Merzifon, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Hınıs ayaklanmalarıdır, 9. Adana olayları (Ekim 1895-Mart 1896), 10. Zeytun İsyanı (Temmuz 1895-Ocak 1896), 11. Van İsyanı (Ekim 1895-Ekim 1896), 12. Osmanlı Bankası Baskını (14 Ağustos 1896), 13. İkinci Sason İsyanı (1898-1904), 14. Sultan Abdülhamid’e Suikast Girişimi, Bomba Olayı (21 Temmuz 1905). Bitlis Ayaklanması (Ekim 1895): Bitlis Ermenilerini Diyarbakır, Erzurum, Van komiteleri ihtilâl ve isyana sürüklemişlerdir. Bitlis’teki Amerikan kolejinin de ihtilali tahrik ve teşvikte önemli yeri vardır. Bu koleji Bitlis’ten Amerika’ya gitmiş bir Ermeni açmıştır. Bitlis Koleji bu Amerikalının Bitlis’te doğmuş ve çocukluğunu arada geçirmiş olan oğlu Corc’un idaresindedir. Bitlis’e onbeş-yirmi saat uzaktaki köylerden gelen Ermeni çocukları burada yatılı olarak okumaktadırlar. Misyoner Corc, Ermeni çocuklarının kafalarını hükümet aleyhine ihtilâl ve isyan düşünceleriyle doldurup köylerine göndermektedir. Buradan mezun olanlar yakınlarına ve komşularına da ihtilâl ve isyan fikrini aşılamışlar, Ermenileri bağımsızlık hayaline sürüklemiş, Osmanlı Devleti ve Türk milletine düşman etmişlerdir. Misyoner Corc ile piskopos vekili Ermenilerin ileri gelenlerine, onlar da Ermeni halkına Hınçak komitesinin programını telkin ederek ayaklanma düşüncesini zihinlerine yerleştirdikten sonra, fedâî kaydına başlamışlardır. Bundan sonra her taraftan fedâîler Bitlis’e dolmuşlar, hayalî vaatlerle cesaretlenmişler, devlet memuru Ermeniler istifa edip vazifelerinden ayrılmışlardır. Ermeni esnafına gelince, alış veriş için dükkanlarına gelen müslümanlara; “Şu belindeki bıçağı ne taşıyorsun? Birkaç güne kadar hükmü kalmayacaktır.” gibi hükümete sadakat, itaat ve tabiiyete aykırı küstahlıklara başlamışlardır. Gümüşhane olayının çıktığı 13 Ekim 1895 Cuma günü, müslümanlar camilerde hutbe dinlerlerken, protestan kolejindeki kilise çanının ilk kez çalınmasında, Ermenilerin ileri gelenleri görünürlerden çekilip şuraya buraya gizlenmişler; ikinci defa çan çalınmasında, bütün Ermeniler dükkanlarını kapamışlar, eşyalarını öteye beriye dökerek yangın çıkarmaya kalkışmışlar; bir taraftan da evlerine gidip silahlarını alarak camilerin kapılarına doğru ilerlemeye başlamışlardır. Bu sırada, Ermenilerin her taraftan birden hücuma geçmelerinin işareti olan kilisenin çanlarını üçüncü kez çalmasından önce pencerelerden durumu gören islam kadınları çocuklarını camilere göndermişler, Ermenilerin hücuma geçmek üzere oldukları haberini vermişlerdir. Bu haber üzerine müslümanlar hutbenin bitmesini beklemeden dışarı fırlamışlardır. Camilerden dışarı çıkan İslâmlar, Ermenileri kapı önünde silahlı ve hücuma hazır görünce, çatışma başlamıştır. Ermenilerin silah kullanmaktaki korkaklığı, müslümanların ise; iyi silah kullanmaları sonucu, Ermenilerin tasarladıklarını yapmalarına imkân bırakılmamıştır. Müslümanlar böyle bir durumla karşılaşacaklarını akıllarına getirmediklerinden yanlarında bıçak ve deynekten başka silah olmadığı halde çarpışmışlardır. Memurlar, komutan ve askerlerin aldıkları ciddi tedbirlerle ayaklanma ancak iki saat sürmüştür. Bu kargaşalıkta İslâmlardan 38 ölü 135 yaralı, Ermenilerden de 136 ölü 40 yaralı olmuştur. Bitlis’teki olay çevreye de sıçramış, Bitlis’in kaza ve köylerinde de ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarda İslâmlardan 86 ölü 38 yaralı, Ermenilerden 171 ölü 49 yaralı olduğu alınan tahkikat raporlarından anlaşılmıştır. Ermeni ayaklanmasının bastırılması elbette hükümetin vazifesidir. İslâmların bu işe karışmasının sebebi, Ermenilerin olaydan önce tenhalarda rastgeldikleri İslâmları öldürmeleri, müslüman kızlarını kaçırıp ırzlarına tecavüz etmeleri; en sonunda müslümanlar Cuma namazı kılmak için camilerde toplandıkları bir sırada tecavüze kalkışmaları; ve nihayet zühd ve takvâsıyla İslâmların büyük saygı duydukları Şeyh Haydar Efendi’nin Ermeniler tarafından korkunç bir şekilde, vahşice şehid edilmesi, bardağı taşıran son damla olmuş; İslâmları nefis müdafaasına zorlamıştır. (4). D. İkinci Meşrutiyetten Sonra Ayaklanmalar: Meşrutiyetin ilanıyla (1908) herkeste bir hürriyet sarhoşluğu görüldü. Gazeteler eski idarenin kötülüklerini, hürriyetin nimetlerini sayıp dökerken her köşe başında bir hatip türemişti. Tek kelime ile ağızdan çıkanı kulak işitmiyordu. Bu hengâmeden faydalanan Ermeni siyâsî suçluları, mahkûmları, kaçakçıları İstanbul’a doldular. Şapkaları, kelebekkravatları, Rus lehçesiyle konuştukları Ermeniceleriyle dikkati çekiyorlardı. Meşrutiyetin ilanıyla, komitelerin artık ihtilalci siyasetlerini birtarafa bırakarak meşrutiyete yardımcı olmaları, memleketin iktisâdî ve medenî gelişmesi için çalışmaları gerekiyordu. Komiteler görünüşte buna karar verdiler. İttihatçılar Ermenilerin yalanlarına aldandılar, devletin yüksek mevkilerine bir çok Ermeni aydını getirdiler. Bayram ve merasimlerde en önde, ittihat ve terakki Cemiyetinin önemli kişilerinin yanında bulundular. Şişli mezarlığında sözüm ona meşrutiyet uğruna ölen Ermeni fedaileri adına düzenlenen törendi İttiha e terakki Cemiyeti ileri gelenleri de bulunuyordu. Türk ve İslâm düşmanı kanlı katil Patrik Matyos İzmirliyan sürgünde bulunduğu Kudüs’ten İstanbul’a gelirken, İttihatçılar tarafından karşılandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni cemiyetlerini himayesine aldı. Bu cemiyetler adına müsamere ve konserler verildi. En önemli yerler, Rusya’dan koğulmuş, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden İstanbul’a gelmiş vatansız, milliyetsiz alçaklar tarafından işgal edilmişti. Bu sözde diplomatlar, içlerindekini açığa vurarak Osmanlı devletini devlet olarak tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Taşnak Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. İstanbul’daki Ermeni basınında Türk-İslâm düşmanlığını körükleyen yazılar birbirini takib etmeğe başladı. (5). Adana Ayaklanması (14 Nisan 1909): Adana piskoposu Muşeg, büyük devletlerin dikkatini çekmek ve türkiye’den bir Ermenistan devleti koparabilmek için aylarca hazırlanmış, binlerce Ermeniyi silahlandırmıştı. Piskopos isyan emrini, Osmanlı Devletinin en nazik anında, 31 Mart ihtilalinin ertesi günü, 14 Nisan 1909’da verdi. Adana, Tarsus, Erzin, Misis, Dörtyol, bahçecik ve diğer kazalardaki Ermeniler ayaklanarak zayıf buldukları Türk evlerine dalıp, ırza, mala ve cana saldırmağa başladılar. Üç günde Adana ve çevresi altüst oldu. Ermeniler beşikteki Türk çocuklarını bile öldürüyor, hazırlıksız olan asker ve polis karşı koyamıyordu. İsyana bizzat Türk halkı karşı koydu, nefsini savundu; Ermenilere yıllarca unutamayacakları bir ders verdi. Piskopos Muşeg Mısır’a kaçtı. Ayaklanmanın sonunda harb divanı kuruldu. Uzun tahkikat ve muhakemeler sonucunda 9 Türk, 6 Ermeni idama mahkûm edildi. Ermeniler durumu Avrupa basınına Türklerin zulüm ve barbarlığı şeklinde aksettirdiler. Tamamen vahşî, yüksek kültür ve medeniyetten külliyyen mahrum, musiki, şiir, yemek gibi en ibtidâî ihtiyaçlarını Türk kültüründen aynen iktibas eden bir kavim olan Ermeniler, Avrupa ve Amerika basınında mazlum olarak ilan edildi. Sultan Abdülhamid’i devirdikleri için Avrupa basınında alkışlanan İttihatçılar, telaşa düştüler. Avrupa’ya şirin görünmek için meşrû müdafaa halinde olan Türkleri rastgele asıp kestiler. Bu sırada Adana valisi olan meşhur Cemal Paşa, (o zaman Kurmay Albay Cemal Bey) yeniden harb divanı kurdurdu. Adana şehrinde 30 müslümanı, Erzin kasabasında 17 müslümanı idam ettirdi. İdam edilenler arasında Adana’nın en eski ve zengin ailelerine mensup gençler olduğu gibi, bölgede pek büyük bir nüfuza sahip olan Bahçe müftüsü de vardı. Ermenilerden ise yalnız bir kişiyi idam ettirdi. (6). E. Birinci Dünya Savaşında Ermeni Olayları: Daha Osmanlı hükümeti Ruslarla savaşa girmeden önce, Kafkasya’da hazırlıklar başlamıştı. Her taraftan Ermeni gönüllüleri Rus ordusuna, Türkiye’ye karşı savaşacak çetelere, intikam alaylarına girmek üzere Kafkasya’ya, Tiflis’e doluşuyordu. Osmanlı meclisinde Erzurum milletvekili olan Karakin Pastırmacıyan, komite tarafından örgüt için Kafkasya’ya gönderildi. Ermeniler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Rusların da bunlara ihtiyacı vardı. Uzlaşma devletleri Ermenilere büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu Osmanlı devletine karşı kullandılar. Rus, Fransız ve İngiliz konsolosları bulundukları yerlerde, Çarlık Genel Valisi de Tiflis’te komite başkanlarına gerekli emri verdiler. Ermeni komitelerine ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi, bol miktarda para ve cephane vererek içeride de isyanlar çıkarttılar. Osmanlı Devleti pek az bir zaman önce Balkan Savaşı gibi bir yenilgiden çıkmıştı. Dünya savaşının patlamasıyla, yaşamı ve geleceği söz konusu olmaya başlamıştı. Bu nedenle seferberlik ilan etti. Ermenilerden askere alınanlar, silahlarıyla birlikte düşman saflarına kaçarken, ülkede yaşayanlar da Türk devletini yıkmak için yer yer silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. (7). Bu ayaklanmaların başlıcaları: 1. Zeytun olayları, 2. Kayseri Olayları, 3. Bitlis ve Muş olayları, 4. Erzurum ve Erzincan olayları, 5. Elazığ (Harput) olayları, 6. Yozgat olayları, 7. Sivas olayları, 8. Adana olayları, 9. Trabzon ve Samsun olayları, 10. İzmit ve Adapazarı olayları, 11. Urfa olayları, 12. Van isyanı, Muş’ta Ermeni Zulmü: Muş ahalisinden Mehmet Resul’un yeminli ifadesi: Ben asker olarak harpte bulunuyordum. Aldığım yaradan ötürü Bitlis’e doğru çekilen birliği takip edemediğim gibi, yaralı ve sakat üç erle birlikte geri kaldık. Az sonra Rus kazaklarının öncüleri olan Ermeniler yanımıza geldiler. Arkadaşlarımızdan Harputlu Hüseyin adındaki erin gözlerini çıkararak, “Kalk bak, Türk askeri geliyor mu?” dediler. Sonra zavallıyı kurşunlayarak şehid ettiler. Diğer erin sağ yanından derisinin bir kısmını yüzerek çanta şekline koydular. Bu Zavallıya da, “Elini sok, bu çantada padişahınızın parası var mı?” diye işkenceye başladılar, sonra şehid ettiler. Üçüncü arkadaşımızı yere yatırıp tenâsül aletini kestiler; sonra ağzına koyarak, “Bu boruyu çal, size Osmanlı askerinden yardıma gelsin!” yollu hakaretlerden sonra, onu da şehid ettiler. Artık sıra bana gelmişti. Bu alçaklıkları yapanlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yüzlerine baktım, içlerinden üçünü tanıdım. Bunlardan birisi Muş Ermenilerinden ve Çıkar mahallesinden Keşiş oğlu Aram. İkincisi yine Muş’un Yaş mahallesinden Bağdasar Körük oğlu Alkesam, üçüncüsü yine ayni mahalleden Avukat Herant Efendi oğlu Herant idi. Bunlar beni bir dereye götürdüler. Yaktıkları ateşte tüfeklerini, şişlerini güzelce kızdırdıktan sonra yirmi dört yerimden dağladılar. Yalvarmalarıma, bağırıp çağırmalarıma, sızlanmalarıma asla kulak vermiyorlardı. O sırada birkaç Rus askeri yetişti. Bunlardan birisi beni ölümden kurtardı. Bu asker gizlice kulağıma Rusya’daki müslümanlardan olduğunu söyledi. Artık Rus, Kazak ve Ermeni çeteleriyle birlikte Bitlis’e doğru yola çıktık. Yolda kaçak kafilelerine, ordunun arkasından göçen zavallılara rastladık. Ermeniler, bu müafaasız kadın ve çocuklarla, zavallı ihtiyarlara şiddetle saldırıyor, yürekler parçalayıcı, insanlık dışı vahşilikle zavallıları katlediyorlardı. İçlerinden Muş’un Ziyaret köyü ahallisinden olduğunu tanıdığım bir Ermeni ile altı arkadaşı, altı müslüman kızını getirdiler. Bunları rükû’a varacak şekilde çırılçıplak durdurdular, sonra iffetlerini kirletmeye başladılar. Bir taraftan bu çirkin ve insanlık dışı işi yapıyorlar, bir taraftan da, “Bundan sonra müslümanlara böyle namaz kıldıracağız!” diyorlardı. Biz ordan ayrıldık, Tel köyüne vardık. Orada üç gün kaldık. Bu üç günde evvelce beni kurtarmış Tatar Abdulmelik ekmek verdi. Üçüncü gün, artık yardım edemiyeceğini, zira bir müslüman himaye ettiği anlaşılırsa şiddetli ceza göreceğini söyledi. Bu sebeple başımın çaresine bakmam lâzım geldiğini anlattı. Gecenin karanlığından faydalanarak oradan kaçtım. Şafak sökerken Kızanan köyünün karşısındaki tepeye yetiştim. Köyden feryad ve figanlar işitiliyordu. Ermeni çeteleri bir taraftan köyü ateşe vermişler, diğer taraftan katliâma girişmişlerdi. Oradan da kaçtım. Birçok tehlikeler atlattıktan sonra muhacirlerle birlikte geri çekildik. (8). Van’da Ermeni Zulmü: Van jandarma alay komutanının Raporu: Çarıksır Köyü’nde bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe iliştirildiğini birçokları yeminle söylemişler cesedin kalıntılarını göstermişlerdir. Ahorik ve Avzerik köyleri arasında elleri bağlı ve karınlarına sokulmuş tenasül aletleri kesilerek ağızlarına sokulmuş dört Türkün cesedi bulunmuştur. Kavlık Köyü’nde 7 yaşındaki Fatma ve 5 yaşındaki Gülnar adlarında iki kız çocuğunun iki taraftan kirletilmiş oldukları, ve bu bu kötü hareketin sonucu her ikisinin de sakat kaldıkları görülmüştür. Bugün bu zavallılar Ermeni Mezalimi’nin canlı bir timsali olarak yaşamaktadır. Yine bu köyde 70 yaşından fazla Ali adında bir ihtiyarın, çene kemiklerini süngülerle kırarak, kesip ağzına koymuşlardır. Bunu Van’ı geri alan Türk ordusunun ileri gelen subayları gözleriyle görmüşlerdir. Ahtoci Köyü’nde Kemo adındaki şahsın Zeliha isimli eşi tandır başında ekmek pişirirken, Ermeniler Zeliha’nın altı aylık çocuğunu ateşe atarak pişirmişler, zorla annesine yedirmek istemişler; zavallı annenin reddetmesi üzerine, kadının bir bacağını ateşe sokarak yakmışlardır. Bu gün bu zavallı kadın yaşıyor. Gördüğü bu korkunç zulmü anlatırken yürekler tırmalayıcı feryat ediyor. Bu zavallı kadının hikâye ve feryadına katılmamak için taş veya demirden yürek gerekiyor. Yine bu köyde Ermeniler birçok Türk çocuğunu tezek yığınları arasına koyduktan sonra tezekleri ateşlemişler; bu zavallı masum yavruları diri diri yakmışlardır ki, durum yerinde yapılan inceleme sonucu kalıntılardan anlaşılmıştır. (9). Esma Nine Anlatıyor: Molla Kasım köyünden 95 yaşındaki Esma Hanım yaşadığı faciayı hafızasında kalan kırıntılarla şöyle anlatıyor: Ermeniler, Molla Kasım köyünü yerle bir ettikten sonra Zeve’ye gittim. Zeve Çayını geçemedim, beni atla gelip aldılar. Zeve’de toplu halde bulunan kadınların tamamını Ermeniler bir dama koyduktan sonra, yere oturulmasın diye su ile doldurdular. Yarı belimize kadar su içinde kaldık. Sonra erkekleri ayırıp götürdüler. Onları başka bir damda diri diri yakmışlar. Ermeniler, 15 yaşından küçük çocukları da bir tarafa ayırdıktan sonra süngüleyerek katlettiler. Kadınları da gruplar halinde Van’a götürdüler. Bir çocuğumu, gözümün önünde koyun boğazlar gibi boğazladılar. Bir Ermeni, komşumuz Firdevs hanımın oğlunu ayağının altına alıp, iki bacağından ayırarak iki parça edip şehid etti. Ermeniler o kadar çok müslüman boğazladılar ki, akan kanlar koskoca tandırları doldurdu. En son Rus ordusunda vazifeli bir Tatar bu korkunç faciaya son verdi. Ermeniler, esir ettikleri müslüman kadınları iki sıra halinde aralarına alıp türkü söyleyerek, tef çalarak götürüyorlar; ikide bir; “Korkmayın sizi Van valisi Cevdet Paşa’ya götürüyoruz Cevdet Paşa size pilâv ikram edecek!” diyorlardı. Sonra koro halinde: “Cevdet Paşa et temâşa-Gelinlerin oldu matuşka! (fahişe demek)” diyorlardı. Molla Kasım Köyü’nden Şeyh Selim Efendi’nin gözlerini oyduktan sonra şehid ettiler. Gene Molla Kasım Köyü’nden Müslim amcayı öldürdükten sonra, cesedini namaz kılıyor gibi bir duruma soktular, İslâmın dini ve imânına küfür ettiler, alaya aldılar. Ermeniler, bir taraftan erkekleri öldürüyorlar, sonra da: “Korkmayın, size bir şey yok! Onları Rusya’ya para kazanmaya gönderiyoruz.” yalanını gözümüzün içine bakarak söylüyorlardı. (10). Zeve’de Ermeni Katliamı: Kıymet Başıbüyük, Zeveli annesi Hediye hanımdan naklen bu faciayı şöyle anlatıyor: Seferberlik ilân edilir edilmez Van halkı muhacir olmaya başladı. Zeve ve çevresindeki köyler muhacir olmadılar. Buna sebep olan zeve ve çevresindeki köyler ve muhtarı Süleyman çavuştur. Çünkü muhtar köylüyü toplayıp, “Buradan muhacir olup gitmeye hiç lüzum yok! Ben Ermenilerle kardeş oldum, (!) size bir şey yapmazlar.” diye teminat verdi. Bu söze inanarak köyü terk etmedik. Sonra Vandaki Ermenilerin ortalığı kana buladıklarını, her tarafı yakıp yıktıklarını duyduk. Ermeniler binlerce müslümanı kesmeye başladılar. Van’ı terk etmeyen hasta, yaşlı, çocuk ve kadınları asıp kesmeye, bir kısmını da çaylara, kuyulara atmaya koyuldular. Sıra bizim köylere gelmişti. O sırada komşu köylerin ahalisi bizim köyde toplandı. Her köyün en az 400-500 nüfusu vardı. Ermeniler, bir sabah köyümüzü ateşe tuttular. Zeve’de toplanmış müslümanlar, cephaneleri bitinceye kadar köyü müdafaa ettiler. Türklerin cephaneleri bitince Ermeniler köye girdiler. Korkunç facia bundan sonra başladı. Önce Ermenilerle kardeş olduğunu söyleyerek halkın göç etmesine engel olan Süleyman Çavuş’u yakalayıp, korkunç şekilde şehid ettiler. Ermeniler, hamile kadınların karnını yırtıp çıkardıkları çocukları süngülerinin ucuna takarak annelerine gösterdiler. Kızların ve kadınların kollarındaki bilezikleri almak için çok kolay bir usul buldular. Kasaturalarıyla kızların ve kadınların kollarını kesiyor, sonra bilezik ve yüzükleri çıkarıyorlardı. Ben, annem ve 20-30 kadar köylü kadını ve çocuk Sultan Hacı Hamza’nın türbesine sığındık. Ermeniler bizi öldürmek için türbeye gazyağı ve benzin serptiler ve ateşlediler. Türbe yanmadı. Kazma kürekle türbeyi yıkmak istedilerse de, yıkamadılar. Hayret ve şaşkınlık içinde, “Yahu bu mutlaka bizdendir.” diyerek gittiler. Biz oradan çıktık. Çıktığımızı gören Ermeniler üzerimize hücum ettiler. Bu sefer köyün köpekleri bizi kurtardı. Köydeki köpekler insan cesedi yiyerek kuduz olmuşlardı. Her tarafa saldırıyor, köye hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Bir zaman köpekler bizi korudu. Sonra Ermeniler köyü işgal ettiler. Biz yine katil ve canavar Ermenilerin eline düştük. Bir hafta sonra Ruslar bizi alıp aç, susuz Van’daki Ermeni kışlasına götürdüler. Rus Kırgız muhafızlarına, yiyecek bulmak için bizi serbest bırakmaları için yalvarıyorduk. Kısa bir zaman kışlanın yanına çıkınca, hayvanlar gibi söğüt yapraklarına üşüşüyor, bir yandan çabuk çabuk bu yaprakları yerken, diğer yandan etek ve ceplerimizi dolduruyorduk. Aç midelerimize bu acı söğüt yaprakları, bal gibi tatlı geliyordu. Böylece günler geçti. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Tarlalara dağıldık, ektik, biçtik. Değirmen gösterdiler buğdayları öğüttük. Türk askerinin görünmesiyle tam ve gerçek hürriyete kavuştuk. (11). F. Ermenilerin Savaş Bölgesinden Çıkartılması ve Tehcir Kanunu (14 Mayıs 1915): Osmanlı hükümeti ilk aylarda isyanlara karşı yalnız yöresel ve özel önlemler almakla yetindi. Rus ordularının doğu illerini işgali sırasında, özellikle onlara öncülük eden Ermeni gönüllü intikam alayları tarafından müslüman halk acımasızca yok ediliyordu. Van’ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. (24 Nisan 1915) Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir. Daha sonra 14 Mayıs 1915’te tehcir (göç) kanunu çıkarıldı. Buna göre: 1. Seferde ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, ahali tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse, derhal askerî kuvvetlerle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur. 2. Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askerî icablardan dolayı veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edebilirler. 3. İşbu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. (12) . Bu kanuna göre, ayaklanma hazırlığı içinde olan Ermeniler İç ve Doğu Anadolu’dan güneye, o zaman sınırlarımız içinde bulunan Suriye, Lübnan ve Irak’a göç ettirilmiştir. G. Ermenilerin 1918-1920 Yılları Arasında Yaptıkları Mezâlim: Ermenilerin Ruslara yardımcı olarak birlikte işgal ve katliamlar yaptıklarını yukarıda anlatmıştık. İşgal yıllarında bu zulüm çeşitli şekillerde devam etti. Nihayet 7 Kasım 1917’de Rusya’da ihtilâl oldu, 22 Ocak 1918’de Rusya mütareke istedi. Bunun üzerine Rus ordusu işgal ettiği doğu Anadolu’dan çekilmeğe başladı. Bu esnada Ermeniler yine yağma ve katliamlar yaptılar. Her tarafı yakıp yıktılar. Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Kars bölgelerinde pek çok zulümler icra ettiler. Erzurum’da Ermeni Zulmü: Ilıca’da kaçamayan Türklerin hepsinin öldürüldüğünü ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş bir çok çocuk cesetleri gördüğünü Erzincan’dan Erzurum’a dönüşünde bizzat başkomutan Odişelidze söyledi. Ilıca katliamından üç hafta sonra 11 Mart 1918 pazartesi günü ordan dönen yarbay Griyazmof gördüklerini şöyle anlattı: “Köylere giden yollarda uzuvları tahrib edilmiş bir çok cesetlere rastladım. Her geçen Ermeni bu cesetlere bir kere söğüp tükürüyordu. 25-30 metrekarelik cami avlusuna iki arşın (141 cm) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cesetlerinde zorla ırza geçme halleri pek belli bir halde idi. Birçok kadın ve kızların tenasül yerlerine tüfek fişeği sokulmuştu. Alaca menzil komutanlığı müteahhidi olan bir Ermeni 12 Mart 1918’de yapılan vahşilik üzerine şunu anlattı: Ermeniler bir kadını canlı olduğu halde bir duvara çivilemişler; sonra kalbini oyup başının üstüne asmışlar. Erzurum’da Rus topçu subaylarından Gürcü asıllı teğmen Midvani şöyle bir olaya tanık olduğunu anlattı: Bir Ermeni, arabacılardan bir müslümanı vurmuş, fakat öldürememiş, sırt üstü düşmüş. Ermeni elindeki sopayı, can çekişen müslümanın ağzına sokmak istemiş. Dişleri kilitlenmiş olduğundan sopayı ağzına sokamayan Ermeni, müslümanın karnını tekmeleye tekmeleye öldürmüş. (13) . 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden sonra Türk Ordusu Kars ve çevresini terk ederek 1877-1878 Türk-Rus savaşı sonrası çizilen sınırın batısına çekilmişti. Bu bölge tekrar Ermeni cellatların ellerine bırakılmış oldu. Bağımsız Ermenistan devletine bağlı çeteler iki yıl boyunca çeşitli zulümler yaptılar. Nihayet Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu 30 Ekim 1920’de Kars’ı, 12 Kasım 1920’de Iğdır’ı Ermenilerden kurtardı. 3 Aralık 1920 günü Ermenistan’la Gümrü anlaşması imzalandı. Mondros Mütarekesinin 7. maddesine dayanarak Uzlaşma Devletleri Anadolu’nun her bir tarafını işgale başlamışlardı. Güney illerimiz (Urfa, Antep, Maraş, Adana) önceleri İngilizler tarafından işgal edilmiş ve daha sonraları ise Fransızların denetimine geçmişti. Ermeniler bu bölgede de, Fransızların himayesinde zulüm ve katliamlarını sürdürdüler. Adana’da Ermeni Zulmü: Vanlızade Nihat anlatıyor: Fransızlar, Ermenilerle iş birliği halinde vesileler icat ederek Türkleri öldürüyorlar; para ve mallarını yağmalıyorlardı. Ermeni kilisesi kasaphane (maktel) olmuştu. Köşe bucaklarda, ıssız yerlerde yakaladıklarını sürüyerek kiliseye götürürler, işkenceler içinde canını alırlardı. Bu gibi facialar bir taraftan devam ederken diğer taraftan Fransızlar sorgusuz sualsiz masum Türkleri Kumlukta Hacı Ali tekkesinde kurşuna dizerlerdi. Rahmetli babam eski sarayda oturuyordu. Güpe gündüz evini bastılar. Bütün ev eşyasını aldıktan sonra depodaki çenberli pamuklarını da götürdüler. Ermeni çeteleri ansızın çiftliğimize baskın yaptılar. Hazırladığımız bütün malları, ne var ne yok, yataklarımıza varıncaya kadar alıp arabalara yüklediler. Hayvanlarımızı da önlerine katıp, bizim üçümüzün elini kolunu sıkı sıkıya bağlayıp, Şahin Ağa kilisesi köyüne sevk ettiler. Burası mahşerden bir nümune idi. Binlerce Ermeni ile dolmuştu. Çeteler, dişinden tırnağına kadar çapulcu, yağmacı Ermeniler burada mevcuttu. Bizi hay u huyla karşıladılar. Binbir çeşit yakası açılmadık küfür ve hakaretler içerisinde, çete başı Sivaslı Kireççi Agop’un önüne çıkardılar. Gayet terbiyesiz bir biçimde bizden para istedi: “–Sakladığınız yeri gösteriniz, aksi takdirde başınıza çeşitli işkencelerle ölüm gelecektir!” dedi. Varımız olan 17 altun lira ile 637 banknotumuzu daha önce elimizden almışlardı. “–Bir şeyimiz kalmadı ki verelim; verecek paramız yok!” der demez, öldüresiye bir dayak atıp beni merdivenden aşağıya tekmelerle yuvarladılar. Kahkahalarla halimizi seyr edenler arasında, Adana’nın zengin ileri gelen Ermeni tüccarlarından Kalasyan ile Bızdıkyan ve Kasparyan’ı gördüm. Babamı çırıl çıplak ederek bir çukura götürdüler. Aşıkyan fabrikasında çalışan İstepan adındaki Ermeni, belinden çıkardığı 60 cm. uzunluğundaki kamayı babamın sağ böğrünün karaciğer nahiyesine sapladı. Kelime-i şehadet getiren babama kızan kaatil peygamberimize küfür etti. İkinci darbeyi de aynı bıçakla boynunun sağ tarafına indirdi. Rahmetli babamın başı göğsüne sarktı, şehid olarak gözlerini kapadı. Babamın ayaklarına bir ip takarak takur tukur sürükleyip kör bir kuyuya cesedini attılar. Tüyler ürpertici bu manzara, hemen beş metre uzağımda cereyan etti. Facianın dehşetinden kanım dondu. Şimdi sıra bana gelmişti. Perişan halimde yanıma geldiler. Beni de anadan doğma soyundurdular. Üzerime bir teneke gaz yağı döktüler. Bir elinde kibrit, diğerinde kutusu olan Ermeni üzerime geldi. Dedi ki: “–Siz çok zenginsiniz, çok paranız olduğunu biliyoruz. Üzerinizden çıkan para ile bizi aldatamazsınız. Eğer paranın yerini söylemezseniz, babanın akıbetini gördün, seni de diri diri yakacağız. Çabuk söyle, böyle bir ölümden kendini kurtar!” Diri diri yakılıp ölmenin çok feci olduğunu düşünerek vakit kazanmak maksadıyla: “–Evet, çok paramız var, hem de heybe dolusu… Bunların yerini çiftlikte size göstereceğim!” dedim. Derhal gazlı vücuduma elbisemi giydirdiler. Çete başının yanına götürdüler. Çete başının verdiği emir de, derhal çiftliğe gidilmesi, paralar alındıktan sonra geri dönülmesi idi. Verdiğim cevapta: “–Bu çok yanlış bir emirdir. Paralar samanlıkta gömülüdür. Samanlığı boşaltmak, gömülü yeri açmak hayli vakte bağlıdır. Burası akşam olur olmaz Türk çetelerinin at oynattığı ve etrafı gözettikleri bir yerdir. Şimdi vakit akşam, nerede ise güneş batmak üzeredir. Biz oraya gidip işe başladığımız zamanda, behemehal Türk çeteleri gelecek, iki taraf arasında şiddetli bir çarpışma olacaktır. Ben belki bu çarpışmalarda ölebilirim. Sizin elinize para geçmediği gibi, bir hayli zayiata maruz kalabilirsiniz. Beni öldürseniz bu saatte çiftliğe ayak basmam!” dedim. Çete başı bu düşüncemi haklı buldu. İşi yarına bıraktı. Beni üç nöbetçinin nezareti altında bir odaya soktu. Köyün etrafına da nöbetçiler kondu. Çeşitli yerlere de gözcüler dikildi. İlk işim kolay ölümün çaresini aramaktı. Yarın çiftliğe gidip kendilerini aldattığımı anlarlarsa, kim bilir bana nasıl işkenceli bir ölüm tatbik edecekler. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Altının, çuval dolusu banknotların neşesi içinde, çeteler yaptıkları günlük mezalimi iftiharla çete başına anlatıyorlardı. Yeğenim Tahsin’in Taşcı’da cesedinin kuyuya atıldığını, Zağarlı, Kamışlı, Yalnızca, Mıhıllı köylerinin tamamen yakıldığını, buralarda ellerine geçenleri ve Yalnızca’da Afganlı müslüman bekçinin, Aşık Kâhya’nın, Zağarlı’dan Sağır Sait’in ve berber Mahmut’un kız kardeşleriyle birlikte çocuklarının, Şahin Ağa kilise köyünden Deli Kerim’in, Gök Mehmet’in karısı Emine’nin, Veysel’in karısı Emine’nin ve daha isimlerini hatırlıyamadığım elli kadar Türk’ün, çeşitli işkenceler içinde nasıl öldürüldüklerini kahkahalarla anlatıyorlardı. Geç vakte kadar içtiler, hepsi de sızdı. Yediğim dayaktan, yarın karşılaşacağım felaketten yerimde oturamıyordum. Kurtulmak değil kolay ölmek istiyordum. (14). Fransızların ve Ermenilerin zulmü Maraş’ta halkın ayaklanmasına sebep oldu. Yirmi gün süren şiddetli çarpışmalardan sonra 11 Şubat 1920’de Maraş kurtarıldı. Daha sonra 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Fransızlar güneyde işgal ettikleri yerleri boşalttılar. Sadece Adana bölgesinden 120.000 Ermeni Suriye’ye kaçtı. 30.000 kadarı da Kıbrıs, Mısır, Adalar ve İstanbul’a gitti. Sonuç: Yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere isyan eden Ermenidir, zulmeden Ermenidir, katliam eden Ermenidir. Mazlum ve mağdur olan, yüzbinlercesi katledilen, tecavüze uğrayan, yerinden yurdundan sürülen mâsum Anadolu müslümanıdır. Fakat Ermeniler bir asırdır yaygara yapmakta, basın, yayın ve propaganda yoluyla dünyayı aldatmağa çalışmakta; haçlı ruhuyla hareket eden bazı devletler de onlara destek olmaktadır. Soykırım iddiasına gelince; 1914 nüfus sayımına göre Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni sayısı 1.300.000’dir. Bunun 525.000’i işgalci Ruslarla beraber Rusya’ya göç etmiştir. Amerika, Suriye, Yunanistan, İran, Lübnan vs. ülkelere göç edenlerin sayısı da 582.000’dir. Toplam 1.107.000 Ermeninin göç ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de kalan 50.000 civarındaki Ermeni’yi hesaba katınca, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, Ermeni isyanları ve göçler esnasındaki toplam Ermeni kaybının 143.000 civarında olduğu anlaşılır. Halbuki aynı dönemde, aynı bölgelerdeki müslüman ahalinin kayıpları 1.400.000’i bulmaktadır. (15) Yâni esas soykırıma uğrayan müslümanlar olmuştur. [Kaynaklar;] (1) Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, Halil Metin, M. Eğitim Yayını, İstanbul 1997, s. 16, (2) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 87-93, (3) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 180-181, (4) Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, Mehmet Hocaoğlu, İstanbul 1976, s. 275-276, (5) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 478 – 480, (6) Türkiye Tarihi, Yılmaz Öztuna, c. 7, s. 227, (7) Türkiye’nin S. T. E. ve E. O. s. 129-131, (8) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 720-721, (9) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 723, (10) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 733-734, (11) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 735-736, (12) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 146-147, (13) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 764, (14) Tarihte E. M. ve Ermeniler, s. 704, (15) Türkiyenin S. T. E. ve E. O. s. 28, 157. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
AP ve Erivan’dan Ankara’ya Çağrı: Avrupa Parlamentosu ile Ermenistan arasında 13-14 Nisan tarihlerinde Strasbourg’da düzenlenen parlamentolararası işbirliği komisyonu toplantısının ardından Ankara’ya yönelik çeşitli çağrıların yer aldığı ortak bir bildiri kabul edildi. Bildiride, Ankara’ya “Ermenistan ile diplomatik ilişki kurması” ve “bu ülkeyle barışmak için ulusal ve uluslararası çapta tam ve samimi bir süreç başlatması” çağrısında bulunuldu. Ankara’nın Erivan ile diplomatik ilişki kurması ve sınırını açmasını 3 Ekim müzakereleri öncesi “koşul” haline getirmeye çalışan Ermeni parlamenterlerin talebi ise, AP tarafından reddedildi. [NTV Haber, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
AP’den Türkiye’ye İşbirliği Çağrısı: Bu arada, Avrupa Parlamentosu (AP) ile Ermenistan arasında Strasbourg’da yapılan Parlamentolararası İşbirliği Komisyonu toplantılarında Türkiye’ye Ermenistan’la diplomatik ilişki kurması çağrısı yapıldı. Ermeni heyetinin, Ankara’nın Erivan’la diplomatik ilişki kurmasının 3 ekim müzakereleri öncesi koşul olması ve sınır kapısının açılmasına yönelik talepleri reddedildi. Ermeni heyetinin hazırladığı, Türkiye’nin soykırım konusundaki tavrını gözden geçirmesi talebi de kabul görmedi. Ancak Ermenilerin itirazları üzerine, “Avrupa Parlamentosu, Türk makamlarını konu hakkında tam ve samimi bir ulusal ve uluslararası barışma süreci başlatmaya çağırır” ifadesinin yer aldığı bir madde üzerinde mutabakata varıldı. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Armenian Issue, Allegations-Facts, Important Questions And Answers, How Do Armenian Clergymen Assess The Allegations Of Genocide?: Dikran Kevorkian, Pastor of Kandilli Armenian Church, who took part in 7th October 2000 in the TV programme named “in a nutshell” said the following:The genocide and relocation denote two different concepts. The imperialist schemes and the Armenian apolitical dream leaders (media, churches and clergy) are the causes of this situation. The Patriarch is a spiritual leader and a blunder is committed when his opinions are sought in the political matters. What could ASALA and PKK do if there were no political support behind them? There was a German pressure on the Sublime Port for the relocation in an attempt to shake the existing order and to secure itself an economic benefit through the Berlin-Baghdad Railroad. With regard to assimilation, I am prepared to say this: Today, it is only in Turkey among all countries of the world that the Armenians manage to maintain their own identity. The Armenians in the diaspora abroad continue their struggle for existence by changing their names because there are efforts there to melt the Armenians in the cultural pot. The diaspora knows very well that the Sunday rites in all major American churches are in English and the Armenians are gradually losing their own language. Those who declare these things are branded to be black sheep of the herd. It is for these reasons that we as the Armenians living in Turkey, declare our regrets against these efforts, because an injustice is committed to the spirit of national forces entrusted to us by Ataturk. All this is a stratagem concocted abroad, including the ASALA, PKK and Kocharian’s declaration. We, as the citizens of Turkey, believe that an injustice is perpetrated here. The Armenians should know better than being scapegoats if they are intelligent enough. [Resource: Internet, Recorded By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Armenian Issue, Allegations-Facts, Relocation [Tehcir], Attacks On Armenian Convoys And Measures Taken By The Government: Some Armenians have died as the result of the attacks made to some companies during the movement of Armenians towards their new settlement regions, especially by the Arabic tribes between Aleppo- Zor and Armenian Committee member Urban. As understood from a coded telegraph dated January 8th 1916, the attacks on the roads between Aleppo and Meskene resulted in the death of many Armenians, (1) and that approximately 2.000 of the Armenians moving from Diyarbekir to Zor and from Saruc to Halep through Menbic road were robbed by the Urban tribes (2). Again in Diyarbakir region, it has been notified that the gangs and the bandits killed almost 2.000 people including Armenians and Non-Muslims. Upon this event, it has been notified severely that such events should be immediately stopped and peace should be absolutely provided on the route of the companies, otherwise that province would be held responsible for the actions of the bandits (3). A coded telegraph sent to Diyarbekir, Mamuretülaziz and Bitlis provinces on June 14th 1915 informing that another company of 500 people were killed as the result of the Kurd attacks between Erzurum-Erzincan road. Upon this event, the use of any kind of instruments against the attacks of the villagers and the tribes and severe punishment of the ones attempting murder and usurpation had been ordered (4). The Ottoman Government has shown extra ordinary efforts for providing food and the security of the companies while fighting against the enemy. It has shown great sensitivity about the murders and robberies, to which Armenians have been subjected to and tried to provide the safe performance of this transportation. With the instructions written to the administrations in the provinces, to which the transportation was made, the ones attacking the Armenian Companies have been punished. The government, following up the precautions taken about this issue, has asked how many were punished harmed to the Armenian Convoys, in the coded telegram it sent to Erzurum, Adana, Ankara, Halep, Hüdavendigar, Diyarbekir, Sivas, Trabzon, Konya, Mamoretülaziz provinces and Urfa, Izmit, Zor, Karesi, Kayseri, Kütahya, Maras, Karahisar administrators on September 5 1915 (5). On the other hand, Investigation Commissions have been established for determining the officers, who showed reluctance or unlawful actions during the transportation of the Armenian Companies. A commission consisting of Muhtar Bey, Ankara Province civil service investigator, and Kaymakam Muhiddin Bey, Izmir Gendarme Regional Investigator under the chairmanship of Asim Bey, first chief of Interrogation Court has been sent to Adana, Halep, Suriye, Urfa, Zor and Maras regions (6) and a commission to which Ismail Hakki Bey, member of State Council has also participated, under the chairmanship of Hulusi Bey, chairman of Court of Appeal has been sent to Hüdavendigar [Bursa], Ankara, Izmit, Karasi [Balıkesir], Kütahya, Eskisehir, Kayseri, Karahisar-i sahib [Afyon] and Nigde regions (7). A third commission consisting of Nihad, Public Prosecutor of Istanbul Court of First Instance and Ali Naki Bey, a Gendarme Major under the chairmanship of Mazhar Bey, former governor of Bitlis has been appointed in Sivas, Trabzon, Erzurum, Mamuretülaziz [Elazığ], Diyarbekir, Bitlis and Canik regions. In a coded confidential telegraph sent to Mazhar Bey, who was the chairman of this commission and was in Sivas at that time, the commission has been requested to carry out the necessary investigations at the locations they visited and then to report the results of such investigations continuously to the center (8). In accordance with the instructions given to the commissions, gendarme, police officers or directors would be sent to the Court Martial in accordance with the result of the investigation to be carried out about them. A list of the ones sent to the Court Martial would be given to the Ministry of Internal Affairs. The results of the investigations to be carried out about the governors and district governors would be first submitted to the Ministry of Internal Sffairs and the transactions would be carried out in accordance with the order given. If there occurred any misuse among the Court Martial chairmen or members and military officers, those people would be notified to the related army commanderships. In the light of the reports given by the investigation commissions, many officers misusing their duties (stealing money and goods from the companies, causing the companies be subject to violation because of not performing their protection duties as required, acting in violation of the transportation order) have been discharged. Some of them have been judged at the Court Martial and have been sentenced to heavy punishments (9). Reference: Halacoglu, Prof. Dr. Yusuf, Facts Relating to the Armenian Displacement (1915), TTK Publication, Ankara, 2001, Footnotes: 1) Coding Office, no. 59/244, 2) Coding Office, no. 56/140; 55 – A/144, 3) Coding Office, no. 54/406; no 54 – A/73; no 54 – A/248, 4) Coding Office, no 54/9; no 54/162, 5) Coding Office, no 55-A/84, 6) Coding Office; no 56/186, 7) Coding Office; no 56/355; no 58/38, 8) Coding Office, no 56/267, 9) Coding Office, no 58/278; no 58/141; no. 55-A/156; no. 55-A/157; no 61/165; no 57/116; no 57/416; no 57/105; no 59/235; no 54-A/326; no 59/196. [Resource: Internet, Headman For Association of Turkish History, Prof.Dr. Yusuf Halacoglu, Recorded By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Arslanbey, İzmit: İzmit. Osmanlı zamanlarının Arslanbeğ’i. Önemli bir Ermeni yerleşim yeriymiş. Ermeni Kilisesi ve Mezarlığı’ndan geriye bir şey kalmamış. Eski konutlardan ve bazı eski yapılardan izleri görmek hala mümkündür. Bu köyden ayrılan Ermenilerden birisinin İnternet’e Arslanbeyli Ermenilerin farklı Ermenicesine dair bir yazı okumuştum. Arslanbey’e yerdeğişim göçmenleri yerleştirilmiş. Ama zamanla Kardenizliler buralara yerleşmeye başlamış. Belde günümüzde Muacirleri ve Lazların karma olduğu bir yerdir. İzmit. [Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914 – 1918: Çalışma Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd ve Denetleme Başkanlığı tarafından yayınlanmıştır.
Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri; Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki 1915 tarihli belgeler, soykırım iddiaları peşinde koşan Ermenilerin Van çevresinde masum köylülere yaptıklarını ortaya koyuyor. Belgelerde, Van’ın Özalp ve Saray ilçelerinde Ermeniler tarafından bazı kadınların hamileyken karınlarının deşildiğini, bazılarının çocukları ile tandırda yakıldığı, genç kızların tecavüz edilip öldürüldüğü, erkeklerin ise kurşun ve süngü ile katledildiği gözler önüne seriliyor. Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı arşivlerinde bulunan 1914-1918 tarihleri arasındaki belgeleri, “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri” adıyla yayınladı. Arşivde bulunan Özalp Kaymakamı Kemal’in imzasını taşıyan 4 Mart 1915 tarihli bir belge, Ermeni mezaliminin boyutlarını ortaya koyuyor. Söz konusu belgede, Ermenilerin Van’ın Özalp ilçesindeki Sarıköy’de yaptıkları katliamda 41 erkeğin süngü ve kurşunla, bazılarının da “dövülerek, karnı yarılarak ve kesilerek” öldürüldüğü belirtiliyor. Kayıtta, köydeki İso’nun kızı Güllü’nün “memesinin kesildiği”, İbo’nun eşi Silo’nun kızı Sülni’nin “karnı yarılarak çocuğunun çıkarıldığı ve tandıra atıldığı” ve çok sayıda kadına tecavüz edildiği bildiriliyor. Belgede, ayrıca Özalp ilçesinin Tepedam köyünde Ermenilerin erkeklerin büyük bölümünü süngü ile katlettikleri, kadınlara ise tecavüz ederek öldürdükleri kaydediliyor. “Kendi Kızını Boğazlamaya Zorlandı”; Özalp Kaymakamı Kemal’in gerçek incelemeleri sonucu hazırladığı 15 Mart 1915 tarihli bir başka belgede ise Saray’ın Yamanyurt köyünde Miha’nın eşi Fato’nun üç çocuğu ile boğazlandığı, Belecek’te Hanım Hatun’un “Antranik adlı çete reisi tarafından tecavüz edildikten sonra beraberinde götürüldüğü”, Keçikayası köyünde Hacı Molla Sait’in ”kendi kızını eliyle boğazlaması için zorlandığı ve her teklifte uzuvlarından biri kesilerek şehit edildiği” bildiriliyor. Belgelerde ayrıca Saray ve Esedboyu camilerinin ahıra dönüştürüldüğü, bir çok medrese öğrencilerinin Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlandığı kaydediliyor. “Baba Ve Anneler Çocuklarının Etini Yemeye Zorlandı”; Bir başka belgede ise Özalp’in Boyaldı köyünde yaşanan “insanlık dışı vahşet”e işaret ediliyor. Sözkonusu belgede, Nezu Hatun’un tandırda yakılan iki torununun etini babasına ve annesine yedirmek üzere zorlandığı, bunu yapmak istememeleri üzerine öldürüldükleri, Nezu Hatun’un ise gördükleri karşısında aklını kaybettiği bildiriliyor. Belgelerde, Ermeni çetecilerinin Osmanlı’nın darda kalacağı bir anı kollayarak çok önceden isyan planları yaptığını ortaya koyarken, Hınçakyan Komitesi Kilis Şubesi Başkanı Agop Basmaciyan’ın 9 Ocak 1913 tarihli Hatay Samandağı’nın Eriklikuyu köyündeki sözde Ermeni müfrezesine gönderdiği yazıda, “…Türkiye’nin içine düştüğü bugünkü olağanüstü karışık durumu, Ermeni meselesinin siyasi gündemde yeniden söz konusu olması, zihinleri çok meşgul etmektedir. Biz Ermeniler, özellikle Hınçakyanlar, hazırlıklı ve uyanık bulunarak faaliyetlerimizi hızlandırmalıyız” sözleri dikkati çekiyor. Basmaciyan’ın aynı gün Samandağı Yoğunoluk’taki müfrezeye gönderdiği yazıda ise “Faal, becerikli ve sağlam öz yapılı arkadaşların katılmasıyla müfrezelerimizi çoğaltmalı ve takviye etmeliyiz. Kendinizi koruma konusundaki çalışmalarınız artmalı” görüşüyle Ermeni planları gün yüzüne çıkıyor. “Ermenilerin Silahlanıp Çete Kurma Kararı”; Bitlis Valisi Mustafa Bey’den gelen 18 Eylül 1914 tarihi şifrede ise Ermeni aydınlarının “Türk ordusunun ilerlemesi durumunda itaate devam edilmesi, Türk ordusunun geri çekilmesi halinde de silahlanıp çete halinde gelen şeylere el konulması ve ilişkileri kesme” yönünde bir karar alındığı belirtiliyor. 4’ncü Ordu Komutanlığı’na gönderilen 5 Mart 1915 tarihli bir yazıda ise “Düşman gemisine firar ederken Adana Dörtyol’da yakalanan Agop’un ifadesinde, Türkiye’de rahat olmadıklarını, bölgelerinde askerin kuvvetinin ve toplarının bulunmadığını, küçük bir kuvvet gelirse kendilerine silahlı olarak katılacaklarını ve Türkleri katledeceklerini, düşman gemilerine bildirmek üzere gönderildiği anlaşılmaktadır” deniliyor. Zeytun’da [Süleymanlı-Maraş] 14 Mart 1915’te Ermenilerin hapishaneye saldırarak jandarmaları şehit etmelerinin ardından yayınlanan bir tebliğnamede ise Ermenilerin tüm bu saldırılarına karşılık, “Halktan hiçbir ferdin Ermenilere ve diğer vatandaşlarımıza karşı tecavüzkar ve aşağılayıcı muamelede bulunmamalarına özen gösterilmelidir. Bunun gibi gerek Ermenilerden gerek diğer kişilerden, ülkenin asayişini bozacak girişimlerde bulunanlar hakkında yalnız hükümet kuvvetleriyle birleşilmeli ve hiçbir şekilde halkın müdahalesine meydan verilmemelidir” deniliyor. “Çetelere Ordu Gerisinde Faaliyet Çağrısı”; Ermenilere karşı vatandaşlara “sağduyu” çağrısı yapılırken, Mart 1915 tarihli bir başka belgede, Kafkasya’dan gelen Taşnak delegeleri Erzurum’da katıldıkları bir toplantıda, “Türk ordusu ricat eder, yahut ilerleyemeyecek duruma gelirse, çetelerin, derhal ellerindeki programa uygun olarak ordu gerisinde faaliyete geçmeleri” yönünde karar alıyor. Sivas olayı sonrası askeri mahkemeye çıkarılan Ermenilerin ifadelerine ilişkin bir belgede ise “Van, Bitlis, Erzurum, Şebinkarahisar ve ikinci derecede olmak üzere Sivas, Kayseri ve Diyarbakır’da seçim yaparak, buralarda genel müfettişler, savaş komutanları, çete reisleri tayin ve tespit edildiğini, seferberlik ilanında bütün Taşnak şubelerine, 13 yaşına kadar olan erkeklerin komiteye üye olarak kaydedilip silahlandırılmalarının emir ve tebliğ olunduğunu” belirtiliyor. Van’daki Taşnak Komitesine Silah Ve Cephane Yardımı; Van Taşnak komitesine Minaryan tarafından Ermenice yazılan bir mektupta ise “Bizce ve sizce malum olan mal, istediğiniz yol ile size doğru yola çıkarıldı (silah, cephane, bomba kastediliyor). Şimdi size tehlikesiz bir surette mal göndermek zordur. Yollar tutulmuş olmasına rağmen sınırlarda çarpışmalar başlamıştır. Harekette olan kuvvetler, ordunun (asker) cins ve numaraları hakkında yazınız (Türk ordusu hakkında bilgi istiyor)” ifadelerine yer veriliyor. Başkomutanlığa 22 Nisan 1915’te Hasankale’den gönderilen bir şifreli yazıda ise Ermenilerin Sivas’ta ve Van’da ayaklandığı, diğer illerdekilerin de uygun zamanı kolladığı belirtilerek, “Ermenilerin iddia ettikleri gibi misilleme veya jandarmaların zulüm ve düşmanlığına karşı kendilerini korumak niyetinde olmayıp, saldırmak vaziyetinde olduklarını aynen göstermektedir. Silah altında bulunan Ermeni askerlerinin firarı ve Osmanlı ordusunun harp halinde bulunduğu sırada Van’da ortaya çıkan ayaklanma ve Sivas’ta görülen ayaklanma belirtileri, Ermenilerin devlete ihanet ederek, düşmanla ortak hareket ettiklerini ve düşmana yardım ve hizmet ettiklerini ispat etmiştir. Devlete sadık halk incitilmeden, devlete karşı silahlı isyan eden hainlere acınmamasına karar verilmiştir” deniliyor. Ermenilerin Nakil Ve Sevkleri; Belgeler arasında yer alan 31 Mayıs 1915 tarihli Bakanlar Kurulu kararında, harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerin bir kısmının ordu harekatını zorlaştırdığı, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdiği, düşmanla işbirliği yaptığı ve birlikte hareket etme emelinde olduğu, ayrıca düşman saflarına katıldığı, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırılarda bulunduğu, düşmanın deniz kuvvetlerine malzeme sağladığı, müstahkem mevkileri düşmana gösterdiğinin tespit edildiği belirtiliyor. Belgede, Van, Bitlis, Erzurum, Adana, Sis ve Mersin’in merkezi hariç, Adana, Mersin, Cebeli Bereket, Kozan livaları, Maraş’ın merkezi hariç Maraş sancağı, Halep’in merkezi hariç İskenderun, Beylan; Cisrisugur, Antakya ilçelerinin kasaba ve köylerinde oturan Ermenilerin Musul vilayeti ve Zor sancağına, Urfa’nın merkezi hariç Urfa’nın güney kısmına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğu kısmına ve Suriye’nin doğu kısmına nakillerine karar verildiği bildiriliyor. Belgede, şöyle deniliyor:”Ermenilerden gönderilmesi gerekenlerin, gidecekleri yerlere rahat bir şekilde taşınmaları ve ulaştırılması ile yolculukları boyunca istirahatlerinin sağlanması, can ve mallarının korunması ve tespit edilen yerlere vardıklarında kesin olarak yerleştirilmelerine kadar göçmenler ödeneğinden iaşeleri sağlanacak, daha önce sahip oldukları mali ve ekonomik durumları oranında, kendilerine emlak ve arazi dağıtılacaktır. Muhtaç olanlara devlet tarafından evler inşaa edilecek, çiftçilere tohumluk, meslek sahiplerinden ihtiyacı olanlara alet ve edevat dağıtılacaktır. Ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve mallarının ya da bunların değerlerinin karşılığı kendilerine aynı şekilde verilecektir.” [Hürriiyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Arşivleri Açalım Demek Yetmez: CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Ermeni sorununun “Yaptık deyip, kabul edelim” noktasına getirildiğinden kaygı duyduğunu söyledi. Baykal, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Ermeni sorunu konusundaki gelişmeleri değerlendirdi. Baykal, “Anlaşılıyor ki bu konu, iki ayrı düzlemde götürülmeli. Tarih ve belge ısrarımız sürdürülmeli ancak, olayın siyasal boyutunu da ele almalıyız. Türkiye büyük bir ülke, büyük bir pazar, büyük bir ekonomik üretim potansiyeli, yaygın ekonomik ilişkilerimiz, Avrupa’da yaşayan 4 milyonun üzerinde vatandaşımız var. Bütün bunların, Türkiye’ye yönelik siyasal suçlamaların kabul edilemeyeceğini, haksız olduğunu göstermek için kullanılması lazım. “Hükümet konuyu yakından takip etmeli, anında tavır alıp, anında tepki göstermeli’ diyen Baykal, “Sadece arşivleri açalım demekle olmuyor. Hükümet gerekli tavrı göstermeli. İş, ‘Yaptık deyip, kabul edelim’ noktasına getirilmek isteniyor” diye konuştu. [Ankara, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Asabi Bir Yanıt…: Aralarında çok sevip saydığım dostlarım da bulunan diplomatlarımızın belli ki önemli bir kısmı, ‘Ermeni soykırımı’ konusundaki pasif tutumları nedeniyle eleştirdiğimiz için bize çok kızgın. Bunu daha önce de yazmış ve ‘verecekleri yanıtı yayınlamayı’ vaat etmiştik. Neyse ki onlar adına, bir diplomatımızın eşinin imzaladığı bir mektup geldi. Lütfen okuyun: ‘23 Nisan 2005 ‘Ne Acelesi Var?’ ve 24 Nisan 2005 ‘Asıl hesap 2015’te’ başlıklı yazılarınızı üzüntüyle okudum. Polonya’nın sözde Ermeni soykırımını tanıma kararı almasının faturasını, ilk yazınızda ‘bizim dış temsilciliklerimizin genel tavrı’na, ikinci yazınızda da ‘birçok temsilciliğimizde’ var olduğunu ifade ettiğiniz ve ‘üç beş sivil toplum kuruluşunun can havliyle çırpınmasına katkı sağlamaktan bile çekinen zihniyet’e bağlamış olmanızı gerçekten de hayret verici buldum. İlk yazınızda, bu genel tavrın dışında kalan ‘üç beş büyükelçimizin’ adlarını sıraladıktan sonra, ikinci yazınızda nasıl olduysa hatırlayıverdiğiniz diğer büyükelçilerimizin adlarını veriyor ve ‘Halen merkezde bulunan bilemediğimiz birkaç ismi de unutmamak gerekir’ diyerek kendinizi mazur göstermeye çalışıyorsunuz. Belki, gayret ederseniz, üçüncü yazınızda bir ilham daha gelir ve ‘üç beş’ büyükelçinin daha adını hatırlayıverirsiniz… Ayrıca, bu kadar kesin bir tavırla yazdığınıza göre, siz her temsilcilikte neler yapıldığını, hangi konularda nasıl çalışıldığını, kime ne görevler verildiğini, veya tam tersine, kimlerin neleri yapmadığını çok iyi biliyor olmalısınız. Bir sonraki yazınızda, o bahsettiğiniz ‘birçok temsilciliğin’ nereleri olduğunu da açıklarsanız, bizi de büyük bir meraktan kurtarmış olursunuz. Sayın Ekşi, ülkemizin menfaatleri doğrultusunda sadece büyükelçilikleri sırasında değil, başlangıcından itibaren tüm meslek hayatları boyunca çok değerli ve pek çok kişinin bilmediği hizmetler vermiş olan diplomatlarımızı, araştırmacı gazeteciliğe hiç sığmayan bir yöntem ve uslupla küçük düşürmeye çalıştığınız için sizi kınıyorum. Hele hele, Ermeni konusu gündeme geldiğinde, bugüne kadar yazmış olduğu ciltlerce kitapları nedeniyle akla gelebilecek ilk ad olan bir emekli büyükelçi ağabeyimizi ‘o anda anımsayamamış’ olmanızı da, doğrusu affedilemez bir eksiklik olarak görüyorum. Ayrıca, Dışişleri mensuplarına ‘üç beş’ gibi tanımlamalarla atıfta bulunmanızı da son derece yakışıksız buluyor ve bunu onlara verdiğiniz değerin bir yansıması olarak görüyorum. Aslında, ben bu iki yazınızda hiçbir ad belirtmemiş olmanızı dilerdim, çünkü yazılarınızda kendisinden bahsedilmesini bekleyerek görev yapan tek bir Dışişleri mensubu olduğunu zannetmiyorum. Kaldı ki, bu iki yazınızda adı geçenlerin de sizin iltifatlarınıza hiç ihtiyaçları olmadığını düşünüyorum. Bildiğim ve bu meslekte yaklaşık kırk yıldır gördüğüm kadarıyla, Türk diplomatları görevlerini basında yer almak için değil, daha ulvi nedenlerle yerine getirmektedirler. Ne garip ve acıdır ki, siz de en kolay hedef olarak yurtdışındaki Dışişleri mensuplarını seçmişsiniz… Aynen Ermenilerin yaptığı gibi. Handan Haktanır’. Mektuptaki görüşlere yeri gelince değineceğiz. Şimdilik şunu söyleyelim: İmza ‘Handan’ diyor ama ‘Korkmaz’ kokuyor. Çünkü ‘meslekte yaklaşık kırk yılı’ geçen herhalde, bir ‘arkeolog’ olan hanımefendi değil, Korkmaz Haktanır olmalı. Bu bir. İkincisi… ‘Biz iyiyiz, aslanız’ yetmiyor. Aldığınız sonuç gösterir başarınızı… Oysa kırk yıldır (1965’ten beri) hep Ermeniler kazanıyor, hep biz kaybediyoruz. Karne notunuz bu değil mi?. [Oktay Ekşi, Email: oeksi@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
ASALA [Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia]: Date Formed: 1975, Estimated Membership: Unknown, Headquarters: Unknown, Area of Operations: Worldwide, Leadership: ASALA-RM: Monte Melkonian, ASALA-M: Hagop Hagopian was leader; killed in Athens in 1988. Other Names: ASALA-Revolutionary Movement (ASALA-RM), ASALA-Militant (ASALA-M), Sponsors: Suspected Relationships with Palestinian radical group Abu Nidal Organization, Kurdish Seperatist groups and Syria. Political Objectives/Target Audiences: Use revolutionary violence to force and end to “exploitation, repression, Kurdish-Turkish Colonialism” and the “imperialism” of NATO and Zionism. Attack Turkish representatives and institutions anywhere in the world, as well as those of countries that support Turkey. Affirm “scientific” socialism as the political doctrine of the reconstituted Armenian Homeland. Transform Soviet Armenia into a base for revolutionary struggle against Turkey. Background: ASALA is a transnational, ethnic terrorist organization that espouses a Marxsist-Leninist political ideology and solidarity with leftist and separatist movements worldwide. Its principal goal is reestablishing “the historical Armenian homeland”, an area includes eastern Turkey, northern Iran, and the Armenian Soviet Socialist Republic of the USSR. ASALA also demands an admission of guilt from Turkey for “the alleged genocide of Armenians” during Ottoman Empire, as well as end to discrimination they claim Armenians “suffer” in Turkey. To further its goals ASALA has committed a series of assassinations, bombings and assaults. ASALA terrorism has progressed through two phases. During the first phase, the group carried out attacks against Turkish diplomatic personnel and installations to focus to attention “Armenian Question” and gain support among Armenians. In the second phase, ASALA expanded its operations to include attack against “imperialists” targets. The first of these were bombings in November 1979 against the KLM and Lufthansa offices in Paris and TWA’s office in Madrid. In addition, the group launched attacks against the citizens and property of countries holding ASALA member in prison. The policy of indiscriminate violence and disputes over leadership eventually caused a split in ASALA. Following the July 1983 ASALA bombing of the Turkish Airlines ticket counter at Orly Airport in Paris that killed 7, a dissident group, ASALA-RM, was formed. ASALA-RM views indiscriminate “blind” terrorism detrimental to the Armenian cause and favors limiting attacks Turkish targets. ASALA-M continues to favor unrestricted terrorism against Turkish and “imperialist” targets. Since the split, ASALA’s members apparently have been preoccupied with an internal power struggle, leading a reduction in terrorist activity. ASALA, however, was reported to have been among those involved in a series of bombings in Paris September 1986 that killed and injured some 200. The attacks were claimed by the Committee for solidarity with Arab and Middle Eastern Prisoners and were designed to pressure the French Government to release three terrorists prisoners, including ASALA member Varoujan Garabedjian. ASALA has continued to issue threats against French interests to force his release. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet Media, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
ASALA Nasıl Ortaya Çıktı: Ermeni terör örgütü ASALA hangi şartlarda, nasıl ortaya çıktı? Batı, bu örgüte ne zamana kadar göz yumdu? İki kutuplu bir dünyanın Soğuk Savaş artlarında ‘Ermeni Sorunu’ nasıl şekillendi?, Orhan Koloğlu-Popüler Tarih Nisan 2001. [Kaynak: İnternet, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Asbarez Online, 19 August 1999: Crowded Assembly will elect New Armenian Catholicos IstanbuL, 29/08/99 (Lraper)–The Supreme Spiritual Council of the Armenian Orthodox Apostolic Church met in Byurakan, Armenia, the summer residence of the Mother See of Holy Etchmiadzin on 26 August 1999, Thursday, between 10:00 and 19:00 hours. The SSC was presided over by the Most Reverend Archbishop Nersess Bozabalian, Catholicossal Locum Tenens, with His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul chairing. The SSC dealt with matters pertaining to the General Church Assembly that will convene in Holy Etchmiadzin between 26 and 29 October in order to elect the new Supreme Patriarch and Catholicos of All Armenians. The preparation for the GCA are coordinated by His Grace Archbishop Vatche Hovsepian of the Western Diocese of the Armenian Church in America, with Their Graces Bishops Nathan of Ukraine and Yeznik of the Southern Diocese in Russia assisting. Following a close examination of the reports submitted by different sees and dioceses, the SSC ruled that the GCA would consist of the following body of delegates: The Four Hıerarchs Of The Church-4 delegates (The Locum Tenens in the Mother See of Holy Etchmiadzin, His Grace Archbishop Nersess Bozabalian, His Holiness Catholicos Aram I of the Great House of Cilicia, His Beatitude Armenian Patriarch Torkom II of Jerusalem, His Beatitude Armenian Patriarch Mesrob II of Istanbul). The College Of Bishops-47 delegates (Their Graces Archbishop Papgen Varjabedian, Archbishop Knel Djerejian, Archbishop Husig Santurian, Archbishop Dirayr Mardigian, Archbishop Shahe Ajemian, Archbishop Zaven Chinchinian, Archbishop Shahan Sivaciyan, Archbishop Vatche Hovsepian, Archbishop Kyud Nakkashian, Archbishop Arsen Berberian, Bishop Nareg Shakarian, Archbishop Kevork Seraydarian, Bishop Hmayak Intoyan, Bishop Aris Shirvanian, Bishop Guregh Kapigian, Archbishop David Sahagian, Archbishop Yeghishe Gizirian, Archbishop Vosgan Kalpakian, Archbishop Aghan Baliozian, Bishop Norvan Zakarian, Archbishop Avak Assadourian, Archbishop Krikoris Buniatian, Archbishop Karekin Nersessian, Bishop Anania Arabadjian, Archbishop Datev Gharibian, Archbishop Mesrob Krikorian, Bishop Vagharsh Khatchatourian, Archbishop Vahan Topalian, Bishop Sevan Gharibian, Archbishop Diran Gureghian, Bishop Asoghig Arisdagesian, Archbishop Barkev Mardirosyan, Archbishop Kisag Mouradian, Archbishop Khajag Barsamian, Bishop Hagop Kilinjian, Archbishop Hovnan Derderian, Bishop Husig Baghdassian, Bishop Daron Djerejian, Archbishop Karekin Bekdjian, Bishop Viken Aykazian, Bishop Yeznik Bedrossian, Bishop Sebuh Tchuldjian, Bishop Navasart Gdjoyan, Bishop Abraham Mgrtchian, Bishop Nathan Hovhannisian, Bishop Arakel Karamian and the Episcopal Locum Tenens of Shirak, the Very Reverend Fr. Paren Avedikian). Hierarchical Sees-16 delegates (The Brotherhoods of the Mother See of Holy Etchmiadzin/3, Catholicossate of Cilicia/2, Patriarchate of Jerusalem/2, Patriarchate of Istanbul/2, Jerusalem Patriarchate jurisdiction over Israel-Palestine-Jordan/3, Istanbul Patriarchate jurisdiction over Turkey and Crete/4). Armenia-161 delegates (The Dioceses of Aragadzotn/7, Ararat/64, Armavir/14, Gegharkunik/12, Gugark/24, Shirak/15, Kotayk/14 and Syunik/11). CIS-129 delegates (the Dioceses of Artsakh/9, Georgia/16, Russia/64, Southern Russia/34 and the Ukraine/6). The East And Africa-8 delegates (the Diocese of Egypt/1, the Armenian communities in Ethiopia/1, the Sudan/1, South Africa/1, the Paren Avedikian 1, the Diocese of Australia and New Zealand/2). The Americas-59 delegates (the Eastern Diocese of America/25, the Western Diocese/23, the Dioceses of Canada/4, Argentine/4, Brazil/1, Uruguay/1 and the Community in Chili/1). Europe-28 delegates (the Dioceses of Roumania/1, Bulgaria/1, Greece/1, Paris/8, Marseille/4, Lyon/3, Germany/2, Great Britain/1, Switzerland/1, Austria/1, the Armenian communities in Belgium/1, the Netherlands/1, Italy/1, Albania/1, Sweden/1). The GCA has never met before in history with such a colossal constituency, something which troubled the SSC members, however it was apparently difficult to rule otherwise considering the 1,5 million Armenians who have left Armenia, hopefully temporarily, for other countries during the last ten years and whose whereabouts are not exactly known. In accordance with the information above, the GCA will convene on 26 October with some 452 members. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Asbarez Online, 19 August 1999: Crowded Assembly will elect New Armenian Catholicos ISTANBUL, 29/08/99 (Lraper)–The Supreme Spiritual Council of the Armenian Orthodox Apostolic Church met in Byurakan, Armenia, the summer residence of the Mother See of Holy Etchmiadzin on 26 August 1999, Thursday, between 10:00 and 19:00 hours. The SSC was presided over by the Most Reverend Archbishop Nersess Bozabalian, Catholicossal Locum Tenens, with His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul chairing. The SSC dealt with matters pertaining to the General Church Assembly that will convene in Holy Etchmiadzin between 26 and 29 October in order to elect the new Supreme Patriarch and Catholicos of All Armenians. The preparation for the GCA are coordinated by His Grace Archbishop Vatche Hovsepian of the Western Diocese of the Armenian Church in America, with Their Graces Bishops Nathan of Ukraine and Yeznik of the Southern Diocese in Russia assisting. Following a close examination of the reports submitted by different sees and dioceses, the SSC ruled that the GCA would consist of the following body of delegates: The Four Hıerarchs Of The Church-4 delegates (The Locum Tenens in the Mother See of Holy Etchmiadzin, His Grace Archbishop Nersess Bozabalian, His Holiness Catholicos Aram I of the Great House of Cilicia, His Beatitude Armenian Patriarch Torkom II of Jerusalem, His Beatitude Armenian Patriarch Mesrob II of Istanbul). The College Of Bishops-47 delegates (Their Graces Archbishop Papgen Varjabedian, Archbishop Knel Djerejian, Archbishop Husig Santurian, Archbishop Dirayr Mardigian, Archbishop Shahe Ajemian, Archbishop Zaven Chinchinian, Archbishop Shahan Sivaciyan, Archbishop Vatche Hovsepian, Archbishop Kyud Nakkashian, Archbishop Arsen Berberian, Bishop Nareg Shakarian, Archbishop Kevork Seraydarian, Bishop Hmayak Intoyan, Bishop Aris Shirvanian, Bishop Guregh Kapigian, Archbishop David Sahagian, Archbishop Yeghishe Gizirian, Archbishop Vosgan Kalpakian, Archbishop Aghan Baliozian, Bishop Norvan Zakarian, Archbishop Avak Assadourian, Archbishop Krikoris Buniatian, Archbishop Karekin Nersessian, Bishop Anania Arabadjian, Archbishop Datev Gharibian, Archbishop Mesrob Krikorian, Bishop Vagharsh Khatchatourian, Archbishop Vahan Topalian, Bishop Sevan Gharibian, Archbishop Diran Gureghian, Bishop Asoghig Arisdagesian, Archbishop Barkev Mardirosyan, Archbishop Kisag Mouradian, Archbishop Khajag Barsamian, Bishop Hagop Kilinjian, Archbishop Hovnan Derderian, Bishop Husig Baghdassian, Bishop Daron Djerejian, Archbishop Karekin Bekdjian, Bishop Viken Aykazian, Bishop Yeznik Bedrossian, Bishop Sebuh Tchuldjian, Bishop Navasart Gdjoyan, Bishop Abraham Mgrtchian, Bishop Nathan Hovhannisian, Bishop Arakel Karamian and the Episcopal Locum Tenens of Shirak, the Very Reverend Fr. Paren Avedikian). Hierarchical Sees-16 delegates (The Brotherhoods of the Mother See of Holy Etchmiadzin/3, Catholicossate of Cilicia/2, Patriarchate of Jerusalem/2, Patriarchate of Istanbul/2, Jerusalem Patriarchate jurisdiction over Israel-Palestine-Jordan/3, Istanbul Patriarchate jurisdiction over Turkey and Crete/4). Armenia-161 delegates (The Dioceses of Aragadzotn/7, Ararat/64, Armavir/14, Gegharkunik/12, Gugark/24, Shirak/15, Kotayk/14 and Syunik/11). CIS-129 delegates (the Dioceses of Artsakh/9, Georgia/16, Russia/64, Southern Russia/34 and the Ukraine/6). The East And Africa-8 delegates (the Diocese of Egypt/1, the Armenian communities in Ethiopia/1, the Sudan/1, South Africa/1, the Paren Avedikian 1, the Diocese of Australia and New Zealand/2). The Americas-59 delegates (the Eastern Diocese of America/25, the Western Diocese/23, the Dioceses of Canada/4, Argentine/4, Brazil/1, Uruguay/1 and the Community in Chili/1). Europe-28 delegates (the Dioceses of Roumania/1, Bulgaria/1, Greece/1, Paris/8, Marseille/4, Lyon/3, Germany/2, Great Britain/1, Switzerland/1, Austria/1, the Armenian communities in Belgium/1, the Netherlands/1, Italy/1, Albania/1, Sweden/1). The GCA has never met before in history with such a colossal constituency, something which troubled the SSC members, however it was apparently difficult to rule otherwise considering the 1,5 million Armenians who have left Armenia, hopefully temporarily, for other countries during the last ten years and whose whereabouts are not exactly known. In accordance with the information above, the GCA will convene on 26 October with some 452 members. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Asbarez Online, 9 August 1999: Precincts of Dayro d-Mor Matay bombed 11 August, 1999, The Iraqi News Agency reports that the precincts of the Syrian Orthodox monastery, Dayro d-Mor Matay (St. Matthew’s Monastery) in Mosul, Iraq, was bombed by U.S. and British planes early today. The 4th century monastery, about 250 miles north of Baghdad, is one of the most ancient in Christendom and was the seat of the Syrian Orthodox Maphrian of the East and the burial place of one of the most famous Syrian Orthodox Maphrians of the East, Gregorius Abul Faraj Bar Ebroyo. It is not evident from the news reports whether the monastery was directly hit. According to the news agency, three missiles were fired, and “Several people were killed and many others wounded,” though no precise figures were given. “The Electronic Telegraph” confirmed attacks in the northern and southern “no-fly” zones. The targets near Mosul, according to the military, were two military communications sites, which had opened fire on them during a routine patrol of the area. The Iraqi News Agency also noted that “Iraqi anti-aircraft guns opened fire at the planes, forcing them to flee back to their bases.” Located at the top of the famous Alfaf Mountain, the monastery overlooks the magnificent fields of the Nineveh plains. The eponymous founder of the monastery, Mor Matay is believed to have been born in Amid, South Eastern Turkey who fled to the Alfaf mountain from the persecution of Julianis in 361 AD. The monastery has over 50 rooms, 3 halls for gathering, a church, and a saints’ room (Beth Qadisheh) where remains of saints Mor Matay, Mor Zakka, Mor Abraham, Maphrian Bar Ebroyo among others are interred. SOC News. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Aspiration Et Agissements Revolutionnaires Des Comites Armenies avant et apres la Proclamation de la Constition Ottomane: Ermeni Komiteciler tarafından Berlin’de öldürülen (1921), İttihat ve Terakki Fırkası liderlerinden, Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Talât Paşa ‘nın ”Ermeni Meselesi” adlı hatıraları ile Osmanlı Devleti Arşivi’nden yararlanılarak Osmanlı Devleti Raporu olarak hazırlanan (1916) Osmanlıca ve Fransızca olarak yayımlanan bu çok önemli tarihsel belge, dönemin tanınmış gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın’ın Önsözü ile ”Ermeni Vahşeti ve Ermeni Komitelerinin Â’mâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi [İlân-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra]” olarak günümüz Türkçesiyle çıktı. Örgün Yayınevi, 2005, İstanbul. [Kaynak: İnternet, Nurer Uğurlu-Cumhuriyet- 5.04.2005, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Atıf ERÇIKAN: Tarihte Türk Ermeni Münasebetleri, 1949, İstanbul,
Avcıköy [Merdigöz], İzmit: “Avcı Köyü Tarihçesi; Kurtuluş Savaşı öncesine kadar bir Ermeni yerleşim köyü olan bu köyün adı Merdegöz (Merdigöz) idi. Lozan Antlaşması’nın sağladığı Mübadele (göçmen değişimi) ile Yunanistan’ın Drama kentine bağlı Sariç Köyü’nden 150 hane ve Malgarita Köyü’nden de 150 hane toplam 300 hanelik göçmen kafilesi 1924 yılında Hasan Ağa adlı bir önderin önderliğinde yerleşmişlerdir. Göçmenlerin köye yerleşmelerinden önce, Ermenilerin arasında Ahmet Çavuş ve Selim Ağa adlı kişilerin aileleri yaşıyordu. 1910 yılında burada Jandarma Asayiş Karakolu kurulmuş, daha sonra 1930 yılında Yalakdere’ye nakledilmiştir. Adı geçen iki Türk ailesi, Karakol’un işlerlik kazandığı dönemde buraya yerleşmiş olmaları gerekir. Köyün eski adı olan Merdigöz, Cumhuriyet Hükümeti döneminde Avcı Köy olarak değiştirilmiştir. Burada içilmesi yararlı olduğu bilinen eski bir içme suyu kaynağı vardır. Göçmenler kendilerinin buraya gelmelerini sağladıklarına inandıkları Hasan Ağa’nın anısına olarak “Hasan Pınar” adını vererek ebedileştirmişlerdir. Köyün nüfusunun çoğunluğu İzmit ve İlçe merkezinde yaşamaktadırlar. Köyün ilçeye olan uzaklığı 22 km’dir. [31.05.2002, Selahattin Aktürk, Avcı Köyü Muhtarı.”. Yalakdere-İzmit, Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit]. 
Avcıköy [Merdigöz], İzmit: İzmit Karamürsel’e bağlı Akçat beldesinden Yalakdere beldesine giderken doğu tarafta kalan köydür. Köyün asıl adı olan Merdigöz’ün Mardingöz veya Mardingözü’den geldiği söylenmektedir. Mardin çevresinden gelen Ermenilere atfen bu adı almış. Köye Türk göçmenler yerleştirildikten sonra köyün adı Avcıköy’e dönüştürülmüş. Ama sonradan gelenler hala köye kendi aralarından Merdigöz demekteler. İzmit’te Devlet Hastanesi kuzey tarflarına yerleşmiş olanlar “Merdigözlüler Derneği” kurmuşladır. Köy yerleşikleri aslen 1924 yılındaki Mübadele Muhacereti kapsamında Yunanistan’dan gelip bu köye yerleşmişlerdir. Köyün asıl sakinleri olan ve Osmanlı zamanlarında Mardin ili civarından gelip buralara yerleştirilen Ermenilerdir. Kurtuluş Savaşı öncesi dönemde kendiliklerinden yada zorlamalar sonucu yerleştikleri bu köyü terk etmişlerdir. Ermenilerin Avrupa ve Amerika’da nerelere yerleştiklerini bilmiyorum. Köyde tütün ziraati yapılırmış. Köy okulu kilisenin yerine kurulmuş. Köyün doğusundan akan dere içinde un değirmeninin kalıntıları vardır. Mezarlık ise tamamen ortadan kalmış. Köy meydanında bir kaç Ermeni Konağı hala varlığını korumaktadır. Tütün ekim ve tarımı hala sürdürülmeye çalışılmaktadır. [Söyleşi: 03.11.02; Merdigözlü Harun Çelik (1980), Zafer Haktürk, Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Avcılar, İstanbul: Kastamonu ve Sinop civarından İstanbul’a yerleşen için gelen Ermeniler’den büyük bir kesim Avcılar’da yaşamakatdır. [Derleyen: Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Avrupa Basını: Türkiye’ye Soykırım Baskıları Artıyor: Ermeniler’in “Soykırım İddiası”nın 90. yıldönümünü anma etkinlikleri sürerken Avrupa basını, konuya geniş yer verdi. Avrupa basını, Türkiye’nin “Ermeni soykırımı”nı tanımasına yönelik baskıların giderek arttığını belirtirken bunun Kopenhag kriterleri arasında yer almadığına da dikkat çekti. Liberation: Soyrikim Üyelik İçin Şart Olmaz: Fransız Liberation gazetesi, Türkiye’nin sözde “soykırım”ı tanımasının Kopenhag kriterleri arasında yer almadığını ancak Ankara üzerindeki baskıların giderek arttığını kaydetti. Gazete, daha önce AB’de “soykırım”ı tanıyan altı ülke Yunanistan, Belçika, İsveç, İtalya, Fransa ve Kıbrıs Rum Kesimine son dönemde Slovakya, Hollanda ve Polonya’nın da katıldığına dikkat çekti. Ancak gazete, Ankara’nın “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni (Rum Kesimi) tanımasından farklı olarak “soykırım”ın Türkiye’nin AB üyeliği için bir koşul haline getirilmesi şansı bulunmadığını vurguladı. Gazete, “Türklere kapıları açan ünlü Brüksel zirvesi sırasında Jacques Chirac Ermeni sorununa değinen tek devlet başkanı oldu” diye yazdı. Gazete, Paris’in muğlak bir tutum takındığını, Chirac’ın hem Türklerin, hem de Ermenilerin dostu olduğu yorumunu yaptı. The TelegrapH: Türkiye’nin Tutumu AB Umutlarini Etkiliyor: Ermenilerin “soykırım”ın unutulmasına razı olmadıklarını belirten İngiliz The Telegraph gazetesi ise, “soykırım”ın yıldönümü dolayısıyla Erivan’da düzenlenen etkinliklere yer verdi. Haberde Türkiye’nin, yüzbinlerce kişinin yaşamını yitirdiği bir trajedi meydana geldiğini kabul ederken devletin Ermenileri yok etmeye yönelik bir planının bulunduğunu reddettiği kaydedildi. Türkiye’nin bu tutumunun AB’ye katılma umutlarını etkilediğini öne süren gazete, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermenistan liderine gönderdiği mektubun Batılı diplomatlarca olumlu karşılandığını yazdı. Le Figaro: Koçaryan Jest Yapti: Diğer Fransız gazetesi Le Figaro da, Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın “soykırım”ın yıldönümünde Türkiye ile diplomatik ilişkileri kurmaya hazır olduklarını belirterek bir “jest” yaptığını öne sürdü. Ankara’nın ise, “soykırım” tezini tamamen reddettiğine dikkat çeken gazete, “Ermeni soykırımının yıl dönümü Türkiye’ye soykırımı tanıması yönündeki baskıların arttığı bir ortama denk düştü” yorumunu yaptı. Son olarak Polonya parlamentosunun sözde soykırımı tanıdığını kaydeden gazete, Fransız sağ UDF lideri François Bayrou’nun Türkiye’nin “soykırım”ı tanımasını AB üyeliği için “koşul” koyan bir karar tasarısının Avrupa Parlamentosu’na sunacaklarını söylediğini yazdı. The Independent: İngiltere’nin Soykirimi Tanimasi İsteniyor: İngiliz The İndepent gazetesi de, İngiliz hükümetinin “soykırım”ı tanıması ve Türkiye’yi de aynı yönde hareket etmeye cesaretlendirmesinin istendiğini belirtti. Alman Başbakanlığı sözcüsü Gernot Erler’in Almanya’nın onay verdiği ve önlemek için önlem almadığı için “Ermeni soykırım”ından da kısmen sorumlu olduğunu söylediğine dikkat çeken gazete, Türk hükümetinin ise, 1.5 milyon ölü savını kabul etmeye yanaşmadığını, savaşta birçok Müslümanın da öldüğünü söylediğini kaydetti. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Avrupa Ermeni Federasyonu: EAFJD, Eurpean Armenian Federation JD. Merkezi Belçika, Brüksel’de. Başkanı Laurent Leylekyan, [Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Avrupalı 80 Parlamenterden Çağrı: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesi 80 parlamenter, Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın soykırım iddiaları için ortak komisyon kurulması önerisini kabul etmesini istedi. Parlamenterler bildiride, Türkiye ve Ermenistan’a “Osmanlı İmparatorluğu içinde I. Dünya Savaşı sırasında meydana gelmiş olayları, tüm ulusal arşivlerde mevcut tarihi belgeleri kullanarak, ortaklaşa incelemeleri” çağrısı yapıyor. Metinde Başbakan Erdoğan’ın bu yönde Koçaryan’a yaptığı önerinin “memnuniyet verici” olduğu vurgulanarak, desteklendiği söyleniyor [Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ayakta Uyuyoruz: Önyargılı diplomatlar mahçup oldu “Sözde Ermeni Soykırımı” iddialarının yeniden gündeme getirilmesi üzerine Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, tüm dünyaya, ‘Osmanlı arşivleri başta olmak üzere bu konudaki bütün belge ve bilgileri paylaşmaya hazırız’ çağrısı yaptı. Bu çağrı üzerine birçok ülkenin büyükelçiliklerinden ve konsolosluklarından görevli diplomatlar arvişlere akın etti. Diplomatlar sadece Osmanlı değil, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Ruslar’a ait belgeleri de inceledi. TTK’nın elinde, Osmanlı arşivlerinin yanı sıra 100 bin sayfa yabancı ülkelere ait belge bulunuyor. Özür dilenmeli: Belgeleri gören diplomatların neredeyse tamamı, çok şaşırdı ve ne yapacağını bilemedi. Türkiye’ye karşı önyargıyla hareket ettiklerini kabul eden diplomatlardan bazıları TTK’daki belgelerin kopyalarını alırken, bazıları da raporlar hazırlayarak ülkelerine gönderdi. Danimarka Büyükelçiliği’nden bir diplomat, İngiliz ve Fransızlara ait belgeleri görünce önyargılı olduğunu kabul etti. Diplomat, ‘Türkiye’den özür dilenmesi gerekir’ dedi. Türkiye’nin soykırımı iddiaları konusunda bazı adımlar atmaması halinde AB sürecinde zarar göreceği uyarısını yapan İsveçli bir diplomat, önüne konulan bir belgeyi okuyunca donakaldı. Belgede, sözde soykırımı iddialarının ortaya atılmasından sonra Osmanlı devletinin 1919’da ‘dört tarafsız ülkeye’ resmi bir yazı göndererek, ‘İddiaları siz araştırın’ diye teklifte bulunduğu yer alıyor. Teklifin yapıldığı ülkeler ise İspanya, Danimarka, Hollanda ve İsveç. Kendi ülkesinin bu çağrıya olumlu yanıt vermediğini öğrenen diplomat, mahcup bir halde TTK’dan ayrıldı. Her şeye açığız Bir Fransız diplomat da ‘Near East Relief’ isimli Halep’teki bir yardım kuruluşunun belgelerini inceledi. Soykırımında öldürüldükleri iddia edilen 485 bin Ermeni’nin Suriye’ye göç ettiğine, Halep’te başgösteren sağlık sorununa müdahale eden tek uluslararası sağlık kuruluşu olan Near East Relief’in, bu Ermenileri tedavi ederek kayıtlarını tuttuğuna ilişkin belge, Fransız diplomatı şaşırttı. Diplomat, soykırımında öldüğü bildirilen bazı Ermenilerin isimlerini bu belgede görünce ne diyeceğini bilemedi. TTK’ya gelen bir İngiliz diplomata da dönemin İngiliz ordusuna ait bir kripto verildi. Kriptoda Anadolu’daki nufüs yapısı yer alıyor. Belgede 1914-1919 arasında, Ankara’daki Ermeni nüfusun 26 bin arttığı, Kayseri sancağında ise2 bin azaldığı belirtilerek, Ermenilerin, daha güvenli bölgelere kendi isteği ile göç ettiği ifade ediliyor. [Ercan Yavuz, Ankara, Akşam Gazetesi, 21.03.04, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Bakırköyi İstanbul: İlçenin yüzde 12’sini oluşturan gayrimüslim vatandaşlarların yüzde 20’sini Ermeniler oluşturuyor.
Batı’nın Kendine İhaneti: Batılılık bir yüksek hamursa mayası şüpheciliktir. Oysa Batı bugün ‘sözde soykırım’ iddiası konusunda şüpheyi fiilen her yerde, hukuken de bazı bölgelerinde yasaklamıştır. Hal böyle iken bazı aydınlarımız her konuda olduğu gibi Ermenilerin soykırım iddiaları karşısında da ‘körü körüne batıcılık’ yapamamanın azabı içerisinde kelamın ve mantığın canına okuyorlar. Doğrusu açıkça ‘soykırım’ iddiasını kabul etme cesaretini gösteren Halil Berktay ve Orhan Pamuk gibileri, lafı eveleyip geveleyenlere tercih ederim. Artık tamamen Ermeni lobisinin çıkarları uğruna siyaset ve diplomasi malzemesi haline getirilen, yer yer uluslararası stratejik oyun alanına dönüşen bir meselede her nisan aynı tartışmayı yaşamak esasen herkesi bozuyor. Cebinden, uçkurundan veya gönlünden herhangi bir dış merkeze bağımlı olmayan aydınlar bile bu mükerrer muhabbetten gına getirir; böylece yeni bir şey söyleme arzusunu zorunluluk gibi hisseder. Onun için; herhangi bir sebeple kendi geçmişiyle gurur duyamayan, daha bir ‘Beyaz Türk’ olabilmek için tarihini bir kara deri gibi kazıtmak isteyen kişinin çarpıcı söz söyleme hevesi şaşırtıcı değil. Bu zevat önce ‘sözde soykırım’ deyiminin ilk kelimesini tasfiye edebilme deneylerine girişerek Türkiye’nin konu ile ilgili resmi tezini sorgulamaya başladılar. Batılı efendilerinin gözlerinde daha makbul hale gelebilmek için ‘Doğrucu Davut’ edası ile ‘canım biz de masum değiliz, bayağı bir Ermeni kesip doğradık’ diye söylenmeyi marifet saydılar. Türkiye’nin bu meselede aciz kalmasını da fırsat bilen kökten-batıcı aydınlarımız ihanetle eşdeğer bir dalalet içinde düzenli olarak gençlerimize suçluluk duygusu aşılamaya koyuldular. O kadar ki bugün konuyla doğrudan ilgilenerek inceleme yapmamış her genç sözde soykırım propagandalarını yutacak hale gelmiş oldu. Bir kısım ‘Beyaz Türk’ büyükleri uyarıyorlar: -Bugün yaşadığımız ‘sözde soykırım’ kâbusu ne ki? Düşünün; şimdi okullarda soykırım iddialarını okuyarak yetişecek nesiller yarın Batı’yı yönetmeye başladığı zaman, Türkiye’nin işleri ne kadar zorlaşacak. ‘Suret-i haktan görünerek bu uyarıyı yapanlara kendi marifetlerinden bir demek teselli sunmakta hiç zorlanmayız: -Merak etmeyin, sayenizde o dediğiniz günlerde batıyı yönetecek adamlarla Türkiye’yi yönetecek adamlar arasında bakış farkı kalmayacak, bizim çocuklarımız da soykırımı tanımaya hazır olacaklar. Türkiye ‘sözde soykırım’ konusunda çaresizdir. Bu çaresizlik Türkiye’nin eksikliğinden değil, sözde müttefiklerinin namertliğinden kaynaklanmaktadır. Böyle durumlarda güçlü ve kararlı olmaktan başka yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Çünkü karşı tarafın konuyla ilgili gerçeğin ne olduğuna en küçük kaygısı, dolayısıyla doğruya yönlendirecek zerrece şüphesi yoktur. Türk karşıtlığı ve Hıristiyan taassubu yüzünden Batı bu meseledeki tavrı ile kendisini var eden ‘merkez ilke’ye ihanet etmekte ve sonunu hazırlamaktadır. O ‘merkez ilke’ bizatihi şüpheciliktir. Bilimlerin ve bilimsel ahlakın temelini teşkil eden şüphecilik Hıristiyanları uyandırmasaydı şimdi Batı hala Ortaçağ ilkelliğini yaşıyor olacaktı. Kilise safsatacılığından başlamak suretiyle, ölümü göze alarak kesinleşmemiş her bilgiyi sorgulamak için dikilen kahramanları ile Batı, kendisine izafe edilen ama gerçekte temelleri başka kültürlerde atılmış olumlu değerlerin mıknatısı haline gelmişti. Şimdi ise, Ermeni soykırım iddiaları karşısındaki tutumu ile Batı kendi uygarlığının mayası olan şüpheciliği elinin tersiyle iterek aslında çağdaşlığı imha etmiştir. Hatta ‘Ermeni soykırımı olmamıştır’ demeyi yasaklama girişimi ile Firavun vahşetine göre dönerek insanlık haysiyetine kıymaya kalkışmaktadır. Cepten, uçkurdan veya gönülden bağımlı batıcı kadrolar kelamın ve mantığın canına okurken Türkiye’nin acizliğini dahi istismar edebilmektedirler. Batı dünyası, bu meselede at gözlüğü takmış bir Everest tepesi gibi önümüze dikilip dururken, iktisadi, askeri ve siyasi bakımdan ‘karşılıklı bağımlılık’ palavrası ile rehin alınmış bir Türkiye ne yapabilir ki? İsa Peygamber kalkıp ‘Türklere haksızlık ediyorsunuz’ dese bir şey değişmez. Onu inkar ederler de bize inanmazlar. Türkiye’nin herkese yarar sağlayabilecek ve her düşmanı ürkütecek kadar güçlü olmaktan başka çaresi yoktur. [Omer Lutfu Mete, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Bayrak Yakmak, Bayrak Asmak: Tesadüf bu ya… Hafta içinde, Atina’daki Ermeni yürüyüşçülerin “24 Nisan 1915″i protesto ettikleri ve Türk bayrağını yaktıkları sıra, elime, Olimpiyat Tarihi”ni anlatan sararmış, kararmış kalınca bir kitap geçti… Karıştırıyorum, çeviriyorum birbirinden ilginç bilgiler öğreniyorum… Ve 1912 Stockholm Olimpiyatları sayfaları arasında “paramparça bir öykü” düşüyor önüme… Bilindiği gibi, 1896 tarihlidir ilk Olimpiyat.. Osmanlı’nın “hasta”lığa yakalandığı yıllar yani… Zaten, dört Olimpiyat gelip geçer, Devleti Ali Osmanlı’dan tek bir sporcu gitmez, gidemez mümkün de değildir zaten.. Çünkü Dünya Olimpiyat Komitesi’ne üyelik gerekmektedir.. Neyse, nihayet üye olunmuş ve 1912 Stockholm Olimpiyatları’na katılmaya hak kazanılmıştır.. Osmanlı Olimpiyat Cemiyeti, dönemin İkdam ve Sabah gazetelerine Stockholm’deki Olimpiyat Oyunları’na gönderilmek üzere “amatör sporcular” arandığını belirten ilanlar verir.. Bebek semtinin genç sporcularından Vahram Papazyan, ilanı görür görmez başvurur hemen.. Ancak, “parasız, pulsuz ve hastalıklarla boğuşan Osmanlı”nın “Olimpiyat Cemiyet Sekreteri Selim Sırrı Bey’in bir açıklaması düşer bomba gibi.. “Olimpiyata katılacak sporcular harcamalarını kendileri yapacaktır!” Katılım belgesini alan Vahram, kara kara düşünmeye başlar.. Gerekli olan parayı bulmak için çok ama çook çaba sarfedecek ve sonunda üyesi olduğu Ermeni Arduvast Kulübü’nden destek alacaktır… Destek ki dillere destan… Arduvast kulübü, Arnavutköy’de kurulu Rum Tiyatrosu’yla elele verip, kantolu, kumpanyalı, şenlikli bir gece düzenleyecek ve gecenin geliri Papazyan’a verilecektir! Böylece, Rum’u, Ermeni’si, Yahudisi, Türk’ü, “o gece” hem keyif çatmış hem de sporcularının yolluğunu çıkarmıştır… Derken… Vahram Papazyan, Olimpiyatlar’ın başlamasına birkaç gün kala İsveç’e gelir… Gelir ki.. Stockholm cadde, bulvar ve stadında, Olimpiyat’a katılan her ülkenin bayrağı var, Osmanlı’nın yok… Vahram Papazyan, bu duruma çok üzülür ve doğruca Osmanlı elçiliğine başvurur… Hatta, Dünya Olimpiyat Komitesi’ne kendince bi meydan okumada bulunur! Eğer ki Olimpiyat Stadı’na ay yıldızlı Osmanlı bayrağı çekilmezse yarışmaya katılmıyorum! Bunun üzerine Osmanlı elçisi Ahmet Paşa, ilgili makamlara başvurusunu ve dayatmasını yaparak, stada ve caddelere bayrak asılmasını sağlar… Ahmet Paşa’nın eşi de, bu heyecanlı Ermeni gencine, ilk katılacağı koşuda giymek üzere, ay yıldız işlenmiş bir atlet hediye eder…(Bakınız fotoğraf..) Peki, diyeceksiniz ki… Vahram katıldığı yarışmada kaçıncı olur? Bebek semtinin hızlı koşucusu Vahram, 1500 metrede koşar, ilk üçe giremez ama katılmıştır ya…(Kaynakça; Cem Atabeyoğlu’nun Olimpiyatlar kitabı..) Bu topraklardan Olimpiyatlar’a katılan ilk sporcudur ya… İşte, bu çok anlamlıdır… Çünkü, Olimpiyat’ın Anayasası, “Önemli olan kazanmak değil katılmaktır” diye başlar..(Kaynakça, Cüneyt Koryürek’in Olimpiyat kitabı..) Peki diyeceksiniz ki… Bir “24 Nisan Günü”nde bu öyküyü neden hatırlattın? Aslında tam bilemiyorum ama belki de.. Dünyanın dört bir yanında “resmi tarihçilerin, yalancı tarihçilerin, rantiyeci tarihçilerin, hamasi tarihçilerin, tarihçi kesilen bezirganlar”ın arasında boğulduğumuz bir sıra “insanlığa karışmayın” demek için… Bir bir, tek tek… İstanbul’lu, Van’lı, Karslı, Paris’li, Toronto’lu, New York’luların, kendi gerçek tarihlerini bulup, yazmalarını dilediğim için…. Aslolanın, kasvetli koridorlarda yazılanın değil sokaktaki tarih olduğunu hissettiğim için.. Sadece bu topraklarda değil, yeryüzünün her noktasında “uzaktan bir kumanda”yla birbirini boğazlamış milyonların nasıl da yok yere heba olduğunu anımsatmak için… Bir de… Hürriyet’ten Hadi Uluengin’in çok anlamlı sözlerle dile getirdiği… “En başta ‘esas mağdur’ kimlikleri asla tartışılmayacak Ermeni asıllı insanlarımıza ve tarihin kabus dolu sayfalarında hayatını yitiren Türk, Kürt, Süryani, Keldani kökenden ve Müslüman, Hıristiyan, Zerdüşti inançtan tüm masumlara rahmet dilemek için…. Ve tabii ki Atina’da bayrak yakmakla, Stocholm’de bayrak astırmanın çok iyi analiz edilmesini dilediğim için… [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 24.04.05, Şirintepe-İzmit].
Beylan: Osmanlı zamanlarında Belen’in adı.
Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıralari; George E. White, Çeviri; Cem Tarık Yüksel, Enderun Kitapevi, İstanbul-1995, [Erkan Kiraz, Sanat Sokağı, Pasaj İçi Sahaf, İzmit, 22.08.2001, 4,000,000 TL],
Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu: Prof. Dr. Yerasimos 20 Mayıs 2002’de Türkiye Bilimler Akademisi’nin Akademi Konferansları programı çerçevesinde “Birinci Dünya Savaşı ve Ermeni Sorunu” başlıklı bir konuşma yaptı. TUBA’nın kitaplaştırdığı konuşmanın metnini yayımlıyoruz. Ermeni Sorunu’nda bugün yaşanan anlaşmazlıklar ya da daha doğrusu kargaşa, özünde bir tarih hukuk çelişkisi olarak tanımlanabilir. Tartışma bir uluslararası hukuk terimi olması gereken ancak çeşitli biçimlerde algılanan ve zamanla değişen, hatta yozlaşan “soykırım” terimi etrafında dönmektedir. Bu tartışma içinde ise taraflar tarihi seçici (selektif) bir biçimde kullanmaktadır. Yani tarih, olayları belli bir neden sonuç ilişkisi içinde anlatan, kendi içinde bir tutarlılığı olan bir tüm olmaktan çıkıp, herkesin hukuki ya da hukukvari argümantasyonuna uygun düşecek kanıtları çekip çıkardığı bir bilgi belge ambarı olarak kullanılmakta ve böylece, tarih hukukun tutsağı olmaktadır. Konuya girmeden önce iki hususu belirtmek isterim: Ermeni Sorunu uzmanlarından olduğumu sanmıyorum ve zaten bu konuda herhangi bir yapıtım yok. Bununla birlikte, yıllarca önce 1970’li yıllarda Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı kapsamında bu konuyu da ele almak niyetiyle çalışmalarım olmuş ancak sonunda vazgeçmiştim. Nedeni ise, aşırı derecede polemik nedeni olan bir ortamda tek bir kişinin çabasıyla uzlaşmaya varmanın imkansızlığım kavramam olmuştu. Dolayısıyla, buradaki konuşma bir mesaj verme ya da bir girişim başlatma niteliğinde olmayıp, sizin katkılarınızla bir görüş alış verişi yapmaktır. Hukuk ve Tarih Karşı karşıya: Hukukun amacı bir şeyi kanıtlamak, tarihin ise izah etmektir. Hukuk yargılar; oysa, tarih değer yargısından uzak durur. Temel amacı bir neden sonuç ilişkisi içinde olayları, gerçeklere mümkün olduğu kadar yaklaşarak göz önüne sermek ve değer yargısını okuyucuya bırakmaktır. Bir örnek vermek gerekirse; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Almanya’ya yapmış olduğu baskıların Hitler rejiminin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğunu söylemek, bu rejimi haklı çıkarmak demek değildir. Bu durumda hukuk, tarihin verilerim kullanır; ancak, bunun için kendisinden bağımsız olarak varolan bir tarih yazımı gereklidir. Aksine, tarih yazımı hukuk kavramlarım kullanmaz ve tarih hukukun yardımcı bir öğesi, bir alt dalı değildir. Dolayısıyla, kavram kargaşasından kurtulmak için yapılacak ilk iş, tarihsel düşünce sistemini hukuksal düşünce sisteminden ayırmaktır. Başka bir deyişle, hukuksal endişelerden ve art düşüncelerden bağımsız bir tarih yazmaktır. Bunun için de bugünün değerlerini ve kavramlarını tarihin çeşitli dönemlerine mal etmekten kaçınmak gerekir. Bu konuda da örnekler vermek mümkün; Roma uygarlığını köleci bir topluma dayandığı için kötülemek, Osmanlı tarihinde yeniçeri devşirme sistemine ya da padişahların kardeşlerini ortadan kaldırması olayına karşı rahatsızlık duymak gibi. “Soykırım” Anakronizm midir?: Soykırım tartışmasının bu biçimde bir anakronizm olduğunu söyleyebiliriz, ancak bizi burada ilgilendiren konunun algılanmasında daha önemli bir anakronizm vardır: Çok uluslu devlet (imparatorluk) ve ulus devlet kavramlarının birbirine karıştırılması ve birincisine, ikincisinin açısından bakılması. Türk tarafı olaylara, özünde devlete karşı ihanet olarak algılanan bir isyana karşı yapılan bir “tenkil” (bastırma) hareketi açısından bakmaktadır. Bu bakış Osmanlı’dan kopmaya çalışan tüm halkların hareketleri için de geçerlidir. 1916 Arap İsyanı da bir ihanettir; 19. yüzyılda Balkan halklarının ayaklanmaları da öyledir. Oysa burada, evrensel anlamda tarihsel bir süreç olan çok uluslu imparatorluklardan ulus devletlere geçiş söz konusudur. 19. yüzyılda başlayan bu süreçte Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmış, Rus İmparatorluğu’nun parçalanması ise günümüzde halen sürmektedir. Ermeni tarafına gelince, o da bu süreci göz ardı ederek olaylara ancak soyut ırkçı bir izah getirmektedir. Bu görüşe göre, son tahlilde Türklerin Ermenileri ortadan kaldırmağı onların barbarlığından kaynaklanmaktadır; böylece sunulan nedenin oluşumunun kendisi ırkçı nitelik taşımaktadır. Bu durumda, Ermeni Sorunu’nu Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinde yaşanan halklar mücadelesinin en trajik safhası olarak tanımlayabiliriz. Ancak, bunun böyle olmasının nedenleri vardır ve bunlar araştırılmalıdır. Ben burada bu konuda bazı ipuçları vermeğe çalışacağım. Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki halkların ayaklanması ve bu ayaklanmanın başarıya ulaşarak ulus devletlerin kurulması üç temel öğeye bağlı olmuştur: 1. Ayaklanmanın entelektüel ve operasyonel altyapısını hazırlayacak, yani aydınlanma ve örgütlenmeyi yürütecek, zengin ve okumuş bir zümrenin varlığı. 2. Ayaklanmayı gerçekleştirecek ve ilerdeki ulus-devletin nüvesin; oluşturacak kitlenin bir yörede yoğun bir biçimde bulunması. 3 Dış destek, yani dönemin büyük güçlerinin desteği. Ermeni Sorunu’nun temelinde ikinci öğe, yani bir yörede yoğun bir Ermeni çoğunluğunun olmaması yatmaktadır. Bunun diğer öğelere etkisi olmuştur: Özellikle İstanbul’da yaşayan zengin ve entelektüel Ermeni kitlesi başarılı olma olasılığı zayıf bu hareketin örgütlenmesini üstlenmemiş, örgütlenme yerel orta sınıflara bırakılmış ve onun için de radikalleşmiştir. Yerel çoğunluğun olmaması ayaklanmanın başarısını dış desteğe bağlı kılmıştır; oysa, aynı nedenler bu desteğin I. Dünya Savaşı’na kadar çekimser kalmasına neden olmuştur. Ayrıca Yunan, Sırp, hatta Arap ayaklanması bu halkları imparatorluğu savunan Osmanlı güçleri ile karşı karşıya getirmesine karşılık, Ermeni Sorunu’nda iki milliyetçiliğin Türk ve Ermeni milliyetçiliklerinin doğrudan çatışması söz konusudur. Bunun bir nedeni, yukarıda belirttiğim gibi, aynı toprakların üstünde Ermeni, Kürt ve Türklerin yaşaması; ikinci nedeni ise, Ermeni hareketinin güçlendiği sırada Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve iki milliyetçiliğin birbirini beslemesidir. “Tartışmalı” Olaylar: 1. Ermeni sorunu’nun başlangıcı 1830’lu 1840’lı yıllarda Osmanlı hükümeti tarafından Kürt aşiretlerinin toprağa yerleştirilmesi girişimlerindedir. Yerleşik düzene geçen Kürtler’in Ermeni köylerine yaptıkları baskılar huzursuzluk yaratmış ve ilk Ermeni direnişlerine ve örgütlenmelerine yol açmıştır. 2. 1876 Bulgar ayaklanması, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1878 Berlin Kongresi’nin Doğu vilayetlerinde reformlar konuşanda aldığı kararlar, Ermeni kuruluşları arasında Bulgaristan örneğinin kullanılabileceği fikrini uyandırmıştır. Yani mutlak bir çoğunluğun bulunmadığı alanlarda ayaklanma hazırlamak, çevreye saldırarak tepkiyi üzerine çekmek ve bastırma hareketlerinden doğacak uluslararası kamuoyundan faydalanarak dış güçlerin müdahalesini sağlamak. Ancak 1893-1894’te yapılan bu girişimler, dönemin uluslararası dengelerinden, özellikle de İngiliz-Rus ilişkilerinden dolayı bir müdahaleye yol açmamış, merkez hükümetin özellikle Kürt Hamidiye Alayları aracılığıyla yürüttüğü bastırma hareketi tepkisiz kalmıştır. 3. Ondan sonraki önemli aşama Balkan Savaşları’yla başlar. Balkan Savaşları bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının işaretini verirken, öte yandan Türk milliyetçiliğinin doğmasına yol açar. 1911 Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı’nın Afrika’daki tasfiyesini ifade ettiği gibi, Balkan Savaşı da Avrupa’daki tasfiyesini ifade etmektedir ve sıra Asya’daki topraklara gelmiştir. Bu algılama Ermeni Sorunu’nu yeniden harekete geçirir. Ancak Balkanlar’daki yenilginin ve Anadolu’ya akan göçmenlerin son derece önemli etkileri olmuştur. Osmanlı yönetimi, yani bu bağlamda özellikle İttihat ve Terakki, Osmanlılık politikasının, bir başka deyişle çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceğini, Osmanlı’dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika güdülmesi gerektiğini, güdülmezse topyekün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelindiğini düşünmektedir. Bundan böyle Osmanlı devlet yönetimi bir Türk milli politikasının hizmetinde olacaktır ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır. Öte yandan, 1912’nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesi sürecinde, bu özerkliğin bağımsızlığa giden yolun ilk kademesi olacağı herkesin malumudur. Rusya’nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914’te Osmanlı hükümetine kabul ettirilir. Bu projeye göre altı vilayet birleştirilecek, Ermeniler’in çoğunlukta olacağı bir vilayet meclisi kurulacak ve valinin yanında yabancı müfettişler bulunacaktır. Norveçli Müfettiş Hoff ve yardımcısı Hollandalı We.Stenenk Ağustos 1914’ün başında Erzurum’a gelmişlerdi. Dönüm Noktası: Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni Sorunu: Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür. Ancak tehcir kararı île noktalanacak süreç ne zaman başlamıştır? Olaylara hukuksal açıdan bakan anlayış “kasıt” arayışında olduğu için bu nokta çok tartışmalıdır. Oysa tarih anlayışında anakronizmlere kaçmadan olayları ve süreçleri dikkatle incelemek gerekir. Teşkilatı Mahsusa’nın kurulması, Anadolu’nun gayri Müslim unsurlardan temizlenmesi projesinin başlangıcı olarak gösterilmektedir. Gerçekten de, Teşkilatı Mahsusa özellikle “iç düşmanlara” karşı kurulmuştur ve 1913’ten sonra Anadolu’daki gayri Müslim unsur İttihat ve Terakki’nin “iç düşman” tanımını karşılamaktadır. Bununla birlikte, 1913-1914’te genel bir etnik temizlik hareketinin düşünüldüğü pek inandırıcı değildir (Ege kıyılarında, özellikle Foça’da ve Doğu Trakya’da, Rum nüfusuna karşı yıldırma politikasına dayanan küçük çapta eylemler yapılmıştır). Bunun nedenleri de, o tarihlerde savaşın çıkıp çıkmayacağının, hangi tarihte çıkacağının ve Osmanlı devletinin hangi safta katılacağının belli olmamasıdır. Ayrıca savaşın çıktığı ilk aylarda, Avrupa da dahil olmak üzere savaşın kısa süreceği ve bu tarihte kaybeden tarafın barış isteyeceği kanaati yaygındı. Bu bağlamda, ancak uzun bir savaşın getirdiği tecrit koşulları içinde planlanabilecek bir tehcir ve yok etme politikasının 1914’ün sonundan önce düşünülmüş olması ihtimali azdır. Bununla birlikte, Bahaettin Şakir ya da Dr. Nazım gibi İttihat ve Terakki’nin bazı ideologları Anadolu’yu, “yabancı unsurlardan” kurtarma projeleri geliştirmiş olabilirler. Burada da hukuksal anlayış “suç unsuru” oluşturacak belge arayışındadır. Böyle bir belgenin olmayışı ise, bir savunma ya da iddiaları çürütme anlayışı içinde algılanmaktadır. Oysa tarihsel anlayış bu doğrultuda değildir. Sorumlu ya da suçlu kişi, bu sorumluluğu ya da suçu kanıtlayacak ya da aksine hafifletecek unsurlar aranılacak yerde, olayların akışı gerçeklere mümkün olduğu araştırılmalıdır. Ağustos 1914’te Avrupa’da savaş başladığında, Osmanlı yönetimi seferberlik ilan eder: Eçmiadzin Ermeni Katolikos’u ile Kafkasya çar naibi Osmanlı Ermenileri’ne Rus saflarında savaşmak için çağrıda bulunurlar. Topyekün seferberlik Osmanlı toplumu için yeni bir olaydır ve özellikle askerlik yapmaya alışmamış olan gayrimüslimler tarafından tepki ile karşılanır. 1893-1894 olaylarından bu yana devlete karşı tepkilerini sürdüren Ermenilerin yoğun olduğu dağlık bölgelerde, Haçin, Zeytun ve Sasun’da askerden kaçanlar çevre dağlarına sığınırlar. Rus sınırına yakın olanların bir kısmı Daşnak yöneticilerinin yardımıyla da karşı tarafa kaçarlar ve Ruslar onlardan dört tane gönüllü tabur oluşturur. Bunlar, sayıları fazla olmamalarına rağmen öncü kuvvetler olarak önemli bir rol oynayacaklardır. Onların dışında bir hareket yoktur. Ermeniler’in yoğun olduğu kırsal bölgelerde ve kentlerde de Ermeni partilerinin örgütlenmesine rağmen bir isyan hareketi görülmez; bunun da esas nedeni Rusların kolayca bu yöreleri işgal edeceği inancıdır. Kasım’da savaş başladığında Ruslar Osmanlı topraklarına önce dört Ermeni Gönüllü Taburu’nu sürerler. Bunlar özellikle sınıra yakın bulunan kendi köyleri çevresindeki Müslüman köylerine saldırırlar. Çoğu zaman da, seferber olmuş bu köylerin halkı askerden kaçarak kendi köylerini savunmaya gelirler. Bu durumda 1914-1915 kışında, Erzurum-Van arasındaki yöre oradaki Türk, Kürt ve Ermeni köylülerinin çatışma alanı haline gelir. Sarıkamış hareketinin başlaması ile Rus ordusu ile birlikte Ermeni Gönüllüler geri çekilince, baskılara dayanamayan Ermeni köylülerin önemli bir kısmı Van’a sığınır ve oradaki Ermeni nüfusu artar. Sarıkamış hareketinin arifesinde Osmanlı ordusunun Kafkasya’yı istilasından korkan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan, Osmanlı’ya karşı ikinci bir cephe açılmasını isterler, İngiliz Harbiye Bakanı Lord Kitchener, bunu, İngiliz himayesi altında bir Arap krallığı kurulması için fırsat olarak görür ve ikinci cephenin İskenderun körfezinde yapılacak bir çıkarma ile açılmasını önerir (Ocak 1915 başı). Bu proje tartışılırken Kitchener, söz konuşu çıkarma esnasında Kilikya bölgesinin dağlık yörelerindeki asker kaçağı Ermeniler’in beşinci kol vazifesi görebileceklerini düşünür ve Kahire’deki Intelligence Service’in adamlarına bu konuda talimat gönderir. Onlar da Kahire’deki Ermeniler’in aracılığıyla Haçin ve Zeytun Ermenileri’ne mektuplar gönderirler. Mektuplar Osmanlı makamlarının eline geçer ve bu durumdan aynı zamanda haberdar olan Maraş ve yöresinin Müslüman eşrafı da endişelenir; onlar için tehlike oluşturan Zeytun ve çevresindeki Ermeniler’in oradan uzaklaştırılmasını isterler. Böylece, Şubat 1915’te, daha bu konuda genel bir karar alınmadan ve büyük olasılıkla bir politika oluşturulmadan yerel tehcirler başlar. Ancak, tehcir edilenlerin nereye gönderileceği bilinmemektedir. Bağdat hattı trenlerine bindirilerek Anadolu’nun içerisine Konya’ya doğru yola çıkarılırlar. O arada Londra’da, Fransızların ve Donanma Bakanı Churchill’in itirazıyla İskenderun çıkarmasından vazgeçilir ve Çanakkale operasyonu kararlaştırılır. Sarıkamış muharebesinde Osmanlı ordusunun yok olmasından sonra ise Ruslar karşı bir saldırıya hazırlanırlar, ancak başlarına aynı şeyin gelmemesi için baharı beklerler. Nisan ayında dört Gönüllü Ermeni Birliği Erivan’da toplanmış ve o kış Anadolu’dan Kafkasya’ya kaçan Ermeniler’den bir beşinci birlik kurulmuştur. Bunlara verilen vazife Van’a karşı yürümektir. Bu saldırıyı desteklemek için de Van’da yoğunlaşmış olan Ermeniler Nisan’ın ortasında ayaklanır. Ayaklanma haberleri İstanbul’a vardığında tehcir kararı alınır. Van ayaklanması daha önce planlanmış olan tehcirin bir bahanesi olarak algılanabilir. İstanbul yönetimi yakında patlayacak topyekün bir Ermeni ayaklanması ile karşı karşıya kalabileceğin! düşünmüş de olabilir. Çanakkale Savaşı’nın en kritik dönemlerinde olunması, Doğudan Rus saldırışı başlamış olması bir panik havası estirmiş ve ‘iç düşmana’ karşı önlem alınması gerektiği de düşünülmüş olabilir. 24 Nisan öncesi ve sonrası tartışılırken iki tarafın yöntemleri farklıdır. Ermeni tarafı 24 Nisan öncesine ancak “kasıt” arama amacıyla bakar; 24 Nisan’ı getiren olaylardan ve özellikle 1912-1914 özerklik girişimlerinden söz etmez; ve 24 Nisan sonrasını tüm trajik ayrıntılarıyla göz önüne serer. Türk tarafı ise 24 Nisan sonrasını, bundan önceki olayların getirdiği kaçınılmam sonuç olarak algıladığından kısa geçer ve Ermeni misillemelerinin yoğunlaştığı 1917’den sonrasına atlar. Ancak, bazen de 1915-1917 ile 1917-1921 arası eşzamanlı imiş gibi gösterilerek tüm olaylar karşılıklı bir çatışma ortamı içinde takdim edilir. Bunun için de bazı ipuçlarının verilmesi gerekir: 1. Sürgünler yalnız cephelere yakın bölgelerden değil, İstanbul ve İzmir dışında her yöreden yapılmıştır. 2. Sürgünlerin organizasyonu için ordu kullanılmamış, kısmen jandarma ve kısmen Teşkilatı Mahsusa’nın ve İttihat Terakki’nin örgütlediği yerel milis kuvvetleri kullanılmıştır. 3. Sürgünlerin yer değiştirme ya da yok etme amaçlı olup olmadığı ise tartışmanın odak noktasını oluşturur. Bu konuya giriş olarak, niyetin her aşamada ve her düzeyde aynı olmamış olabileceğim de düşünebiliriz. Beckett Sendromu: Burada Beckett sendromu diye adlandırabileceğimiz bir örnekten söz etmek isterim, İngiltere kralı II. Henry, Canterbury Piskoposu Thomas Beckett’in muhalefetinden son derece rahatsız olup bir gün şövalyeleri ile yaptığı bir sohbette, “Beni bu adamdan kurtaracak kimse yok mu” der. Şövalyelerden biri de gidip Beckett’i öldürür. Olaydan sonra kral böyle bir şeyi kastetmediğin! söyler ve şövalyeyi cezalandırır. Bu olayın aynısı 20. yüzyıl İtalyası’nda faşist dönemin basında cereyan etmiştir. Sosyalist milletvekili Mateotti’nin muhalefetinden yakınan Mussolini’nin taraftarları bir komplo kurarak Mateotti’yi ortadan kaldırmıştır. Yakın tarihimizde Mustafa Suphi olayı da buna benzer. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir’den, Mustafa Suphi’nin Ankara’ya gönderilmemesini ister; Kazım Karabekir, sınır dışı edilmek üzere Mustafa Suphi’yi Trabzon’a gönderir; oradakiler de onu ortadan kaldırmayı uygun görür. Böylece, Beckett sendromu fiilin niyeti aştığı bir süreç ya da niyetten fiile ve yukarıdan aşağıya doğru olgunlaşan bir süreç olarak ele alınabilir. 1914-1915 kışında yerleşen kanı bir vatanın iki talibi olamayacağı ve Ermeniler’den kurtulmanın yolunun bulunması gereği, yani ‘ya biz ya onlar’ psikolojisidir. Bu “kurtulma”‘nın yolları ise yerine ve koşullara göre uygulanmıştır. Örneğin, olayların ayrıntısından anlaşıldığı kadarıyla, toplu öldürmeler özellikle cephelere yakın yörelerde olmuştur, Buralarda, yetişkin erkeklerin kaçıp düşmana sığınacağından korkulduğu için, bunlar kafileler yola çıkarıldıktan sonra peyderpey elenmiştir. Orta ve Batı Anadolu’da ise bu yöntemlere daha az başvurulmuştur. Sonuç itibarıyla, büyük bir olasılıkla hayatını kaybedenlerin çoğunluğu sıcaktan, soğuktan, açlıktan, hastalıktan ölmüştür. Ancak, bu bir yan etki ya da beklenmedik bir sonuç olarak görülmemelidir. Normal şartlarda kendisin! ancak doyurabilen Anadolu’da erkek nüfusunun en büyük bölüntünün seferber olduğu bir dönemde, milyonu aşan bir kitlenin yollara dökülmesinin böyle bir sonucu vereceği önceden belli idi; ve tehcir kararı alınır alınmaz, taşradaki Avusturya ve Alman konsolosları bunun böyle olacağım özellikle belirtmişlerdi. Aynı biçimde, mobilitesi az olan geleneksel toplumlarda, zoraki bir yer değiştirmenin zayiatının çok yüksek olduğu biliniyor. 1944’te vagonlara doldurulup Sibirya’ya sürülen Çeçen ve İnguşlar’da, hiçbir toplu öldürme söz konuşu olmamasına rağmen, sürgün esnasında ve onu izleyen ilk yıllarda zayiat %40’ı bulmuştur. Bu durumda, örneğin, İzmit yöresinden kadını, çocuğu ve yaşlısı ile Suriye’nin çölündeki Deir ez-Zor’a yaya olarak götürülen toplumun yoldaki zayiatı anlaşılabilir. Ayrıca, sürgün yolundaki olayları ve kayıpları anlamak için böyle olağanüstü durumlarda toplum psikolojisini ve tepkilerin! yakından incelemek gerekir. Toplumun bir bölümü yönetimin korumasından yoksun kalınca; toplumun geri kalanının gözünde ‘malı helal olunca’; hatta sürgün koşulları altında düzenli şuurlu bir birim olmaktan çıkınca; kısacası, insanlıktan çıkınca her türlü saldırıya açık olur. Böylece, giderek insanlıktan çıkmış olan bu kafileler yolda da giderek erir. Burada acımasızlık ve acıma birbirine karışır; bazen sebepsiz, artık insandan sayılmadığı için yok edilen kişilerin çocukları alınıp büyütülür. Bir yerden sonra, olayları tam anlamıyla kavramak için tarihten toplumların şuuraltılarım inceleyen bilimlere geçmek gerekir. Kaç Kişi Öldü?: Toplam kayıp sayışma gelince, benim şu anda yapabildiğim tahmin 600-800.000 arasıdır. Bunu, 1914’teki Ermeni nüfusunu 1,5 milyona yakın olarak hesaplamakla buluyorum. Ermeni kaynakları tarafından verilen 2,5 milyon nüfus açıkça abartılıdır; ancak, son dönem Osmanlı nüfus sayımının yayınlanmış rakamlarında bu nüfusu aşağı çekme girişimleri de olabilir. Ermeni misillemelerine gelince: Bunlar büyük çapta 1915 yazında Rus ordularının Van gölü yöresini işgal etmesiyle başlar, 1916’da Van-Muş-Bitlis arasında ve Erzurum-Erzincan arasında devam eder. Son safhası ise 1917 sonu 1918 başında Rus ordularının çözülmesi ve Anadolu’yu boşaltması dönemindedir. Bu tarihlerde Rus işgal bölgesinden kaçamayan Müslüman nüfusun büyük kısmı öldürülmüştür. Bu dönemde o yörelerde bulunan yabancı gazeteciler oraların tümüyle boşalmış olduğunu yazarlar. Çok genel çizgilerin; vermeye çalıştığım tarihten günümüze gelince: Bugün tartışma ‘soykırım’ kavramı üzerine kilitleniyor. Oysa soykırım, özellikle günümüzde, dünya kamuoyundaki algılamalarıyla çok muğlak bir terim haline gelmiştir, ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra icat edilen ve 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilen ‘soykırım’ terimi doğrudan Nazi Almanyası tarafından yürütülen Yahudi soykırımı örneği üzerinde kurulmuştur. Bunun ise Ermeni olayları ile bir tutulamayacağı açıktır. Ancak, zamanla kavram genişletilmekte ve göreceleştirilmektedir. 2 Ağustos 2001 tarihinde Sırp general Radislav Krstiç, Serebrenica’da katledilen 7.500 kişinin sorumlusu olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından ‘soykırım’ suçlamasıyla 46 yıl hapse mahkum edilmiştir. Oysa Serebrenica olayı iç savaş kapsamında meydana gelen bir olaydır ve 1915 olayları ile karşılaştırmalara çok daha açıktır. Azerbaycan hükümetinin 1993’te 600 küsur kişinin ölümüne yol açan Hocali Katliamı’nın ‘soykırım’ olarak kabul edilmesi talebi bu kavramdaki gelişmelerin başka bir örneğidir. Bundan Sonra Neler Yapılmalı?: Buradan, yukarıda ısrarla söylediğim gibi, hukuksal görüşlerle bir yere varmanın mümkün olmadığı anlaşılır. Yapılacak ilk şey, olayların hukuksal kaygılardan uzak, tam olarak tarihinin yazılmasıdır. Ancak bunun bazı koşulları vardır. 1. Böyle bir tarih bir kişi tarafından yazılamaz. Çünkü bu kişi ne kadar bilgili ve saygın olursa olsun, iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştirilere dayanamayacak, en azından cabası boşa gidecektir. Bu işi, herkesin kendi yazdığı bölümünün ve çalışmanın tümünün sorumluluğunu alacak 810 kişilik bir grup üstlenmelidir. 2. Bu tarih, bir uzlaşmanın sonucu olmayacaktır; bu durumda da bir ortak Türk-Ermeni heyeti tarafından yazılmayacaktır. En doğru yol Türkiyeli tarihçiler tarafından yazılmasıdır; çünkü buna katılan her yabancı ‘dost-düşman’ açısından değerlendirilecektir. 3. Böyle bir girişim tümüyle özel olmalıdır. Doğrudan ya da dolayısıyla hiçbir resmî kuruluşun katkısı, yardımı, ilgisi olmamalıdır. Hatta buna bir fon bulunması bile gerekli değildir. Akademik çalışmalar genellikle ek fon olmadan yürütülür, yayınevlerinin verdiği telif haklarıyla yetinilir. 4. Bu çalışma hukuksal kaygılardan tümüyle arındırılmış olmalı, ne bir savcı iddianamesi ne de bir avukat savunması izlerini taşımalıdır. Amaç tüm gerçekleri en doğru biçimde göz önüne sermek, tüm sorunları tartışmaya açmaktır. Ancak bu şekilde bir amacı olabilir. Yoksa, binlerce suçlama ve savunma tipinde yazılmış kitaplara bir yenisi eklenmiş olacaktır. 5. Bu çalışmanın ilk amacı dünya kamuoyunu etkilemek hatta aydınlatmak değil, Türkiye toplumunu kendi geçmişi ile barıştırmak olacaktır. Gerçek amacın ve doğru yolun, tarihimizin karanlık sayfalarım unutmak değil, aksine öğrenmek, nedenleri ve sonuçlarıyla kavramak ve geçmişin yükünden kurtulup geleceğe yönelmek olduğunu anlatmaktır. Ancak bu amaca ulaştığı sürece böyle bir çalışma dünya kamuoyunda saygınlık kazanabilecektir. Onun için Türkçe yazılacak, Türkiye’de bir özel yayınevi tarafından yayınlanacak ve yabancı yayınevleri çeviri haklarım almak isterlerse alacaklardır. Böyle bir çalışmanın hukuksal tartışmaya zararı olmaz. Özel bir girişim olacağı için resmi görüşleri bağlamaz, ancak resmi görüşler bu çalışmadan istedikleri zaman ve istedikleri ölçüde faydalanabilecekleri için onlara daha büyük bir manevra imkanı verir. Ve zamanla bu bilgilerin Türk ve yabancı kamuoyları tarafından benimsenmesiyle yol alınmış olur. (SY/NM) * Prof. Dr. K Stefanos Yerasimos’un bu konuşma metni Tarih Vakfı’nın yayımladığı Toplumsal Tarih Dergisi’nin, Eylül 2002 tarihli 105. sayısında çıktı. [Kaynak: İnternet, Stefanos Yerasimos. Toplumsal Tarih Dergisi, 18.09.02, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni Katliamına Uğramış Mağdurlar Derneği: İzmit. Başkan: Ömer Güvercin [Kaynak: İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Bitlis Ermeni Ayaklanması [Ekim 1895]: Bitlis Ermeniler’ini Diyarbakır, Erzurum, Van komiteleri ihtilâl ve isyana sürüklemişlerdir. Bitlis’teki Amerikan kolejinin de ihtilali tahrik ve teşvikte önemli yeri vardır. Bu koleji Bitlis’ten Amerika’ya gitmiş bir Ermeni açmıştır. Bitlis Koleji bu Amerikalı’nın Bitlis’te doğmuş ve çocukluğunu arada geçirmiş olan oğlu Corc’un idaresindedir. Bitlis’e onbeş-yirmi saat uzaktaki köylerden gelen Ermeni çocukları burada yatılı olarak okumaktadırlar. Misyoner Corc, Ermeni çocuklarının kafalarını hükümet aleyhine ihtilâl ve isyan düşünceleriyle doldurup köylerine göndermektedir. Buradan mezun olanlar yakınlarına ve komşularına da ihtilâl ve isyan fikrini aşılamışlar, Ermenileri bağımsızlık hayaline sürüklemiş, Osmanlı Devleti ve Türk milletine düşman etmişlerdir. Misyoner Corc ile piskopos vekili Ermenilerin ileri gelenlerine, onlar da Ermeni halkına Hınçak komitesinin programını telkin ederek ayaklanma düşüncesini zihinlerine yerleştirdikten sonra, fedâî kaydına başlamışlardır. Bundan sonra her taraftan fedâîler Bitlis’e dolmuşlar, hayalî vaatlerle cesaretlenmişler, devlet memuru Ermeniler istifa edip vazifelerinden ayrılmışlardır. Ermeni esnafına gelince, alış veriş için dükkanlarına gelen müslümanlara; “Şu belindeki bıçağı ne taşıyorsun? Birkaç güne kadar hükmü kalmayacaktır.” gibi hükümete sadakat, itaat ve tabiiyete aykırı küstahlıklara başlamışlardır. Gümüşhane olayının çıktığı 13 Ekim 1895 Cuma günü, müslümanlar camilerde hutbe dinlerlerken, protestan kolejindeki kilise çanının ilk kez çalınmasında, Ermeniler’in ileri gelenleri görünürlerden çekilip şuraya buraya gizlenmişler; ikinci defa çan çalınmasında, bütün Ermeniler dükkanlarını kapamışlar, eşyalarını öteye beriye dökerek yangın çıkarmaya kalkışmışlar; bir taraftan da evlerine gidip silahlarını alarak camilerin kapılarına doğru ilerlemeye başlamışlardır. Bu sırada, Ermeniler’in her taraftan birden hücuma geçmelerinin işareti olan kilisenin çanlarını üçüncü kez çalmasından önce pencerelerden durumu gören islam kadınları çocuklarını camilere göndermişler, Ermeniler’in hücuma geçmek üzere oldukları haberini vermişlerdir. Bu haber üzerine müslümanlar hutbenin bitmesini beklemeden dışarı fırlamışlardır. Camilerden dışarı çıkan İslâmlar, Ermenileri kapı önünde silahlı ve hücuma hazır görünce, çatışma başlamıştır. Ermenilerin silah kullanmaktaki korkaklığı, müslümanların ise; iyi silah kullanmaları sonucu, Ermenilerin tasarladıklarını yapmalarına imkân bırakılmamıştır. Müslümanlar böyle bir durumla karşılaşacaklarını akıllarına getirmediklerinden yanlarında bıçak ve deynekten başka silah olmadığı halde çarpışmışlardır. Memurlar, komutan ve askerlerin aldıkları ciddi tedbirlerle ayaklanma ancak iki saat sürmüştür. Bu kargaşalıkta İslâmlardan 38 ölü 135 yaralı, Ermenilerden de 136 ölü 40 yaralı olmuştur. Bitlis’teki olay çevreye de sıçramış, Bitlis’in kaza ve köylerinde de ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarda İslâmlardan 86 ölü 38 yaralı, Ermenilerden 171 ölü 49 yaralı olduğu alınan tahkikat raporlarından anlaşılmıştır. Ermeni ayaklanmasının bastırılması elbette hükümetin vazifesidir. İslâmların bu işe karışmasının sebebi, Ermenilerin olaydan önce tenhalarda rastgeldikleri İslâmları öldürmeleri, Müslüman kızlarını kaçırıp ırzlarına tecavüz etmeleri; en sonunda müslümanlar Cuma namazı kılmak için camilerde toplandıkları bir sırada tecavüze kalkışmaları; ve nihayet zühd ve takvâsıyla İslâmların büyük saygı duydukları Şeyh Haydar Efendi’nin Ermeniler tarafından korkunç bir şekilde, vahşice şehid edilmesi, bardağı taşıran son damla olmuş; İslâmları nefis müdafaasına zorlamıştır. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Asıldığı Yerde İlk Kez Anıldı; Ermeniler’e zulüm yaptığı iddiasıyla asılan Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili, ‘Milli Şehit’ Kemal Bey, ölümünün 86’ncı yıldönümünde idam edildiği Beyazıt Meydanı’nda ilk kez anıldı. 1919 yılında darağacının kurulduğu yerde yapılan törene Kaymakam Kemal Bey’in torunu da katıldı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, Ermeni ayaklanmasının önlenmesi amacıyla çıkarılan tehcir uygulamasında hatalı olduğu iddiasıyla yargılanmış, bu davada aklanmış, ancak buna rağmen işgalci güçlerin baskısıyla Osmanlı Hükümeti tarafından 10 Nisan 1919 yılında asılmıştı. Milli Şehit; Bakanlar Kurulu kararıyla 14 Ekim 1922 tarihinde Milli Şehit ilan edilen Kaymakam Kemal Bey, İstanbul’da idam edildiği Beyazıt Meydanı’nda Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği tarafından düzenlenen törenle anıldı. Kemal Bey idam edildiğinde 5 yaşında olan kızının oğlu Yalçın Gürenci de ‘Dedem vazifesini yapan, adalete inanan, vatanı için yaşayan, inançlı bir devlet memuruydu. İnandığı kıymetler ve adalet ne yazık ki siyasete alet edilmiş ve dış güçlerin baskısıyla idam edilmiştir. Bu millet için nice Kemal Bey feda olsun’ diye konuştu. Temsili kaymakamın, Kemal Bey’in vasiyetini okuması ve duanın ardından 1919 yılında Beyazıt Meydanı’nda darağacının kurulduğu yere karanfil bırakan grup ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez’ sloganları atarak dağıldı. 2 Yerde Daha; Yozgat’ın Boğazlıyan İlçesi Kaymakamı Kemal Bey, ölümünün 86. yıldönümünde Müdafaa-i Hukuk Vakfı ve Derneği’nce Kadıköy Salıpazarı’ndaki kabri başında da anıldı. Kemal Bey için görev yaptığı Yozgat’ın Boğazlıyan İlçesi’nde de tören düzenlendi. Ben masumum kahrolsun böyle adalet; Kemal Bey 5 Şubat 1919 tarihinde İstanbul Örfi İdare Divanı Harbi’nde (Sıkıyönetim Mahkemesi) yargılanmaya başlandı. Toplam iki ay ve 18 duruşma sonunda ‘Yozgat ve Boğazlıyan Ermenilerinin tehciri sırasında suiistimal ve öldürme olaylarında gevşeklik gösterdiği gerekçesiyle 8 Nisan 1919 tarihli kararla idama mahkûm edildi. İdam kararını veren mahkeme heyetinin yarısı azınlıklardan oluşuyordu. İki gün sonra 10 Nisan 1919 günü Beyazıt Meydanı’nda idam sehpasına çıkan Kemal Bey şunları söylemişti: ‘Vatandaşlarım sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet. Asil Türk Milleti’ne çocuklarımı emanet ediyorum. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…’ Askerler bayrağı yarıya indirmişti; Kemal Bey’in idam hadisesi, İngilizlerin hiç beklemediği şekilde büyük tepki ile karşılandı. Kemal Bey’in cenazesi vasiyeti üzerine Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki oğlunun mezarı yanına gömülmesi için, ailesine teslim edildi. Kadıköy’de büyük bir cenaze töreni yapıldı. Tabut, Karaköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker bayrağı yarıya indirerek selam durdu. Alışılmışın dışında, tabut eller üzerinde defnedileceği yere kadar götürülerek, 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşam üzeri toprağa verilir. Kemal Bey’in üzerinde çıkan vasiyeti tarihe bir belge olarak kalacaktır. Vasiyet özetle şöyle: ‘Sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayır’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha.’ Ermeni komplosu yüzünden asılmıştı; Törene katılan yaklaşık 100 kişi, Ermeni komplosu yüzünden suçsuz yere asılan Kaymakam Kemal Bey’in ‘Fertler ölür millet yaşar. Türk milleti ebediyete kadar yaşayacaktır’ sözlerinin yazıldığı pankartlar, ‘Dün Kemal Beyi astıranlar bugün terörist başını kurtarmaya çalışıyor’ yazılı dövizler ve Türk, KKTC’yle Doğu Türkistan Bayrağı taşıdı. [Ardıç Aytalar-İstanbul, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 11.04.05, Şirintepe-İzmit].
Bu Yıl Da Atlatıldı, Ama…: Bu yıl 90. yıldönümü münasebetiyle olağanüstü bir anlam verilmek istenen 24 Nisan (“Ermeni Soykırımı Günü”), nispeten az hasarla atlatıldı. Gerçi Fransa’dan ABD’ye, Polonya’dan Ukrayna’ya kadar yer yer gösteriler yapıldı, meclis kararları alındı, üst düzey yöneticilerin katıldığı anma törenleri düzenlendi, geniş medya kampanyaları yürütüldü. Ama şimdi bunlar geride kalıyor. Tabii Ermeni yanlısı etkinlikler bir iz bırakmıyor değil. Birçok ülkede, kamuoyunda Türkiye’ye karşı bir hava yaratıldığı, Türkiye’nin imajına gölge düşürüldüğü bir gerçek. Neyse ki, pratikte Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkileri pek sarsılmıyor. Ancak 24 Nisan’ı bir kaldıraç veya vesile olarak kullanan Ermeni yanlısı (veya Türkiye karşıtı) kampanyanın devam etmeyeceği, benzer durumların yeniden karşımıza çıkmayacağı sanılmamalı. Böyle bir olasılık her zaman (yani gelecek 24 Nisan gelmeden de) var… Başkan George W. Bush’un bu yıl da 24 Nisan mesajında “soykırım” sözcüğünü kullanmamasına seviniyoruz. Gerçekten bu konuda bir kaygı vardı: Bush yönetimi, Türkiye ile ilişkilerin “limoni” seyri nedeniyle bu yılki mesajında geçmişten farklı bir üslup kullanabilir, yani “jenosid” lafını edebilirdi. Etmemesi, iç politika mülahazalarını bir yana bırakıp Türk-Amerikan ilişkilerine verdiği önemi gösteriyor. Washington’da yönetim çevreleri, Bush’un bu yılki mesajında “soykırım”dan söz etmesinin Ankara ile ilişkilerde, -tam da düzelmeye yüztuttuğu bir sırada- ciddi bir kriz yaratacağını anladılar. Ancak, bu “Ermeni meselesi” konusunda ABD’deki genel havanın gene de “soykırım tezine destek” lehinde olduğu gerçeğini de görmemize engel olmamalı. Nitekim birçok eyaletlerde ve hatta ABD Kongresi’nde hava bu. Son günlerde bir hayli imza toplayan bir karar tasarısının Kongre’ye sunulması bekleniyor. Ve bu kez bu tasarının kabul görmesi olasılığı da oldukça güçlü görünüyor. Velev ki, yönetim bunu engellemeye çalışsın… Çalışır mı? Doğrusu bu -en azından şimdilik- belli değil. Bunu önümüzdeki haftalarda göreceğiz. Bunun anlamı da şudur: 24 Nisan atlatıldı, ama mesele kapanmadı… Bu sadece ABD için değil, daha pek çok ülke için (ve hatta AB için de) geçerli… Yani “Ermeni sorunu”, makul bir yumuşama ve uzlaşma sürecine girilmediği sürece, hep gündeme gelecek ve sadece Ermeni dünyasıyla değil, aynı zamanda birçok ülke ile ilişkilerde sıkıntılar, gerginlikler yaratacak. Bu bakımdan, Türkiye’nin bu konuda daha global düşünüp yeni stratejiler üretmesi ve bu alanda inisiyatifi sürekli elinde tutması gerek. Bu bağlamda Ankara’nın son girişimleri (Ermenistan’a ortak komisyon kurma önerisini yapması, son bazı gizli temaslarda güven artırıcı önlem paketini gündeme getirmesi) olumlu bir gelişmedir. Türkiye’nin gelecek 24 Nisan’ı beklemeden yeni girişimlerle olabilecek olumsuzlukları önlemesi pekala mümkün. Bu en azından Türkiye’nin iyi niyetini göstermiş ve uluslararası camiayı etkilemiş olur. Örneğin Ankara, Erivan’a ikili ilişkiler konusunda yeni açılımlarda bulunabilir. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları Ermeni diasporası ile yapıcı bir diyalog kurabilir… Evet, her yıl -veya yıl boyunca- bu meselenin hep karşımıza çıkmasını önlemenin yolu, yeni, akılcı ve pragmatik stratejiler üretmektir… [Sami Kohen, Email: skohen@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit]. 
Bugün karşımıza çıkarılan olaylar, aslında birbiri ile barış içinde iyi komşuluk ilişkileri ile yaşayan iki milletin, başlangıçta Rusya, daha sonra da Fransa, Amerika ve kısmen de İngiltere ile Almanya’nın karışması neticesinde birbirine düşman edilişidir. Bu düşmalığı yaratanlar, sömürgeci devletlerin kışkırttığı ve eğittiği, Ermeni Komitacılar olmuştur. Her iki milletin masum insanları bundan çok zarar görmüştür. Bugün parlamentolarından, (gerçekte olmayan ve aslında kendilerinin yaratmış olduğu acıları soykırım gibi gösteren iddilara verdikleri isim olan) “Ermeni Soykırımı”nın kabul edilmesi yönünde yasalar geçiren devletlerin hiç biri ne Ermenileri ne de Türkleri düşündüklerinden bunu yapmaktadırlar. Tek düşünceleri, Sevr’i yeniden ortaya çıkarmak ve Anadolu’yu parçalamaktır. Aslında burada dikkat edilmesi gereken en önemli ülke, çok uzun vadeli planlar yapan Amerika’dır. Başlangıçta gönderdiği misyonerler ve onların açtığı okullar vasıtasıyla bize düşman militanlar yetiştirmeyi başarmıştır. Daha sonra bu taktik yeterli gelmeyince hem o okullar vasıtasıyla, hem de başka yollarla kendi kültürünü bize enjekte ederek toplumumuzu yozlaştırmıştır. Marshall Yardımı adı altında satın aldığı Mehmetçik kanı yetmediği için, daha sonra ortaya Staretejik Ortaklık kavramı atılmıştır. *Çeşitli kalkınma hamleleri adı altında önemli düzeyde borçlandırılan Türkiye, IMF politikaları ile ekonomik açıdan bağımlı hale getirilmiştir. Bunun birtek amacı vardır: 21.yy da müdahale edilmesi planlanan Ortadoğu’da buna karşı çıkabilecek tek ülke olan Atatürk Türkiyesi’ni, karşı koyamayacak duruma düşürmek. Çok ince politikalarla kazasız belasız atlattığımız 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, bizi bir daha 1. Dünya Savaşı’ndaki tuzağa düşüremeyeceklerini anlayanlar, memleketi sağcı-solcu, faşist-komünist diye kamplara bölüp oyalamış ve gerçek niyetlerini görmemizi engellemişlerdir. Aynı taktik şimdilerde laik-antilaik şeklinde uygulanmaktadır ve ne yazık ki içimizdeki bazı iyi niyetli aymazlar ve kötü niyetli satılmışlar bu yangını körüklemektedir. 1974’ten 1985’e kadar bizi oyalayan Ermeni Terörü, bu tarihten sonra yerini başka bir taşerona bırakmış ve bu Yeni Terör Örgütü, uygulanan ekonomik politikaların da yardımı ile, bizi onbeş yıl gibi bir sürede, planı yapan Emperyalistler’in tabiri ile desansibilize etmeyi başarmıştır. Şimdi artık, ben aydınım, ben vatanseverim ben milliyetçiyim diyen herkesin Irak’a demokrasi getirdiğini söyleyenlerin asıl hedefinin ne olduğunu net olarak görüp Batı taklitçiliğini ve günümüzde yükseliş gösteren Arap taklitçiliğini bir yana bırakıp Atatürk çizgisini yakalayabilmek için kolları sıvaması gerekir. Yoksa birkaç yıl içerisinde çocuklarımızın köle, topraklarımızın sömürge olduğunu görmemiz işten bile değildir. İşte Alman şansölyesi’nin söylediği noktaya gelmiş bulunuyoruz. Aydınlanma Türkiye’ye ulaşmadı, ulaşmayacaktır. Yanlış! Aydınlanma, Türkiye’ye 1923’de geldi. Fakat ne yazık ki devam ettiremedik. Bugün geldiğimiz bu tehlikeli noktada uyanıp aydınlanma meşalesini yeniden yakamazsak Sevr’i cebinden çıkaranlara dur dememiz mümkün olmaz. Bu meşaleyi yeniden yakmanın tek yolu, bazılarının arkasına saklandığı özgürlük ve eşitlik maskeleri ile dönülmek istenen ortaçağ karanlığı değil çağdaş eğitimdir. Hangi limana gideceğini bilmeyen gemiye rüzgarın faydası olmaz. Buna da Şükür! Avrupa Eskiden Olsaydı, ‘Apo’yu Bırakın’ Derdi: AİHM’den Abdullah Öcalan konusunda çıkan karar beni hiç şaşırtmadı, hattá ‘Neyse ki, bu kadarla atlattık’ diye düşündüm. Zira Avrupa’nın bizdeki bu çeşit davalarla ilgili yaklaşımı geçmişte de hep aynı şekilde, yani aleyhimizde olmuş; üstelik suçluların ‘yeniden yargılanmaları’ değil, ‘derhal serbest bırakılmaları’ talebinde bulunmuşlar ve istediklerini de yaptırmışlardı. Hattá, Avrupa karşısında düştüğümüz aczden ve ‘Aman dostlarımıza ayıp olmasın’ diye düşünmemizden dolayı, 1905’te zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid’e karşı suikast teşebbüsünde bulunan ve 26 kişinin canını alan Belçikalı bir teröristi bile affetmiş ve cebine para koyup Avrupa’ya göndermiştik. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Abdullah Öcalan konusunda vereceği kararın ‘yeniden yargılama’ olacağından hemen hepimiz emindik ama kararın açıklanmasından sonra nedense bir şaşırdık, derken ihtimalleri tartışmaya başladık ve günlerden beri tartışıyoruz. Ben, mahkemenin kararını duyunca ne şaşırdım, ne de başka türlü tepki gösterdim; sadece ‘Neyse ki, bu kadarla atlattık’ diye düşündüm. Zira Avrupa’nın bizdeki bu çeşit davalarla ilgili yaklaşımı geçmişte hep aynı şekilde, yani aleyhimizde olmuş; üstelik suçluların ‘yeniden yargılanmaları’ değil, ‘derhal serbest bırakılmaları’ talebinde bulunmuşlar ve istediklerini de yaptırtmışlardı. Dava hakkımızdan feragat ettiğimiz olayların en önemlisi, İkinci Abdülhamid’e karşı girişilen suikast teşebbüsüydü. 1905’in 21 Temmuz günü İstanbul’da bir bomba patladı ve 26 kişinin hayatına maloldu. Günlerden cumaydı, zamanın hükümdarı Abdülhamid namazını kılmak için merasimle Yıldız Camii’ne gitmiş ve camiin yanıbaşına bırakılan bir arabanın içindeki saatli bomba Abdülhamid’in oradan geçmesine birkaç saniye kala patlamıştı. Padişah yara almadan kurtulmuş ama 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış ve 20 kadar at da telef olmuştu. Tahkikatta, İstanbul’un büyük bir tehlikeden son anda nasıl kurtulmuş olduğu ortaya çıktı: İşin gerisinde Ermeni Komitacılar vardı, hedef zamanın hükümdarı Abdülhamid idi ve suikast teşebbüsünün taşeronluğu Charles-Edouard Joris adında Belçikalı bir anarşist yapmıştı. Joris’in başında bulunduğu terör ekibi hükümdarı öldürdükten sonra Babıáli’yi, Tünel’i, Galata Köprüsü’nü ve Osmanlı Bankası’nı uçuracak; elçilikleri ve bazı önemli resmi daireleri yerle bir edecekti. Hedef, Padişahmiş: İstanbul’da hemen bir tutuklama furyası başladı. İşe karışan Avrupalı teröristlerin hemen tamamı yabancı bandıralı gemilere binip çoktan Türkiye’den ayrılmışlardı ama Joris’le birkaç adamı hálá İstanbul’daydı ve yakalandılar. Tutuklamaların açıklanmasından hemen sonra Babıáli ve Saray Avrupalı diplomatların baskınına uğradı. Gelenler ‘Joris sivildir, dolayısıyla sadece sivil hákimler tarafından yargılanabilir’ diye tutturdular ve hükümet ısrarlar karşısında sivil bir soruşturma komisyonu kurdu. Sorgulamalar başlar başlamaz devreye bu defa Belçika büyükelçisi girdi ve Joris’in ifadesi alındığı sırada teröristin yanında hazır bulunmayı başardı. Sivil savcılar teröriste ‘Padişahın canına niçin kastedildiğini’ sorarken, büyükelçi, Joris’in haklarının ihlál edilip edilmediğini araştırmakla meşguldü! Joris ile arkadaşları sivil bir mahkemede yargılandılar ama karar celsesinden bir gün önce, 1905’in 17 Aralık’ında, Belçika’nın İstanbul’daki büyükelçisi Osmanlı Hariciyesi’ne bir nota verdi ve ‘3 Ağustos 1838 tarihli bir kapitülasyona dayanarak, Joris’in mahkûm edilmesi halinde, iadesini isteyeceklerini’ bildirdi. Vatandaşının yabancı bir memleketin hükümdarının hayatına kastettiğini unutmuş görünen elçi, ‘Suikast, Joris’in itirafları sayesinde aydınlanmıştır; dolayısıyla Joris’in Osmanlı ülkesinde kalmasında artık bir fayda yoktur ve cezasını Belçika’da çekmelidir’ diyordu. Utanmaz Talep: Mahkeme, notanın verilmesinden bir gün sonra, yani 18 Aralık’ta kararını açıkladı ve Joris’i idama mahkûm etti. Belçika Büyükelçisi hemen ertesi gün yeniden Babıáli’ye gidip hiç sıkılmadan Joris’in derhal iadesini isteyince taraflar arasında yoğun bir nota teatisi başladı. Osmanlı Hariciyesi, Belçika’ya önce gereken üslupta cevaplar verdi, anarşisti iade etmeme konusunda bir hayli direndi ama sadece Brüksel’den değil öteki Avrupa başkentlerinden de Belçika’yı destekler yolda talepler gelmeye ve bu talepler tehdit halini almaya başlayınca inanılmayacak bir karar verildi: Sultan Abdülhamid, canına kasteden Joris’in idam cezasını önce müebbed hapse çevirdi, sonra da affetti. Charles-Edouard Joris’i Belçika’ya iade etmedik ama cebine para koyup Avrupa’ya gönderdik ve ‘Kan dökmekten hoşlanmayan padişahımız, canına kasteden katili bile affetme yüceliğini göstermiştir’ meálinde kısa bir resmi bildiriyle hadiseyi kapatıverdik. Yandaki kutuda, vereceğimiz haklı hükümlerden ürken Avrupa’nın devreye girmesi üzerine düştüğümüz aczden ve ‘Aman dostlarımıza ayıp olmasın’ diye düşünmemizden dolayı yargılama hakkımızdan feragat ettiğimiz bazı önemli davaların kısa hikáyeleri yeralıyor. Bunları da okuduktan sonra, AİHM’nin Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanmasını istemesi üzerine ‘Neyse ki, bu kadarıyla atlattık’ diye düşünmemin sebebini anlayabilirsiniz. ‘Avrupa aman bize gücenmesin’ deyip her katili serbest bırakmıştık. Banka Bastilar, Serbest Kaldilar: İstanbul’un Karaköy semtindeki Osmanlı Bankası binası, Ermeni Meselesi’ni dünya gündemine taşımaya çalışan bir grup terörist tarafından 1896’nın 26 Ağustos sabahı işgal edildi. Teröristlerin binaya tamamen hákim olmaları dört saat sürmüş, binada bulunanlar rehin alınmıştı. Baskıncılar, olay yerine gelen askerlere pencerelerden kurşun ve bomba yağdırıyor, rehinelerin bir hareket yapmalarını önlemek için de tahrip gücü daha az olan bombaları bina içerisinde patlatıyorlardı. Bankadaki baskın devam ederken, Osmanlı Hariciyesi de Avrupalı diplomatların baskınına uğradı. Diplomatlar ‘Biz arabulucu olalım, siz de saldırganların hiçbirini tutuklamayacağınızı ve Türkiye’den serbestçe ayrılmalarına izin vereceğinizi duyurun, mesele hallolsun’ diyorlardı. Çaresiz kalan Abdülhamid’in teklifi kabul etmesi üzerine Rus Elçiliği’nin baştercümanı Maksimof binaya girdi, teröristleri dışarı çıkarttı, iki sıra halinde dizilmiş askerin arasından geçirip rıhtıma götürdü ve baskına uğrayan bankanın genel müdürü Sir Edgard Vincent’in yatına bindirip Marsilya’ya uğurladı! Polis Katillerini Biraktik: Birinci Dünya Savaşı yıllarında Konya’da bulunan Alman Otomobil Taburu’na mensup bir grup Alman askeri ile Merkez Karakolu’nda görevli polisler arasında 1918’in 31 Ağustos gecesi çatışma çıktı. Çatışmanın sebebi, serhoş askerlerin taşkınlıklarıydı. Karakolun önü savaş alanına döndü, Abdullah Efendi adındaki bir polis memurunun kafası Almanlar tarafından dipçikle parçalanırken, çok sayıda polisin yanısıra halktan da bazı kişiler yaralandı. Konya’da alelácele kurulan bir Alman askeri mahkemesi, olaya karışan askerleri hafif hapis cezalarına mahkûm etmekle yetindi. Mahkeme, öldürülen polis memurunun ailesine de 3 bin lira tazminat ödenmesine karar verdi. Ama, işin acı olan tarafı katillerin hapse atılmaları yerine sessiz sadasız Almanya’ya gönderilmelerine izin vermemiz ve tazminatı da alamamamızdı. Hükümet ‘müttefikimize ayıp olmasın’ diyerek işin üzerine gitmeyecek, şehid polisin annesi Ayşe Hanım’ın ‘Sefil olduk, açız’ diyerek yaptığı başvurular da bir netice vermeyecekti. Son Osmanlılar, 80 yıl sonra ilk kez Kanal D’de konuşacaklar. Geçen hafta, 1924’te Türkiye’den sınırdışı edilen Osmanoğlu ailesinin sürgün hayatlarından alınmış kesitleri ‘Son Osmanlılar’ adıyla bir TV belgeseli haline getirdiğimi ve çekimleri biten belgeselin montajının da tamamlanmasından sonra yakında yayınlanacağını yazmıştım. Ben, belgeselin yeralacağı kanalın adı hazırlıkların tamamlanmasından sonra zaten duyurulacağı için yazmamıştım ama hafta içerisinde arayan çok sayıda okuyucum ve dostum, belgeselin hangi kanalda yayınlanacağını sordular. Cevabı şimdi vereyim: ‘Son Osmanlılar’, çok yakında Kanal D’de yayınlanacak; gazetecilerden 80 seneden buyana uzak duran ve kamera karşısına ilk defa geçen Osmanoğlu ailesinin önde gelen mensupları, filmlere taş çıkartacak derecede maceralarla dolu olan hayatlarından kesitleri Kanal D’de anlatacaklar. Belgeselin özetinin yanısıra yapım öyküsünü de, Hürriyet’te haber olarak okuyacaksınız. Geçen hafta söylemiştim, yeniden yazayım: İmparatorluğun çöküşü sonrasında şahısların yanısıra toplumun da yaşadığı heyecanlarla, hayal kırıklıklarıyla ve yer yer de ümidlerle dolu olan ve işin siyasi değil, insani boyutuna temas eden ‘Son Osmanlılar’ın, hafızalarda silinmeyecek izler bırakacağına eminim. [Murat Bardakçi, Email: mbardakci@hurriyet.com.tr, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.0.05, Şirintepe-İzmit].
Bush’un ’24 Nisan’ Mesajı: Başkan Bush’un 24 Nisan mesajı, “soykırım” ifadesini kullanmadığı için Ankara’da “memnuniyetle” karşılandı. Ancak, Washington tarafından her kelimesi tartılarak hazırlanan mesajın analizi pek yapılmadı. Oysa, Ermenilerin Bush’a duydukları kızgınlık sadece “soykırım” ifadesini kullanmamış olmasından kaynaklanmıyor. Mesajın ilk paragrafında, maruz kaldıkları “Büyük Felaket”ten (Great Calamity) dolayı Ermeni milletine başsağlığı dileniyor. Bu elbette ki tek yanlı bir yaklaşım. Bush, o dönemde ölen milyonlarca Türk ve Kürt’ten söz etmiyor. Dahası, “soykırım” demese de sanki buna işaret ediyor. Bu kanaati güçlendiren husus ise mesajın üçüncü paragrafında yer alıyor ki ona da değineceğim. Ama Ermeniler yine de memnun değiller. Bush memnun etmedi: Bush’un 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söylemesi de mesajın bizim açımızdan tatsız yanlarında biri. Rakam konusunun tartışmalı olduğunu hem Ermeni belgeleri -örneğin Boğos Nubar Paşa’nın 1919 Paris Barış Konferansı’na verdiği rakamlar- hem de Türk belgeleri gösteriyor. Murat Bardakçı’nın su yüzüne çıkardığı Talat Paşa’nın not defteri ise tartışmaya yeni bir boyut katmış bulunuyor. Kısacası, Bush, kesin olmayan bir konuda kesin konuşmuş oluyor. Fakat bu da Ermenileri memnun etmiş değil. Ermenilerin kızgınlığı ise, mesajın ikinci paragrafıyla başlıyor. Bush burada Ermenistan’a “daha demokratik” olması için sesleniyor. Bu da Avrupa ve Amerika’da kendilerini “Batılı ve demokrat bir millet” olarak gösteren Ermenilerin işine gelmiyor. Bush, ayrıca, Washington’un Karabağ meselesinin peşini bırakmayacağını belirtiyor. Bu da “Karabağ bizimdir, aldık ve iş bitti” diyen Taşnakların tüylerini diken diken ediyor. Çünkü -Avrupa Konseyi’nin kısa bir süre önce Karabağ sorunu çerçevesinde Ermenistan’ı “işgalci” ilan etmesinin gösterdiği gibi- uluslararası hava bu konuda Ermenilerin aleyhine dönmeye başladı. Taşnakları kızdıran husus: Yakında Gürcistan’ı ziyaret edecek olan Bush, Erivan’a bir “stratejik dokundurmada” da bulunuyor. “ABD’nin Ermenistan ile daha kapsamlı güvenlik işbirliği istediğini” söylemek suretiyle, “Rusya’dan ayrılın, bizim kampa katılın” demiş oluyor, ki bu da Erivan’da farklı kesimler arasında tartışma yaratacak bir yaklaşım. Üçüncü paragrafa gelince, Taşnakları esas kızdıran hususlar burada yer alıyor. Her şeyden önce Bush burada, Taşnakların nefret ettikleri ve başarısızlıkla sonuçlanması için çok uğraştıkları, “Türk-Ermeni Uzlaşma Komitesi”nin Türk ve Ermeni üyelerini alkışlıyor. Ardından, tartışmalı bir şekilde olsa bile, bu komite yoluyla başvurulan New York’taki “Uluslararası Geçici Adalet Merkezi”nin raporunun önemine değiniyor. Soykırıma dolaylı destek: Bu rapor özetle “Soykırım oldu ama 1948 Soykırım Sözleşmesi geriye dönük işletilemez” diyor. Yani Bush, dolaylı olarak, “soykırım” ifadesine arka çıkıyor, ki bu, Türkiye’yi memnun edecek bir husus değil. Fakat aynı zamanda, “Ermenilerin bu konuda yapabilecekleri bir şey yok” diyor. Taşnakları çileden çıkaran da bu. Hem diaspora, hem de Ermenistan üzerindeki etkileri büyük olan Taşnaklar bu yaklaşımı nefretle karşılıyorlar. Kendilerini şu anda, “Türkiye soykırımı kabul edecek ve iş orada bitecek” korkusu sarmış bulunuyor. Oysa onlar intikam ve diyet peşindeler. Bunu da artık gizlemiyorlar. Bush ayrıca, Başbakan Erdoğan’ın bir Türk-Ermeni komisyonunun kurulması teklifine de destek veriyor. Taşnaklar, “soykırım” konusunu tartışmaya açacağı için bunu da istemiyorlar. Uzun lafın kısası, Başkan Bush mesajında aslında yol gösteriyor. “Tarihin karanlık bir anını kabullenelim ve analım ama geleceğe bakalım” diyor. Geleceklerini geçmişe endekslemiş olan Ermeniler ise bunu reddediyorlar. [semihi@cnnturk.com.tr, CNNTurk, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Bush’un Açıklamasına CHP’nin Eleştirisi: ABD Başkanı Bush, Ermenilerin “soykırım günü” olarak andıkları 24 Nisan’da yaptığı açıklamada, “soykırım” sözcüğünü kullanmadı. Ankara, bunu memnuniyetle karşıladı. Ancak, ana muhalefet partisi CHP, Bush’un açıklamasının memnuniyetle karşılanmasını yanlış buluyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Bush’un “soykırım” sözcüğünü kullanmamakla birlikte, Ermenilerin istediği yönde bir tanımlama ve tarihi gerçekler karşısında haksız ve dengesiz bir açıklama yaptığını düşünüyor. ‘Ermenice, soykırım’: Öymen, Bush’un açıklamasını eleştirirken şu noktalara dikkat çekti: “Başkan Bush, soykırım demedi, ‘büyük felaket’ dedi. İngilizce olarak, ‘calamity’ sözcüğünü kullandı. Bu sözcüğün Ermenice karşılığını, Ermeniler soykırım anlamında kullanırlar. Onlar da 1915 olaylarına ‘büyük felaket’ derler. Bu birinci nokta. İkincisi, Başkan Bush 1.5 milyon insanın öldürülmesinden bahsediyor. Oysa, hiçbir zaman o olaylarda ve bölgede 1.5 milyon insan olmamıştır. Üçüncüsü, bu olaylarda yüz binlerce Türk öldürülmüştür. Başkan Bush bundan hiç söz etmiyor. Öldürülen Türkleri kim anımsayacak? Dördüncüsü, Sayın Bush, Başbakan Erdoğan’ın girişimini övüyor. Ama, CHP’nin girişimiyle Başbakan Erdoğan’ın yaptığı öneriyi hayata geçirmeyen, engelleyen Ermenistan’ın arşivlerini açmamasıdır. Bu olay kapanmıştır, siyasidir, deyip konuyu kapatmaya çalışmasıdır. Başkan Bush buna da hiç değinmiyor, Ermenistan’ı ve Ermenileri hiç eleştirmiyor. Bu dengesiz, Ermeni yanlısı bir açıklamadır. Bu nedenle Bush, ‘soykırım” demedi diye, göbek atacak bir durum yoktur.”. ‘Asala unutuldu mu?’: CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Bush’un açıklamasında ASALA terörüne hiç değinilmemiş olmasını da eleştirdi: “ASALA, 40’tan fazla diplomatımızı öldürdü. Kimse bunu anımsamıyor, anımsamak veya anımsatmak istemiyor. Tek yanlı olarak sadece Türkleri ve Türkiye’yi suçlamakla meşgul oluyor. Türkiye’yi soykırım suçlusu ilan etmeye uğraşıyor. Bunun nedeni, Türkiye’nin yeterince ses çıkarmaması, karşı koymamasıdır. Türkiye bu kadar zayıf görülecek bir ülke değildir. Ancak ülkeyi yönetenler böyle bir izlenim verdikleri için herkes Türkiye’yi suçlu ilan etmek için yarışa girmiş durumdadır.”. Belçika ve Polonya: Öymen, dünyanın Atatürk ve İnönü döneminde bu tür iddiaları gündeme getirmeye, karara dönüştürmeye yeltenmediklerini, çünkü, gösterilecek tepkiden çekindiklerini belirtti. Öymen, son olarak Belçika ve Polonya parlamentolarında alınan kararları eleştirirken şu analizi yaptı: “Belçika’nın aldığı karar karşısında Türkiye sessiz kalmıştır. Bu büyük bir hatadır. Belçika Parlamentosu kararında bütün soykırımlar diyor ama gerekçesinde Ermenilere karşı soykırımdan söz ediyor. Dolayısıyla bu karar bizi ilgilendirmez, diyemeyiz. Hükümet bu havaya giriyor. Gerçek öyle değil. bu karar biz ilgilendiriyor. Çok ağır bir karardır. Soykırım yoktur demeyi suç sayıyor. Sekiz günden bir yıla kadar hapis öngörüyor. Yani biz Belçika topraklarında Ermenilere karşı soykırım yapılmamıştır, diyemeyeceğiz. Suç sayılacak. Hapis öngörülecek. Hükümet, Belçika’nın bu ağır ve haksız kararını görmezlikten gelemez.” Öymen, Polonya’nın da Türkiye’yi ve Türkleri “sırtından bıçakladığını” vurgulayarak şöyle dedi: “Polonya, haritadan silindiğinde onu koruyan, yardımına koşan Osmanlı’dır. Ama Polonya bu kararıyla bizi sırtımızdan vurmuştur. Bu nasıl dostluktur? Düşünün ki daha bir süre önce biz Polonya’nın NATO üyeliğini onayladık. Ama Polonya tarihi gerçeklere hiç bakmadan bizi soykırım suçlusu ilan etti. Bu da dış politikanın ne kadar kötü ve etkisiz yürütüldüğünün bir kanıtıdır.” Öymen, Türkiye’nin özellikle AB’ye üye olmak istemesini fırsat bilen ülkeler ve çevrelerce çok yönlü saldırıya maruz kaldığını ve buna karşı etkili bir karşı duruş sergileyemediğini vurguluyor. “Bu tablo” diyor, “Türkiye’yi, kafasına vur, her şeyini al, görüntüsüne sokuyor. Oysa Türkiye bu değildir. Olmadığını göstermelidir.” [Fikret Bila, Email: fbila@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Buyurun Sınırları Açın; Belli ki Ermenistan’daki Ermeniler çok sıkışık durumda… Bugünlerde onlar adına kim ağzını açsa ‘Türkiye’nin Ermenistan’la sınırını açmasının Türkiye’ye sağlayacağı yararlardan’ dem vuruyor. Önceki gün Cumhuriyet’te Leyla Tavşanoğlu’nun David Phillips adında biriyle yaptığı mülakat vardı. Hani bizim kendi çıkarlarımızın ne olduğunu bilmeyecek kadar aptal olduğumuzdan emin yabancı dostlarımız (!?) vardır ya David Phillips’in onlardan biri olduğu, mülakatın nerdeyse her cümlesinden fışkırıyor. Konuşmasının -saydık- tam 10 ayrı yerinde ‘Ermenistan’la aramızdaki sınırı açmamızın yararlarını’ dile getiriyor. Birinde ‘Sınırı açmak vizyon, cesaret, iyi komşuluk ilişkilerinde proaktif bir yaklaşım demektir’ diyor. Yani siz önce sınırı açın, gerisi kolay demeye getiriyor. Sınırın tekrar açılması onlar için o kadar önemli olmalı ki aynı gün Hürriyet’te ‘soykırım’ konusunda görüşleri yayınlanan Karadeniz Ekonomik İşbirliği teşkilatındaki Ermenistan Temsilcisi Arsen Avegyan da, ‘soykırım’ avukatlığına soyunan Türkler de onu istiyor. Hele Amerikalılar, hükümetle hangi konuyu görüşürlerse görüşsünler önce ‘Ermenistan’la aranızdaki sınırı açmalısınız’la lafa başlıyorlar. Bu kadar bağırmaları elbet sebepsiz değil. Ermenistan’ın nüfusu World Almanac’a göre 1998’de 3 milyon 441 bin idi. Oysa 2004 Temmuzu itibariyle yapılan tahmin 2 milyon 991 bine düştüğünü gösteriyor. Yani 500 bin kişi başka ülkelere göç etmiş. Çünkü Ermenistan ekonomisi çökmüş durumda. O kadar ki Türkiye’de 7500 ABD Doları olan kişi başına satın alma gücü orada 3500 dolar. Nüfusun yarısının yaşam düzeyinin ‘yoksulluk sınırı altında’ olduğu biliniyor. Ermenistan sınırı bir açılsın… Sıra Karadeniz üzerinden dünyaya açılmalarına gelecek. Bu sırada Türkiye’yi bir yandan ‘soykırım yaptığınızı kabul edin’ diye sıkıştırmayı sürdürecekler. Onun ardından da hem anayasalarındaki hem de bağımsızlık bildirgelerindeki Türk düşmanlığı üzerine oturtulmuş taleplerini -bilinen müttefiklerinin de desteğiyle- dile getirmelerine sıra gelecek. Bu gerçekler ortada iken bakıyoruz Sayın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye’nin Ermenistan karşısındaki iyi niyetini dile getirmek için ‘Sadece İstanbul’da 40 bin Ermenistan vatandaşı Ermeni’nin çalışmakta olduğunu’ ifade ediyor. Erivan’dan kalkan yolcu ve kargo uçaklarının İstanbul’a inmesine ve buradan kalkanların Erivan’a gitmesine izin verildiğini anlatıyor. Türkiye’nin kendi iç hukukunu göz ardı ederek, ‘diplomatik ilişkisi’ bile olmayan bir ülkenin vatandaşlarına burada çalışma hakkı tanıması olabilir mi? Bakın olmuş… Bizzat Dışişleri Bakanı itiraf ediyor. Peki buna karşılık Ermenistan ne istiyor? ‘Soykırımı kabul edin. Sonra sizden tazminat ve toprak istememize sıra gelecek’ diyor. Hani ‘Yok öyle bir niyetimiz’ deseler yine neyse. Onu bile söylemeden bu taleplerde bulunanlara ‘evet’ diyenlere ne denir? [Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi, 05.04.05, Kayıt: Erkan Kiraz, 05.04.05, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Catholicos Aram I meets President Kotcharian in Geneva: On Sunday, August 22, 1999 His Holiness Aram I and President Robert Kotcharian had an unofficial meeting in Geneva. His Holiness was the president’s guest for dinner, during which were present the Minister of Foreign Affairs of Armenia and the Ambassador of the Armenian Embassy in Switzerland. President Kotcharian had arrived to Geneva to have a meeting with the president of Azerbeijan, Mr. Haidar Alieve while His Holiness is in Geneva to preside over the meetings of the World Council of Churches. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Cem Özdemir: Türkiye’de Ermenilerin de Anıtı Olmalı: Avrupa Parlamentosu AP Yeşiller Grubu Üyesi Cem Özdemir, “Ermeni soykırımı”nın tanınmasının Kopenhag kriteri olmadığını ancak Türkiye’nin tarihi ile yüzleşmesi gerektiğini belirterek “Niye Türkiye’deki Ermenilerin anıtı yok? Türkiye’de yakınlarını yitirmiş Ermenilerin de üzüntülerini ifade eden bir anıt olmalı” dedi. Cem Özdemir, ABHaber’e yaptığı açıklamada Türkiye’nin “soykırım”ı tanımasının Kopenhag kriterlerinin arasında yer almadığını ancak müzakere sürecinde Türkiye’nin kendi tarihi ile yüzleşmesi gerekeceğini söyledi. 6-7 Eylül olaylarının Türkiye’de on sene içinde tarih kitaplarına gireceğini ifade eden Özdemir, şöyle devam etti: “Bunlar utanç verici olaylar. Tüm bu olaylar Türkiye’deki çocuklar tarafından bilinmeli. Ermeni konusu için de aynısı geçerli. Okullarda, tarih kitaplarında Ermenilerin Türkleri kestiği öğretiliyor. Resmi politika ise, Ermenilerin de öldüğünü söylüyor. Niye Türkiye’deki Ermenilerin anıtı yok? Türkiye’de yakınlarını yitirmiş Ermenilerin de üzüntülerini ifade eden bir anıt olmalı. TC Devleti inandırıcılığını kanıtlamak istiyorsa Ermeni kayıplarına değer verdiğini göstermeli.” Halen olayların tamamen Türkiye’nin elinde olduğunu savunan Özdemir Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini düzeltmesi ve Türkiye’de yaşayan Ermenilerin yaşam tarzlarını iyileştirmesi halinde Türkiye’nin Ermenistan’ı yanına alacağını belirtti. Özdemir “Şu an Türkiye sınırı kapadı. Vakıflar yasasında da gördüğümüz gibi Ermenilerin varlıkları ellerinden alınıyor. Başkasının malını devlet alıyor. Bu çok büyük bir ayıp. Türkiye’deki gayrimüslimlerin mal varlıkları durumu kesinlikle düzeltilmeli. Bu yasalar düzelirse her şey düzelecek. Böylece Türkiye’nin imajı da düzelecek” diye konuştu. Türkeş’in Korkmadığı Şeylerden AKP Neden Korksun?: Cem Özdemir, MHP lideri Türkeş’in 12 yıl önce Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan ile görüştüğünü, hatta sınıra üzüntü bildiren bir anıt dikmeyi bile düşündüğünün ortaya çıktığını belirterek “Türkeş’in korkmadığı şeylerden şimdi AKP hükümeti neden korksun. AKP gayet cesur bir şekilde Ermenistan’la ilişkiler sürecinde yeni bir kapı açabilir” dedi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 03.05.05, Şirintepe-İzmit].
CHP’nin Sözde Ermeni Soykırımı İnisiyatifi: Türkiye’de başlayan Batı’nın bakın siz de nasıl vahşi ve sinsi işgalcilerdiniz yaklaşımları. CHP’nin Sözde Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’nin inisiyatif alması girişimleri, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nce Ermenilerin 1912-1915’ler arası Ruslarla işbirliği yaparak van ve diğer yakın kentlerde işledikleri Türk Mezalimi kazı çalışmaları ve belgelerinin açıklanması, birden ön yüze çıkartılıveren 26 Şubat 1992 Azerbaycan Hocalı’da Ermenilerin işlediği Türk Mezalimi suçları, Türkiye’nin Ermenistan ile doğrudan ilişki kurma girişimleri, Diaspora Ermenileri’nin Sözde Ermeni Soykırımı’nın karşılıklı bir araya gelerek belgelere dayalı olarak inceleme önerisini gerekçesini reddetmeleri, salt Türklere iftira için yazılmış Mavi Kitap’ın yazarından bunlar hep iftiraydı itirafı ve Diaspora Ermenileri’nin can hedefi haline gelen ve Ermenilerin yıllardır dünyayı uyuttuğunu belgelerle açıklayan Justin McCarty’in birden Türkiye ve Türkler tarafından keşfedilivermesi.. Ve de Orhan Pamuk gibi bazı yazarların Batı basına “Ermenileri katlettiğini” açıklaması, kendilerini Türk aydını olarak zannedenlerin Orhan Pamuk’a yönelik eleştirilere tahammül edemiyor olup hemen savunma yazılarına döşenmeleri. [Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Coptic Bishop Serapion of Los Angeles Visited the Russian Department for External Church Relations: On June 1 Metropolitan Kirill of Smolensk and Kaliningrad, Chairman of the Department for External Church Relations of the Moscow Patriarchate, received Bishop Serapion of Los Angeles (Coptic Church) at the latter’s request. During the talk Metropolitan Kirill informed Bishop Serapion that the Holy Synod of the Russian Orthodox Church, following the recommendation of the Synodal Theological Commission, to consider it useful to continue bilateral theological dialogue between the Russian Orthodox Church and the Oriental Orthodox (Nonchalcedonian) Churches. Also discussed were other questions of the inter-Christian cooperation, including the attitude of the Russian Orthodox Church and the Coptic Church to the ecumenical movement and the World Council of Churches. Taking part in the meeting were Hieromonk Hilarion (Alfeyev), secretary of the DECR MP for inter-Christian relations, and Vladimir Shmaliy, a staff member of the same Secretariat. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Daud KHEYRIYAN: For the Sake of Cross [Haçın Hatırı İçin], 26 Şubat 1992 günü Azerbaycan Hocalı Ermenilerin Türk Kıyımı’nı yaşayan ve daha sonraları Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci,
Dedemin Yolculuğu “Hicret” miydi, “Tehcir” mi?: Geçmişe saplanıp kalmanın, geçmişteki acı olayların hesabını bugün görmeye çalışmanın kime ne faydası var, bilemiyorum. Bunu söylerken tarihi doğru olarak yazmanın, tarihte olup biten olayları doğru olarak öğrenmenin yanlış olduğunu da söylemiyorum elbette. Tarih doğru olarak yazılmalı ki neler olup bittiğini, hangi şartların neleri doğurduğunu öğrenmemiz mümkün olsun ve bunlardan bugünkü yaşamlarımızı iyileştirmek için dersler çıkarabilelim.. Geçmişin esiri olmadan, geçmişten yararlı dersler çıkarmak.. Geçmişte olanlardan bugün için düşmanlıklar çıkarmamak.. Esas sorun budur. Dev Çınarın Altında..: Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında Ermeni Tehciri kararının ardından neler olup bittiğini de bu nedenle öğrenmek zorundayız. Öğrenmemiz gereken başka şeyler de var elbette.. Benim rahmetli dedem, bugün Makedonya olarak bilinen devletin kurulu bulunduğu topraklarda doğmuştu. Üsküp’te çarşının içindeki büyük caminin önündeki meydanda dev çınar ağaçları var.. Yıllar önce o çınarların altındaki kahvede otururken, bir cuma namazının dağılışını izlemiştim.. Benim için gerçekten çok heyecanlı ve duygulu anlardı.. Camiden çıkan yaşlı insanlara bakınca dedemi hatırlamıştım.. Onun gibi yürüyen, onun gibi konuşan, onun gibi çakır gözleriyle etrafa dikkatle bakan yaşlı insanlar.. Dedem o toprakları terk etmek zorunda kaldığında 12-13 yaşlarında olmalı.. Osmanlı’nın, Balkanlar’daki topraklarını terk edip geri çekilmek zorunda kaldığı yıllar.. 1912 Ekim’i ile 1913 Eylül’ü.. Hangisi Daha Şık?: Bugün Bosna-Hersek, Makedonya, Hırvatistan, Arnavutluk, Sırbistan-Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın egemenliğindeki topraklarda o tarihte kaç Türk yaşıyordu?. O Türkler, doğup büyüdükleri toprakları “zevk için” mi terk ettiler? Yoksa terk etmek zorunda mı kaldılar? Onların yurtlarından kopup Anadolu’ya gelmelerine ne isim vermeliyiz? Hicret mi, tehcir mi? Hangisi daha şık olur? Hangisi gerçek durumu daha iyi açıklar? Dedem küçük bir erkek çocuk olarak bütün bu badireleri atlatıp önce Akhisar’a, sonra Salihli’ye geldiğinde tek başınaydı.. Tutunacak Bir Dal..: Neden? Annesi-babası, yakın akrabaları “sorumsuz insanlar” oldukları için mi? Yoksa yol boyunca akrabalarının çok büyük bölümünü kaybettiği için mi? Neden dedem, hayatta kaldığı süre içinde hep “akrabalarının” peşinden koştu? Neden defterine küçük küçük notlar halinde yurdun dört bir yanındaki akrabalarının adreslerini yazdı? Bir gün yine göç yollarına düşmek zorunda kalırsa tutunacak bir dal bulurum umuduyla mı? Küçük bir çocuğun o yıllarda yaşamak zorunda kaldıklarının onun ruhunda açabileceği ve biz çocuklarının, torunlarının hiçbir zaman anlamadığımız yaraların bir sonucu muydu, o küçük notlar? Balkan Savaşları ve onu takip eden birkaç yıl içinde bütün Balkanlar’da 5 milyona yakın Türk’ün öldürüldüğü bir gerçek mi? Yoksa o insanlar zaten hiç yaşamamışlar mıydı? Bunun için şimdi gidip Yunanistan’ın, Bulgaristan’ın, Sırbistan-Karadağ’ın, Hırvatistan’ın, Makedonya’nın, Arnavutluk’un yakasına mı yapışmalıyız? Şurası bir gerçek.. Bunca Yıl Sonra: Osmanlı’nın son yılları büyük katliamlara sahne oldu.. Acılar, kıyımlar, göçler, savaş rüzgârlarının savurduğu perişan insanlar.. Türkler, Ermeniler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Çingeneler.. Şimdi aradan geçen bunca yıldan sonra çektiğimiz ortak acılardan yeni düşmanlıklar mı çıkarmalıyız? Yoksa o yıllarda neler olup bittiğini tam olarak öğrenip bundan sonra bir daha hiç savaşmamanın, kardeşçe bir arada yaşayabilmenin yollarını mı bulmalıyız? 2005 yılının nisan ayının 27. günü hangisi daha doğru bir davranış olur?. [Mehmet Yılmaz, Email: mehmet.yilmaz@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Diaspora Coştu!: Soykırım iddialarına ilişkin tartışmaların en üst düzeye ulaşması, Ermeni diasporasını da harekete geçirdi. Strasbourg’da düzenlenen “Türkiye’deki Ermeniler” konulu panele yönelttiği sert eleştirilerle dikkat çeken Brüksel merkezli Avrupa Ermeni Federasyonu (EAFJD) dün de boş durmadı. Diasporanın önemli kurumlarından olan EAFJD, yayımladığı bir bildiride Ankara’dan “ilginç” isteklerde bulundu. AB’nden Türkiye’nin “soykırım”ı tanımasını 3 Ekim’deki müzakereler için şart haline getirmesini talep eden EAFJD, isteklerini şu şekilde sıraladı: *İstanbul’da bulunan Talat Paşa’nın mozolesinin yakılması. *”Soykırımın” sorumluları arasında yer aldığını iddia ettikleri Enver Paşa gibi kişilerin isimlerini taşıyan cadde ve yerlerin isimlerinin değiştirilmesi. *Ermenilerin Türklere yönelik olarak yaptığı “soykırım”ın konu edildiği müzelerin kapatılması, *”Soykırım”dan bahsedilmesini ve bu konuya ilişkin dernekler oluşturulmasını yasaklayan yasaların kaldırılması. *Derslerde “soykırım”ın öğretilmesi, inkar eden bölümlerin kitaplardan çıkarılması. [Güven Özalp-Brükse,l Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Diaspora’yı Çok Kızdırdılar; Türkiye dışındaki Ermeni sözcüleri, Mahçupyan ve Dink’i, “Türkiye’nin rehineleri” diye suçladı. Avrupa Parlamentosu çatısı altında Yeşiller Grubu’nun inisiyatifiyle düzenlenen, “Türkiye’deki Ermeniler” konulu konferans, Ermeni diasporasının sert tepkisine neden oldu. Strasbourg’da önceki gün düzenlenen toplantı sırasında diaspora temsilcisi Laurent Leylekian’ın, katılımcılardan Etyen Mahçupyan ve Hrant Dink’i, “Türkiye’nin rehineleri” olarak tanımlamasının ardından net bir şekilde ortaya çıkan ayrılık, dün de Avrupa Ermeni Federasyonu’nun (EAFJD) yazılı açıklamasına yansıdı. Toplantıyı “gösteri” olarak tanımlayan açıklamada EAFJD Direktörü olan Leylekian’ın sözlerine yer verildi. Leylekian, toplantının amacının Ankara’nın “soykırımı” tanıma yönünde ilerleme sağlaması olmadığını belirterek, “Türkiye’deki Ermeni azınlığının 2 üyesinin konuşmaları anlaşılmazlık ve tutarsızlıkla parıldıyordu. Biz Türkiye’nin rehinesi değiliz, siz bizi tanımıyorsunuz biz her şeyden önce birer Türkiye vatandaşıyız” dedi. Mahçupyan ve Dink’in, “derin korku altında oto- sansür uyguladıklarını” iddia eden Leylekian, konferansın Türk stratejisine uygun olduğunu ve bu stratejinin amacının konuyu uluslararası alandan uzak tutmak olduğunu söyledi. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.com, 14.12.04, Cuma, Şirintepe-İzmit].
Diplomasi Devrede: Tarih Kurumu Başkanı Prof. Halaçoğlu hakkında ‘Ermeni soykırımı yoktur’ dediği için açılan soruşturmanın Türkiye’de yoğun tepkilere yol açması üzerine İsviçre hükümeti olaya el koydu. İsviçreli savcı Gnehm, Bern’den gelecek talimatı beklediğini söyledi ve ‘Yazılı savunma gelse iyi olur’ dedi. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu hakkında İsviçre savcılığının soruşturma başlatması üzerine ortaya çıkan krizi çözmek için İsviçre hükümeti devreye girdi. Savcılık şimdilik devre dışı bırakıldı. 2 Mayıs 2004 tarihinde İsviçre’nin Winterthur kentinde yaptığı konuşmada ‘Ermeni soykırımı yoktur’ dediği gerekçesiyle Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma başlatan savcı Andrej Gnehm, Hürriyet’e verdiği demeçte sorunun diplomatik yolla çözüleceğini açıkladı. Savcı Gnehm şöyle dedi: ‘İki ülke arasında köklü ilişkiler var ve çok iyi olan bu ikili ilişkilerin yara almaması gerekir. Bu konu çok yoğun tartışma yarattı. Bu nedenle diplomatik yolla çözülmesine karar verildi. Ben bu konuda başkent Bern’den gelecek talimatı bekleyeceğim. Belki sayın Prof. Halaçoğlu yazılı bir savunma gönderir. Biz bu savunmayı inceleriz. Ancak diplomatik yolla çözüm çok uzun sürer. En doğru yol Prof. Halaçoğlu’nun bize doğrudan ifade vermesi olurdu. Ben gelişmeleri bekleyeceğim. Soruşturma dava açılmasına gerek kalmadan da kapanabilirdi. Biz, Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma açmak zorundaydık, çünkü bu bir kamu davası. Eğer ülkede yasalara aykırı bir durum varsa, biz soruşturma açmak zorundayız.‘ [Celal özcan-Münih, Email: Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 16.0.05, Şirintepe-İzmit].
Diplomatik İlişki ‘Soykırımdan’ Bağımsız: Ermenistan Başbakanı Andranik Markaryan, soykırım iddialarının, Türkiye’yle diplomatik ve ekonomik ilişkiler için başat bir sorun olmadığını, her iki konunun farklı olarak ele alınması gerektiğini söyledi. 21 Nisan 2005—Ermenistan’ın başkenti Erivan’da NTV’nin sorularını yanıtlayan Markaryan, “Soykırım iddiaları ilişkilerimiz açısından önşart değildir. Ancak çözülmesi gerekmektedir” dedi. Andranik Markaryan, iki ülke arasındaki ilişkilere üçünçü ülkelerin karışmasını istemediklerini, ne kadar az ülke karışırsa ilişkilerin daha olumlu bir seyir izleyeceğini belirtti. Başbakan Erdoğan’ın mektubuna değinen Markaryan, bu konunun iki tarafın tarihçileri tarafından tartışılmasının mantıklı olmadığını iddia etti. Ermenistan Başbakanı, “Biz soykırım iddialarını tartışmayacağız. Bunun olup olmadığı ortadır. Bizim tartışacağımız hayatını kaybedenlerin sayısının 1 milyon mu, 1,5 mu olduğudur” dedi. ‘Ortak Gelecek Şart’: Türkiye’nin AB yolunda ilerlediğine değinen Ermenistan Başbakanı, kendi ülkesinin de Avrupa Birliği’ne girmek istediğini ortak bir aile için ortak bir geleceğin şart olduğunu sözlerine ekledi. [NTV, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 21.04.05, Şirintepe-İzmit].
Documents Officiels Concernant Les Massacres Arméniens: published by Aram Andonian in 1920. The basis for the accusations against Ottomans (and later against Turks) was a book written by Aram Andonian in 1920, The Memoirs of Naim Bey: Turkish Official Documents Relating to the Deportations and Massacres of Armenians-in French, Documents Officiels Concernant Les Massacres Arméniens. He published his book simultaneously in Paris, London, and Boston-in English, French, and Armenian. Ever since then, these “Documents” have formed the backbone and the basis of all Armenian accusations against the Ottomans and their Turkish heirs. Aram Andonian claims to have met an Ottoman official by the name of Naim Bey in Aleppo, after the entry of the British. This official supposedly passed the papers with the death orders to Andonian.
Doğu Hıristiyanların Kurtarılması Projesi: The Relief of The Eastern Cristians, Batılı Emperyalist Devletler’in İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya’nın hedefleri Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan Rum, Ermeni ve diğer ayrı Hıristiyan Kiliseleri’ne bağlı milletlerin kurtarılması görüntüsünün ardından İmparatorluğu bu gurupları kullanarak yıkmak ve ekonmik olaral elde edecekleri olanakalrı ülkelerine aktarmaktı. [Erkan Kiraz].
Domlar: [Hay Boşalar-Hay Poşalar]. Bu grubun Hindistan’dan 9. yüzyılda Ortadoğu’ya göçettikleri sanılıyor. Domari denilen bir dilleri var. Çoğu Müslüman, Kıptiler’in de bu gruba ait olduğu düşünülüyor. Güneydoğu’da küçük topluluklar olarak yaşıyorlar. Bazı etnograflara göre 50 bin kişiler. Lomlar: (Poşa veya Boşa) Hindistan’dan Ermenistan’a göç ettiler, 1060’da Selçuklular tarafından dağıtıldılar. Dilleri Lomavren’de Ermenice kökenli kelimeler var. Bugün Ortodoks Ermeni oldukları söyleniyor. Ağrı ve Van civarında yaşıyorlar. Ani’de Yezidi Lomlar olduğu da söyleniyor. [Ayten Serin, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 09.05.05, Şirintepe-İzmit]. 
Eğer Kararlı Durursanız Herkes Sizden Özür Diler: 1971 yılında Fransızlar Marsilya’da Ermeni soykırımı anıtı dikti. O zamanki Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık buna sert tepki gösterdi. Bunun üzerine Fransız Dışişleri bunun yerel yönetimin kararı olduğunu, hükümeti bağlamadığını söyledi. Ayrıca Hasan Esat Işık’a açılış törenine hiçbir bakanın katılmayacağı konusunda güvence verildi. Ancak Fransa sözünde durmadı ve açılış törenine bir bakan katıldı. Bunun üzerine Hasan Esat Işık Ankara’ya sormak gereğini bile duymadan Paris’i terk edip Türkiye’ye döndü. Hasan Esat Işık Bey’in bu davranışı kararlı bir ülkeye yakışan bir karşı duruştu. Üç gün önce Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Fransa’yı ziyaret eden Ermenistan Cumhurbaşkanı ile birlikte Paris’teki soykırım anıtını ziyaret ederek çelenk koydu ve saygı duruşunda bulundu. Bu anıtın kaidesinde şu yazıyor: ‘1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleştirilen yirminci yüzyılın ilk soykırımının kurbanları 1 milyon 500 bin Ermeni’nin anısına…’ AKP hükümeti, dost bir ülkenin (!) cumhurbaşkanının bu davranışına karşı bırakın tepki göstermeyi, bir çift laf bile etmedi. İktidarın bu saygısızlığa karşı tutumu da bu oldu. Kürsülere çıkıp kendisini eleştirenlere bağıra bağıra meydan okuyan Başbakan Erdoğan’ın Ermeni yalan ve iftiralarına karşı yaklaşımına bakın: ‘Gündemimizde sözde Ermeni soykırımı iddialarını bu kadar aşırı tutmayı yersiz buluyoruz. Olayı biraz da olduğundan çok çok fazla büyütüyoruz gibime geliyor.’ Büyütüyormuşuz. Öyle ya, bizim Başbakan’ın mantığına göre soykırım gibi bir insanlık suçunu işlemediği halde bu ülkenin insanlarının boynuna asmaya çalışanları görmezden geliverelim. Sorun da kendiliğinden ortadan kalksın. Aslında Başbakan haklı, iktidar karşı karşıya olduğumuz sorunları görmezden, duymazdan gelir, kamuoyundan da gizlerse problemler biter. Örneğin bugün olduğu gibi İncirlik kararlarını Meclis’ten kaçırarak, Kıbrıs’taki gelişmeleri kamuoyundan saklayarak, Kuzey Irak’ı unutarak, PKK’yı Amerika’ya havale ederek ülkeyi gül gibi yönetir. Bir de şu Yunanistan ikide bir çıkıntılık yapmasa… Bir yandan dostluk nutukları atıp, bir yandan da burnumuzun dibindeki, hiçbir işe yaramaz Kardak kayalıklarının kendisine ait olduğu gösterilerine kalkmasa. Gariban balıkçıları yollayıp arkasından hücümbotlar göndermese. ‘Bu kayalıklar benim’ diye meydan okumasa. Saatlerce kayalıklarda nöbet tutup canları sıkılınca çekip gitmese… Ama hiçbir neden yokken bu senaryoyu ölçüyü kaçırarak uyguluyor Atina. AKP hükümeti buna karşı ne yapıyor? Hiç… Hükümet kararlı dursa Yunanistan böyle bir meydan okumaya kalkamaz. Örnek mi? Genelkurmay Başkanı geçen gün Atina’daki bayrak skandalı için Yunanistan Kara Kuvvetleri Komutanı Nikolas Duvas’ın sözlü özür dilemesini yeterli bulmadıklarını söyledi, ‘Resmi özür bekliyoruz’ dedi. Aradan bir gün geçti Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı’ndan Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’a resmi özür mesajı geldi. [Tufan Türenç, Email: tturenc@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Erdoğan İle Koçaryan Varşova’da Buluşacak:. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Avrupa Günü nedeniyle dün öğle yemeği verdiği AB üyesi ülkelerin büyükelçilerine Başbakan Tayyip Erdoğan ile Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın 15-17 Mayıs’ta Varşova’da yapılacak Avrupa Konseyi Zirvesi sırasında görüşmelerinin beklendiğini söyledi. Gül, “Sözde Ermeni Soykırım”ını soran Polonya’nın Ankara Büyükelçisi Grzegorz Michalski’ye de, son derece anlamlı bir yanıt verdi. Gül, ‘Ermenistan meselesinin Türkiye-AB ile ilişkilerini zehirlediğinin farkındayız ve bunu görüyoruz’ dedi. Gül, bu yanıtıyla bir süre önce ‘oldu-bitti’ yöntemiyle Polonya Parlamentosu’nun sözde soykırımı kabul etmesine gönderme yaptı. Gül şunları söyledi: ‘Biz iyi komşuluk ilişkilerinden yanayız. Ermenistan sınırınızı açın diye mesajlar geliyor. Karşılığında bir şey görmeden neyi açalım. Özellikle Ermenistan dışında yaşayan diaspora iki ülke ilişkilerinin gelişmesini istemiyor. Son derece yanlış ve katı politika izliyorlar. Biz tüm bunlara rağmen Koçaryan’ın gönderdiği mektuba dahi olumlu gözle bakmaya çalışıyoruz. Erdoğan ile Koçaryan bugün (dün) Moskova’da el sıkıştılar. Varşova’da da görüşmelerini bekliyoruz.’ AB dönem Başkanı Lüksemburg’u da temsil eden Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi Sjoerd Gosses de, Erdoğan’ın ‘AB bizi bölmeye çalışıyor’ sözlerine ‘AB bölücü değil, bütünleştirici bir kuruluştur’ yanıtını verdi. Gosses, Trabzon’daki olayları örnek göstererek, Türkiye’de AB’ye karşı aşırı milliyetçiliğin artmasından endişe duyduklarını dile getirdi.
Gül, hükümetin de milliyetçilik akımlarından rahatsız olduğunu belirterek, ‘Bazı şeyler çok abartılıyor’ dedi. [Uğur Ergan-Ankara, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 10.05.05, Şirintepe-İzmit]. 
Erdoğan O Anıta Çelenk Koyabilir mi?: Önce kritik bir soruyla başlayayım. Türk Başbakanı, günün birinde Erivan’daki soykırım anıtına gidip bir çelenk bırakabilir mi? Benim cevabım evet. Ama bundan önce halletmemiz gereken bir başka kritik bir konu var. Geçenlerde NTV Kanalı’nda Ermeni Soykırımı konusunda bir tartışmayı izledim. Tartışma sırasında Murat Belge, kendisi gibi düşünen insanların, fikirlerini söylemelerinden dolayı ölüm tehditleri aldığını söyledi. Allah göstermesin. Her toplumun kontrolsüz fanatikleri vardır. Ama en azından Ermeni konusunda Türk toplumunun sicili, Ermeni fanatiklerinkinden çok daha beyazdır. Dışişleri Bakanlığı’nın şehit mezarlıkları, bu kara sicilin kanıtlarıyla doludur. Kuşkusuz bizim de başka meselelerde sicilimizi bozan bir sürü örnek var. En yakını da, bugün benim oturduğum koltuğun eski sahiplerinden Çetin Emeç. Kafamı meşgul eden asıl sorun şu. Biz bu konuyu nasıl tartışacağız? Soykırım yapıldı diyenler fikirlerini söyleyecek. Ama biz karşı fikir söyleyemeyeceğiz. Neden? Ya bu insanların başına bir şey gelir de bizlerden bilirlerse korkusundan. Evet ne yazık ki, çoğumuzun içine bu korku düştü. Öteki taraftan İsviçre gibi ülkeler, Ermeni soykırımı konusunda farklı düşünen insanları tutuklamaya kadar gideceklerini gösteriyorlar. Yani bir engel de oradan geliyor. Peki ne yapacağız? Sadece ‘Evet, Türkler durup dururken Ermenileri yok etmeye kalkıştılar’ gibi, inanmadığımız bir tezi hiç tartışmadan kabul mü edeceğiz? Ben kıstırıldığım bu noktada isyan ediyorum. Çünkü Ermeni olayına bakışım, ne birincilerle ne de ikincilerle uyuşuyor. Benim inancım şu. Yirminci yüzyılın başı bir çok trajik olayın yaşandığı ıstırap dolu bir dönemdir. Sadece Ermeniler değil, Türkler de çok ıstırap çekmiştir. Balkanlar’dan göçen her ailenin geride bıraktığı ölüleri vardır. Ama inandığım bir başka gerçek de şudur. Evet bu dramatik dönemde Ermeniler çok daha fazla ıstırap çekmiştir. Tehcir, biz Türkleri gerçekten üzen bir dönemin sembolüdür. Sorumluluk bizim kuşaklarımıza, bizim rejimimize ait olmasa da, bu derin üzüntüyü paylaşmaya hazırız. Ama bir şartla. Onların da aynı dönemde, aynı çatışmalarda hayatını kaybeden Türklerin, Kürtlerin acısını paylaşması kaydıyla. Eğer bu bölgede yeni kuşakların mutluluğu ve refahı üzerine bir gelecek kurmak istiyorsak, bunu şu veya bu tarafın hezimeti üzerine inşa edemeyiz. İşte bu nedenle, daha bu tartışmalar hiç gündemde değilken beş altı yıl önce bir yazı yazmıştım. Gelin Van’a iki abide dikelim. Birinin üzerine, ‘1914-15 trajik olaylarında hayatını kaybeden Ermeni vatandaşlarımızın anısına’ ifadesini yazalım. Hemen yanındaki ikinci anıtın üzerine de ‘1914-15 trajik olaylarında hayatını kaybeden Türk vatandaşlarımızın anısına’ ifadesini koyalım. İsteyen birinin, isteyen her ikisinin önüne de bir demet çiçek bıraksın. O dönemin ıstıraplarını hiç unutmayalım. Hiç unutturmayalım. Ama bu duyguları adil biçimde paylaşalım. İşte bu düşüncemi yazdıktan sonra baştaki soruya geliyorum. Türk Başbakanı bir gün Erivan’daki Ermeni soykırımı anıtına çiçek koyabilir mi? Evet. Hem de bütün içtenliğiyle. Yeter ki, sorumluluk ve ıstırap duyguları içimizdeki anıtlara adilane bir şekilde yazılsın. Bunu gerçekleştirmek için gerekli tek şey, Ermenistan’ın da bir Orhan Pamuk’unun, bir Murat Belge’sinin olmasıdır. Onların da inandıklarının tam aksini içerden söyleyebilecek birileri… Böylece bu uçlardan hareketle ortadaki gerçeğe, yani paylaşılan ıstırapların gerçeğine ulaşabiliriz. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 06.05.05, Şirintepe-İzmit].
Erdoğan’ın Koçaryan’a Gereksiz Jesti; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan’a mektup yollaması, hem politika hem de zamanlama açısından yanlıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün dünyaya yapacağı çağrıyı beklemeden Başbakan’ın Ermenistan’a önerilerde bulunması gereksizdi. Nitekim Dışişleri Bakanı Gül’ün, Başbakan’ın gönderdiği mektubu Meclis’te açıkladığı gün, Ermenistan Dışişleri Bakanı Oskanyan, Başbakan’ın önerisini terbiyesiz bir üslupla reddetti. Türkiye’nin girişimlerini ‘Utanmazlık’ olarak yorumlama küstahlığını gösteren Ermenistan’a sanırım hükümet gereken yanıtı verir. İktidar, hemen her konuda ‘Ben yapayım’ aceleciliği içinde bu tip akıl almaz hatalar yapıyor. Mektup olayının nedeni de Meclis’in tarihi girişiminin CHP öncülüğünde yapılmasının kompleksinden başka bir şey değil. Oysa bu bir ulusal harekettir. Buna şu parti, bu parti meselesi olarak bakmak sığ ve kısır bir siyasi yaklaşımdır. Ve getirdiği sonuç ortadadır. Türkiye, Ermenistan tarafından terbiyesizce refüze edilmiştir. Meclis’in hem dünyaya açıkladığı bildiri, hem de İngiliz Lordlar ve Avam Kamaraları’na gönderdiği mektup gerçekten de tarihi bir olaydır. Bildiriyi, girişimin fikir babası CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ hazırladı. CHP yetkili kurullarının onayladığı bildiri Dışişleri Bakanlığı’na gönderildi. Orada bir iki değişiklik yapıldıktan sonra hükümete sunuldu. AKP ile CHP’nin ortak kararıyla Meclis’e getirildi ve bildiri kesinleşerek dünyaya açıklandı. Bildiri öz olarak dünya parlamentolarına ve kamuoylarına şu çağrıyı yapıyor: ‘Türkiye ile Ermenistan arasında iyi ilişkilerin kurulabilmesi için iki ülkenin aralarındaki kemikleşmiş görüşleri aşarak belli bir tarih perspektifinde buluşmaları sağlanmalıdır. Bu yapılmazsa gelecek nesillere miras olarak kin ve düşmanlıklar bırakılır.’ Bu çok önemli ve gerçekçi tespitten sonra bütün dünya ülkelerine şu çağrıda bulunuluyor: ‘Eğer iki ülke arasında barışa katkıda bulunmak istiyorsanız bu öneriye destek verin.’ İkinci girişim, İngiliz Lordlar ve Avam Kamaraları’na ‘Mavi Kitap’la ilgili mektup gönderilmesidir. Çünkü ‘Mavi Kitap’ Ermeni iddialarının halen en güçlü dayanağıdır. Şükrü Elekdağ, Ermenilerin dayandığı 3 kaynak olduğunu söylüyor. Birincisi Talat Paşa’nın telgrafları… Bunların yayınlandığı kitap önemini yitirdi; çünkü bu telgrafların sahte olduğu kanıtlandı. İkinci kaynak, 1914-16 yılları arasında İstanbul’da görev yapan Amerikan Büyükelçisi Morgenthau’nun yazdığı ‘Büyükelçi Morgenthau’nun Hikáyesi’ adlı kitap. Bu kitapta, büyükelçi tarafından Washington’a gönderilen raporların uydurma olduğu Princeton Üniversitesi profesörlerinden Heath Lowry tarafından ortaya çıkarıldı. Prof. Lowry, Büyükelçi Morgenthau tarafından gönderilen Washington arşivlerindeki raporlar ile kitabına koyduğu raporların ve bilgilerin çeliştiğini ‘Büyükelçi Morgenthau Hikáyelerinin Perde Arkası’ adlı kitabında sergiledi. Üçüncü kaynak ise ‘Mavi Kitap’. Ermenilerin bugünkü tek dayanağı. Oysa onun da sahte bilgiler içeren bir propaganda kitabı olduğu biliniyor. Çok ilginç bir öyküsü var. Onu da yarın anlatacağım.[Tufan Türenç, Email: tturenc@hurriyet.com.tr Hürriiyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Erdoğan’dan Soykırım Sitemi: Moskova’daki “Zafer Günü” kutlamaları mini zirveye dönüştü. Bush, Erdoğan’a, “sizi bekliyorum” dedi. Putin’e soykırım siteminde bulunan Erdoğan, Koçaryan’la tokalaştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenmesinin 60. yıldönümü nedeniyle düzenlenen resepsiyonda, pek çok liderle görüşme fırsatı buldu. Başbakan Erdoğan, Kızıl Meydan’da düzenlenen resmigeçit töreni öncesi öncesinde dünya liderlerinin bulunduğu tribündeki yerini alırken, burada, aralarında Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın da bulunduğu bazı liderlerle tokalaştı. Erdoğan ve Koçaryan, Ermeni sorunu konusunda geçen ay yazdıkları karşılıklı mektuplardan sonra ilk kez karşı karşıya geldi. Erdoğan, Kızıl Meydan’da düzenlenen törenlerin ardından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Kremlin Sarayı’nda liderler onuruna verdiği resepsiyon ve öğle yemeğine katıldı. Erdoğan Lirlerle Sohbet Etti: Başbakan Erdoğan, burada, Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD Başkanı George W. Bush, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende, İtalya Başbakanı Silvio Berlisconi, Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Polonya Devlet Başkanı Alexander Kwasniewski, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Durao Barosso ve çok sayıda ülke liderleriyle sohbet etti. Putin’e Sitem: Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Polonya Başbakanı Kwasniewski ile görüşmesinde, sözde Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin Rusya parlamentosunun alt kanadı Duma’nın açıklaması ile Polonya parlamentosunun aldığı karardan Türkiye’nin duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Erdoğan, iki lidere Türkiye’nin sitemlerini de iletti. Başbakan Erdoğan ile Putin, iki ülke arasındaki ilişkileri de değerlendirdi. İki lider ayrıca, Dağlık Karabağ konusunda Azeri-Ermeni ihtilafının giderilmesi için kurulan Minsk Grubu’nun çalışmalarını ele aldılar. Bush: Sizi Bekliyorum: ABD Başkanı George Bush, Erdoğan ile yaptığı ayak üstü sohbet sırasında, Erdoğan’ın ABD’ye yakında yapmayı planladığı geziyi kastederek, “Sizi bekliyorum” dedi. Başbakan Erdoğan da “Yakında geleceğim” karşılığını verdi. Norveç Başbakanı Kjell Magne Bondevik ise Erdoğan’dan bir süre önce bu ülkeye yaptığı ziyarette meydana gelen olaylar nedeniyle tekrar özür diledi. Norveç Başbakanı, “Bu güzel geziyi olayların gölgelemesine üzüldüm” ifadesini kullandı. Başbakan Erdoğan’ın, resepsiyonda karşılaştığı Ermenistan Başbakanı Robert Koçaryan ile de sadece el sıkıştığı belirtildi. Erdoğan, resepsiyonun ardından verilen yemekte ise Hollanda Başbakanı Balkanende ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile aynı masada oturdu. Ülke liderlerinin oturdukları masalarda birer 2. Dünya Savaşı muharip gazisine de yer verilirken, Erdoğan’ın bulunduğu masada Hollandalı bir muharip gazi yer aldı. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 10.05.05, Şirintepe-İzmit].
Erdoğan’dan Soykırım Sitemi: Moskova’daki “Zafer Günü” kutlamaları mini zirveye dönüştü. Bush, Erdoğan’a, “sizi bekliyorum” dedi. Putin’e soykırım siteminde bulunan Erdoğan, Koçaryan’la tokalaştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sını yenmesinin 60. yıldönümü nedeniyle düzenlenen resepsiyonda, pek çok liderle görüşme fırsatı buldu. Başbakan Erdoğan, Kızıl Meydan’da düzenlenen resmigeçit töreni öncesi öncesinde dünya liderlerinin bulunduğu tribündeki yerini alırken, burada, aralarında Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın da bulunduğu bazı liderlerle tokalaştı. Erdoğan ve Koçaryan, Ermeni sorunu konusunda geçen ay yazdıkları karşılıklı mektuplardan sonra ilk kez karşı karşıya geldi. Erdoğan, Kızıl Meydan’da düzenlenen törenlerin ardından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Kremlin Sarayı’nda liderler onuruna verdiği resepsiyon ve öğle yemeğine katıldı. Erdoğan Lirlerle Sohbet Etti: Başbakan Erdoğan, burada, Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD Başkanı George W. Bush, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende, İtalya Başbakanı Silvio Berlisconi, Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Polonya Devlet Başkanı Alexander Kwasniewski, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Durao Barosso ve çok sayıda ülke liderleriyle sohbet etti. Putin’e Sitem: Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Polonya Başbakanı Kwasniewski ile görüşmesinde, sözde Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin Rusya parlamentosunun alt kanadı Duma’nın açıklaması ile Polonya parlamentosunun aldığı karardan Türkiye’nin duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Erdoğan, iki lidere Türkiye’nin sitemlerini de iletti. Başbakan Erdoğan ile Putin, iki ülke arasındaki ilişkileri de değerlendirdi. İki lider ayrıca, Dağlık Karabağ konusunda Azeri-Ermeni ihtilafının giderilmesi için kurulan Minsk Grubu’nun çalışmalarını ele aldılar. Bush: Sizi Bekliyorum: ABD Başkanı George Bush, Erdoğan ile yaptığı ayak üstü sohbet sırasında, Erdoğan’ın ABD’ye yakında yapmayı planladığı geziyi kastederek, “Sizi bekliyorum” dedi. Başbakan Erdoğan da “Yakında geleceğim” karşılığını verdi. Norveç Başbakanı Kjell Magne Bondevik ise Erdoğan’dan bir süre önce bu ülkeye yaptığı ziyarette meydana gelen olaylar nedeniyle tekrar özür diledi. Norveç Başbakanı, “Bu güzel geziyi olayların gölgelemesine üzüldüm” ifadesini kullandı. Başbakan Erdoğan’ın, resepsiyonda karşılaştığı Ermenistan Başbakanı Robert Koçaryan ile de sadece el sıkıştığı belirtildi. Erdoğan, resepsiyonun ardından verilen yemekte ise Hollanda Başbakanı Balkanende ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile aynı masada oturdu. Ülke liderlerinin oturdukları masalarda birer 2. Dünya Savaşı muharip gazisine de yer verilirken, Erdoğan’ın bulunduğu masada Hollandalı bir muharip gazi yer aldı. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 10.05.05, Şirintepe-İzmit].
Erich Feigl: Prof. Austrian documentary fil m maker and author, The writer of “A Myth of Terror” on the Falsified Armanien Massacre Sayings”. [Kayıt; Erkan Kiraz, 12.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Erich Feigl’ın, Prof. Çarpıcı Gerçekleri: Sivil Toplum Kuruluşları Girişimi tarafından düzenlenen ‘Türk-Ermeni İlişkilerinde Tarihi Gerçekler Paneli’nin çok ilginç bir konuğu vardı. Avusturyalı ünlü yazar ve belgesel film yapımcısı Prof. Erich Feigl… Prof. Feigl’ın yaptığı konuşma gerçekten çarpıcıydı. Önce biraz bu dürüst, tarafsız ve yürekli adamı tanıtmalıyım. Yazı hayatına öğrencilik yıllarında başlayan Prof. Feigl, kısa bir süre sonra belgesel film yapımına yönelmiş. Ortadoğu, Uzakdoğu, Orta Asya ve Amerika kültürlerini ve dinlerini inceleyen Prof. Feigl, bütün dünyada büyük yankılar uyandıran belgesellere imza atmayı başarmış. Kitap ve filmleri için yaptığı araştırmalar sırasında karşılaştığı 1915 olayları dikkatini çekmiş ve bu konuyu incelemeye başlamış. O sırada, 1984’te Viyana’da yakın arkadaşı olan Türk Çalışma Ataşesi Erdoğan Özen ASALA teröristleri tarafından kurşunlanarak öldürülmüş. Bu cinayet Prof. Feigl’ı çok etkilemiş. Bunun üzerine Ermeni terörü ile ilgili olarak ‘A Myth of Terror’ adlı bir kitap yazmış ve daha sonra da bunun filmini yapmış. Erich Feigl’a yaptığı başarılı çalışmaları nedeniyle Avusturya Cumhurbaşkanı tarafından ‘Profesör’ unvanı verilmiş. Prof. Feigl, panelde yaptığı konuşmasına 80 milyon Türk’ün Ermeni yalan ve iftiralarına karşı mücadele edememesine şaşmamak gerektiğine işaret ederek başladı. Böylece hepimizin yüreğini daraltan gerçeği dürüstçe dile getirdi. ‘Türkiye Ermenilerin yürüttüğü psikolojik savaşa ne yazık ki karşı koyamıyor’ dedi. Oysa Ermenilerin ileri sürdüğü rakamların gerçek olmadığını, 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiasının saçma olduğunu söyledi. Çünkü bütün Osmanlı topraklarında 1.7 milyon Ermeni’nin yaşadığını, bunların 700 binin tehcire gönderildiğini özellikle vurguladı. Prof. Feigl, Ermenilerin sürgündeki başkanı Bogos Nubar’ın ‘Biz savaşın bir tarafıydık. Savaşın içindeydik’ şeklindeki itirafını içeren bir belgeyi ilk kez açıkladı ve şöyle dedi: ‘Bu belgeyi bulmam gerçekten büyük bir şanstır. Çünkü Ermeniler kendilerini zor durumda bırakacak bütün belgeleri maharetle ortadan kaldırmayı başardılar.’ Ünlü Avusturyalı yazar ve film yapımcısı daha sonra şu çarpıcı öneriyi dile getirdi: ‘Soykırım konusunda tartışma olmaz. Bu kabul edilemez. Ermenilerin iddialarını bir kez tanıdınız mı arkasından tazminat ve toprak talepleri gelir. Bunu kesinlikle yapmayın. Soykırımı sakın tartışmayın.’ Prof. Feigl sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Rica ediyorum, Avrupa Birliği’ne teslim olmayın. Son gelişimden sonra şunu gördüm ki gelişmeniz gerçekten muhteşem. İnanın Avusturya’da bizim böyle bir üniversitemiz yok.’ (Prof. Feigl panelin yapıldığı İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kastediyor.) Türk toplumunu ‘Mahcup davranmayın’ diye dostça uyaran Prof. Feigl, 1915 olaylarını derinlemesine araştıran ve konuyu en ufak ayrıntısına kadar bilen bir insanın güveni içinde konuşmasını şu çarpıcı sözlerle noktaladı: ‘Bu topraklar sizin. Siz Malazgirt Savaşı’ndan bu yana değil, tam 10 bin yıldır bu topraklardasınız. Unutmayın ki bu, Çatalhöyük’teki kazılarda elde edilen bulgularla kanıtlandı.’ [Tufan Türenç, Email: tturenc@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Erivan’a TBMM’den Mektup; TBMM’de, soykırım iddiaları üzerine genel görüşme yapıldı. Erdoğan, Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a mektup göndererek, ortak komisyon kurulmasını önerdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’a bir mektup göndererek, soykırım iddialarını araştırmak üzere uzmanlardan oluşan ortak bir komisyon kurulmasını önerdi. TBMM’de, Ermenistan’a “çözüm ve barış” çağrısı yaptı. TBMM Genel Kurulu’nda dün, “Tarihte Türk Ermeni İlişkileri ve Soykırım İddiaları”na ilişkin genel görüşme yapıldı. İngiltere Avam ve Lordlar Kamarası’na gönderilecek mektubun imzalanmasının ardından, Ermenistan ile soykırım iddialarını gündeme getiren ülkelere, “ortak komisyon” çağrısı yapılan deklarasyon kabul edildi. Mavi Kitap’la başladı; Dışişleri Bakanı Abdullah Gül konuşmasında, soykırım iddialarının, asılsız ve uydurma olduğunu, bunların İngilizlerin Mavi Kitap’ı ile başladığını söyledi. Birçok ülkede soykırım iddialarının diasporanın etkisiyle gündeme getirildiğini belirten Gül, “Tarihi ancak tarihçiler değerlendirebilir” dedi. Koçaryan’ın AB liderlerine, “Türkiye ile müzakerelere başlamayın” mektubu gönderdiğine dikkat çeken Gül, diasporanın faaliyetlerinin Ermenistan tarafından desteklendiğini de vurguladı. 3 milyon dolar gişe hasılatı olan “Ararat” filminin, 15 milyon dolara mal olduğunu ifade eden Gül, “Bu para, karşı karşıya bulunduğumuz çevrelerin propaganda gücü hakkında bir fikir veriyor” dedi. Gül, iddiaları destekleyen ülkelere de, “Türkiye’nin çağrılarına destek verin ve Ermenistan üzerinde etkinizi gösterin. Yapmazsınız, sadece basit iç politika ve basit oy çıkarı uğruna milletlere hakaret eden, çıkarlarınızı bile unutan ülkeler ve parlamentolar olarak ilan edeceğiz sizi” diye seslendi. Gül, şöyle devam etti: “Türkler asimilasyonu hedef almış olsalardı, birçok devlet, birçok din, dil yok olmuştu. Türkiye tarihiyle barışıktır. Utanacağımız hiçbir şey yoktur.” TBMM’de kabul edilen tarihi deklerasyonda özetle şu ifadelere yer verildi: “TBMM, iki ülkenin çıkarlarının, Türk ve Ermeni uluslarını barıştırmak, onları savaş yıllarından kaynaklanan derin önyargılara tutsak olmaktan kurtarmak ve dostluğa dayalı bir ortak geleceği paylaşmalarına imkân verecek ortamı yaratmak olduğuna inanmaktadır. Bu girişimin uygulanabilmesi için Ermenistan’la işbirliği şarttır. Akıl ve mantık, Türkiye ile Ermenistan’ın tabuları yıkmaktan korkmamalarını ve tarihleriyle hesaplaşmaya hazır olmalarını emretmektedir. TBMM, bu önerinin değerlendirilmesinde, esasta bunun bir barış girişimi olduğunun dikkate alınması gereğinin altını çizer.” Tüm partiler imza verdi; Başbakan Erdoğan ve CHP lideri Baykal’ın Büyük Britanya Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası üyelerine gönderilmek üzere, TBMM’de yan yana imzaladıkları mektupta, “Mavi Kitap”ın ASALA’nın eylemlerinde ahlaki gerekçe olarak kullanıldığı vurgulandı. Mektupta, “Mavi Kitap”ın tarihi bir belge olarak geçersiz ve asılsız olduğunun ilan edilmesi” istenerek, “Mavi Kitap”ın, 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz Savaş Propaganda Bürosu tarafından hazırlanan bir propaganda malzemesi olduğunun açıklanması gerektiği ifade edildi. Mektuba, TBMM’de temsil edilen tüm partilerden imza verildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.com, 14.12.04, Cuma, Şirintepe-İzmit].
Erivan’daki Santrale Deprem Uyarısı: Türkiye ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, olası bir depremde yıkılacağı öngörülen Ermensitan’daki Metsamor Nükleer Santrali için güvenlik önlemleri alınmasını istiyor. İstanbul’daki Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü Şevket Can ise, santralin en kısa sürede kapatılması gerektiğine dikkat çekiyor. [NTV Haber, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Erivan’dan Çirkin ‘Hayır’; TBMM tarihinde ilk kez Ermeni sorununa ilişkin genel görüşme yapıldı. Gül, Erdoğan’ın Ermenistan lideri Koçaryan’a ortak komisyon mektubu yazdığını açıkladı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Ermeni sorunuyla ilgili ortak komisyon kurulması için Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’a mektup yazdığının açıklandığı gün, Erivan’dan ters tepki geldi. Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, ‘Soykırımın 90. yıldönümü arifesinde Türkiye daha tutarlı tavır takınmadığı gibi karşı atağa geçmek gibi fikirler lanse etmekte. Türkiye utanmaz bir şekilde yalnız kendi tarihini yeniden yazmak istemiyor, bu düşünceye başka ülkeleri de sevk etmek istiyor’ dedi. Mediamax Ajansı’nın bildirdiğine göre Erivan’da 90. sözde soykırım yıldönümü yaklaşması sebebiyle bir basın toplantısı düzenleyen Oskanyan, Türkiye’nin karşı atağa geçme düşüncesini hiddetle karşıladığını duyurdu ve aşırı kaçan ifadeler kullanmaktan çekinmedi. Oskanyan, kullandığı ifadenin, Türkiye’nin İngiltere nezdinde girişim başlatarak ‘Mavi Kitap’ olarak bilinen ve 1916’da bu kitapta yazılan soykırım ifadesinin yanlış sayılmasını istemesine yanıt olduğunu da vurguladı. Oskanyan ayrıca Türkiye’nin yakında AB’ye üyelik görüşmeleri başladığında sözde soykırım meselesinin kilit konulardan biri olmasa bile ciddi bir şekilde gündeme geleceğini de sözlerine ekledi. Ermenistan’ın Türkiye’nin askeri gücünden korktuğunu da imalı bir dille hatırlatan Oskanyan, ‘Bu ülke güçlü bir orduya sahip olduğu müddetçe, Azerbaycan yanlısı politika izlediği sürece Ermenistan kendisini güvenlikte hissedemez’ dedi. [Nerdun Hacioğlu, Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.com, 14.12.04, Cuma, Şirintepe-İzmit].
Erivan’dan İlk Sürpriz Çekilme İşareti: Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri başlatması için şartlarından birisi olan ‘Dağlık Karabağ’dan çekilme’ konusunda Erivan yönetiminden ilk sinyal Ankara’ya ulaştı. Edinilen bilgiye göre önceki gün Ankara’da temaslarda bulunan Azerbaycan Dışişleri Bakan Yardımcısı Araz Azimov önemli mesajlar aktardı. Azimov, Erivan yönetimi ile yaptıkları görüşmede Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’da işgal altında tuttuğu ‘yedi reyondan’ çekilme koşullarıyla ilgili bir formulü Ankara’ya anlattı. Buna göre Ermenistan, yedi reyonun beşinden hemen çekilmeyi, Azerbaycan ile Nahçivan arasındaki geçiş koridoru olan ‘Laçin’ ile Dağlık Karabağ’ı çevreleyen ‘Kelbece’den çekilmeyi ise görüşme şartına bağlamak istiyor. Bakü Sıcak Bakmadı: Ermenistan bu formulü ile ilk kez çekilmeden bahsederken, Bakü yönetimi bu öneriye sıcak bakmadı. Azerbaycan, Ermenistan işgalindeki yedi reyonu kesinlikle tartışma konusu yapmayacağını, Erivan’ın tüm koridorlardan kayıtsız şartsız çekilmesini istedi. Ankara Azerbaycan’ın bu görüşüne destek vermesine rağmen, Ermenistan’ın formulünü yine de Varşova’da Başbakan Tayyip Erdoğan ile Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan arasındaki olası görüşme öncesi önemli bir gelişme olarak değerlendiriyor. Kaynaklar bunun Erdoğan ile Koçaryan’ın görüşme ihtimalini artırabileceğini belirttiler. Rusya Baskı Yapsın: Diplomatik kaynaklar, Erivan’ın ‘5+1+1’ formulünün bile hemen hayata geçirilmesinin kolay olmayacağı görüşünde. Erivan’ın bu formulün kabulünde dahi sonradan bölgeye uluslararası barış gücünün gelmesi fikrini de ortaya atabileceği belirtiliyor. Bu arada Ankara Minsk Grubu’ndaki eşbaşkanlarından olan Rusya’nın Erivan’a daha fazla baskı yapmasını da istedi. [Uğur Ergan-Ankara, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 12.05.05, Şirintepe-İzmit].
Erivan’ın Yanıtı Arkasındaki Gerçek: Ankara ile Erivan arasındaki mektuplaşma ve mesajlaşma, beklenen sonucu getirmedi. Ama beklenmeyen bir sonuç da doğurmadı. Türkiye soykırım iddialarının araştırılması için ‘Ortak bir komisyon’ kurulmasını önermiş, siyasi ilişkilerin bu süreçte kurulabileceği mesajını göndermişti. Ermenistan ise önceliğin diplomatik ilişki kurulmasında olduğunu yineledi. Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkileri sadece ‘soykırım’ ile sınırlayıp buradan hareketle geliştirmek çok zor. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin seyrini, Kafkasya’daki gelişmelerden ayırmak mümkün değil. Soykırım meselesini tartışırken, Kafkasya cephesini göz ardı ettik. Ne oluyor Kafkasya’da? Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Karabağ sorununun çözümü için uluslararası alanda yeni bir hareketlenme başladı. 16 Mayıs’ta Ermenistan ve Azerbaycan cumhurbaşkanları Robert Koçaryan ve İlham Aliyev, faşizme karşı zaferin 60’ıncı yıldönümü nedeniyle Varşova’da düzenlenecek törenler sırasında bir araya gelecekler. İki ülkenin dışışleri bakanları, Aliyev-Koçaryan Zirvesi’ni hazırlamak üzere geçen ay Londra ve Frankfurt’ta görüşmelerde bulundular. Ama Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın isteği üzerine bu görüşmeler doğrudan yapılamadı. Dolaylı oldu. Görüşmelerden dışarıya fazla bilgi sızmadı ama, iki tarafa yönelik uluslararası baskının arttığı kesin. Bakü ve Erivan’ın uzlaşmaya hazır olduklarını söyledikleri bir dönemde bölgede gerginlik artıyor. Ermenistan ile Azerbaycan arasında 1994’te varılmış olan ateşkes sınır bölgelerinde mart ve nisan aylarında anormal bir artış gösterdi. İddiaya göre, ilk kez ateşkes anlaşması öncesi kadar ihlal meydana geldi. Azerbaycan, Ermenistan tarafından açılan ateş sonucu 10 sivilin yaşamını kaybettiğini açıkladı. 3 Azeri askeri Ermeniler tarafından esir alındı. 1 Ermeni askeri Azerbaycan’ın eline düştü. Her iki taraf da, zirve yaklaşırken birbirlerini savaşla tehdit etmekle suçladılar. Esasında bu gerilim yeni bir şey de değil. Karabağ sorunu uluslararası gündemde yeniden önem kazandığı her dönemde, tarafların tırmandırdıkları bir taktik. Ama, 17 yıldan beri süren sorunun aşılmasının hiç de kolay olmadığını ortaya koyan bir gerçek. Bu yaz Ermenistan-Azerbaycan takvimi yoğun olacak. Mayıs’taki liderler zirvesinden sonra Minsk grubu çerçevesinde görüşmeler yeniden başlayacak. Ama bu kez bir yenilik var. İlk kez Karabağ hükümeti de görüşmelere davet ediliyor. Bakü’nün bu konudaki tavrı belli değil. Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğu konusunda hiçbir Azeri’nin şüphesi yok. Bu sürece hazırlık görüşmelerinde tarafların uzlaşma çizgileri henüz tam netliğe kavuşmadı ama Ermenistan, Karabağ’ın statüsünün devamına karşılık işgal altındaki topraklardan çekilebileceği mesajlarını veriyor. Azerbaycan da Laçin koridorunu ortak kullanıma açacağını söylüyor. Belki bu noktalarda uzlaşma mümkün olabilirdi ama şimdi her iki hükümetin önünde ciddi bir engel var. Seçimler. Bu yıl sonu Azerbaycan’da parlamento, Ermenistan’da ise yerel seçimler var. Bugüne kadar, her iki ülkede de iç siyaset malzemesi olarak alabildiğine kullanılan Karabağ sorununda bu seçim ortamında açılım beklemek zor. Kafkasya’da ilerleme olmadan, Ankara’nın önerilerini Erivan’ın sakin kafayla değerlendirmesi beklenememeli. [Ferai Tuınç, Email: ftinc@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni [İkinci Meşrutiyet’ten Sonra] Ayaklanmaları: Meşrutiyet’in ilanıyla (1908) herkeste bir hürriyet sarhoşluğu görüldü. Gazeteler eski idarenin kötülüklerini, hürriyetin nimetlerini sayıp dökerken her köşe başında bir hatip türemişti. Tek kelime ile ağızdan çıkanı kulak işitmiyordu. Bu hengâmeden faydalanan Ermeni siyâsî suçluları, mahkûmları, kaçakçıları İstanbul’a doldular. Şapkaları, kelebek kravatları, Rus lehçesiyle konuştukları Ermenice’leriyle dikkati çekiyorlardı. Meşrutiyet’in ilanıyla, komitelerin artık ihtilalci siyasetlerini birtarafa bırakarak meşrutiyete yardımcı olmaları, memleketin iktisâdî ve medenî gelişmesi için çalışmaları gerekiyordu. Komiteler görünüşte buna karar verdiler. İttihatçılar Ermeniler’in yalanlarına aldandılar, devletin yüksek mevkilerine bir çok Ermeni aydını getirdiler. Bayram ve merasimlerde en önde, ittihat ve terakki Cemiyetinin önemli kişilerinin yanında bulundular. Şişli mezarlığında sözüm ona meşrutiyet uğruna ölen Ermeni fedaileri adına düzenlenen törendi İttiha e Terakki Cemiyeti ileri gelenleri de bulunuyordu. Türk ve İslâm düşmanı kanlı katil Patrik Matyos İzmirliyan sürgünde bulunduğu Kudüs’ten İstanbul’a gelirken, İttihatçılar tarafından karşılandı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni cemiyetlerini himayesine aldı. Bu cemiyetler adına müsamere ve konserler verildi. En önemli yerler, Rusya’dan koğulmuş, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden İstanbul’a gelmiş vatansız, milliyetsiz alçaklar tarafından işgal edilmişti. Bu sözde diplomatlar, içlerindekini açığa vurarak Osmanlı devletini devlet olarak tanımayacaklarını ilan ediyorlardı. Taşnak, Hınçak ve diğer komiteler yeniden örgütlenmeye, şubeler açmaya başladılar. İstanbul’daki Ermeni basınında Türk-İslâm düşmanlığını körükleyen yazılar birbirini takib etmeğe başladı. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni ‘Çeribaşı’: Yıl 1963… Yozgat-Akdağmadeni’nin bir dağ köyünde yedek subay öğretmen olarak yaşadığım bir anım, acaba ‘Ermeni Soykırımı’ iddialarında yerini bulabilir mi?. Köyün karşı yamacında kurulan çadırları, köylü, her yıl gelen, kalay ve keklik kafesi yapan Çingene [Roman] Göçebeler olarak tanımaktadır. İki jandarma ile sözde kontrol olarak gittiğimizde karşılaştığım ise bambaşka bir dünyaydı. Çeribaşları’nı çağırdım. Gelen 90 yaşında bir hanımdı. Nüfus belgelerini istedim. Bir tomar halinde gelen nüfus belgelerini açınca karşılaştığım ise Ermeni kimlikleriydi. Uzun sohbetimizde yaşlı nine, ‘Tehcir’ sırasında Doğu’dan geldiklerini, dağda bir köy oluşturduklarını, köylülerin tepkileri nedeniyle kendilerini Çingene [Roman] olarak tanıttıklarını’ anlattı. ‘1915’te ne oldu?’ sorusu üzerine söyledikleri ise kelimesi kelimesine ‘Önce biz sizi kestik, sonra siz bizi kestiniz’ idi. Ancak bu konu üzerine fazla konuşmak istememesine saygı göstererek sustum. Tarihin karanlık günlerini yeniden deşmenin anlamsızlığında, bilmem o yaşlı ninenin sözleri bir mana ifade eder mi? Oysa ben, çocukluğumun Konya’sında ekmeğimizi getiren Hayk Amca’yı, hastalandığımızda iğnemizi yapan Leon Amca’yı, öldüğünde Sivas’taki Müslüman köylü hemşerilerinin otobüsle gelip Kumkapı Meryem Ana Kilisesi’ni dolduran muhtarı Yalın’ı rahmetle anıyorum. [Yalçın Bayer, Email: ybayer@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Adları: Ermenice köken olarak Urartu antik kültürünün devam sayılan farklı bir dildir. Ses uyumu Yunanca, Latin köekenli diller, Türkçe ve Arapça’dan ayrıdır. Emenice’nin Sami dillerine benzer bir Abece’si vardır. Eski Ermenice ve Yeni Ermenice olarak ikiye ayrılır günümüzde Ermenice. Ermenieler kendilerine dillerine ve kültürlerine uygun isimler vermelerinin yanında dini içerikli ama Sami ve İbranice kökenli isimler de almışlardır. Müslümalar’da olduğu gibi. Batı dillerinde görülen ve dillerin ses uyumlarına göre farklılık gösteren Yahudilik ve Hıristiyanlık kökenli adlar Ermenice’de de vadır. Süleyman, Yakup, İbrahim, Cebrail, İsa, Musa ve benzerilerinin Ermenice biçimleri gibi.. Agop [Yakup] ve Soğoman [Süleyman].. Bir de Batı dillerindeki George, Stepfan, Jean, John gibi.. Ohannes [Jean, John, Johannes] ve Krikor [Gregory] gibi.. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler tıpkı Türkler gibi anılagelmişlerdir. Soyadı olarak babalarının adını yada lakabını taşımışlardır. Lakaplarda genelde yapılan iş, meslek ve uğraşılan konuyla ilgilidir. Derici, [Dabbağ], Terzi, Abacı, Nişancı, Kuyumcu, Kalaycı, Papaz[lık] gibi.. Bir de isim ve soy ad olarak göçülen, doğulan yada yaşanılan yerlerin adlarının verilmesi ve kullanılması vardır. Van, Sasunyan, gibi.. Bu her millette geçerli bir konudur. Türkçe ad yada soyadlarımızdaki Ege, Aras, Derinceli, Müren, Karslı, Söğütlü gibi. Ermeniler’de soyadı konusu milletlerin ayrışması ve milliyetçiliğin belirlenmesinden sonraları hız kazanmış. Ermenler’in Batı ülkelerine ve başka diyarlara göçmeleriyle soyadı konusu önyüze çıkmış. Türkiye’de Soyadı Yasası’nın ardından alınan soyadları diğer uluslarda olduğu gibi benzerlik arzetmiştir. Genelde babaların işleri, uğraşları ve anılageldikleri lakaplar soyad olarak alınmıştır. Biz “Kirazgiller”in soyadımızı “Kiraz” olarak almamız gibi. “oğlu” son eki her dilde kullanılan bir ektir. Osmanlılar’da “zade: oğlu, ogulları, gil” ve Türkçe’de “oğlu”, “ogulları” yada “gil” veya “giller”dir. ”Ermenice’de bu “ian”, “yan” yada “jan”dır. Batı dillerinde genelde bu son ek “son” ve “sson” biçiminde, Slavca ve Slav kökenli yada benzeşik dillerde “ov”’dur. Kelt dilinde yani İrdalandaca’da bu ek önek biçimindedir. “Mc” yada “Mac”. Ermenice’de sonu “yan”, “ian” yada “jan”la son bulan isim ve soyisimlerin anlamı kısaca sözgelimi “Terziyan” şu anlama gelir. “Terzioğlu”, “Terzioğulları”, “Terzi’nin oğlu” yada “Babası Terzi olan[lar]”. Kısacası “Terzigiller yada “Terziler” demektir. Ermeniler yaşadıkları toplumlarla kaynaşmak, -ve ilk elden bir ayrım içinde görünmemek için olabilir- içinde yaşadıkları toplumun kullandığı ama kültürlerine ve dillerine uygun isimler de kullanmışlardır. Sözgelimi; Süleyman [Soğoman] Alcal, Murad Muradyan ve Richard Hovannisian gibi.. Bu çalışmadayer alan Ermeni bayanve erkekadlarıve Ermenilerin kullandığı çoğu Osmanlıca olan soyadlarının anlam ve karşılıklarına ait bilgiler derlendikçe listeye eklenecektir. [Özel Çalişma: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.02.2000, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Ayaklanmaları [1908 Öncesi]: Ermeni komiteleri Ermeni zenginlerinden ağır tehditlerle büyük paralar sızdırdılar. Doğu Anadolu’da komitenin emirlerini dinlemeyen yüzlerce Ermeni öldürdüler. Türk ve Kürt köylerini de basıp yağmalamaya başladılar. Türkleri ve Kürtleri yurtlarını bırakıp gitmeye mecbur etmek için akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı. Anadoluda yer yer çıkan küçük Ermeni isyanları hızla bastırıldı. Büyük isyanlarda Avrupa ülkeleri konsolosları vasıtasıyla müdahele ettiler. Yurtdışındaki komiteciler Avrupa ve Amerika gazetelerinde Türklerin hristiyanları doğradığını iddia ederek amansız bir propagandaya giriştiler. Sultan Abdülhamid bölgedeki müslüman halkın can güvenliğini sağlamak için, Hamidiye Alayları denilen süvari birlikleri teşkil ettirdi. Bunların subayları bölgedeki aşiretlerin ileri gelenlerinden seçiliyordu. Bu ayaklanmalardan önemlileri: 1. Sivas Ayaklanması (11 Ekim 1881), 2. Erzurum Olayı (20 Haziran 1890), 3. İstanbul’da Kumkapı Ayaklanması (15 Temmuz 1890), 4. Yozgat Olayı (Ekim 1893), 5. Tokat Olayı (Ağustos 1894), 6. Birinci Sason İsyanı (Haziran 1893-Ağus. 1894), 7. İstanbul’da Bâb-ı Âli baskını (18 Eylül 1895), 8. 1895-1896 Ayaklanmaları: Bu iki yıl içinde Ermeniler Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar yaptılar. Bunların başlıcaları; Geyve, Yozgat, Kayseri, Develi, Diyarbakır, Siverek, Harput, Malatya, Arapgir, Adıyaman, Maraş, Urfa, Antep, Sivas, Niksar, Divriği, Merzifon, Amasya, Trabzon, Gümüşhane, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayburt, Erzurum, Hınıs ayaklanmalarıdır, 9. Adana olayları (Ekim 1895-Mart 1896), 10. Zeytun İsyanı (Temmuz 1895-Ocak 1896), 11. Van İsyanı (Ekim 1895-Ekim 1896), 12. Osmanlı Bankası Baskını (14 Ağustos 1896), 13. İkinci Sason İsyanı (1898-1904), 14. Sultan Abdülhamid’e Suikast Girişimi, Bomba Olayı (21 Temmuz 1905). [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri: 
Ermeni Bay Adları: Abraham [İbrahim], Adrenik, Aghan, Agop [Yakup], Aleksandr [İskernder, Alaxander], Alkesam, Amire, Anania, Andranik [Atranik], Antranik [Adranik], Anus, Anyes, Apega, Arakel, Aram, Ardaşes, Aret, Aris, Arisdagesian [Arsidages], Arman, Armik, Arsen, Artin, Ashotovitch [Aşatoviç], Asoghig [Asoğig], Assadour, Aşatoviç [Ashotovitch], Avadis, Avak, Avedik, Baghdas [Bağdas], Bağdas [Baghdas], Bağdasar, Barkev, Bedros [Peter], Bedross [Bedros, Peter], Berç, Bereç, Boghos [Bogos, Boğos], Bogos [Boğos, Boghos], Boğos [Bogos, Boghos], Cholo, Dadr, Daron, Dasnabed, Datev, Daud [Davut, David], David [Davut, Daud], Derder, Dikran, Diran, Doryan, Edward [Yetvart], Ermenak, Etyen [Etienne, Ethien], Gabrial [Cebrail], Gagik, Garabed, Gazez, George [Kevork], Gerard [Gerhard], Gukas, Guregh [Gureğ], Gureğ [Guregh], Gurgen [Karakin], Haçatur [Khatchatour], Haçig [Khajag], Hagop [James], Hama, Hampig, Hanov, Harut [Harut], Hatisov, Havogım, Hayk, Hayr [Kheyri], Heci, Herant [Hrant], Hmayak, Hono, Hotomyan, Hovagim [Hovakim], Hovakim [Hovagim], Hovanisan [Hovannis], Hovannes [Yahya], Hovannis [Hovanisan], Hovhan, Hovhannis, Hovnan, Hovsep, Hrant [Herant], Husig, Into, İsrail, İstefan [İstephan, Stehpan], İstepan [İstefan, Stehpan], Karabet, Karekin, Karinik, Kaspar [Casper], Kevork [George, Yorgi, Yorgo, Jori, Yuri], Khajag [Haçig, Hacik], Khatchatour [Haçatur], Kheyri [Hayr], Kheyri, Khor, Kirkor [Krikor, Gregor, Grigory], Kisag, Knel, Kochar [Koçar], Koçar [Kochar], Kotoğ, Krikor [Gregor, Grigory, Kirkor, Krikoris], Krikoris [Gregor, Grigory, Kirikor, Kirkor,], Kyud, Laurent, Leon [Aslan, Levon], Levon [Aslan, Leon], Louse, Malaşi [Malachia], Manuel, Manuk, Mardiros, Markar, Marko [Marck, Marco], Marta, Matyos, Megerdiş, Melkon, Mesrob, Mgrtch [Mıgırdıç, Migırdıç], Migırdıç [Mgrtch], Migirdic [Mgrtch, Migırdıç], Minas, Mkhitar, Monte, Movses [Musa], Murad, Muşeg, Nareg, Nathan, Navasart, Nerses [Narsess], Nersess [Narses], Nersis, Nigogos [Nicholas], Noradongh [Noradoğ], Noradung, Nubar, Ohan, Ohannes, Oshagan, Oskan [Oscar], Panos, Papgen, Paren, Pars, Petros [Bedros, Peter], Raffi, Sahag [Sahak], Sahak [Sahag], Samson, Sanitik, Sarkis [Sarkiss], Sarkiss [Sarkis], Sebouh [Sebuh], Sebuh [Sebouh], Serop, Serupe, Setrak, Sevan, Shahan [Şahan], Sogoman [Soğoman, Süleyman], Soğomon [Sogoman, Süleyman], Sukyas, Süleyman [Sogoman, Soğoman], Süre, Şabuh, Şahan [Shahan], Şınab, Tamar, Tatoul, Ter, Tigran, Toros, Vaçe [Vatche], Vagharsh [Vağarşak], Vağarşak [Vagharsh], Vahakn, Vahan, Vahram, Van, Varjabed, Varoujan, Vartan, Vasken, Vatche [Vaçe], Vertanes, Viken, Viktor [Victor], Virap, Vlacheslav [Vlaçeslav], Vosgan, Yeghishe [Yeğişe], Yeğişe [Yeghishe], Yetvart [Edward], Yeznik, Yuriy [George, Gregor, Gregory], Zacheos [Zaçyos], Zaçyos [Zacheos], Zasib, Zevn, [Özel Çalişma: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.02.2000, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Bayan Ad & Soyadları: Andonban Zivart, Luiz Bakar, Mari Oduncuyan [Oduncuoğlu, Oduncu’nun oğlu], Selin Panasoğlu, Seta Khedeshian [Hedeşioğlu, oğlu], Sona Guzelyan [Güzeloğlu, Güzel’inoğlu], Veronic Melkonian [Melkonoğlu, Melkon’un oğlu], Veronik Melkonyan [Veronique Melkonian] [Melkonoğlu, Melkon’un oğlu], Zaven Melkonian [Melkonoğlu, Melkon’un oğlu], Yrma [İrma] Polat [Özel Çalişma: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.02.2000, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Bayan Adları: Ağauni, Ahsiyat, Andonban, Heranuş, İrma [Yrma], İshugi, Luiz, Mami, Mari, Marya, Selin, Seta, Sona, Veronic, Veronik, Virjin, Yrma [İrma] Zaven, [Özel Çalişma: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.02.2000, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Çeteler, 523 Bin Türkü Katletmiş…: Ermeniler, yıllardır sözde soykırımı iddialarıyla dünya kamuoyunu yanlarına çekmeye çalışırken, resmi belgeler, Ermeni çeteler tarafından 1910-1922 yılları arasında Anadolu’da 500 binden fazla Türk’ün katledildiğini gösteriyor. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, uzun bir süredir Türkiye’ye, ”tarihinizle yüzleşin” telkinleri yapıldığını belirterek, ”Tarihimizle yüzleşince, kendi kayıp ve acılarımızla karşılaşıyoruz” dedi. Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili olarak tarihin bir noktaya hapsedildiğini ve herkesin 1915 yılına kilitlendiğini kaydeden Sarınay, ”Sorun bu tarihte başlamıyor. 1915 bir sonuçtur” dedi. 1878 yılından itibaren büyük devletlerin Ermeni meselesini kullanarak Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale etmeye başladıklarını anlatan Sarınay, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı başlarına kadar sabırlı bir şekilde dayandığını söyledi. Sarınay, ”Tehcir kararı, Ermeni diasporasının iddia ettiği gibi muhtemel bir isyanı ve başka bir ülkeyle işbirliğini önlemeye yönelik alınmadı. Tehcir, fiilen bir isyanı ve yabancı bir ülkeyle işbirliğini önlemeye yönelikti” diye konuştu. Ermeni çetelerin Anadolu’da yüzbinlerce Türk’ü katlettiğini bildiren Sarınay, şunları kaydetti: ”Ermeniler bir devlet kurmak için Fransız, İngiliz ve Rusların vaad ettiği topraklarda bir çoğunluk oluşturamamış. Bu, büyük devletler tarafından da dile getirilmiş. İşte bu nedenle, çoğunluk oluşturabilmek için, belirli bölgelerde sistematik katliam yapmışlar. Katliamların özelikle Doğu Anadolu ve Çukurova’da yoğunlaşmasının nedeni, etnik temizliğe girişmiş olmalarıdır. Katliamlardan canlarını kurtaranlar da bu bölgelerden göç etmişler. Katliamların amacı, büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirmektir.” Sarınay, Ermeni çetelerinin bazen birkaç köy halkını toplayarak katliam yapması nedeniyle, kayıpların belgelere yüksek miktarlarda yansıdığını söyledi. Her katliamın belgesi olduğunu ifade eden Sarınay, bunların yerel yöneticilerin İstanbul hükümetine gönderdiği yazı ve raporlarla, yabancı gözlemcilerin hazırladığı tutanaklardan oluştuğunu bildirdi. Tarihle Yüzleşmek: Sarınay, uzun bir süredir Türkiye’ye, ”tarihinizle yüzleşin” telkinleri yapıldığını belirterek, şunları söyledi: ”Biz tarihimizle yüzleşiyoruz. Tarihimizle yüzleşince, kendi kayıp ve acılarımızla karşılaşıyoruz. Yasımızı tutmadığımız için, herkes Türkiye’den birtakım şeyleri rahatlıkla alabileceğini düşünüyor. Anadolu’da 523 bin 955 Türk, Ermeni çetelerince katledilmiş. Bunda Batılıların da sorumluluğu çok büyük. Avrupa, Türkiye üzerindeki politikalarında Ermenileri araç olarak kullanmış. Bunun acısını da Ermeniler ve Türkler çekmiş. Avrupa’nın da kendisiyle yüzleşmesi lazım.” Ermeni Çetelerinin Katlettiği Türkler: 1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerin yaptığı katliamların tarih ve yerleri ile katledilen Türk sayısı şöyle: 1910 Muş (10 ölü), 21 Şubat 1914 Kars-Ardahan (30 bin ölü), 1915 Van (44 ölü), 1915 Van (150 ölü), 1915 Bitlis (16 bin ölü), 1915 Muş (80 ölü), 1915 Bitlis-Hizan (113 ölü), 1915 Van (5 bin 200 ölü), Şubat 1915 Haskay (200 ölü), Şubat 1915 Dutak (3 ölü), Nisan 1915 Bitlis (29 ölü), Nisan 1915 Muradiye (10 bin ölü), Nisan 1915 Van (120 ölü), Mayıs 1915 Van (20 bin ölü), Temmuz 1915 Muş-Akçan (19 ölü), Ağustos 1915 Müküs (126 ölü), 9 Mayıs 1915 Bitlis (40 bin ölü), 9 Mayıs 1915 Bitlis (123 ölü), 15 Ocak 1916 Terme (9 ölü), 1 Nisan 1916 Van-Reşadiye (15 ölü), Mayıs 1916 Muş (500 ölü), 8 Mayıs 1916 Van-Tatvan (bin 600 ölü), 8 Mayıs 1916 Bitlis (10 bin ölü), 8 Mayıs 1916 Pasinler (2 bin ölü), 8 Mayıs 1916 Tercan (563 ölü), 11 Mayıs 1916 Van (44 bin 233 ölü), 11 Mayıs 1916 Malazgirt (20 bin ölü), 11 Mayıs 1916 Bitlis (12 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (bin ölü), 22 Mayıs 1916 Köprüköy-Van (200 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (15 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (8 ölü), 22 Mayıs 1916 Van (8 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (80 bin ölü), 22 Mayıs 1916 Van (15 bin ölü), 23 Mayıs 1916 Of (5 ölü), 23 Mayıs 1916 Trabzon (2 bin 86 ölü), 23 Mayıs 1916 Van (3 yüz ölü), 25 Mayıs 1916 Bayezid (14 bin ölü), Haziran 1916 Van-Abbasağa (14 ölü), Haziran 1916 Edremid-Vastan (15 bin ölü), 6 Haziran 1916 Şatak-Serir (45 ölü), 6 Haziran 1916 Şatak (bin 150 ölü), 7 Haziran 1916 Müküs-Serhan (121 ölü), 14 Ağustos 1916 Bitlis (311 ölü), 1919 Sarıkamış (9 ölü), 1919 Tiksin-Ağadeve (5 ölü), 1919 Nahçivan (4 bin ölü), 6 Ocak 1919 Zaruşat (86 ölü), 21 Ocak 1919 Kilis (2 ölü), 22 Ocak 1919 Antep (1 ölü), 25 Ocak 1919 Kars (9 ölü), 26 Şubat 1919 Adana-Pozantı (4 ölü), 18 Mayıs 1919 Osmaniye (1 ölü), 13 Haziran 1919 Pasinler (3 ölü), 3 Haziran 1919 Iğdır (8 ölü), Temmuz 1919 Sarıkamış (803 ölü), Temmuz 1919 Kurudere (8 ölü), Temmuz 1919 Sarıkamış (695 ölü), 4 Temmuz 1919 Akçakale (180 ölü), 5 Temmuz 1919 Kağızman (4 ölü), 7 temmuz 1919 Kars-Göle (9 ölü), 8 Temmuz 1919 Mescitli (4 ölü), 8 Temmuz 1919 Gülyantepe (10 ölü), 9 Temmuz 1919 Kağızman (6 ölü), 9 Temmuz 1919 Kurudere (8 ölü), 11 Temmuz 1919 Mescitli (20 ölü), 19 Temmuz 1919 Bulaklı (2 ölü), 19 Temmuz 1919 Pasinler (2 ölü), 24 Temmuz 1919 Kars-Kağızman (9 ölü), Ağustos 1919 Muhtelif köyler (2 bin 502 ölü), 15 Ağustos 1919 Erzurum (1 ölü), 15 Ağustos 1919 Erzurum (426 ölü), Eylül 1919 Allahüekber (3 ölü), 9 Eylül 1919 Ünye (12 ölü), 14 Eylül 1919 Sarıkamış (2 ölü), Kasım 1919 Adana (4 ölü), 11 Kasım 1919 Maraş (2 ölü), 6 Kasım 1919 Ulukışla (7 ölü), 7 Aralık 1919 Adana (4 ölü), 1920 Göle (600 ölü), 1920 Kars (3 bin 945 ölü), 1920 Haramivartan (138 ölü), 1920 Nahçivan (64 bin 408 ölü), 1920 Nahçivan (5 bin 307 ölü), Şubat 1920 Kars civarı (561 ölü), 1 Şubat 1920 Zaruşat (2 bin 150 ölü), 2 Şubat 1920 Şuregel (bin 150 ölü), 10 Şubat 1920 Çıldır (100 ölü), 28 Şubat 1920 Pozantı (40 ölü), 9 Mart 1920 Zaruşat (400 ölü), 9 Mart 1920 Zaruşat (120 ölü), 16 Mart 1920 Kağızman (720 ölü), 22 Mart 1920 Şuregel-Zaruşat (2 bin ölü), 6 Nisan 1920 Gümrü (500 ölü), 28 Nisan 1920 Kars (2 ölü), 5 Mayıs 1920 Kars (bin 774 ölü), 22 Mayıs 1920 Kars (10 ölü), 2 Temmuz 1920 Kars-Erzurum (408 ölü), 2 Temmuz 1920 Zengebasar (bin 500 ölü), 27 Temmuz 1920 Erzurum (69 ölü), Mayıs 1920 Kars-Erzurum (27 ölü), Ağustos 1920 Oltu (650 ölü), Ağustos 1920 Kars-Erzurum (18 ölü), 15 Ekim 1920 Bayburt (bin 387 ölü), 20 Ekim 1920 Göle (100 ölü), 17 Ekim 1920 Pasinler (9 bin 287 ölü), 18 Ekim 1920 Tortum (3 bin 700 ölü), 19 Ekim 1920 Erzurum (8 bin 439 ölü), 26 Ekim 1920 Kars civarı (10 bin 693), Ekim 1920 Aşkale (889 ölü), 1 Aralık 1920 Kosor (69 ölü), 3 Aralık 1920 Göle (508 ölü), 4 Aralık 1920 Kosor (122 ölü), 4 Aralık 1920 Kars-Zeytun (28 ölü), 4 Aralık 1920 Sarıkamış (bin 975 ölü), 6 Aralık 1920 Göle (194 ölü), 7 Aralık 1920 Kars-Digor (14 bin 620 ölü), 14 Aralık 1920 Sarıkamış (5 bin 337 ölü), 29 Kasım 1920 Zaruşat (bin 26 ölü), Aralık 1920 Erivan (192 ölü), 1921 Nahçivan (12 ölü), 1921 Bayburt (580 ölü), 1921 Arpaçay (148 ölü), 1921 Karakilise (6 bin ölü), 1921 Karakilise ( 6 bin ölü), Şubat 1921 Zenibasar (18 ölü), 21 Kasım 1921 Pasinler ( ölü), 21 Kasım 1921 Erzurum (bin 215 ölü), 1918 Hınıs (870 ölü), 1918 Tercan (580 ölü), Mart 1922 Maraş (4 ölü). [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Ermeni Dernekleri: 1860’ta Adana’da Hayırsever Cemiyeti, arkasından Fedâkârlar Derneği kuruldu. 1870-1880 tarihleri arasında Van’da Araratlı, Muş’ta Okulu Sevenler, Doğulu ve Klikya dernekleri kuruldu. 1880 tarihinde bu dört dernek birleşerek Ermenilerin Birleşik Derneği adını almışlardır. 1876’da Ermenistan’a Doğru Derneği, 1879’da Milliyetçi Kadınlar Derneği, 1880’de Erzurum’da Silahlılar Derneği, Kafkasya’da Genç Ermenistan Derneği, 1872’de Van’da İttihat ve Halâs Derneği, 1882’de yine Van’da Karahaç Derneği kuruldu. Bu derneğin amacı gerekli yerlerde isyanlar çıkartmak ve gençleri silahlandırmaktı. 1881’de Erzurum’da kurulan Müdâfi Vatandaşlar Derneği, daha sonra büyüdü, çeteler kurdu, dörtyüzden fazla usta çeteci yetiştirip komutanlar atadı. Bunları düzenli silahlı eğitime tabi tutup, silâh ve cephane depoları kurdu. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Dosyası: Kamuran Gürün, Emekli [Rahmetli] Büyükelçi, Gürün bu kitabı, sanıldığı gibi, emekli olduktan sonra değil, Dışişleri Bakanlığı müsteşarıyken, yani 1982’de yazdı. Kitapta toplam Ermeni ölümlerinin (400 bin değil) 300 bin civarında olabileceği bildiriliyor. [Kaynak: İnternet, Gündüz Aktan, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Faaliyetlerine İlişkin ATESE Belgeleri; Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATESE) ve Denetleme Başkanlığı’nın yaklaşık 1.5 yıl süren çalışmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı arşivlerindeki Ermeni faaliyetlerine ilişkin belgeler, 4 cilt halinde yayınlanıyor. Ermeni faaliyetlerine ilişkin belgelerin Osmanlıca yazılmış aslının, o günkü ve bugünkü Türkçe ile İngilizce çevirisinin yer aldığı kitapların ilk 2 cildinin bu hafta içinde satışa sunulması bekleniyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki ilgili yerlere de gönderilmesi amaçlanan kitapların diğer 2 cildinin de 6 ay içinde hazırlanarak piyasaya sürülmesi planlanıyor. Kitapların ilk 2 cildinde, 1914-1918 yılları arasındaki Ermeni faaliyetlerine ilişkin Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinde bulunan 300’e yakın belgeye yer veriliyor. ATESE ve Genelkurmay Denetleme Başkanı Hava Korgeneral Erdoğan Karakuş, kitapların tamamen belge niteliğinde hazırlandığını belirterek, herhangi bir yoruma yer verilmediğini kaydetti. Korgeneral Karakuş, çalışmada 1914-1918 yılları arasında Ermeni faaliyetleriyle ilgili Genelkurmay arşivlerinde yer alan devletin bütün kademelerinin yazışmalarına ilişkin belgelerin bulunduğunu belirterek, askeri ve siyasi konuların bütün açıklığıyla belgelerle gözler önüne serildiğini vurguladı. Korgeneral Karakuş, belgelerin istek olması durumunda İngilizce dışında başka yabancı dillerde yayınlanmasının da düşünülebileceğini kaydetti. -”Arşivler Açik”- Korgeneral Karakuş, ”sözde Ermeni soykırımı”yla ilgili askeri arşivlerin araştırmacılara açılmadığı” yönündeki iddialarla ilgili olarak da, 3681 sayılı Arşivlerden Yararlanma Kanunu’na göre Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinin, ilgili kanunda belirtilen şartları taşıyan araştırmacılara açık olduğunu kaydetti. Ermenilerin Türk diplomat ve büyükelçilik çalışanlarına yönelik saldırılarının ardından özellikle 1984’ten sonra araştırmacıların Ermeni faaliyetlerine ilgi duyduğunu ifade eden Korgeneral Karakuş, Genelkurmay arşivlerinden o günden bugüne kadar 21 araştırmacının yararlandığını bildirdi. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.com, 14.12.04, Cuma, Şirintepe-İzmit].
Ermeni İsyanı ve Mezalimi Olan Kentler: Zeytun [Sülemaniye-Maraş], Kayseri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır, Mamuretü’l-Aziz [Elazığ], Erzurum, Sivas, Urfa, Trabzon, Ankara, Adana, İzmit ve Bursa’da inanılmaz mezâlim gerçekleştirmişlerdir. İzmit [İzmit Sancağı] ve Bursa [Hüdavendigar] Vilayeti ve bağlı yerleşim yerlerinde özellikle silahlı ayaklanma, çete oluşturma, ev ve yol kesme, adam kaçırma, işgal güçleri, İngiliz, Fransız ve Yunanlılar’la işbirliği ve casusuluk hareketleri. Mondros Ateşkesi’nden sonra İzmit Derince’de İngiliz İşgal Komutanlığı denetiminde bulunan Osmanlı Ordusu silahlarının depolandığı yerlerden silah ve mühimmat çalma. Derince Limanı Amerikalı, Fransız Misyonerleri ile doludur ve sadece Ermeniler ve Rumlar misyonerlerin yardımlarındna yaralanmaktadır. Silah depoları Amerikalı ve İngiliz Askerleri’nin denetimindedir ve Ermeni Çeteleri’ne mensup kişiler depolardan silah çaldıklarında takibata uğramamakatdırlar. [Derleyen: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Kiliseleri, Kutsal Yerleri & Vakıfları: Antakya Aziz Piyer Mağarası [The Holy Petrus Inn in Antakya], Antakya Samandağ Vakıflı Köyü Meryem Ana Ermeni Kilisesi [The Holy Mother-of-God of Armenian Church of Antakya Samandag in Vakifli Village], İskenderun Surp Karasun Manuk Ermeni Kilisesi [The Holy Karasun Manuk Armenian Church of Iskenderun], İstanbul Altımermer Surp Hagop Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Surp Hagop (Saint James) of Istanbul in Altimermer], İstanbul Bakırköy Kutsal Meryem Ana Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of the Holy Mother-of-God of Istanbul in Bakirkoy], İstanbul Bakırköy Meryuem Ana Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Saint Mary of Istanbul in Bakirkoy], İstanbul Gedikpaşa Surp Hagop Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Surp Hagop (Saint James) of Istanbul in Gedikpasa], İstanbul Kadıköy Surp Takavor Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Surp Takavor (Christ the King) of Istanbul in Kadikoy], İstanbul Kandilli Ermeni Kilisesi [Armenian Church of Istanbul in Kandikki], İstanbul Kınalıada Karagözyan Yaz Kampı [Karagozyan Summer Camp oof Istanbul, on Kinali Island], İstanbul Kınalıada Surp Krikor Losavoric [Aziz Aydınlatıcı Gregor] Kilisesi [The Holy Krikor Losavoric Armenian Church of Istanbul in Kinaliada], İstanbul Kumkapı Bezciyan Papaz Okulu [The Bezciyan Armenian Parish School of Istanbul in Kumkapi], İstanbul Samatya Surp Kevork [Aziz Corc] Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Surp Kevork (Saint George) of Istanbul in Samatya], İstanbul Kumkapı Ermeni Patrikhanesi [The Armenian Patriarchate of Istanbul in Kumkapi], İstanbul Kumkapı Kutsal Ruh Patriklik Ermeni Kilisesi [The Holy Spirit Patriarchal Armenian Chapel of Istanbul in Kumkapi], İstanbul Kumkapı Kutsal Sanlanış Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of The Holy Resurrection of Istanbul in Kumkapi], İstanbul Kuruçeşme Kutsal Haç Ermeni Kilisesi [Armenian Church of the Holy Cross of Istanbul in Kuruçeşme], İstanbul Samatya Sahakyan Papaz Okulu [The Sahakyan Armenian Parish School of Istanbul in Samatya], İstanbul Surp Hovhannes Avedaranitch Ermeni Kilisesi, [Armenian Church of Saint John the Evangelist (Surp Hovhannes Avedaranitch)], İstanbul Surp Nigogos Ermeni Kilisesi [The Armenian Church of Surp Nigogos (Saint Nicholas) of Istanbul, in Topkapi], İstanbul Yedikule Surp Pergitch [Aziz Kurtarıcı] Ermeni Hastanesi [Surp Pergitch (Holy Saviour’s) Armenian Hospital of Istanbul in Yedikule], Kayseri Surp Krikor Lusavoriç [Aziz Aydınlatıcı Gregor] Ermeni Kilisesi [The Holy Krikor Losavoric Armenian Church of kayseri], Surp Krikor Lusavoriç [Aziz Aydınlatıcı Gregor] Ermeni Kilisesi [The Saint Gregory The Illuminator Armenian Church], Yeşilköy Ermeni Kilisesi Vakfı [The Foundation For Armenian Church of Istanbul in Yesilkoy],
Ermeni Kilisesi 1700. Yılı Kutluyor: Ermeni Kilisesi’nin 301 yılında Kral Tiridates III tarafından resmen tanınmasının 1700. yılı, Kayseri, İskenderun ve Samandağ’da kutlanacak. Türkiye Ermenileri Patrikliği’nden yapılan yazılı açıklamada, Kayserili Surp Krikor Lusavoriç’in [Aziz Aydınlatıcı Gregor] çabalarıyla Hıristiyanlığı kabul eden ve vaftiz olan Kral Tiridates III’ün, yeni dini, devlet dini olarak kabul ettiği hatırlatıldı. İlk olarak 11. yüzyılda inşa edilen ve defalarca restore edilen Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’nin, Kayseri’de ve eski Kapadokya bölgesinde ibadete açık olan tek Hıristiyan mabedi olduğu belirtilen açıklamada, Türkiye’de yaşayan Ermeni kökenlilerin yılda iki kez Kayseri’deki bu kiliseyi ziyaret ettiği ifade edildi. Açıklamaya göre, kutlamalar çerçevesinde Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob II, yarın Kayseri Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’ndeki 1700. yıl ayinini yönetecek. 9 Haziran Cumartesi günü de, İskenderun’da onarılan Surp Karasun Manuk Ermeni Kilisesi yeniden ibadete açılacak ve burada da 1700. yıl ayini düzenlenecek. Aynı gün Antakya Aziz Piyer Mağarası da ziyaret edilecek. 10 Haziran Pazar günü ise, Antakya Samandağ Vakıflı Köyü’ne gidilerek, burada Meryem Ana Ermeni Kilisesi’nde de 1700. yıl ayini düzenlenecek. Ayrıca, 1700. yıl köy şenliği gerçekleştirilecek. Bu arada Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob II, kutlamalar ve ABD’den gelen Ermeniler hakkında yaptığı açıklamada da, Kayseri’ye yapılan inanç ziyaretlerinin kilise bültenlerinde aylar öncesinden ilan edildiğini hatırlatarak, dileyen herkesin buna katılabildiğini kaydetti.. [İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Kilisesi: Gregoryan Ermeni Kilisesi’nin [Gregorian Armenian Churches] MS 300’lerde kurulmasıyla Ermeni Hıristiyanlığı’nın Ana Mezhebi olmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasının ardından İstanbul Kumkapı’daki Ermeni Ortodoks Patrikhanesi [Armenian Orthodox Patriarchate of Istanbul] oluşturulur. Ermeni Patrikhanesi Türkiye Ermenileri’nin en yüksek dini kurumudur. Fener Ortodoks Rum Patrikhanesi [İstanbul Phanar Greek Orthodox Patriarchate] ile bir ilgisi yada bağı yoktur. Diğer taraftan Bulgar Kiliseleri ve Rus Kiliseleri de Ermeni Patrikhanesi gibi İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nden bağımsızdır. Slav kökenli Kiliseler Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ni en üst kurum kabul ederlerken Bulgar Kilisesi aksine hareket etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında olup da bağımsız olmuş olan Suriye, Lübnan, Irak, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’da ve Ermeni Göçmeler’in ulaşıp yerleştiği bir çok farklı ülke ve yerde de Ermeni Kiliseleri açılmıştır. Sözgelimi Paraguay gibi.. Ana kilise olarak Vatikan’a bağlı olan Katolikler [Catholic Armenians] ve ABD’li Protestan Misyonerler’in yıllar süren uğraşları sorunucu Protestan [Protestant Armenians] olanlar vardır. Rumca ve Yunanca Aziz, Ermiş yada Kutsanmış Kişi anlamına Aya, Hagia yada Hagios kullanılır. İngilizce’de Holy, Latin kökenli dillerinde karşılığı Saint kısaca St. dir. İtalyanca ve İspanyolca’da Santa, Portekizce’de San’dır. Ermenice’de bunun karşılığı Surp’tur. Ermeni Kiliseleri de diğer Hıristiyan Mezhepleri’nde olduğu üzere kurulan kiliselere Azizliğe yükseltilmiş din adamlarının adlarını vermiştir. [Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Komiteleri: 1. Hınçak [Çan] Komitesi: 1887’de İsviçre’de Kafkasyalı Ermeniler tarafından kurulmuştur. Amacı Türkiye Ermenistanı’nı kurmak, daha sonra Rus ve İran Ermenistanlarıyla birleşerek bağımsız bir Ermenistan yaratmaktı. Sosyalizmi benimsemişlerdi. 2. Taşnaksutyun [Federasyon] Komitesi [Ermeni İhtilâl Cemiyetleri Birliği]: Kısaca Taşnak. 1890’da Kafkasya’da kuruldu. Amacı Ermeni örgütlerini birleştirmek, Türkiye’ye geçen çetelere yardım etmek, isyanlar çıkartmak suretiyle Türkiye Ermenistanı için siyasî ve iktisâdî özgürlük elde etmekti. Nasyonal-sosyalizme benimsemişlerdi. Komitenin örgütüne verdiği emir şu idi: “–Türkü, Kürdü her yerde, her türlü koşullar altında vur! Mürtecileri, ahdinden dönenleri, Ermeni hafiyelerini, hainleri öldür, intikam al!”. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Konusu: Gül: Osmanlı isteseydi farklı din bırakmazdı: Fransa ve Hollanda’nın bu konunun resmi olarak gündeme getirilmesi yönündeki ısrarlarına karşın konu toplantı öncesinde gerçekleştirilen kahvaltıda gündeme geldi. AB tarafı, Başbakan’ın Erivan’a gönderdiği mektuptan ve ortak komisyon önerisini olumlu karşıladığını açıkladı. Gül de AB’ye Ermeni iddialarının tarihsel gelişimi konusunda bilgi verdi ve “Osmanlı isteseydi Balkanlar’da farklı din, devlet ve dil kalmazdı. Ama anlayışı bu değildi. Bugün hayatta olmaları Osmanlı’nın yaklaşımı sonucudur. Bugün de Türkiye’nin Ermenilerle sorunu yok. Türkiye’de 40 bin Ermeni yaşıyor” dedi. Gül, iç politika güdüleriyle ülkelerin onuruyla oynanmaması gerektiğini söyledi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Konyağı: Champagne, Fransa’da bir yörenin adıdır. Şampany diye telaffuz edilir. Yani bildiğimiz şampanya… Bölgede üretilen tüm şampanyalar çeşitli adlarla etiketlenir. Bunlar bir tür köpüklü şaraptır. Aynıları hatta bazı ülkelerde daha kaliteli olanları üretilir. Ama… Hiçbiri Champagne (Şampanya) adını taşıyamaz. Tadı, üretiliş prosesi, şişelenmesi, her şeyi aynı olan bu içkilerin sadece Fransa/Champagne bölgesinde üretilenler bu adla satılabilir. Uluslararası Ticaret Odaları ve Uluslararası Patent Merkezi kayıtları gereği bir ayrıcalığa sahiptirler. Ve bu nedenle diğer ülkelerde üretilenleri, ne denli yüksek kalitede olurlarsa olsunlar, köpüklü şarap olarak muamele görürler. Düşük fiyatla satılırlar. Bu işlerden anlayanlar, sıradan bir Fransız şampanyası fiyatına, çok daha kaliteli İtalyan köpüren şarabını içerler, ikram ederler. Aynı durum Fransa’nın Cognac (konyak) bölgesi için de geçerlidir. Sadece o bölgede üretilenler Cognac (konyak) olarak satışa çıkabilir. Bölgede üretilen değişik etiketli ürünlerin hepsinin ortak paydası cognactır. Türkiye’deki üretimin bir harf değişikliği ile kanyak olması aynı nedenledir. Tüm özellikleri ile aynı olan içkiler cognac adını kullanamaz. Bunu yapmaya kalkanlar, satacak tek coğrafya bulamazlar. Portekiz’in Porto şarapları, İtalya’nın Parmaggiano de öyle… Ararat Konyağı: Ermenistan’da üretilen konyak, ticari olarak brandy olarak pazarlama kanallarına girer… Adı Ararat’tır. Lezzetli ve kalitelidir. Üretici firma, Ermenistan merkezli Yarevan Brandy Türk Patent Enstitüsü’ne (TPE) başvurarak, bu ürünü Türkiye’de pazarlamak için izin ve tescil istemiştir. Ancak başvurusu geri çevrilmiştir. Gerekçe: “Ararat Dağı, Ağrı’dır. Bu etiketle şişelenen ve satışa çıkarılan bir ürün, Türkiye’de üretilmiş izlenimi verebilir. Ermenistan’da üretilip Türkiye coğrafyasında bir bölge adı verilerek pazarlanan ürün yanılgılara neden olabilir. Uluslararası ticaret, sanayi ve marka uygulamasına aykırıdır.” Üretici firma, bu kararı mahkemeye taşımış. İtiraz etmiş. Ancak Ankara Fikri ve Sınai Haklar Mahkemesi itirazı reddetmiş. Yukarıda sıraladığım örnekler dikkate alınırsa, doğru olan yapılmış. Haberi yazan Milliyet Ankara Bürosu’ndan arkadaşımız Türker Karapınar, iyi bir gazetecilik yapmış. Hadise Türkiye sınırlarında bitmiyor. Ararat’ın Türkiye’de satışı engellendi ama 42 ülkede pazarlanıyor. Türkiye bürokrasisi yıllardır uyumuş. Ararat adının Türkiye’de üretilmeyen bir ürün için kullanılmasını uluslararası hukuk, ticaret ve patent kurumlarında engellemek için kimse parmağını kımıldatmamış. Ermenistan’ın Ağrı ve yöresini -hâlâ- kendine ait sayan toprak iddiaları için bu Ararat etiketli şişeler önemli propaganda mesajıdır. Avrupa Konseyi: Uluslararası forumlarda böyle mücadelenin nasıl olması gerektiğine bir örnek yansıtayım. Başbakan Erdoğan’ın “Ermeni kıyımı” iddiaları için, “İki tarafın ve dünyanın saygın tarihçilerine tüm arşivler açılsın. Kararı bilim adamları versin” çağrısı üzerine, Türk parlamenterler Strasbourg’da çok güzel bir sonuç aldılar. Başta Mesut Murat Mercan ve Mevlut Çavuşoğlu, bu çağrıyı destekleyen bir bildiri kaleme aldılar. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) de her ülkeden 104 milletvekiline imzalattılar. “Birleşik Sol” grubu dışında AKPM’deki tüm grup başkanlarının da imzalarını aldılar. AKPM’de 20 imza, bu tür bildirilerin, meclise ait kabul edilmesi sonucunu doğuruyor. Ayrıca AKPM’de, Ermeni soykırımı için saygı duruşunu ve fotoğraf sergisi açılmasını da engelleyen ilişkiler kurdular. Demek, Ermeni Diasporası’nın güçlü olduğu Fransa’da bile çok şey yapılabiliyor. ….. Eski katı ve paslı politikaları kıran çağrılar önemli… Ancak böyle aktif tavırlarla da desteklenmeli. [Güneri Cıvaoğlu, Email: g.civaoglu@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Lobisi Çalışıyor.. 2 Amerikan Dergisine Tam Sayfa İlan Verdiler!: ABD’deki Ermeni lobisi, sözde soykırımı andıkları 24 Nisan gününden önce, Amerikan US News and World Report dergisine tam sayfa bir ilan verdi. ABD’nin bu ulusal haber dergisinde yer alan ilanın, Zoryan Enstitüsü adlı kuruluşa bağlı Uluslararası Soykırım ve İnsan Hakları Etütleri Enstitüsü tarafından hazırlandığı belirtildi. Kuruluşa göre, ilanın parası, sözde soykırımdan kurtulanların soyundan gelen ve adının açıklanmasını istemeyen bir Ermeni tarafından karşılandı. ”Soykırımdan kurtulduğu” öne sürülen bir kişinin fotoğrafının da yer aldığı ilanda, ”Deja vu?” ifadesiyle, bugün soykırımın Darfur’da yaşanmakta olduğu savunuldu. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 18.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Meselesi ve Türkiye’nin Uluslararası Konumu: Almanya Türk Toplumu’nun Extertal’de yaptığı toplantıda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Köni, Ermeni Meselesi ve Türkiye’nin uluslararası konumu konusunda konferans verdi ve şunları söyledi: Ermeni Meselesi: 24 Nisan olarak kutlanan Genosid olayı diye birşey yok. Bu tarihte İstanbul ve civarındaki Ermeni liderler tutuklanmıştır. 25 Nisan 1915’de ise İngiliz, Fransız mütteffik çıkarmalarının 250 bin kişi ile Çanakkale’ye yoğun çıkarması vardır. Bu çıkarma haberi alındığı için orduyu arkadan vurmalarını önlemek için sadece 300 Ermeni lideri tutuklanmıştır. Çanakkale’de 18 Mart’da bombalama olmuştur. 25 Nisan’da ise askeri çıkartma. 1915’de Van civarında Ruslar ayrıca Ermeni desteği ile ilerlemektedir. O zaman Türkiye iki ordu arasında sıkışmış durumdadır. 250 bin kişiyi Çanakkale’ye yığmıştır. Doğuda Ruslar’la büyük bir mücadele içindedir. Bu zamanda 1915 yılında Orta Doğu cephesinde ordu Cemal Paşa ve Kemal Paşa ile bir hareket yapmaktadır. Yani üçe bölünmüş ordunun içeride böyle bir katliamı yapması mümkün değil. Aslında iç bölgelerde sadece ufak bir jandarma gücü kalmıştır. O zaman mecburen savaş alanından Ermenileri aşağıya çekmişlerdir. Bu arada çatışma bölgesinden aşağıya kaydırılanlar sadece Ermeniler değildir. Türk ve Kürt aşiretleri ve bazı diğer unsurlar da Osmanlı’nın Mezopotamya bölgesine doğru kaydırılmıştır. Bu bir boşaltma olayıdır. Göç ettirme emri 27 Mayıs 1915’de verilmiştir. Liderlerinin tutuklanması olayı nedeniyle Ermeniler tarafından 24 Nisan alınıyor. 24 Nisan tarihinde İstanbul ve İzmir’deki Ermeniler duruyor. Hatta o zaman Çanakkale savaşlarında savaşan Ermeni birliği bile var. Bu göç olayı karşı tarafa yataklık eden bir grubun ayrım yapılmaksızın aşağıya kaydırılması. Ayrıca çatışmalar sırasında yerinden olmamak için “convert” olan yani müslümanlığa dönen Ermeniler de var. Bunların kimler olduklarını bilemiyoruz. Sayıları 300-400 bin kişi. Mesela Hakkari’deki Alevi kardeşlerimiz dönmüş Ermeniler’dir. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da var. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyor. Doğuda maalesef bir yangın olduğu zaman askerlik ve nüfus şubeleri ilk önce yanar. Belkide devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız var. Kim olduklarını bilmiyoruz. Genelde Ermeni meselesinde dönmelerden hiç bahsedilmiyor. Bu arada karşı tarafa geçmiş olanlar olmuş. Tabii göç etmiş olanlar da var. Genosid Psikolojisi: Ermeniler konusunda güncel olaylara gelince, Genosid psikolojisi diye bir yapı birden bire ortaya atılmaya başlandı. Bu konuda kitaplar yazıldı. Genosid psikolojisi kitabını yazan insanların bahsettikleri konu şu: Bir toplumda belli bir grup ekonomik olarak çok ileri çıktığı için bir kıskançlık meydana geliyor. Bir çatışma çıktığında da bu kıskançlıktan faydalanarak bu grup ortadan kaldırılıyor. Bu analiz Almanya’daki Yahudiler üzerine kurulmuş bir analiz. Alman toplumunda ekonomik olarak Yahudiler yukarı çıkıyorlar, ekonomik çöküntü ve bir savaş olduğunda da toplum kıskançlık nedeniyle birikimiş kinle beraber intikam alıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bir genosid psikolojisi yok. Ermenilerinde içinde olduğu azınlıkların ticaret yapması sistemin gereğı icabı. Vergi için para ödüyorlar ve kendileri ticaretle meşguller. Çok sert bir sultan olarak bilinen Abdülhamit’in bile danışmanları Ermeni ya da Yahudi. Doktoru da ayrıca Yahudi. Yani böyle bir ortam yok. “Azınlıklar niye kendi kimliklerini ortaya çıkarmak için katliam motifini kullanırlar?” konusunda araştırma yaptık. Yoğun bir şekilde Musevi hareketini inceledik. Soykırım işi bir kimlik sorunu: Aslında bu soykırım işi bir kimlik sorunu. (Konuyla ilgili bir anı.) Kanada’da verdiğim bir konferansta, söylediğim herşeye neden itiraz ettiğini sorduğum bir bayan, kendisinin Ermeni olduğunu, dedesini Türklerin kestiğini, Ermenice yada Türkçe bilmediğini, tarihçi de olmadığını söyledi. Konferans sonrası konuştuğumda samimi olarak bana şunu söyledi: “Bu bir kimlik sorunu. Ben gördüğünüz gibi Amerkalı’ya benziyorum. Bu toplum içinde ben kayboldum. Bu genosid tezini ileri sürdükten sonra ise varım (Katliama uğradım ki Ermeni’yim, düşünüyorum ki varım gibi bir şey.) Bu benim varlığımı kanıtlıyor. Bu varlığım kanıtlandıktan sonra bana burs verdiler. Saygınlığım var. Buranın basını bizi dinler hale geldi” dedi. Hakikaten sözde soykırımı iş alanı yaratmış. Bu iş 75-80 milyon dolarlık bir endüstri. (Eğer bu gün soykırımını kabul etsek en aşağı 20 bin Ermeni işsiz kalacak.) Kitaplar yazıyorlar, toplantılar yapıyorlar, para aktarıyorlar ve heykeller dikiyorlar. Amerika’daki moda olan kimlik konusu. (Örneğin buradaki bazı Türklerin, aşırı dinci yada İslamcı olmasının nedeni kimlik koruma boyutunda bir olay oluyor.) Musevi soykırımı: Musevi hareketini inceledik demiştim. Gerçek olan Musevi soykırımı, 1945-1967 arasında pek uluslararası alanda kabul görmemiş ve çok ortaya çıkarılmamış. Belki Amerikan kültürü içinde hissedilebilir hale getirilmiş ama esas olarak 1967 savaşından sonra Musevilerin, geniş Arap topraklarını almasından sonra (Amerika’nın da müsadesi ile) birden bire soykırım olayı uluslararası alanda bir patlama göstermiş. 1968’de Orta Doğu’nun terörizme girmesi ile diğerleride bunu öğrenmişler. Ve soykırım alanı gelişmiş. Geliştirme sebeplerinden birisi (haklı olmalarına rağmen) şu: işgal edilen topraklardaki meşruiyeti sağlamak. Örneğin Ermenistan Azerbeycan’da işgal ettiği topraklarda devamlı büyüyor. Gürcistan içinde de faaliyetleri var. Bu konuda herhangi bir tartışma yok. Çünkü dünya kamuoyu (Almanya da dahil) 1915 soykırımı olayı ile meşgul. Politikacıların oy meselesi: Ayrıca tabii politikacıların oy meselesi de var. Konuyla ilgili olarak bir Fransız parlamenteri, “Bir tarihi gerçek vardır. Bir de siyasi gerçek vardır. Bu siyasi gerçek medyanın ortaya koyduğu bir gerçektir ve uluslararası konjüktür, insan hakları ve kimlik krizi ile ortaya konan bir gerçektir. Nihayet Lyon bölgesinde bana oy verecek 22 bin Ermeninin ortaya koyduğu gerçektir. Ben kendi menfaatime göre oy veririm” dedi. Olayın gerçek boyutları bu şekilde. Sayın Ethem Mahçupyan bir yazısında “Ermeniler enerjilerini kendi devletlerini kurmaktan çok giderek kendi kültürleri ve cemaatleri üzerine yoğunlaştırdılar. Böylece Ermeni milliyetçiliğinin hala neden cemaat karekteri taşıdığı anlaşılabilir” diyor. Aslında söylediği şu: Ermeniler kendi devletlerini kurmakla uğraşmadılar. Kendi kültürleri ve cemaatleri üzerine yoğunlaştılar. Yani açıkçası “Biz devlet kuramadığımız için cemaat sisteminde kaldık.” Hangi topluluk kendini bulduktan sonra devlet kurmak için uğraşmaz? Böyle bir analiz olabilir mi? Almanlar hatıralarında böyle bir olayı yazmamışlar: Tescir (göç) Kanunu’nun çıkışı 27 Mayıs 1915 tarihi. Uygulanışı da 3 Haziran 1915. Askeriyeye gönderilmiş olan emiri uygulayanlar, o zaman görevli olan Alman genel kurmayı. Ordu birliklerine bakıyorsunuz kurmay başkanı Alman yahut ordu komutanı Alman. O sırada böyle bir olay olduğuna dair bunlar hatıralarında ya da yazılarında böyle bir olayı yazmamışlar. Ermeni bir yazar, o dönemdeki hemşirelerin ve Alman askerlerin hatıralarını toplamış, onları bir kitap halinde yakında yayınlayacak. Aslında azınlıkların kimliklerini bulmak için neden bu tür terminolojiyi (soykırım) kullandıklarını ve bundan neler elde etmek istediklerini iyi anlamak lazımdır. Türkiye’nin uluslararası arenada güncel konumu: Türkiye’nin batıya kabulü ve batının yanında olmasının önemli boyutlarından biri Rusya gibi batının sistemini değiştirmeye yönelik bir gücün var olmasıymış. 1991’de Rus Elçiliği’ndeki bir toplantıdaydık. Tartışılan konu Rusya’nın çöküşü ve Yeltsin’in tankın üzerine çıkmasıydı. Orada bulunan İngiliz ateşesi benim bulunduğum tarafa doğru dönerek (İngilizcemden dolayı beni Arap veya İsrail diplomatı zannediyor olmalı) “Sovyetler Birliği gitti. Bu 65 milyonluk Türkiye de gitti” dedi. (Herkes benim bulunduğum tarafa baktı.) Ne olduğunu soran Büyükelçi’ye “Ben maalesef Türküm” dedim. “Üzülmeyin” dedi. “Asya ve Kafkaslar enerji hatlarıdır. Onların geçtiği bir alan olursunuz. Tekrar batının gözünde yükselirsiniz” dedi. O dönemde şunu anladık. Türkiye’nin batıya kabulü ve batının yanında olmasının önemli boyutlarından biri, özellikle 1945’lerden sonra hatta Kurtuluş savaşı sırasında da, Rusya gibi batının sistemini değiştirmeye yönelik bir gücün var olmasıymış. Tabii bizim konuşmalarımızda “Türkiye bölgesel bir güçtür. Asla marjinal olamaz” gibi imajlar konuşuldu. Hala bugün Dışişleri’nden gelen arkadaşlarımız da öyle konuşuyor. “Türkiye daima stratejik önemini muhafaza etmiştir. Boğazlar önemlidir” şeklinde ve 60-70 yıldır süren klasik bir stratejik görüş boyutumuz var. “Sizin Kafkasya konusunda ne bilginiz var. Ne de yatırım yapacak paranız var.” Daha sonraki yıllarda, Amerika Türk dernekleri ve iş konseyi toplantısı için ABD’ye gidecektik. (O sırada Demirel Başbakan, sayın Özal’da Cumhurbaşkanı idi.) Amerika’da yapılacak konuşmayı benden hazırlamamı istemişlerdi. O zamanki yapı şöyle: Türkiye’nin önünde Kafkasya ve Orta Asya açılmış. Körfez savaşı ile de Orta Doğu kapanmış bir durumdaydı. Kafkasya’daki (Ermenistan hariç) Türk Cumhuryetlerini tanımıştık. “Türkiye doğu ile batı arasında bir köprüdür. Eğer siz doğuya yatırım yapmak istiyorsanız, Türkiye’ye geleceksiniz. Hep birlikte orada gerekli yatırımları yapacağız” şeklinde bir yazı hazırlıyorum. Beklentimiz: Amerikan sermayesi “Türkler bu Kafkasları ve Orta Doğu’yu biliyor” diye bize gelecek. O elde ettiğimiz sermayelerle oradaki enerji hatlarına ve içe büyük yatırımlar yapacağız. Türkiye bu bölgenin hakikaten yükselen devletlerinden biri olacak şeklindeydi. Bu arada Amerikan Dışişleri’nden beni aradılar. “Siz Türkiye’nin bir köprü olduğunu, batının size yatırım yapacağını konuşmanız için yazıyormusunuz” diye sordular. “Evet. Tam bu istediğinizi yazıyorum” dedim. Cevap olarak kendileri bana “Türkiye dışarda” dediler. “Sizin o bölge konusunda ne bilginiz var. Ne de yatırım yapacak paranız var. Köprü falan da değilsiniz” dedi. Bizde tabii sonra konuşmayı değiştirdik. “Biz köprüyüz ama, ilk önce köprünün Türkiye’de kalan ayağını canlandıralım” dedik. Daha sonra da Türkiye’de yatırım yapılacak yerleri sıraladık. 1995 yılına kadar, yani Clinton tecrübe kazanıp Amerika’nın karşısında yeni rekabet ve yeni düşmanlıklar görünceye kadar, Türkiye hakikaten uluslararası durumlarda çok zor durumlar geçirdi. 1996-97’lerde Yunanistan Kıbrıs’da olay üzerine olay yaratıyordu. Tansu hanım 1994’de geldi (ekonomiyi öğreniyordu). Enflasyonu çekeceğim diye büyük bir kriz oldu. İlk büyük iflaslar 1994’de meydana geldi. Uluslararası sermayenin artık bir saat içinde yatırıma girip çıkacağı unutulmuştu. Faizleri indirince o gelen sıcak para olduğu gibi dışarı çıktı. Sonra düzeltmeye çalıştılar. Ama çok büyük zorluklar yaşandı. Fransa’nın büyük bir baskısı vardı: Ayrıca, çevremizde birdenbire PKK boyutu çok büyük şekilde arttı. Bizim ordu Kuzey Irak’a girip çıkıyordu. Bazen müteffikimiz Amerika ile çok zor durumlara düştük. Zaman zaman desteklediler. O zaman Fransa’da Madam Mitterant vardı. Bizim ülkeden transit geçip Kuzey Irak’a iniyordu. Fransa’nın büyük bir baskısı vardı. (Fransa Yunanistan’ı da tutuyordu.) Kürt olayı adı altında PKK olayını destekliyor. İçerde de epey sıkışmış bir duruma gelmiştik. Bu yüzyıla zeten Amerikan yüzyılı da diyorlar. “Siz de buna uyacaksınız” anlamı çıkıyor. Aslında Amerika’nın politikası sık sık değişiyor. Bize gelip soruyorlar. Bir defasında “2020 yılında Türkiye nerede olacak” diye sormuşlardı. Bizde de cevap hazır olmadığı için “Türkiye’nin nerede olacağını tahmin edemiyorum, siz söylermisiniz Amerika nerede olacak” diye kendilerine sordum. Onlar da “2020 yılında Amerika’nın önünde hiç bir siyasi güç yoktur. Düşmanımız olmadığına göre uluslararası sistemi kendi istediğimiz tarzda düzenleyebiliriz” dediler. “Bu düzenlemelerle nasıl bir yapı olacak” diye sordum. “Demokrasilerle birbirine bağlanmış serbest pazarlardan oluşan bir dünya düzeni olacak. Demokrasiler birbirleriyle harb etmez. Pazar ekonomileride hammadede almak için birbirleriyle savaşa girmez. Birbirleriyle serbest piyasa ekonomisinde değiş tokuş yaparlar. Sizde bu sisteme uyarsınız” dediler. (Konuyla ilgili olarak bir Japon yazar “Tarihin Sonu” isimli kitabında “Şimdi artık ideolojik çatışmalar bitmiştir. Alt yapı ve üst yapı gibi sınıflar kalkmıştır Çünkü sosyalizm bitmiştir. O halde tarihin bu çatışmalar ile ilgili sonu gelmiştir. Şimdi Amerikan sistemi vardır” şeklinde yazmış.) Bu yüzyıla zeten Amerikan yüzyılı da diyorlar. “Siz de buna uyacaksınız” anlamı çıkıyor. Irak boru hattını kapattık. Ve 11 milyar dolar kaybımız oldu: Bu arada tabii Amerika’nın istekleri de var. Onlara göre, Orta Doğu barışına karşı çıkan, Suriye, Irak ve İran başıboş devletler. (Libya zaten Amerikalılar için 1988’den itibaren uçak davalarından dolayı kötüydü). Bizde ki strateji de aynı yönde oldu. (Bunlar kötü devletler.) (Halbuki Türkiye bunları kafa kola alabilirdi.) Körfez savaşından önce bizim Orta Doğu ile ihracatımız 12 milyar 800 milyon dolardı. Irak boru hattını kapattık. Körfez krizinden sonra 1.2 milyar dolara indi. Ve 11 milyar dolar kaybımız oldu. (Şimdi ise Orta Asya ve Kafkaslar açılıyor diye seviniyoruz.). Türkiye 1993’den beri Kafkasları kaybetti: Kafkaslara gelince, Türk yanlısı Elçibey var. Konuşmalarında “Ben Atatürk’ün bir eriyim” diyor. İlk petrol anlaşmalarını (o zaman daha doğal gaz yoktu) bizim ile yapmış. Türkiye’de o zaman enerji koridoru olma hazırlığı içindeydi. Kazakistan ile görüşüyoruz. (Rusya içinde sallanıyor o zamanlar.) Birdenbire 1992 Aralık ayında Rusya geriye döndü. Kafkaslar’daki etnik grupları birbirleriyle çatıştırmaya başladı. 1993’de (Rusya’nın adamları) tanklarla Elçibeyin üzerine yürüdüler. Elçibey de bölgesel güç olan Türkiye’den yardım istemişti. (Ben o zaman “51. maddeye göre Elçi bey bizi çağırsın, müdafaa hakkı için, bir f-16 gönderelim. Bu sırada Birleşmiş Milletler bizi kınasın. (Rusya’da bize kızsın). Ondan sonra biz çekilelim. Böylece Kazakistan’da 200 kişi gider. Elçibey de yerinde kalır” dedim.) O zaman böyle bir riski göze almadığı için, Türkiye 1993’den beri Kafkasları kaybetti. Elçibey gitti. Aliyev geldi. (34 sene politbüro da görev yapmış bir adam 3 gün içinde Türk yanlısı oldu. Serbest piyasa ekonomisini benimsedi.) Bu arada 1994 ekonomik krizinden sonra ekonomik gücü olmayanın dış politikasının olmayacağını da gördük. Kafkaslar para bekliyordu: 1993 yılında bir Türk devletleri konferansı yapılıyor. O zamanın Dışişleri Bakanı ve daha önce İstanbul’da konsolosluk da yapan Hasan Hasanof konuşmasında “Milliyetçilik ateşi sarmıştır. Türk milliyetçisi olmak çok yakışığdır. Fakat helva helva demekle ağız tatlanmaz. Vereceğiniz dolar nerede? İki senedir bizi bekletiyorsunuz” dedi. (O zaman toplantıdan sonra herkes birbirine sende helva var mı diye sorarak olayı gırgıra vurmuştu.) Fakat gerçek şu ki Kafkaslar para bekliyordu. Para vereceksiniz ki karşılığında bazı şeyler gelsin. Daha sonra yapılanlar (Orta Asya’ya elçilik açmak veya bir kaç yatırım yapmak gibi işler) devede kulak gibi kaldı. Rusya bu arada ağırlığını koymuştu. Ermenistan’ı Karabağ konusunda kışkırttı. Bu arada biz Ermenistan ile ilişki kurmaya çalıştık. (Bizimle gelip ilişki kuran 5 kişiyi sonradan Koçeryan’ın döneminde Ermenistan meclisinde temizlediler. Çünkü Ermenistan bizimle ilişki kurduğunda, Rusya o bölgeyi kaybedecekti.) İlişki kurup arkadaşlık yapıp Ermenileri yanımıza çekmemize izin vermediler. (Bunu tabii uluslararası alanda rahatça söylememiz mümkün değil.). Amerikan kongresinden olayları çıkaramadığımız için İsrail ile bir yakınlaşma oldu: 1996’dan sonra çok rahat olan Amerika birdenbire çok liberalize etmenin ve demokratik yapılar kurma politikasının geçerli olmadığını keşfetti. Dünyanın elli yerinde etnik savaş çıkarttı. Şu anda etnik savaşların nedeni bu liberalizasyon politikası. Peşinden nükleer silahlar üçüncü dünya ülkelerine dağılmaya başlamıştı. İran ve Suriye yapıyor. (Irak belki yapabilecek.) Kuzey Kore, Çin, Hindistan ve Pakistan yaptı. Türkiye’den başlayıp Asya’ya giderseniz, herkes nükleeer silah yapıyor. Amerika bundan korktu. Uluslararası terörizm boyutları yukarıya çıkmaya başladı. Para sistematiği liberalize olduktan sonra uluslararası mafya da bu boyutlar içine girmeye başladı. Bu sırada Amerikan kongresinden olayları çıkaramadığımız için İsrail ile bir yakınlaşma oldu. 1996’da savunma ve eğitim antlaşması imzaladık. (Fakat daha öncesinde biz bir grup ile 1995’de İsrail’i ziyaret etmistik. O zaman öğrendiğimiz şu: Orta Doğu barışı Amerika için çok önemlidir. Orta Doğu barışının önünde ise Suriye, Irak ve İran olmak üzere 3 ülke vardır. Irak 3’e bölünerek dışarı çıkarıldı. Bölgedeki PKK’yı aşağı çekmenin yolu İsrail ile anlaşmaktır. İsrail’e Arap ülkelerine karşı biz sizin yanındayız şeklinde garanti vermektir.) İşte PKK’nın Amerika tarafından teleffuz edilmesi, 1996’da yapılan eğitim ve askeri antlaşmasından sonra olmuştur. Sonrada Öcalan’ın yakalanma olayı oldu. Bu nedenle İsrail ile yoğun şekilde ilişkiler devam ediyor. (Şu anda PKK’nın bu bölgelerde yedi bin kişilik gücü var. Yani gücü bitmiş değil.) Amerika da böylece bize geri döndü. Bu olaylarda Türkiye önemli hale geldi. Bizim baskımız ile Amerika Bosna Hersek’e geldi: İkinci büyük olay ise Bosna Hersek. Bu konuda çok güçlü Avrupalılar hiç bir şey yapamadılar. 3 sene Bosna Hersek’de insanlar kesildi. Avrupa parlamenterleri toplantılarda sadece tartışmalar yaptılar. Bizim baskımız ile Amerika bölgeye geldi. Amerika şunu gördü ki global politikasında Avrupa’ya dayanarak herhangi bir iş yapması mümkün değil. Çünkü Avrupa’da insanlar (çok iyi yaşadıkları için olmalı) ölmekten korkuyorlar. (Bu işi ancak ölünce cennete gitme garantisi verdiğiniz Türk askeri yapar.) Özgürlük ve insan hakları gibi şeyler için gidip savaşmak, Avrupalılar için kolay değil. 1996’dan sonra tekrar uluslararası alanda belirli boyutlarda kabul edilmemizin sebebi bence bu. Türkiye İslam’a dönmesin diye Gümrük Birliği’ne girdik: Avrupa’ya kabul edilmemiz de bundan sonra olmuştur. Gümrük Birliği’ne hemen girdik. Aslında Gümrük Birliği’ne önce girilir mi? Normalde, Avrupa önce para yardımı yapacak. Gümrüklerinizi hazırlayacaksınız. Ondan sonra Gümrük Birliği’ne gireceksiniz. Ama biz hiç bir yardım almaksızın Gümrük Birliği’ne girdik. İhracaatımız bir felaket haline dönüştü. İsrail Başbakanı Simon Peres Avrupa ülkelerini tek tek o zaman dolaştı. Peres’den sonra Almanlar “Türkiye mutlaka Avrupa’ya girmelidir” şeklinde açıklama yaptılar. (Türkiye İslam’a dönmesin diye) 1995’de yapılan oylama sonunda Gümrük Birliği’ne girdik. Amerika istemişti. Ve Avrupa Birliği’ne aday olduk: 1998 yılında Avrupa Birliği için bizi reddettiler. 1999 yılında ise Amerika ağırlığını koydu. Adaylığımız da kabul oldu. (İnsan hakları konusunda bir düzelme daha olmamıştı, ekonomimiz de pek iyi değildi, bu arada Türk halkının zekası da bir yılda pek artmamıştı.) Fakat Amerika istemişti. Ve de aday olduk. Amerika’nın 8 senaryoda bize ihtiyacı var: Şimdi tabii bugünlerdeki ekonomik durumu biz de peklemiyorduk. Aslında Orta Doğu’daki bütün ülkelerin sistematiği rüşvetçi bir sistemdir. Bunun patlaması oldu galiba. Bu ekonomi kirizinden çıkabilirsek (Dış politikada kendi çevresi kadar politika yapan Avrupa’nın değil ama) global politika izleyen Amerika’nın 8 senaryoda bize ihtiyacı var. Bu senaryolar: Doğu Akdeniz İsrail için, Doğu Karadeniz petrol giriş yolları ve Rusya’nın kontrol edilmesi için, Kafkaslar, Balkanlar, Orta Doğu, Rusya içindeki Türkler, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, ileride çok yükselebilecek Çin’e karşı destabilize etmek için Doğu Türkistan. (Bu arada Almanya’daki Türkler Amerikan politikası içinde önemli bir yer tutmuyor. Ama Avrupa politikasında çok önemliler.) Çevremizdeki bu yapılanma Sovyetler Birliği çöktükten sonra Türkiye’yi tekrar göz önüne çıkardı. “Rusya batı sistemine geçerse Türkiye olarak yandınız”. Türkiye’de yaptığımız bir toplantıda, bir Amerikan şirketinden gelen konuşmacı Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıl içindeki durumu konusunda şöyle dedi: “Eğer 10 sene içinde Putin’in Rusya’sı bizimle çatışırsa ve batı sistematiğini kabul etmezse Türkiye’nin durumunu yükselteceğiz (İsterse insan hakları çökük olsun ve ekonomisi düzelmemiş olsun.)” dedi. (Bu olay aynen 1952’lerde Avrupa’nın bize “Avrupalısınız” demesi gibi bir şey. O zaman bizi Avrupa Konseyi’ne almışlardı. Ama 50 sene geçtikten sonra şimdi “Asyalısınız” diyorlar.) Konuşmacı ayrıca “Eğer Putin bizimle anlaşır, Rusya batı sistemine geçerse Türkiye olarak yandınız. Ayrıca İran demokratikleşirse, tercih edeceğimiz enerji yolları İran üzerinde de olabilir, o zaman sizi mi onu mu tercih edeceğimiz konusunda tereddüte kapılabilir. Ermeni safsatası ve gerekli mesajlar: Hiçbir belgeye dayanmayan ve geçerliliği konusunda enternasyonal bir kriter olarak kabul edilmeyen ve salt varsayımlara dayanarak, olmayan bir Ermeni soykırımını tarih üzerinden oluşturma çabaları günümüzdeki yoğunluğunu koruyor. Bu iddialar sadece bir kesime ait ince ayar hesapların ve bir siyasal anlayışın propagandist yaklaşımlarından öte bir anlam taşımıyor. Ermeniler tarafının dört elle sarılarak adeta kutsanan iki ayrı “Mavi Kitap”ın I. Cihan Paylaşım Savaşı sırasında propaganda amaçlı olarak yazdırıldığı, I. Mavi Kitap’ın Almanları, II. Mavi Kitap’ın ise Türklerin antipolitikalarını yapmak üzere yazdırıldığı kaydediliyor. Türkleri kötülemek ve tarih önünde soykırım yapmış bir milletin şuur altına inme amacı taşıyan II. Mavi Kitap o sıralarda genç bir tarihçi olan Arnold Toynbee tarafından incelenmiş, Toynbee bu kitabın tamamen yanılgıların üzerine kurgulandığını rapor etmiştir. Günümüzdeki hiçbir ciddi ve tarafsız tarihçi anılan bu kitapları kaynak olarak kabul etmemektedir. İngiliz tarihçi Andrew Mango Ermeniler tarafından uydurulan bu kitaplar konusunda Türklere bu kitapları ciddiye almamalarını salık veriyor ve uyarıyor. Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı Dikran Kevorkyan’ın “Ermeni soykırımı olmamıştır, tehcir vardır. Bunun her iki tarafa verdiği insani acılar vardır” yaklaşımına ise Arslan Tekin’in “O kadar tecrübe yaşamış, dünyayı tanıyan İttihad ve Terakki yönetimi dönemin şartlarında imkansız gibi görünen “Tehcir” kararını vermişlerse, bunu ancak Ermeni çetelerin tecavüzlerinin havsalaya sığmayacak noktaya gelmesiyle izah edebilirsiniz” diyerek, kuvvetli bir tarihsel gerçekliğe parmak basıyor. Anadolu’da Ermenilerin gerçekleştirdiği katliamların yüzyılın başında Bakü’ye girerek Türk milletini yok etmeyi ve tarih sahnesinden silmeyi amaçlayan akıldışı kıyım ve kırım harekatlarına yine aynı yüzyılın sonunda, Hocalı ve Kelbecer’de giriştiği sistematik katliamlarla ilişkilendirmek mümkün. Zira Ermeniler Kızıl Ordu desteğinde girdikleri Karabağ’da gerçekleştirdikleri katliamlarla 1 milyon Azeri Türkünün göç etmesine neden olmuş, Azerbaycan topraklarının % 20’sini, uygarlıkları ile nam salmış olan Batı emperyalizminin tanıklığında işgal etmişlerdir. İngiliz tarihçi Andrew Mango’ya göre Ermeni soykırımı iddialarının odağında Ermenilerin Azerbaycan’da ve Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliamları unutturmak ve nötr hale getirme politikası ağır basmaktadır. Bu konuda Andrew Mango “Ermeniler Azerbaycan’da yaptıklarını unutturmak için dikkati soykırım konusuna çekmek istiyorlar. Bu konuyu milli efsane haline getirdiler. Bir çeşit kimlik arayışı zaten soykırım da sözkonusu olamaz. Sürgün zamanında açlık, savaş, zor şartlar mevcuttu. Her iki tarafta da birçok kayıplar oldu. Soykırım olmuş olsaydı, Lübnan, Suriye, Fransa ve Ermenistan’da bu kadar Ermeni olur muydu? Ermeniler toprak peşinde oldukları zamanlarda ölenlerin sayısını 600 bin olarak gösteriyorlardı. Şimdilerde ise 1.5 milyona çıkardılar. Aslında tarihle ilgili sorunların tarihçiler tarafından incelenmesi gerekir. Şimdiye kadar sağırlar diyaloğu şeklinde devam etti bu iş” saptamasında bulunuyor. Ermeni diasporasının Batı emperyalizmi ile birlikte Türkiye’yi köşeye sıkıştırma ve kuşatma, Türkleri dünyadan tecrit etme politikasına kendi içimizden verilen desteğe ise bu zamansal geçiş evresinde verilecek tek cevap ise şu olmalı: “Bunların hakkı enselerinin köküne sıkılacak tek bir mermi, ikincisi ise fuzuli masraf. Zira o ikinci mermi ise pekala bir başkasının hakkı olabilir” Ne dersiniz?.. [Kaynak: İnternet, Prof.Dr. Hasan Köni, 24 Nisan 2001, Türü: Konferans. Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Meselesi’nde İnsani Boyut: 1915 Tehcir Sorunu hakkında, her şeyden evvel ahlaki ve vicdani bir üslup oluşturmak gerekiyor. Bilindiği üzere bu sene Ermeni Tehciri’nin 90. yıldönümü. Bu meşakkatli tarihin taraflarca evvelki senelerden çok daha ciddi bir hazırlık ile karşılanmasının tek sebebi 90 sayısının kerametinden olmasa gerek. Türkiye için çok önemli konjonktürel bir döneme denk gelen 90. yıl, 1915 Ermeni Tehciri’nde taraf olan Türkiye, Diaspora Ermenileri ve Ermenistan’ı sanki bir final havasında karşı karşıya getirdi. Taraflar bu sorunu ne pahasına olursa olsun çözmek için sanki daha kararlı gibiler. Pek tabii ki çözüm derken neyin kastedildiği, anlaşmazlığın bugüne kadar çözülememiş, hatta daha derin ve çok karmaşık bir denkleme dönüşmüş olmasından da anlaşılabilir. Burada taraflar üzerindeki ana itki, uzun süredir koşulan bu maratonun son düzlüğüne girilmiş olduğu kanaatidir diyebiliriz. Bugünden yarına bir çözüm beklemek pek olası görünmese de, Tehcir Sorunu’nun dünya gündemini bir 90 yıl daha meşgul etmeyeceğini söylemek mümkün. AB Müzakereleri Arifesinde: Tehcir Sorunu, AB’den müzakere tarihi alma sürecinde Türkiye’nin önüne yazılı şart olarak konulmadı. Bu hem AKP hükümetinin yaptığı etkin lobi faaliyetleri hem de kırılgan Türk iç siyasetini iyi bilen Türkiye yanlısı eurokratların lehte pozisyon almaları sebebiyle oldu. Ama Avrupalı ve Türkiyeli siyasilerin de öngördüğü gibi, Türkiye’nin Kıbrıs, Tehcir ve Kürt sorunlarında rasyonel ve demokratik bir çözüm üretmeden AB’ye üye olması pek mümkün değil. Hatta gelecekte AB ile köprüler atılsa bile Türkiye’nin bu sorunları sırtında taşımaya devam etmesi, hem ekonomik hem de siyaseten çok olası gözükmüyor. Belki bu tarihsel avansın artık tükendiği görüldüğü için taraflar en iyi şekilde hazırlanmaya çalıştılar bu Nisan ayına. İlk olarak Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, “Ermeni iddialarına bilimsel yanıtlarının çok sert olacağı” açıklamasıyla pozisyonun defanstan ofansa revize edileceği sinyalini vermişti. İlk sinyalin bir tarihçiden gelmesi Türkiye’nin “Bu işi tarihçilere bırakalım” politikasında çelişkiye düşmemek açısından özellikle seçilmiş olmalıydı. Sonrasında CHP’li Şükrü Elekdağ’ın girişimiyle “Mavi Kitap”ın düzmece oluşuyla ilgili İngiliz Parlementosu’na bir mektup verilmesi kararlaştırıldı. Justin McCarthy’nin Tehcir Sorunu üzerine Meclis’te yaptığı ve en gözükara milliyetçileri bile gölgede bırakan konuşmasını milletvekillerimiz ayakta alkışladılar. Milletvekilleri aynı zamanda, McCarthy’nin “AB, Ermeni soykırımını kabul etmeden Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyecektir” türünden bir mayını üyelik yoluna döşemesine de imkan vermiş oldular. Belki de en başta yapılması gereken en son yapıldı ve bizim Ermenilerimiz, yani Etyen Mahçupyan ve Hırant Dink Meclis’e çağrıldı, görüşleri soruldu. Her iki gazeteci ve fikir adamı da görüşme davetine ilkin kuşkuyla yaklaştıklarını, lakin toplantı sonrasında davetin ve oluşan tartışma ortamının samimiyetine inandıklarını belirttiler. Bu değerlendirmeleri bir saptamadan ziyade bir temenni olarak kabul etmek daha doğru olacaktır kanaatindeyim. Politika Değişiyor mu?: CHP’nin, AKP’yi de ikna ederek (böyle milli bir davada tersi zaten düşünülemezdi) tehcir sorununu Meclis’e taşımak gibi kendisini oldukça aşan aktif bir politika izlemesinin başka sebepleri de vardı kuşkusuz. Bu hamleler biraz da, sivil-askeri bürokrasinin partisi CHP’nin, AB uğruna -kendilerine göre- Kıbrıs’ı gözden çıkarma eğilimi gösteren AKP’nin tehcir sorunu konusunda bir süpriz yapmasına engel olabilmek amaçlıydı. Öte yandan halktan ve dünyadan tamamen kopan ulusal solun, AB vizyonu ile hızla demokratikleşen ve özgürleşen Türkiye karşısında farklı hezeyanlar yaşayan muhafazakâr-milliyetçi sağ ile birlikte tehcir sorunu üzerinden yeni bir gerilim hattı yaratmayı ummaları da kuvvetli bir ihtimal. Orhan Pamuk’a yönelen öfke, bayrak hadisesi sonrasındaki neomilliyetçi yükseliş ve Trabzon’daki provokasyon, işlerin bu minvalde geliştiğini gösteriyor. İşte tam böyle bir atmosferde Meclis, AB Uyum ve Dış İlişkiler Komisyonu vasıtasıyla tehcir sorununda karşıt görüşleri Meclis’e taşımayı göze alıyor. Şükrü Elekdağ ve Gündüz Aktan’ın karşısına Etyen Mahçupyan ve Hırant Dink oturtuluyor. Alternatif düşüncelerin algılanış itibarıyla Mahçupyan ve Dink’ten daha Türkiyeli olanlarca seslendirilmesinden çekinilmesi, bu hareketliliğin oldukça hassas bir çizgide ilerlediğini gösteriyordu. Bu görüşlerin, kendileri de Ermeni olan kişilerce Meclis’e taşındığı, kendilerine de lüzumlu cevapların zaten verildiği, dolayısıyla kabul edilemeyecek fikirlere Meclis’e kucak açılmadığı izlenimi verilmek istenmişti belki de. Kıbrıs sorunu gibi, tehcir sorunu da, Türkiye için kendine içkin anlam ve öneminden çok daha fazlasını ifade ediyor. Her iki sorun Türkiye’nin iktidarın kimin elinde olduğu ve gelecekte kimin elinde olacağı ile ilgili bir mücadelenin ana fay hatları… Türkiye’nin geleceği, bu faylardaki kırılma sonucu belirlenecek dersek fazla abartmış olmayacağız. Bu anlamda, tehcir sorununa değin son yaklaşımların, öz olarak dünkünden bir farkı olduğunu söylemek için henüz erken. Üstelik kamuoyuna resmi tezin haklılığı üzerine bunca yükleme yapıldıktan sonra, Meclis’in Ermeni tehciri üzerine yeni söylemler ve metodlar geliştirme imkanı oldukça kısıtlanmış durumda. Meclis’teki son hareketliliği olsa olsa, dışarıda ciddi mevziler kaybedilmiş bir dava üzerinde, içeride de farklı söylemlerin ortaya çıkmasına verilen bir reaksiyon olarak adlandırabiliriz. Sorunun, İngiliz Parlamentosu ve diğer 11 ülke ile ilişkilendirilmesi bir dışa açılma çabası olarak görünse de, manevralar özde yine Türkiye kamuoyuna, yani içe dönük. Yeni ve farklı olan, AB vizyonundan rahatsız olan çevrelerin tehcir sorununun provokatif potansiyelini keşfetmiş olmalarıdır. “Tartışmayı tarihçilere bırakalım” söylemi, çözümü ertelemekten ya da amiyane tabirle topu taça atmaktan başka bir şey değil. Tarih bir laboratuar bilimi değildir. Arşive giren her tarihçi istediği belgeyi istediği biçimde yorumlayabilir. Bunu aynı doküman üzerinde çalışan Türk, Ermeni ve diğer tarihçilerin yaptığı taban tabana zıt yorumlardan anlayabiliyoruz. Sadece tehcir sorununda değil, tarihsel çok az konuda kesinleşmiş bir konsensüs vardır. Bu tarihi bir bilim olmaktan çıkarmaz, sadece yöntemi belirler. Kaldı ki, tehcir sorunu, bizzat Türkiye’nin kendine güvensiz politikası sebebiyle hem Türkiye’de, hem de diasporada uç kesimlerin eline teslim edilmiş, diğer devletlerce politika malzemesi olarak görülmüş ve bu sebeple artık tarihi olmaktan çıkıp, tamamen siyasi bir konu haline gelmiş bir meseledir. Bir İnsanlık Sorunu: Bu nedenle, binlerce yıllık yurdundan ne olduğunu bile anlamadan sökülenleri, tehcir yollarında yetim, dul ve hiçbir şeysiz kalan, hayatlarını kaybeden insanları, Ermeni komşularını sakladığı için evinin önünde asılan Müslümanları, itlaf emri alan ve bunu uygulamak yerine intihar etmeyi seçen Osmanlı subaylarını ve en nihayetinde geçmişin bu ağır yükünü taşımak zorunda bırakılan bugünün Ermenisi, Türkü, Kürdü olarak bizlerin neler hissettiğini anlamaya çalışmadan, soykırım, katliam, tehcir, mukatele kavramlarıyla döşeli bir zeminde düelloya çıkmak hiçbir yarar sağlamıyor. Bu anlamda, 1915 tehcir sorunu hakkında her şeyden evvel ahlaki ve vicdani bir üslup oluşturmak gerekiyor. Bu konuda görüş bildiren herkesin, yüzbinlerce misketten veya gazoz kapağından değil, insan hayatından ve onların -dünyanın dört bir yanına saçılan ve yaşanan travmanın etkilerinden hâlâ kurtulamayan- torunlarından bahsettiklerini hatırlamalılar. Belki de birbirimize neler bildiğimizi değil, neler hissettiğimizi anlatmak en doğru başlangıç olacak. [Markar Eseyan: Gazeteci yazar, Agos gazetesi yazarı.] [Markar Eseyan, Radikal Gazetesi, Email: ftinc@hurriyet.com.tr, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 16.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Okulları:  
Ermeni Olayları [1. Dünya Savaşı]: Daha Osmanlı Hükümeti Ruslarla savaşa girmeden önce, Kafkasya’da hazırlıklar başlamıştı. Her taraftan Ermeni Gönüllüleri Rus Ordusu’na, Türkiye’ye karşı savaşacak çetelere, intikam alaylarına girmek üzere Kafkasya’ya, Tiflis’e doluşuyordu. Osmanlı meclisinde Erzurum milletvekili olan Karakin Pastırmacıyan, komite tarafından örgüt için Kafkasya’ya gönderildi. Ermeniler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Rusların da bunlara ihtiyacı vardı. Uzlaşma devletleri Ermeniler’e büyük umutlar bağlamışlardı. Öteden beri siyasi çıkarlarına alet ettikleri bu topluluğu Osmanlı Devleti’ne karşı kullandılar. Rus, Fransız ve İngiliz konsolosları bulundukları yerlerde, Çarlık Genel Valisi de Tiflis’te komite başkanlarına gerekli emri verdiler. Ermeni Komiteleri’ne ellerinden gelen yardımı yaparak Ermenileri cepheye sürdükleri gibi, bol miktarda para ve cephane vererek içeride de isyanlar çıkarttılar. Osmanlı Devleti pek az bir zaman önce Balkan Savaşı gibi bir yenilgiden çıkmıştı. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla, yaşamı ve geleceği söz konusu olmaya başlamıştı. Bu nedenle seferberlik ilan etti. Ermeniler’den askere alınanlar, silahlarıyla birlikte düşman saflarına kaçarken, ülkede yaşayanlar da Türk devletini yıkmak için yer yer silahlı ayaklanmalara kalkıştılar. (7). Bu ayaklanmaların başlıcaları: 1. Zeytun Olayları, 2. Kayseri Olayları, 3. Bitlis ve Muş Olayları, 4. Erzurum ve Erzincan Olayları, 5. Elazığ (Harput) Olayları, 6. Yozgat Olayları, 7. Sivas Olayları, 8. Adana Olayları, 9. Trabzon ve Samsun Olayları, 10. İzmit ve Adapazarı Olayları, 11. Urfa Olayları, 12. Van İsyanı. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Ortodoks Patrikhanesi: [Armenian Orthodox Patriarchate of Istanbul], 20 Şarapnel Sokak 34480, Kumkapi İstanbul. Patrik Mesrob II Mutafyan. Email: patriarchate@post.com 
Ermeni Papaz, Atatürk’e Hakaret Etti; Ermeni Ortodoks Kilisesi’nin temsilcisi Vertanes Kalayjian, ABD Kongresi çatısı altında düzenlenen bir toplantıda Atatürk’e hakaret ederek, ”Kemal de bir kasaptı” dedi. Amerikan hükümetinin bağımsız bir kuruluşu olan ve özellikle insan hakları ve demokrasi konularında çalışan Helsinki Komisyonu, ABD Temsilciler Meclisi’nin çalışma binalarından Rayburn’de ”Türkiye’de dini özgürlükler” konulu toplantı düzenledi. Kalayjian, toplantıdaki konuşmasında, Türkiye’nin başlattığı uzlaşma girişimine karşılık, kendisinin bugün bu iyimserliği paylaşmak için hiçbir nedeni olmadığını söyledi. Kalayjian, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ten de ”Kemal” diye bahsetti ve ”Kişisel fikrime göre Kemal de bir kasaptı” dedi. Bunun üzerine, toplantıya konuşmacı olarak çağrılmayan, ancak salonda bulunan Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nden diplomat Fatih Yıldız söz alarak, Kalayjian’ın sözlerini protesto etti. Yıldız, ”Böyle bir toplantı düzenlerken, çağrılan isimlerin ne tür bir geçmişe sahip olduğunun iyi araştırılması gerekir. ABD Kongresi’nde, ülkenin kurucusu George Washington’a hakaret edilmesi kabul edilemeyeceği gibi Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e de hakaretin kabul edilmesi mümkün değildir” diye konuştu. Oturumu yönetenler de bu sözleri not ettiklerini belirttiler ve Yıldız’a eleştirisinin dikkate alınacağını kaydettiler. Yıldız ayrıca, dini özgürlükler tartışılırken Ermeni soykırımı iddialarının gündeme getirilmesini eleştirdi. Kalayjian, ”Türkiye’deki Ermeni toplumunun ikinci sınıf muamelesi gördüğünü” iddia etti ve ”diğer dini azınlıklarla birlikte ayrımcılığa uğradığını” savundu. Toplantıda ”Türkiye’deki Hıristiyan Ermenilerin durumu” konusunda ise Türk-Ermeni Uzlaşma Komitesi üyesi Van Krikorian konuştu. Krikorian, ”Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulmasının ve Ermenistan’a ekonomik ambargonun kalkmasının, Türkiye’de son dönemde ortaya çıkan ‘problemleri tartışma istekliliğine’ katkıda bulunacağını” söyledi. Krikorian, ”ABD’nin Ermeni soykırımını tanımasının da olumlu olacağını” savundu. Musevilerin Durumu; Türkiye’deki Musevi toplumunun dini özgürlükleri konusunda açıklamada bulunan Amerikan Musevi Komitesi (AJC) stratejik etütler direktörü Barry Jacobs da Türkiye’de yaşayan 25 bin Musevinin, istediği gibi ibadet etmekte özgür olduğunu söyledi. Jacobs, Türkiye’de sinagog ve enstitülerin Türk yetkililer tarafından korunduğunu, Musevi liderlerin düzenli olarak Türk siyasi liderleriyle görüştüğünü ve istedikleri gibi yaşadıklarını kaydetti. Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa’daki anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı) dalgasından kaçan Musevilere 500 yıldan fazla zamandır kucak açtığını belirten Jacobs, ”Bu tarihi gerçek önemli, çünkü bugün Musevilerin Türkiye’de ibadet etmelerine yönelik ortamı oluşturuyor. Bugün bu tarihi geçmiş, Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman bir ülke olması dolayısıyla da önemli. Bu, zorlu bir bölgede İsrail ile birlikte tek laik devlet olan modern Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün büyüklüğüne bir övgü” diye konuştu. Toplantıya katılan ABD Kongre üyesi Alcee Hastings, dini özgürlükler probleminin sadece Türkiye’de olmadığına, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve hatta ABD’de de bu konuda sorunlar yaşandığına işaret etti. Ermeni soykırımı iddialarının gündeme getirilmesine ilişkin ise Hastings, ”Biz burada konuşurken, Darfur’da soykırım devam ediyor” dedi. Hastings, ”ABD’de de hiç kimsenin kölelik için özür dilemediğini” belirtti. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 13.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Sorunu [Ermeni Meselesi-Issue]: 1789 Fransız ihtilâline müteakip, millî egemenlik, akıl ve bilime dayanan milliyetçilik akımı hızla yayılmaya başlamıştır. Çeşitli dil, din ve ırktan insanların oluşturduğu Osmanlı Devleti’nde de milliyetçilik akımının etkileri kısa sürede görülmüştür. Sırplar, Rumlar ayaklanmışlar, böylece Osmanlı Devleti’nin dağılmasında millî nitelikteki isyanlarla gelişecek yeni bir süreç başlamıştır. Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında da milliyetçilik akımı önemli bir rol oynamış, Ermeniler bağımsızlık ve hürriyet amacıyla faaliyetlere başlamışlardır. Bunun yanında daha ziyade XIX. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” olarak görmeye başlayan ve bu hasta adamın varisleri olmaya, mirasından pay elde etmeye çalışan Avrupalı devletler, metot olarak millî nitelikteki isyanları tahrik ve teşvik ederek desteklemek suretiyle Osmanlı Devleti’nde, bir Ermeni meselesinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Ayrıca Ermeni din adamları istiklâl ve muhtariyet amacına yönelik faaliyetlere kayıtsız kalmamışlar, kiliseler de anarşik olaylarda birer üs vazifesi görmüşlerdir. Ermenilerin Osmanlı Devleti’nde önemli devlet kadrolarında bulunmaları da meselenin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde etken olmuştur. [1] Osmanlı Devleti’nin dahilî meselelerini dinî, siyasî ve ekonomik sebeplerle müdahale etmede adeta birbirleriyle yarışan Avrupa Devletleri ve daha sonraları Amerika, görünürde sanki mazlum bir milletin haklarını arıyor intibaını vererek Ermeni meselesini kendi çıkar ve emellerini gerçekleştirmek amacıyla bir vasıta olarak görmekten ve kullanmaktan öteye gitmemişlerdir. Son zamanlarda millî ve milletlerarası görsel ve yazılı basın ile diplomatik çevrelerde oldukça yoğun bir gündem maddesi oluşturmuş olan Ermeni meselesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı siyasî ve diplomatik baskı unsuru olarak kullanılmaya çalışılmakta, böylece Avrupa ve Amerika’daki bazı çevrelerin uygulamaya çalıştıkları çifte standart kolaylıkla, ancak üzüntüyle takip edilebilmektedir. Nitekim The Independence gazetesinin 23 Kasım 2000 tarihli sayısında konu ile ilgili olarak Robert Fisk tarafından kaleme alınan “Britain Excludes Armenians from Memorial Day: First Offical UK Commemoration in January Will Not Acknowledge the 1915 Atrocity in Which the Turks Killed 1,5 Million People” ve “Thousands Slaughtered by the Road” başlıklı makalelerde İngiltere’nin 1915 Ermeni Katliâmı’nı onaylamayacağı belirtilmekle birlikte, Ermeni soykırımının Türk kuvvetlerinin, o zaman Osmanlı başkenti olan İstanbul’daki Ermeni entellektüellerin tutuklandığı Nisan 1915’te başladığı zikredilmekte ve bilinen, asılsız, duygulara hitap eden Ermeni iddialarına yer verilmektedir. Yine Fransa Senatosu’nda 8 Kasım 2000 tarihinde gerçekleşen görüşmeler esnasında sözde Ermeni soykırımını tanıma yasa teklifini hazırlayıp sunanlar arasında bulunan Jacques Pelletier, o gün yaptığı konuşmada “Ermeni Soykırımı”nın Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı zamanında azınlıklara uygulanan acımasız baskılar sonucunda ortaya çıktığını, 1895-1896’da ilk Ermeni katliamlarının yapıldığını ve 1915’te bir yıldan daha az bir zaman zarfında 1.500.000 Ermeni’den 800.000’inin yok edildiğini, bunun da XX. Yüzyılın ilk soykırımı olduğunu söylemiştir. Yine aynı yasa teklifini destekleyenlerden M. Bret, M. Piras, Mme Marie-Claude Beaudeau 85 yıl önce 1.500.000 Ermeni nüfusunun soykırıma tabi tutulduğunu belirtmişler ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için acı geçmişine boyun eğerek bu tasarıyı kabul etmesi gerektiği şeklinde geçmişten gelen alışkanlıkla adeta tehditkâr ifadelerde bulunmuşlardır. Bu tasarının karşısında yer alan M. Braye ise XX. Yüzyıl’ın ilk soykırımı olarak “Ermeni Soykırımı”nın kabulü halinde dünyada bütün kıtalarda meydana gelen soykırım hadiselerini, mesela Yahudi, Çingene, Tibetli, Kamboçyalı katliamlarını, hatta Sovyetler Birliği’nde ideoloji adına yok edilen çok sayıda insanı veya Çin’deki bu tür olayları da birer birer Fransız Parlamentosu’nun ele alması gerektiğini, ancak bunun mümkün olmadığını ifade etmiştir. Dolayısıyla Fransa Parlamentosu’nda tartışılan bu meselenin siyasî boyutlu olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Amerika, Fransa ve İtalya’nın ülkelerindeki Ermeni lobilerinin tesiri altında kalarak yeniden gündeme getirdikleri Ermeni meselesi, daha açık bir ifade ile Ermeni soykırım iddiaları, Türkiye Cumhuriyeti’ni asılsız iddialar karşısında gerçekleri yeniden ortaya koymak ve kabul ettirmek için yoğun bir diplomatik faaliyette bulunmaya zorlamaktadır. Bu sebeple asılsız Ermeni soykırım iddiaları karşısında, bazı tarihî gerçekleri kısaca ifade etme zarureti hasıl olmaktadır. Ermeni iddiaları, kısaca 1915’te Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulduğu ve bu esnada 1,5 – 2, hatta 3 milyon Ermeni’nin katledildiği şeklinde ifade edilmektedir. Bu iddialar karşısında iki sorunun cevabını aramak gerekmektedir; 1. Osmanlı Devleti, yüzyıllarca bünyesinde barındırdığı, tebaası olarak itimat ettiği, kabullendiği, hatta “millet-i sâdıka” sıfatına layık gördüğü, dil, din, gelenek, göreneklerini serbestçe yaşama imtiyazını tanıdığı, kendi dinî ve eğitim kurumlarını açma, yönetme, serbestçe gazete, kitap, hem de kendi dillerinde yayınlama hakkını tanıdığı, iktisadî ve ticarî faaliyetlerde bulunmalarına müsaade, hatta teşvik ettiği, Avrupa’ya tahsile gönderdiği, devlet kadrolarında istihdam ettiği [2] Ermenileri, 1915’te hangi tarihî nedenlerle meskûn bulundukları mahallerden Suriye’nin kuzey taraflarına zorunlu göçe tabi tutma gereğini duymuştur? 2. Osmanlı Devleti, iddia edildiği gibi 1915’te 1,5 – 2, hatta 3 milyon Ermeni’yi vahşice katletmiş midir? Yada tam tersi bir şekilde aynı sorunun muhatabı Ermeniler midir. XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Ermenilerinin Rusya, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın tahrik, teşvik ve desteği ile Osmanlı Devleti topraklarının bir kısmı üzerinde ilk etapta muhtar, nihâi hedefte ise bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmayı amaç edindikleri görülür. [3] Bu doğrultuda Ayestafanos Antlaşması (5 Mart 1878)’nın 16.maddesi ve Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878)’nın 61. maddeleriyle Osmanlı Devleti, Ermenilerin çoğunlukta olduğu iddia edilen vilayet-i sitte (Vilayât-ı Şarkıyye: Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır, Sivas)’de mahallî şartların gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. [4] Osmanlı Devleti Berlin Antlaşması’nın taahhütlerini yerine getirmeye çalışmış, bu arada Ermeniler kurmuş oldukları Armenekan, Taşnaksutyun (Federasyon), Hınçak (Çan) gibi cemiyetlerin [5] organize ettiği tedhiş faaliyetlerine başlamışlardır. Ermeni tedhiş hareketleri çerçevesinde Kumkapı Nümayişi (1890), I. Sason İsyanı (1893), Babıali Yürüyüşü (1895), Zeytun ve Maraş İsyanlar (1895-1896), Van İsyanı, Osmanlı Bankası Baskını (1896), II. Sason İsyanı (1897), Yıldız Sarayı’nda II.Abdülhamid’e suikast girişimi (1905) olayları ilk akla gelenlerdir. [6] Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan kurma gayelerine matuf faaliyetleri, 1915 yılına gelinceye kadar aynı şiddet ve derecede devam etmiş, I. Cihan harbinin başlamasıyla devlet aleyhine giriştikleri faaliyetler had safhaya ulaşmıştır. Bu durumu I. Cihan Harbi esnasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun İstanbul’daki Büyükelçiliğinde askerî ateşe olarak görev yapmış olan General Joseph Pamiankowiski “Harbin başlamasından hemen sonra, Ermeni asıllı pek çok asker ile subay başlarında bir Ermeni mebusu ile sınırı geçtiler. Bunlar sonra Ermeni gönüllü teşkilatına girdiler. Bu teşkil edilen birlikler, Rus cephesindeki sınırdan geçerek Müslüman halkın oturduğu Türk topraklarını kasıp kavurdular. Ayrıca Ermeni çeteleri, Osmanlı ordusunun arkasında kalan Türk karakollarına, nakliye araçlarına ve tecrit edilmiş birliklere baskınlar düzenliyorlardı. Türk hükümeti ve ordu kumandanlığı Ermeni halkının büyük bir isyan çıkaracağından endişe ediyorlardı.” şeklinde tasvir etmiştir. [7] Joseph Pamiankowiski’nin bu satırları, meseleyle ilgili olarak bir Batılının görüş ve gözlemlerini yansıtması açısından önemli olduğu kadar, Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı içinde bulundukları menfi faaliyetleri göstermesi bakımından da dikkate şayandır. Nitekim Pamiankowiski’nin işaret ettiği isyan Van’da çıkmış, 17 Mayıs 1915’te Van’ın Ruslar tarafından işgali esnasında Ermeniler, Van’da Rusların yanında yer almışlar, yardım etmişler, Müslümanları katletmeye başlamışlardır. Bunun üzerine Rus Çarı, 18 Mayıs 1915’te gönderdiği telgrafında, Ermeni ahaliyi kastederek ”Van halkına fedakarlığı dolayısıyla teşekkürlerimi bildiriniz.” ifadesine yer vermiştir. [8] Ermenilerin belirtilen türdeki faaliyetleri kendilerinin tehcire tabi tutulmalarını zorunlu kılmıştır. Ermeni tehcirinin nedenleri Dâhiliye Nâzırı Talat Paşa’nın Nisan 1915 tarihinde Sadârete sunduğu arzda aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir [9]: 1. Harp sahalarına yakın yerlerde bulunan Ermenilerin bir kısmı sınırlarını düşmana karşı müdafaa etmeye çalışan Osmanlı ordusunun hareketini güçleştirmektedir. 2. Ermeniler erzâk ve askerî mühimmatın sevkıyâtını zorlaştırmaktadırlar. 3. Düşman ile emel ve işbirliği yapmaktadırlar (tevhîd-i âmâl ve ef’âl etmektedirler). 4. Düşman saflarına katılmaktadırlar (Sûhûf-u âdâya iltihak). 5. Memleket dâhilinde askerî birliklere ve masum Müslüman ahaliye silahla (müsellahan) saldırmaktadırlar. 6. Osmanlı şehir ve kasabalarına saldırmakta, katliâm ve yağmacılık yapmaktadırlar. 7. Düşman deniz kuvvetlerine erzâk temin etmekte, müstahkem mevkileri göstermeye cüret etmektedirler. Kısaca ifade edilmeye çalışılan sebeplerle Ermeniler zorunlu sevk ve iskâna tabi tutulmuşlardır. Amaç, düşmanla işbirliği yapan Ermenileri harp sahalarıyla yol kavşaklarına yakın olan yerlerden uzaklaştırmaktır. Askerî nedenlerden kaynaklanan bir nevi nefs-i müdafaadır. Bu durumda takip edilebilecek iki yol görülmekteydi. Birincisi, Ermenileri harp sahalarının dışına sevk ve iskân etmek. İkincisi de Ermenileri ülke sınırları dışına atmaktır. Bunun yanında Ermenilerin iddia ettikleri gibi onları belirtilen faaliyetleri sebebiyle yok etme, imha etme gibi bir yol, çare olarak asla düşünülmemiştir. Çünkü bu Türk’ün millî vasıflarına uymaz. Osmanlı Devleti doğal olarak mutedil olması bakımından birinci yolu takip etmekte tereddüt etmemiştir. Tarihî demografi araştırmaları, her ne kadar tahmini rakamları ifade etme özelliğine sahip ise de tarihçi, nüfus konularında ileri sürülen iddiaların doğru olup olmadığını tetkik, tahkik ve tashih etmek için kaynaklara başvurarak, mümkün olduğu kadar objektif olmak şartıyla nüfus hesaplamalarına gitmek zorundadır. Nitekim 1915 Ermeni tehcirinde Osmanlı Devleti’nin 1,5 – 2, hatta 3 milyon Ermeni’yi katlettiği iddiaları karşısında Osmanlı ülkesindeki gerçek veya gerçeğe en yakın Ermeni nüfusunun bilinmesi gerekmektedir. Bu zaruret karşısında yapılan araştırmalar sonucunda Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni nüfusunun;1896’da 1.157.519, 1905’te 1.173.233, 1914’te 1.294.851 kişi olduğu görülmektedir. [10] Osmanlı ülkesindeki Ermeni nüfusunu, diğer nüfus meselelerinde olduğu gibi, mutlak olarak ortaya koymanın imkansızlığı göz önüne alındığında, farklı tarihlerde yerli ve yabancı kaynaklar tarafından verilen Ermeni nüfus miktarları çeşitlilik ve farklılık arz etmektedir. [11] Yanılma payını da göz önüne alarak, iyimser bir tutumla Ermeni nüfusunun 1914’te, Kamuran Gürün’ün de belirttiği gibi [12] azamî 1.300.000 kişi civarında olduğu söylenebilir. Aynı tarihte Osmanlı Devleti’nin toplam nüfusu ise 18.520.016 kişidir [13]. Ermeni nüfusunun toplam nüfusa oranı % 6,9’dur. Bu rakamlardan da görüleceği gibi, Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Ermeni nüfusu tarihin hiç bir döneminde 1.300.000 kişiyi geçmemiştir. Gerçek böyle iken 1915’te 1,5 – 2, hatta 3 milyon Ermeni’nin katledildiği iddiaları tarihî temelden mahrum, tarihî bir realite olmaktan ziyade tarihî bir iftiradır. Böyle bir iddianın tarihî esası olmadığı gibi tarafsız olma yönü de bulunmamaktadır. Bu tarihe aykırılıktır, tarihî bir yanılgıdır, hatadır. Yaşanan göç esnasında, resmî emirlere uymayan devlet görevlilerinin hissî davranışları, yiyecek maddelerinin azlığı, salgın hastalıklar, olumsuz iklim şartları ve yolculuk meşakkati gibi nedenlerle bir kısım Ermeni’nin hayatını kaybettiği bilinmektedir. [14] Zorunlu sevk ve iskân esnasında emirler hilâfında hareket edenlerin tespit edildiği, bunun sonucu kusurlu görülenlerin divân-ı harpte yargılandığı, 1.397 kişinin idam da dahil çeşitli cezalara çarptırıldığı görülmektedir. [15] Ancak hayatını kaybeden Ermenilerin sayısı iddia edilen rakamlar karşısında çok cüz’i bir yekûnu oluşturmaktadır. Buna karşılık Ermeni tedhişi esnasında binlerce Türk’ün hayatını kaybettiği de bilinen bir gerçektir. Nitekim harp başlar başlamaz Ermeniler harekete geçmiş, kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden yüzbinlerce Türk’ü katletmişlerdir. Köyleri, kasabaları ateşe vermişler, ulaşım yollarını kesmişler, kendileriyle birlikte hareket etmeyen Ermenilerle aynı tutumu sergileyen diğer Hıristiyanları katletmekten çekinmemiştir. Zeytun (Maraş), Kayseri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır, Mamuretü’l-Aziz (Elazığ), Erzurum, Sivas, Urfa, Trabzon, Ankara, Adana, İzmit ve Bursa’da inanılmaz mezâlim gerçekleştirmişlerdir. [16] Bugün Muş, Bitlis, Van, Kars, Erzurum, Ankara, Kayseri, Sivas ve Adıyaman’da Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiş katliamları belgeleyen 100’e yakın toplu mezar bulunmaktadır. [17] Nitekim Bogos Nubar, “Ermenilerin kayıpları çok olmasına rağmen, savaşta Türklerin kaybı Ermenilerinkinden az değildir. Bir Alman raporu, savaşta Türklerin toplam kaybını 2.500.000 veriyor.” demekten kendini alamamıştır. [18] Azmi Süslü, konuyla ilgili olarak Ermenilerin 1.000.000’dan fazla Türk’ü katlettiğini, 1.000.000’dan fazlasının göç etmek zorunda kalmasına sebep olduklarını belirtmektedir. [19] Ermeni soykırım iddiaları karşısında tarihin sayısal verileri mukâyese edildiğinde sonuç Türklerin mağduriyetini, haksızlığa uğradıklarını göstermektedir. Ermenilerin anti-Türk propagandası çerçevesinde gerek medyatik, gerekse siyasî yollarla Avrupa ve Amerika’da, 1915’te bir Ermeni katliamının yapıldığını ileri sürmesi, bunun tarihi bilmeyenler tarafından bilhassa dinî nedenlerden kaynaklanan hâlet-i ruhiyye ile benimsenmesi, yine Avrupa ve Amerika’daki devletlerin Ermeni meselesini tekrar tekrar gündeme getirme yönündeki faaliyetleri, ancak, siyasî, ekonomik ve emperyalist nedenlerle açıklanabilir. Bu durumda şu günlerde gündeme getirilen sözde Ermeni meselesi, Bilâl N. Şimşir tarafından “Osmanlı Devleti’nin zayıflama meselesi” olarak da tanımlanan [20] Şark meselesinin bir parçasının yeni bir görüntüsü olmaktan öteye gidememektedir. Oysa gerek kişi, gerekse millet/devlet bazında geçmişte meydana gelen olayları gerçeğe en yakın bir şekilde ortaya koyan bir bilim olan tarihin meseleyle ilgili verileri ortadadır. Bu bilim dalının en önemli dayanağını belgeler oluşturmaktadır. Yerli ve yabancı arşivler Ermeni meselesiyle ilgili belgelerle doludur. Bu arşivlere dayanılarak yapılan çalışmaların sayısı da oldukça fazladır ve Ermeni iddialarının hilâfına olan bilgileri ihtiva etmektedirler. 1915’te Osmanlı Devleti, Ermenileri zorunlu göçe tabi tutmakla, düşman saflarında yer alan, kendisine karşı faaliyetler içerisinde bulunan bir zümrenin menfi faaliyetlerinin önüne geçmeyi amaçlamıştır. Olağanüstü harp yıllarında vuku bulan bu zorunlu göç devlet nezaretinde belirli kurallar çerçevesinde yapılmaya çalışılmıştır. Ermenilerin göç esnasında mağdur olmamalarını sağlayacak tedbirler alınmıştır. Bu tarihî olay esnasında hiç bir şekilde soykırım amacı güdülmemiştir. Eğer böyle bir zihniyet içerisinde olunmuş olsaydı, iddia edildiği şekilde bir soykırım tarihin daha erken dönemlerinde, şartların daha müsait olduğu zamanlarda gerçekleştirilmez miydi? Oysa Ermenilerin 800 yıl Türk idaresinde yaşadığı ve kendilerine dinî, sosyal, kültürel ve ekonomik imtiyazlar verildiği, huzur ve sükûnet içinde hayatlarını sürdürdükleri, kimliklerini yüzyıllarca korumada adaletli siyasetin önemli bir rolü olduğu bilinmektedir. Arşivler, konu ile ilgili ilmî araştırmalar buna dair somut örneklerle doludur. Hal böyle iken, Ermeni iddialarının aksine XX. yüzyıl başlarında meydana gelen olaylar Türklere Ermeni mezâlimini hatırlatmaktadır ve bu konudaki Avrupa’nın gayri ilmî, kasıtlı tutum ve davranışları göz önüne alındığında, meselenin ahlâki boyutta Türklere karşı tertiplenen bir Avrupa mezâlimi şekline büründüğü üzüntüyle müşâhede edilmektedir. Ermeni Meselesindeki Gerçekler ve Avrupa’nın Tutumu: Prof. Dr. Adnan Şişman: Sözde Ermeni soykırım iddiaları, Osmanlı Devleti’nin son elli yılında Amerika ve Avrupa Devletleri tarafından Şark Meselesi’nin bir uzantısı olarak ortaya çıkarılmış sun’i bir meseledir. Çünkü, 1915 yılı da dahil olmak üzere, tarihin hiçbir döneminde Osmanlılar ne Ermenilere ne de diğer milletlere herhangi bir katliam yapmamıştır. Hatta tam tersine Osmanlı Devleti’nin insani boyutta örnek teşkil eden birçok icraatları bulunmaktadır; 1492’de İspanya’da engizisyondan kaçan Yahudileri gemilerle İstanbul’a getirip bugünkü Fener ve Balgat semtine yerleştiren, İstanbul’un fethi sırasında “İstanbul’da Latin külâhı görmektense Osmanlı sarığını tercih ederiz” diyen Ortodoks Rumlarına güven veren, onlara her türlü din ve vicdan özgürlüğü tanıyan, 1848’de 200.000 kişilik Rus ordusundan kaçan Macarları mülteci olarak kabul eden, dolayısıyla onları olası bir katliamdan kurtaran ve bunun üzerine Ruslarla savaşı dahi göze alan, dil, din ve ırk farkı gözetmeden bütün tebaasına adaletle yaklaşan, “Millet-i Sadıka” gibi bir pâye vererek Ermenileri devletin en üst makamlarına getiren, Balkan savaşları sırasında Dışişleri Bakanlığını bir Ermeni (Gabriel Noradonghian)’ye verecek kadar aşırı iyimserlikle taraf gütmeyen Osmanlılardır. Bu tür örnekler bütün Türk tarihi boyunca da görülür: Alparslan’ın Romen Diyagenos’u yakaladıktan sonra O’na bir esir muamelesi yapmayarak serbest bırakması, Atatürk’ün Uşak’ta ele geçirilen Yunan orduları başkumandanı Trikupis’e huzunda çay ve kahve ikrâm etmesi, hatta yakın zamanda Saddam’dan kaçan kuzey Irak’taki insanlara kucak açılması da hep Türk’ün kendine has hasletlerinden ileri gelmiştir. Bunlara rağmen sözde Ermeni soykırım iddiaları, kasıtlı bir yaklaşımla Avrupa ve Amerika’da diplomatik çevreler ile görsel ve yazılı basında tekrar tekrar gündeme getirilmektedir. The Independence gazetesinin 23 Kasım 2000 tarihli sayısında konu ile ilgili olarak Robert Fisk tarafından kaleme alınan “Britain Excludes Armenians from Memorial Day: First Offical UK Commemoration in January Will Not Acknowledge the 1915 Atrocity in Which the Turks Killed 1,5 Million People” ve “Thousands Slaughtered by the Road” başlıklı makalelerde, İngiltere’nin 1915 Ermeni katliâmını onaylamayacağı belirtilmekle birlikte, Ermeni soykırımının Türk kuvvetlerinin, o zaman Osmanlı başkenti olan İstanbul’daki Ermeni entellektüellerini tutukladığı Nisan 1915’te başladığı zikredilmekte ve bilinen, asılsız, duygulara hitap eden Ermeni iddialarına yer verilmektedir. Yine Fransa Senatosu’nda 8 Kasım 2000 tarihinde gerçekleşen görüşmeler esnasında sözde Ermeni soykırımını tanıma yasa teklifini hazırlayıp sunanlar arasında bulunan Jacques Pelletier, o gün yaptığı konuşmada Ermeni soykırımının Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı zamanında azınlıklara uygulanan acımasız baskılar sonucunda ortaya çıktığını, 1895-1896’da ilk Ermeni katliamlarının yapıldığını ve 1915’te bir yıldan daha az bir zaman zarfında 1.500.000 Ermeniden 800.000’inin yok edildiğini, bunun da XX. Yüzyılın ilk soykırımı olduğunu söylemiştir. Yine aynı yasa teklifini destekleyenlerden M. Bret, M. Piras, Mme Marie-Claude Beaudeau 85 yıl önce 1.500.000 Ermeni nüfusunun soykırıma tabi tutulduğunu belirtmişler ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için acı geçmişine boyun eğerek bu tasarıyı kabul etmesi gerektiği şeklinde geçmişten gelen alışkanlıkla adeta tehditkâr ifadelerde bulunmuşlardır. Bu tasarının karşısında yer alan M. Braye ise XX. Yüzyılın ilk soykırımı olarak Ermeni soykırımının kabulü halinde, dünyada bütün kıtalarda meydana gelen soykırım hadiselerini, mesela Yahudi, Çingene, Tibetli, Kamboçyalı katliamlarını, hatta Sovyetler Birliğinde ideoloji adına yok edilen çok sayıda insanı veya Çin’deki bu tür olayları da birer birer Fransız Parlamentosu’nun ele alması gerektiğini, ancak bunun mümkün olmadığını ifade etmiştir. Dolayısıyla Fransa Parlamentosu’nda tartışılan bu meselenin siyasî boyutlu olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Nitekim 18 Ocak 2001’de Fransız Parlamentosu’da sözde Ermeni soykırımını kabul eden yasa teklifi kabul edilmiştir. Bu gelişmeler karşısında gerçeklerin bir defa daha ifadesi zorunlu hâle gelmektedir. Sözde Ermeni soykırım iddiaları, 1915’te Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulduğu ve bu zorunlu sevk ve iskân esnasında 1,5-2, hatta 3 milyon Ermeninin soykırıma maruz kalarak yok edildikleri şeklindedir. Ancak, I. Dünya savaşı esnasında Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da bir kısım yerleşim bölgelerinde Batılı devletlerin tahrik, teşvik ve destekleriyle Ermeni cemaatinin isyan etmesi, Osmanlı ordusunun hareketini güçleştirmesi Ermenilerin 1915’te zorunlu sevk ve iskâna tabi tutulmalarına kaçınılmaz olarak yol açmıştır. Avrupa ve Amerika’nın iddia ettiği gibi bu sevk ve iskân esnasında 1,5-2, hatta 3 milyon Ermeni soykırıma tabi tutulmamıştır. Zira 1914’te Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin toplam sayısı azamî 1.300.000 kişidir. Bu rakamdan da görüleceği gibi, Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Ermeni nüfusu tarihin hiç bir döneminde 1.300.000 kişiyi geçmemiştir. Gerçek böyle iken 1915’te 1,5 – 2, hatta 3 milyon Ermeninin katledildiği iddialarının tarihî temelden mahrum, tarihî bir realite olmaktan ziyade tarihî bir iftira olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Böyle bir iddianın tarihî esası olmadığı gibi tarafsız olma yönü de bulunmamaktadır. Bu tarihe aykırılıktır, tarihî bir yanılgıdır, hatadır. Buna karşılık Ermeni tedhişi esnasında binlerce Türk’ün hayatını kaybettiği de bilinen bir gerçektir. Nitekim harp başlar başlamaz Ermeniler harekete geçmiş, kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden yüz binlerce Türk’ü katletmişlerdir. Köyleri, kasabaları ateşe vermişler, ulaşım yollarını kesmişler, hatta kendileriyle birlikte hareket etmeyen Ermenilerle aynı tutumu sergileyen diğer Hıristiyanları da katletmekten çekinmemiştir. Zeytun (Maraş), Kayseri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır, Mamuretü’l-Aziz (Elazığ), Erzurum, Sivas, Urfa, Trabzon, Ankara, Adana, İzmit ve Bursa’da inanılmaz mezâlim gerçekleştirmişlerdir. Bugün Muş, Bitlis, Van, Kars, Erzurum, Ankara, Kayseri, Sivas ve Adıyaman’da Ermeniler tarafından gerçekleştirilmiş katliamları belgeleyen 100’e yakın toplu mezar bulunmaktadır. Özet olarak 1915’te Osmanlı Devleti, Ermenileri zorunlu göçe tabi tutmakla, düşman saflarında yer alan, kendisine karşı faaliyetler içerisinde bulunan bir zümrenin menfi faaliyetlerinin önüne geçmeyi amaçlamıştır. Olağanüstü harp yıllarında vuku bulan bu zorunlu göç devlet nezâretinde belirli kurallar çerçevesinde yapılmaya çalışılmıştır. Ermenilerin göç esnasında mağdur olmamalarını sağlayacak tedbirler alınmıştır. Bu tarihî olay esnasında hiç bir şekilde soykırım amacı güdülmemiştir. Eğer böyle bir zihniyet içerisinde olunmuş olsaydı, iddia edildiği şekilde bir soykırım, tarihin daha erken dönemlerinde, şartların daha müsait olduğu zamanlarda gerçekleştirilmez miydi? Oysa Ermenilerin 800 yıl Türk idâresinde yaşadığı ve kendilerine dinî, sosyal, kültürel ve ekonomik imtiyazlar verildiği, huzur ve sükûnet içinde hayatlarını sürdürdükleri, kimliklerini yüzyıllarca korumalarında adaletli siyâsetin önemli bir rolü olduğu bilinmektedir. Arşivler, konu ile ilgili ilmî araştırmalar buna dair somut örneklerle doludur. Hal böyle iken, Ermeni iddialarının aksine XX. yüzyıl başlarında meydana gelen olaylar Türklere Ermeni mezâlimini hatırlatmaktadır ve bu konudaki Avrupa’nın gayri ilmî, kasıtlı tutum ve davranışları göz önüne alındığında, meselenin ahlâki boyutta Türklere karşı tertiplenen bir Avrupa mezâlimi şekline büründüğü üzüntüyle müşâhede edilmektedir. Kaynakça: -Adnan Şişman, “Millî Mücadelede Afyon ve Uşak’ın Kurtuluşu”, X. Millî Egemenlik Sempozyumu “Büyük Taarruz ve Sonuçları”, Ankara TBMM Kültür. Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 82, s. 48-78. -Bilal N. Şimşir, Apérçu Historique sur la Question Arménienne, Ankara 1985. -Esat Uras, The Armenians in History and the Armenian Question, İstanbul 1988. -Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1985. -General Mayéwski, Les Massacres d’Arménie, Petersboug 1916. -Türk-Ermeni İlişkileri, 21.Yüzyıla Girerken Tarihe Dostça Bir Bakış, (Yay. Haz. Berna Türkdoğan), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2000. -Azmi Süslü, Armenians and the 1915 Event Of Displacement, Ankara 1994. -Salahi R.Sonyel, Minorities and the Destruction of the Ottoman Empire, Ankara 1993, -Salahi R.Sonyel, The Ottoman Armenians, Victims of Great Power Diplomacy, London 1987. [1] General Mayewski, Les Massacres d’Arménie, 1916, s. 13. [2] Adnan Şişman, “Tanzimat Döneminde Fransa’ya Gönderilen Gayri Müslim Osmanlı Öğrencileri”, X.Türk Tarih Kongresi , Ankara 1994, s. 2515-2533. [3] Amerikalılar da bu hedef doğrultusunda Gayri Müslimler arasında, özellikle Ermeniler üzerinde XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu yolda Osmanlı Devleti topraklarında okul, kilise, yetimhâne, hastane ve çocuk yuvaları gibi sosyal ve kültürel müesseseler açmışlardır. Böylelikle hem ticarette kendilerine yardımcılar yetiştirmişler, hem de siyasî alanda onların haklarını arama bahanesiyle Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma fırsatı bulmuşlardır. Bilhassa Ermeniler arasında başarılı olmaları ekseri Amerikan kurumlarının alt kademe yöneticileri arasında Ermeni kökenlilerin çoğunluğu teşkil etmesinden anlaşılmaktadır. Kurmuş oldukları sosyal görüntülü müesseselerde Gayri Müslimlerin fikir, kültür, ekonomik ve siyasî hayatlarını yönlendirmede etkin bir rol oynamışlardır. Milliyetçilik cereyanının toplumları etkilediği bir dönemde okullarında özellikle Bulgaristan’ın muhtariyet kazandığı Berlin Antlaşmasından sonra, Ermeni öğrencilerinin sayılarının arttığının görülmesi sonuçsuz kalmamıştır. Buralardan yetişenler Osmanlı Devleti’ne karşı faaliyette bulunmakta gecikmemişlerdir. (Bkz. Adnan Şişman, Osmanlı Devleti’nde XX. Yüzyıl Başlarında Amerikan Sosyal ve Kültürel Müesseseleri, Balıkesir 1994, s. 11-12, 77-78.) [4] Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1985, s. 106-112. [5] Bu cemiyetlerin kuruluş, kuruluş amacı ve faaliyetleri hakkında bkz. Nejat Göyünç, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, Gültepe Yayınları, 1983, s.62-65; Gürün, a.g.e. , s. 128-134. [6] Bu olayların ayrıntıları için bkz. Esat Uras, The Armanians in History And The Armanian Question, Documantary Publications, İstanbul 1988, s. 713-789; Ayrıca İstanbul’da Osmanlı Bankası Baskını üzerine Osmanlı Dışişleri Bakanı Tevfik Paşa’nın Londra’daki Osmanlı elçisi Antopulas Paşa’ya hitaben gönderdiği 27 Ağustos 1896 Tarihli telgraf yazı için bkz. Documents Diplomatiques Ottomans Affaires Arméniennes, Volume IV (1896-190), (Yay: Bilal N. Şimşir), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1999, s. 56-57; Yine Ermenilerin Zeytun ve Maraş ayaklanmaları nedeniyle Osmanlı Dışişleri Bakanı Said Paşa’nın dış ülkelerdeki tüm Osmanlı temsilciliklerine hitaben yazdığı 31 Ocak 1895 tarihli 16192/178 nolu telgraf için bkz. A.g.e., Volume III (1895-1896), Ankara 1999, s. 58; Londra’daki Osmanlı Elçisi Rüstem Paşa’nın Osmanlı Dışişleri Bakanı Said Paşa’ya gönderdiği 31 Ekim 1895 tarih ve 20286/869 nolu yazı için bkz. A.g.e., Volume III, s. 60|; Hüseyin Nâzım Paşa, Ermeni Olayları Tarihi I-II, (Hazırlayanlar: Necati Aktaş Mustafa Oğuz, Mustafa Küçük), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın No: 15, Ankara 1994. [7] Joseph Pamiankowiski, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü 1914-1918 I. Dünya Savaşı, (Çev: Kemal Turan), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1990, s. 143. [8] Gürün, a.g.e., s. 224. [9] Göyünç, a.g.e., s. 13-15. [10] 1893-1914 tarihleri arasındaki muhtelif yıllardaki Ermeni nüfusu hakkında bkz. Kemal Karpat, “Ottoman Population Records and the census of 1881/82-1893”, International Journal of Middle East Studies, 9 (1978), s. 237-274; Stanford J. Shaw, “Ottoman Population Movements during the last years of the Empire, 1885-1914: Some Preliminary Remarks”, Osmanlı Araştırmaları, I , s. 191-205; Gürün, a.g.e., s. 85-104. [11] Bu konudaki nüfus enflasyonu için bkz. Azmi Süslü, “Tehcir Olayındaki Gerçekler”, Ondokuzmayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S: 6, (Samsun 1991), s. 272-273. [12] Gürün, a.g.e., s.103. [13] Shaw, a.g.m., s. 198-204’ten naklen İlhan Gedik, Sözde Ermeni Meselesi ve Vilayat-ı Şarkiyye’de Demografik Yapı 1875-1915, Niğde 1996, s. 20. [14] Salahi R.Sonyel, Minorities And The Destruction Of The Ottoman Empire, Turkish Historical Society Printing House, Ankara 1993, s.408. Azmi Süslü, Armanians and the 1915 Event of Displacement, Yüzüncüyıl University Rectorship Puplication, Ankara 1994, s. 128. [15] Göyünç, a.g.e., s. 20. [16] Süslü, a.g.e., s. 67; Cemalettin Taşkıran, “Milli Mücadelede Ermeni Meselesi”, Askeri Tarih Bülteni , S: 38, Şubat 1995, s. 87. [17] Süslü, a.g.e., s. 92; Aynı müellif, a.g.m., s. 273. [18] Sonyel, a.g.e., s. 408. [19] Süslü, a.g.e., s. 94. [20] Bilâl N. Şimşir, Apérçu Historique Sur La Question Arménienne, Puplication de La Societé Turque d’Histoire, Ankara 1985, s. 1./17.. [Kaynak: İnternet, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Sorunu Rehberi, Kocaeli Üniversitesi Yayınları, İzmit, 2001(İkinci baskı ) 220 Sayfa: Ermeni Sorununu merak eden ve araştıranlar için rehber olmayı amaçlayan yapıt, bu konudaki yerli ve yabancı eserler kaynakçası, Ermeni Sorunu Sözlüğü, Ermeni Sorunu Zaman Dizini gibi kullanışlı bölümlerin yanısıra Ermeni Sorununu besleyen tarihsel argümanları tartışan bölümlere sahiptir.
Ermeni Sorunu Ve Türkiye’nin Durumu: Doğum yılı 1965’den önce olan birçoğumuzun rahatlıkla hatırlayacağı bir terör olayları zinciri, ne yazık ki uzun bir süre gündemimizi meşgul etmiştir. 1970’li yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, köklerini aldığı Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalmış ve eski bir takım olayların intikamını alıyormuş izlenimi veren bir Ermeni Sorunu ile meşgul edilmiştir. Bu dönemde direkt olarak, Fransa, Kanada, Avusturya, ABD gibi dış ülkelerdeki üst düzey elçilik görevlilerimizi hedef alan ve büyük ölçüde başarılı olan vahşi bir terör kampanyası ile yüzyüze geldiğimiz henüz unutulmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli ülkelerdeki diplomatlarını hedef alan bu terör olayı nereden kaynaklanmaktadır? İddia edilen, daha doğrusu Ermeniler’in iddiası şudur; 1. Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu, Orta ve Doğu Anadolu’da yerleşik Ermeni nüfusu, yaşadıkları yerden kopararak Zorunlu Göç’e [Tehcir] tabi tutmuş ve bir ırkın bilinçli olarak yokedilmesini hedeflemiştir. Yani, Ermeniler üzerinde “soykırım” uygulamıştır. Türkiye bu “Soykırım”ı kabul etmeli ve tazminat ödemelidir. Aslında Ermeniler, bu işten sorumlu tuttukları Enver ve Talat Paşalar’ı, Berlin ve Tiflis’te yaptıkları suikastlerle öldürmüşlerdir. Buna rağmen egoları tatmin olmamış olacak ki, elli yıl sonra tekrar ortaya çıkıp kan dökmeye başlamışlardır. Bugün, sonu gelmiş görünen bu terör olaylarının arkasındaki gerçeği, ne acıdır ki yüksek öğrenim görmüş aydınlarımızın dahi bir çoğu bilmemekte veya öğrenmek için gayret göstermemektedir. Bir sorunu irdelerken veya anlatmaya çalışırken onu iyi tanımlamak ve değer yargılarımızı önceden saptamak gerekir. O halde nedir Ermeni Sorunu?; Asırlarca bir arada yaşamış, iyi komşuluk ilişkileri geliştirmiş, birbirinden kız alıp vermiş, bu iki toplum nasıl olmuş da birbirinin canına kasteden düşmanlar haline gelmiştir?, Bugün Ermeni Sorunu diye karşımıza çıkan olaylar zinciri aslında asırlardır aynı toprakların üzerinde barış içinde yaşayan iki toplumun, bu topraklardan çıkar sağlamayı umanlar tarafından birbirine düşman edilmesidir. Yüzeyde görünen şey, gerçek köklerine inilmeden yalnızca 1. Dünya Savaşı sırasında, Orta ve Doğu Anadolu’da oturan bir kısım Ermeni nüfusun, Osmanlı İmparatorluğu tarafından Irak ve Suriye çöllerine doğru Zorunlu Göç’e [Tehcir] tabi tutulması ve bu sırada bu nüfusun büyük oranda zayiat vermesinin sorumlulularının aranmasıdır. Olaylar biraz ciddi şekilde irdelendiğinde ise, günümüzde yaşadığımız bir çok olumsuzluğu kolaylıkla anlamamızı sağlayacak başka faktörlerin bulunduğunu görmekteyiz. Bunun için daha geniş açıdan ve tarihi faktörleri ortaya koyarak durumu incelememiz gerekir. Anadolu’nun tarihi coğrafyasına kısaca göz gezdirirsek şunu görürüz: Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu, Kafkaslar ve komşu denizlerin genel görünümü: Anadolu, insanın “Ben insanım!” dediği ve ayakları üstünde çevresini dolaşmaya başladığı andan itibaren, çok sayıda insan topluluğunun yaşadığı ve gelip geçtiği bir coğrafya teşkil eder. İlk çağların bilinen dünyasında, üç ana kıta arasında tam bir geçiş köprüsü durumundaki Anadolu’da bir yandan yerleşik yaşayan toplumlar, bir yandan gelip geçenler, diğer taraftan da gelip yerleşenlerle çağlar boyunca çok zengin bir İnsan Mozayığı ortaya çıkmıştır. Bu mozayık içinde, Ermeniler, başlangıçta Van Gölü çevresinde, Urartular’a kadar ancak takip edilebilen bir geçmişte ve sonrasında, sayıları bir ikiyi geçmeyen ve çok uzun yaşamayan küçük krallıkların dışında, genel olarak o coğrafyada hakim toplulukların idaresinde yaşayarak yer almışlardır. Tarih kitapları böyle yazıyor. Antik dönemde Ermeniler’in Yaşam Alanları: Türkler, Anadolu coğrafyasında 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’ndan sonra kendilerini göstermeye başlarlar. Türkler kendilerinden önce Anadolu’ya gelmiş ve Yerli Halkı [Frigler, Klikyalılar, Likyalılar vs gibi] büyük oranda kendi potasında eritip ortadan kaldıran Roma ve, sonrasında Bizans İmparatorlukları’nın aksine, asimilasyona girişmemiş ve Farklı Dinler’e oldukça Hoşgörü ile yaklaşmıştır. 1200’lü yılların sonunda Osmanlı Devleti kurulup Anadolu’da birlik sağlandıktan sonra da bu anlayış devam ettirilmiştir. İşte bu nedenledir ki Osmanlı İmparatorluğu’nda bir çok farklı ırk ve kavmin insanı birbiri ile rahat komşuluklar geliştirip büyüme olanağı bulmuştur. Ermeniler de bu ortam içerisinde, diğer bütün Anadolu yaşayanları gibi rahat ve görece güvenli bir ortamda hayatlarını devam ettirip çoğalmışlardır. Bu çoğalma sonrasında Anadolu’nun iç kısımları, Güney Anadolu, Kafkasya ve kısmen de Hazar Denizi’nin kuzey batı kıyılarında, İran içlerinde, Kuzey Mezopotamya ve Lübnan’da nüfuslarını artırmışlardır. Üstelik, “Müslüman olmayan toplumları askerlik ve askeri yükümlülüklerden muaf tutan” Osmanlı İdaresi’nde, “Tarım, Ticaret ve Sanatla uğraşarak hem Ekonomik, hem de Kültürel Zenginlik yaratma olanaklarına kavuşmuşlardır.” Bu rahat ve güvenceli yaşam, Batıda Sanayi Devrimi diye adlandırılan büyük değişimin gerçekleşmesine kadar sürmüştür. Durup dururken bu Sanayi Devrimi de nereden çıktı şimdi? Aslında olayların başlangıcı, Barut, Matbaa ve Pusula’dan sonra Top ve Yelken’e dayanmaktadır. Yükseliş Dönemi’ndeki şanlı Osmanlı Ordusu, daha sonra Avrupalı’nın geliştirdiği, gemilerde kullanılabilen küçük, kıvrak ve etkili toplarla, uzaklara gidebilmeyi sağlayan pusula ve yelken teknolojisine ayak uyduramadığından önce Denizler’de sonra da Kara’da Hakimiyeti Kaptırmıştır. Herşeyin büyüğüne meraklıyız ya, top’u da büyük yaparsak her şeyi hallederiz sanmışız. Orta Çağ’ın bitmesinden sonra Reform ve Rönesans’ı yaşayan Avrupa ülkeleri önce Coğrafi Keşifler’le bilinen dünyanın sınırlarını çok genişlettiler sonra da gerçekleştirilen bilimsel keşifler sayesinde, zamanın tek hakim gücü olan Osmanlı’nın önüne geçtiler. Yazık ki Osmanlı bu Bilimsel Gelişmeler’i takip edemeyerek, kendisi gerçekleştiremeyerek hem ekonomik, hem de askeri alanda gerilemeye başladı. Zamanla Osmanlı’nın yenilebilir olduğu ortaya çıkmaya başladı. Türk askerdir. Asker millettir. Öyle, sanat, ticaret, ilim, bilim gibi asil olmayan şeylerle uğraşmaz. Bunları bırakın ‘Ahaliy-i adi’ den olan Kefere yapsın. Şanlı tarihimiz zaferlerle doludur. Daha da doldururz. Sanayi Devrimi ile güçlenmeye başlayan Avrupa ülkeleri, keşfetikleri yeni coğrafyalarda Sömürgeciliği başlattılar. Afrika bu sömürgecilikten her türlü kaynağının sömürülmesi ile en büyük yarayı alırken, Güney Asya ve Güney Amerika toprakları paylaşılarak talan edildi. Kuzeyde kurulan Amerika Devleti de Sömürgecilik’te başı çekenler arasında yer aldı. İnsan doğası gereği, böyle hazır yemeye ve kolay kazanmaya bir kere başladımı bir daha durmak bilmez ve iştahı giderek artar. Toplumlar da böyledir. Sömürgeciliğe bir kere başlayan ve bir asalak gibi başkalarının zenginliklerini kendi ülkelerine taşıyan bu ülkeler sürekli yeni yerler peşinde olmuşlardır ve buna devam etmektedirler. Almanya bu sömürgecilik işinde diğer devletlerden biraz geç kaldığı için, özellikle Afrika’nın çok zengin kaynakları olan bölgeleri başta İngiltere olmak üzere, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika gibi ülkeler tarafından sömürülürken, Almanya’ya yüzölçümü büyük fakat verimsiz alanlar kalmıştı. Bu nedenle Almanlar, hem sömürgelerindeki yerel halka çok zalim, katı ve saldırgan davranmışlar, hem de bir süre sonra başkasının sömürgesine dokunmama kuralını çiğnemeye başlamışlardır. İşte 1. Dünya Savaşı’nın ve hatta 2. sinin temelinde yatan bu paylaşım kavgasıdır. İyi de bütün bunların bizimle ne ilgisi var? İşte Almanya: Sömürgecilikte geri kaldığını anlayan Almanya, gözünü hem staretejik olarak çok iyi bir konumda olan, hem de zengin doğal kaynaklara sahip Anadolu’ya ve kısmen de Mezopotamya’ya çevirir. Alaman bizim dostumuz, feda olsun postumuz!!! Önce dostane yaklaşımlar sergiler Osmanlı Ordusu’nun modernizasyonunda görevler alırlar. İdari yapılanmada yardımlar ederler. Sonra gerçek niyetlerini çok güzel ortaya koyan, fakat bizim yöneticilerimizin bunu nedense bir türlü kabul etmedikleri Bağdat Demiryolu işi gündeme gelir. Bağdat Demiryolu’nun yapımı, işletilmesi yanında, geçiş güzergahını yapımcılar belirlemek koşuluyla, demiryolunun her iki tarafındaki 20’şer km genişliğinde bir şerit içinde kalan bölgenin yer üstü ve yer altı zenginliklerinin kullanım imtiyazı da Almanlar’a bırakılmıştır. İngiltere: Bu durum İngiltere’nin hiç işine gelmez. Çünkü doğu Akdeniz bölgesinde hakimiyeti kaybetme korkusu yanında, Orta Doğu’nun Alman etkinliğine geçmesi iki bakımdan son derecede sakıncalıdır: 1-Orta Doğu’daki petrol kaynakları 2- O dönem İngiliz hakimiyeti altında bulunan Hindistan’ın ve dahi Mısır’ın kontrolünün zorlaşması, Ekonomik gelişme için gerekli hammadeleri, madenleri, yeraltı ve yer üstü zenginlikleri bulmak, üretilen malları yeni pazarlara sunabilmek için diğerlerinin olduğu gibi İngiltere’nin de İran, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu üzerinde planları olması kaçınılmazdır. Orta Doğu’yu Almanlara kaptırmak istemeyen İngiltere, Arapları kendi özgürlüklerini kazanma bahanesi ile Osmanlı’ya karşı kışkırtırlar. Dindaşımız olan Araplar da bu kışkırtmaya dünden razıdırlar ve isyan etmekte gecikmezler. (meşhur Arabistan’lı Lavrance hikayesini herkes bilmektedir) Ayrıca Ermeniler de Doğu Anadolu ve Kafkasya için anahtar rolündedirler. Karadeniz üzerinden hakimiyet sağlamak için yerel müttefiklere gereksinim vardır. Ermeniler’in yaşam alanlarının, bu bölgelerin transit yolları üzerinde olması, İngilter’nin seçimini çok hızlı yapmasına neden olmuştur. Sırada Rusya var: Kuzey Asya ve Doğu Avrupa’nın soğuk toprakları üzerinde oturan Rusya’nın sıcak denizlere açılma isteği çok eskiden beri bilinmektedir. Afganistan, Hindistan ve Pakistan üzerinden Hint okyanusuna açılma girişimleri defalarca engellenen Rusya’nın bu isteğini en kolay gerçekleştireceği yol Anadolu’ dur. Güçlü Osmanlı Orduları’nın yenilebileceği ortaya çıkmıştır ama yine de ortamı hazırlayıp işi kolaylaştırmak gerekir. Küçük Kaynarca Antlaşması ile (1774), Osmanlı topraklarında yaşayan “Hıristiyanların dini haklarını kontrol ve koruma imtiyazını” ele alan Rusya kendi topraklarında yaşayan Ermeniler’e farklı, Osmanlı Ermenileri’ne farklı davranarak istediği kararsız ortamı hazırlamaya girişir. Alman’ı, İngiliz’i, Rus’u başlar da Fransız’ı durur mu? İşte karşınızda Fransa: O yıllarda Sanayi Devrimi’nin patlama yarattığı en büyük iş kolu tekstildir. Tekstilin beslenme kaynağı ise pamuk. Dünya pamuk alanlarının büyük bir kısmı Amerika ve İngiltere’nin elindedir (%92.4). Fransa bu bakımdan sıkışmıştır ve yeni pamuk ekimi yaptırabileceği verimli topraklara gereksinim duymaktadır. Böyle bir gereksinimi karşılamak için, Çukurova, Harran Ovası ve Mezopotamya’dan daha elverişli bir yer düşünülebilir mi? Fransa’nın, kapütülasyonlarla birkaç yüzyıl boyunca Osmanlı’dan koparmış olduğu ayrıcalıklara rağmen, Onlar istiyor diye Osmanlı bu toprakları verecek değildir. Bu nedenle içerden birilerini zamanı geldiğinde bu işleri kolaylaştırmak için hazırlamak gerekir. Bu duruma en uygun olanlar da kuşkusuz Ermeniler’dir. Çünkü ticaretle uğraşarak batı ile temas kurmuş, yabancı dil bilen bireyleri vardır. Ve son aktör. Büyük yıldız. Amerika: Kapitalizmin emperyalizme dönüş gösterdiği 18 ve 19. yüzyılda, Kuzey Amerika’da kurulan Birleşik Devletler de önce büyük bir kapitalist, sonra da emperyalist güç olarak ortaya çıkmaktadır. Bugün olduğu gibi, o günde dünyanın heryerinde gözü olan bu emperyalist güç, yoğun enerji rezervleri ve zengin maden yatakları dolayısıyla Hazar Bölgesi’ni ve Orta Doğu’yu yakından izlemektedir. Amerika’nın Türkler’e karşı olan düşüncesini ise Truman seçilmeden önce yaptığı bir konuşmasında açıkça dile getirmiştir: “Yer yüzünden silmek istediğim iki millet vardır. Bunlar İspanyollar ve Türklerdir.” Amerika, bu düşüncelerini gerçekleştirmek üzere, diğer ülkelerin izlediği bir yolu daha da abartarak ve akıllaca uygulamaya koymuştur. İlk adımda: Anadolu’ya misyonerler göndermiştir. Bu misyonerler, gayet masum bir şekilde yalnızca kendi dinlerini yaymak amacı güder görünmüşlerdir. Öbür yayılmacıların misyonerleri gibi, önce Müslümanları Hıristiyan yapmak istemişler fakat bunun zor olduğunu görünce mevcut Hristiyanları daha kolay kontrol edebilecekleri kendi mezheplerine döndürmeye çalışmışlardır. Misyonerler hiçbir zaman kendi başlarına ve tekil çalışmamışlardır. Yalnızmış gibi görünmelerine, tanrı adamı rolü oynamalarına rağmen son derece örgütlü çalışan ve Osmanlı’yı içerden kemiren sistemin parçası olarak görev yapmışlardır. Daha sonra çıkarılacak bölgesel isyanlarda kullanılan silahların kiliselerde depolanıp saklanmasını sağlamışlardır. Misyoner teşkilatları, basit propagandalarla yetinmeyip okullar kurmuşlardır. (ikinci adım) 1914 yılına gelindiğinde bu Amerikan Misyonerleri’nin Anadolu’da kurduğu okul sayısı 400’ün üzerindedir. Robert Kolej bunların ilkidir. *Aslında okul yapımına ilk olarak Fransızlar başlamıştır. Osmanlı topraklarında ilk kurulan okul Saint Benoit dır. *Bu okul yaparak içerden fethetme işi henüz bitmedi. Günümüzde de devam ediyor. Acaba bugün Amerika’nın yüksek himayelerinde olan bir saygın büyüğümüze ait olduğu söylenen, Türki Cumhuriyetler’de de hızla çoğalan okulların ne amaçlarla kurulduğunu merak eden var mı? *Günümüz için bir soru: Acaba gerçeği bilselerdi, kaç vatansever Türk ailesi çocuklarını bu okullara gönderirdi? Bu okullar dil öğretme ve emperyalist kültürü yerleştirmenin yanında, vakti geldiğinde Osmanlı’nın parçalanma ateşini yakacak bölgesel isyanların yönetim kadrolarını yetiştirmiştir. Bulgaristan’ı Osmanlı’dan koparan kadro işte bu Robert Kolej’de eğitilmiştir. Daha sonra Ermeniler de bu yoldan geçecektir. Şimdi genel tabloya bir bakalım. İşlenmemiş yeraltı, yerüstü zenginlikleri, madenleri, zengin doğal kaynakları ile, dünya fosil enerji kaynaklarının büyük bir kısmını içeren jeopolitik cazibe ve üç kıtanın birleşim yerini merkezinde barındıran staretejik bir Osmanlı toprağı. Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu, Kafkaslar ve komşu denizlerin genel görünümü. *Bunu paylaşmak için sabırsızlanan İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Amerika. *İçerden işbirlikçiler; Batıda Bulgarlar ve diğerleri, güneyde Araplar, kuzeyde, doğuda ve içimizde Ermeniler. Amerika’nın planları daha uzun vadelidir ve günümüze dayanmakta hatta aşmaktadır. Yağmacılara daha sonra İtalya ve Yunanistan eklenmiştir ama onlar yardımcı rollerdedir.. İşte bütün bu emperyalist planları görebilen, bunlara dur diyebilmek için varını yoğunu ortaya koyan ve sonunda kısa bir süre de olsa dur diyebilen bir tek insan vardır.; Mustafa Kemal. Görüldüğü gibi aslında emperyalizmin Anadolu’yu sömürge yapmak için planları günümüzden en az 150-200 yıl öncesine dayanmaktadır ve daha önce sinsice yürütülen bu plan 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması ile tam yürürlüğe konmak istenmiş, ancak Kurtuluş Savaşı ile geçici olarak durdurulmuştur. Ermeni Sorunu: Olayların başlangıcı 1830’lu 1840’lı yıllarda Osmanlı hükümeti tarafından Kürt aşiretlerinin toprağa yerleştirilmesi girişimlerindedir. Yerleşik düzene geçen Kürtler’in Ermeni köylerine yaptıkları baskılar huzursuzluk yaratmış ve ilk Ermeni direnişlerine ve örgütlenmelerine yol açmıştır. Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki halkların ayaklanması ve bu ayaklanmanın başarıya ulaşarak ulus devletlerin kurulması üç temel öğeye bağlı olmuştur: 1. Ayaklanmanın entelektüel ve operasyonel altyapısını hazırlayacak, yani aydınlanma ve örgütlenmeyi yürütecek, zengin ve okumuş bir zümrenin varlığı. 2. Ayaklanmayı gerçekleştirecek ve ilerdeki ulus-devletin nüvesin; oluşturacak kitlenin bir yörede yoğun bir biçimde bulunması. 3 Dış destek, yani dönemin büyük güçlerinin desteği. Ermeni Sorunu’nun temelinde ikinci öğe, yani bir yörede yoğun bir Ermeni çoğunluğunun olmaması yatmaktadır. Bunun diğer öğelere etkisi olmuştur: Özellikle İstanbul’da yaşayan zengin ve entelektüel Ermeni kitlesi başarılı olma olasılığı zayıf bu hareketin örgütlenmesini üstlenmemiş, örgütlenme yerel orta sınıflara bırakılmış ve onun için de radikalleşmiştir. Yerel çoğunluğun olmaması ayaklanmanın başarısını dış desteğe bağlı kılmıştır; oysa, aynı nedenler bu desteğin I. Dünya Savaşı’na kadar çekimser kalmasına neden olmuştur. Ayrıca Yunan, Sırp, hatta Arap ayaklanması bu halkları imparatorluğu savunan Osmanlı güçleri ile karşı karşıya getirmesine karşılık, Ermeni Sorunu’nda iki milliyetçiliğin Türk ve Ermeni milliyetçiliklerinin doğrudan çatışması söz konusudur. Bunun bir nedeni, yukarıda belirttiğim gibi, aynı toprakların üstünde Ermeni, Kürt ve Türklerin yaşaması; ikinci nedeni ise, Ermeni hareketinin güçlendiği sırada Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve iki milliyetçiliğin birbirini beslemesidir. [Kaynak: İnternet, Stefanos Yerasimos. Toplumsal Tarih Dergisi, 18.09.02, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Soyadları: Abayan [Abaoğlu, Aba’nın oğlu], Agopyan [Agopoğlu, Agop’un oğlu], Alcal, Aleksandr, Anusyan [Anusoğlu, Anus’un oğlu], Apega, Arabadjian [Arabacıoğlu, Arabacı’nın oğlu], Arisdagesian [Arsidagesoğlu, Arisdagis’in oğlu], Armikyan [Armikoğlu, Armik’in oğlu], Arslan [Leonyan, Levonyan], Artin, Ashjian [Aşçıoğlu, Aşçı’nın oğlu], Assadourian [Asaduroğlu, Asadur’un oğlu], Aşıkyan [Aşıkoğlu, Aşık’ın oğlu], Ataoğlu, Avedikian [Avedikoğlu, Avedik’in oğlu], Aykazian [Akyazıoğlu, Akyazı’nın oğlu], Babayan [Babaoğlu, Baba’nın oğlu], Baghdassian [Bağdasoğlu, Bağdas’ın oğlu], Bağdasarkörükyan [Bağdasar Körük oğlu], Bakar, Baliozan [Balyozoğlu, Balyoz’un oğlu], Basmacıyan [Basmacıoğlu, Basmacı’nın oğlu], Basmacı’nın oğlu], Bedrossian [Bedrosoğlu, Bedros’un oğlu], Bekdjian [Bekçioğlu, Bekçi’ninoğlu], Berberian [Berber’inoğlu, Berber’in oğlu], Beybıyın [Yetvart Babayan], Bezciyan [Bezcioğlu, Bezci’nin oğlu], Bızdıkyan [Bızdıkoğlu, Bızdık’ın oğlu], Boyacıyan [Boyacıoğlu, Boyacı’nın oğlu], Bozabalian [Bozabalıoğlu, Bozabalı’nın oğlu], Buniatian [Bunyatoğlu, Bunyat’ınoğlu], Büyüktaşçıyan [Büyüktaşçıoğlu, Büyüktaşçı’nın oğlu], Camgözyan [Camgözoğlu, Camgöz’ün oğlu], Celeyan [Celeoğlu, Cele’nin oğlu], Choloyan [Çolooğlu, Çolo’nun oğlu], Çakıryan [Çakıroğlu, Çakır’ın oğlu], Dabagyan [Sabag: Tabak, Derici; Tabakoğlu, Tabakçı’nın oğlu], Dadrian [Dadrioğlu, Dadri’nin oğlu], Dano, Dasnabedian [Dasnabedoğlu, Dasnabed’in oğlu], Demirci, Derderian [Derderoğlu, Derder’inoğlu], Dilaçar, Dink, Djerejian [Cerecioğlu, Cereci’nin oğlu], Dolmacıyan [Dolmacıoğlu, Dolmacı’nın oğlu], Erjian [Ercioğlu, Erci’nin oğlu], Garabedjian [Karabecioğlu, Karabeci’nin oğlu], Gdjoyan, Gedik, Gharibian [Garipoğlu, Garib’in oğlu], Gizirian [Kiziroğlu, Kizir’in oğlu], Gözliyan [Gözlüoğlu, Gözlü’nünoğlu], Gureghian [Gureğoğlu, Gureğ’in oğlu], Guzelyan [Güzeloğlu, Güzel’in oğlu], Gülbenkyan [Gülbenkoğlu, Gülbenk’in oğlu], Hagopian [Hagaopoğlu, Hagop’un oğlu], Harutiunyan [Harutyunopğlu, Harutyun’un oğlu], Havogımyan [Havogımoğlu, Havogım’ın oğlu], Herantyan [Herant Efendi oğlu], Hotomyan [Hotomoğlu, Hotom’un oğlu], Hovanisan [Hovanisoğlu, Hovanis’in oğlu], Hovannisian [Hovannisoğlu, Hovannis’in oğlu], Hovhannisian [Hovannisoğlu, Hovannis’in oğlu], Hovsepian [Hovsepoğlu, Hovsep’in oğlu], Intoyan [Intooğlu, Into’nun oğlu], Istanbullian [İstanbulluoğlu, İstanbullu’nun oğlu], İzmirliyan [İzmirlioğlu, İzmirli’nin oğlu], Janbazian [Musa Cambazyan] [Camabzoğlu, Cambaz’ın oğlu], Kalasyan [Kalasoğlu, Kalas’ın oğlu], Kalayjian [Kalaycıoğlu, Kalaycı’nın oğlu], Kalenderoğlu [Kalanderyan], Kalpakian [Kalpakoğlu, Kalpak’ın oğlu], Kapigian [Kapıcıoğlu, Kapıcı’nın oğlu], Karagözyan [Karagözoğlu, Karagöz’ün oğlu], Karamian [Karamoğlu, Karam’ın oğlu], Kartun, Kasapyan [Kasapoğlu, Kasap’ın oğlu], Kasparyan [Kasparoğlu, Kaspar’ın oğlu], Keşiş oğlu Aram [Aram Keşişyan], Kevorkian [Kevorkoğlu, Kevork’un oğlu], Khatchatourian [Haçaturioğlu, Haçaturi’nin oğlu], Kheyriyan [Hayroğlu, Hayr’ın oğlu], Kırımyan [Kırımoğlu, Kırım’ın oğlu], Kilinjian [Kılınçoğlu, Kılınç’ın oğlu], Kireççiyan [Sivaslı Kireççi Agop [Yakup], Kocharian [Koçaryan, Koçaroğlu, Koçar’ın oğlu], Koçaryan [Kocharian, Koçaroğlu, Koçar’ın oğlu], Kotoğyan [Kotoğoğlu, Kotoğ’un oğlu], Krikorian [Krikoroğlu, Krikor’unoğlu], Levonyan [Levonoğlu, Levon’un oğlu], Leylekyan [Leylekoğlu, Leylek’in oğlu], Libaridian [Libaridoğlu, Libarid’in oğlu], Mahçupyan [Mahçupoğlu, Mahçup’un oğlu], Makinisyan [Makinist: Fotoğrafçı, Makinistoğlu, Makinist’in oğlu], Manukyan [Manukoğlu, Manuk’un oğlu], Mardirosyan [Mardirosoğlu, Mardiros’un oğlu], Markarian [Markarioğlu, Markari’nin oğlu], Martayan [Martaoğlu, Marta’nın oğlu], Melkonian [Melkonoğlu, Melkon’un oğlu], Melkonyan [Melkonoğlu, Melkon’un oğlu], Mgrtchian [Mıgırdıçoğlu, Mıgırdıç’ın oğlu], Minasyan [Minasoğlu, Minas’ın oğlu], Muradyan [Muratoğlu, Murat’ın oğlu], Mutafyan [Mutafoğlu, Mutaf’ın oğlu], Nakkashian [Nakkaşoğlu, Nakkaş’ınoğlu], Nalbandian [Nalbantoğlu, Nalbant’ın oğlu], Nersissian [Nersisoğlu, Nersis’in oğlu], Nişanyan [Nişanoğlu, Nişan’ın oğlu], Noradonghian [Noadonhi’nin oğlu], Noradungian, Ohanyan [Ohanoğlu, Ohan’ın oğlu], Ormanyan [Ormanoğlu, Orman’ın oğlu], Oskanyan [Oskanoğlu, Oskan’ın oğlu], Özararat, Papazyan [Papazoğlu, Papaz’ın oğlu], Petrosyan [Petrosoğlu, Petros’un oğlu], Pozapalian [Bozabalıoğlu, Bozabalı’nın oğlu], Sahagian [Sahağoğlu, Sahağın oğlu], Sahakyan [Sahakoğlu, Sahak’ın oğlu], Sakosesliyan [Sakosesoğlu, Sakosesli’nin oğlu], Sarkissian [Sarkisoğlu, Sarkis’inoğlu], Sasunyan [Sasunoğlu, Sasun’un oğlu], Serapion [Serapoğlu, Serap’ınoğlu], Seraydarian [Saraydar: Saraylı, Saraylıoğlu, Saraylı’nın oğlu], Seropyan [Seropoğlu, Serop’un oğlu], Shakarian [Şakaroğlu, Şakar’ınoğlu], Shirvanian [Şirvanoğlu,Şirvan’ın oğlu], Sivaciyan [Sıvacıoğlu, Sıvacı’nınoğlu], Sogomanyan [Sogomanoğlu, Sogoman’ın oğlu], Songut, Sukyasyan [Sukyasoğlu, Sukyas’ın oğlu], Şınabyan [Şınaboğlu, Şınab’ın oğlu], Tchuldjian [Çulcuoğlu,Çulcu’nunoğlu], Tehliryan [Tehliroğlu, Tehlir’in oğlu], Terziyan [Terzioğlu, Tersi’nin oğlu], Tigranyan [Tigranoğlu, Tigran’ın oğlu], Tokat, Topalian [Topaloğlu, Topal’ınoğlu], Tuğlacı, Turfanyan [Turfanoğlu, Turfan’ın oğlu], Varjabedian [Varyabedoğlu, Varyabed’in oğlu], Virap, Yanikiyan [Yanikioğlu, Yaniki’nin oğlu], Zasib, [Özel Çalişma: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 15.02.2000, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Soykırım ve ABD: Bir 24 nisan daha geçti; ABD Başkanı, bu yıl da “soykırım” demedi. Ancak Bush’un dünkü mesajı, her ne kadar Ermeni lobisinin “soykırımın resmen tanınması” talebini karşılamasa da, yine bu lobiye göre “soykırımın sözlük tanımını içeriyor.” Bush’un “Ermeni soykırımı” ifadesini kullanmamasının iki ana nedeni var. Beyaz Saray öncelikle “Türk kamuoyunda ABD’ye karşı yeni tepki doğmasını ve Ankara-Washington ilişkisinde sıkıntı yaşanmasını” istemiyor. İkincisi Washington, “soykırım” sözcüğünün Başkan’ın 24 nisan mesajına girmesinin Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesine katkı yapmayacağını, aksine bunu zorlaştıracağını düşünüyor. Pragmatik bir tercih: Beyaz Saray, Osmanlı’nın tehcir kararı ve sonrasında yaşananların bir “soykırım” oluşturduğuna inanıyor mu? ABD’li yetkililerden, bu soruya “evet” ya da “hayır” yanıtı almıyorsunuz, ancak aktarılan görüşler, “Amerikan arşivlerinin ‘soykırım’ tezini desteklediğini” ya da en azından “Amerikan ve Türk resmi tarihlerinin birbirine uymadığını” teyid ediyor. Şunu söyleyebiliriz: ABD Başkanı’nın “Ermeni soykırımı” dememesi, bu tezin “doğruluğuna” inanmadığını değil, bu teze sahip çıkmanın siyasi “yararına” inanmadığını gösteriyor. ABD Kongresi’ndeki durum ise farklı. Bir kere, buradaki çoğunluk bu tezin doğruluğuna yürekten inanıyor. Ayrıca Kongre üyelerinin önemli bölümü, Beyaz Saray’dan farklı olarak, bu teze sahip çıkmakta siyasi yarar görüyor. Bu hesap, bazı senatör ve temsilciler için öncelikle oy güdüsünden kaynaklı. Ancak Ermeni kökenli seçmeni olmasa bile, “soykırımı” tanımayı “insani ve siyasi görev” sayan, bu konuyla başka insanlık trajedileri, örneğin Darfur’daki soykırımın tanınması arasında bağlantı kuranlar var. Dahası, bir grup Kongre üyesi, “soykırım” tezine sahip çıkarak, Türkiye’nin kendi tarihine ilişkin tabularını yıkmasına yardımcı olacağını ve son tahlilde, Türk-Ermeni ilişkilerine ve hatta Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerine olumlu etki yapacağını savunuyor. Kongre’de “soykırım” tezinin tanınmasına direnenler ise, bunun Türk-Amerikan ilişkilerini ve Türk-Ermeni yakınlaşmasını baltalamasından çekinenler. Açıkçası, bu grup azınlıkta. Türk-Amerikan ilişkilerinin atmosferindeki nispi bozulma da, bu grubun elini zayıflatıyor. Tablonun özeti şu: “Soykırım tasarısı bu yıl Kongre’de oylanırsa, kabul edilmesi olasılığı çok yüksek.” Yakında sunulacağı söylenen tasarının karşıtları da yanlıları gibi, oylama aşamasına gelirse geçeceğini söylüyorlar. Bu bakışa göre, tasarıyı önlemenin tek yolu Başkan Bush’un sürece müdahale ederek, “ulusal çıkarları” öne sürüp tasarıyı oylanmadan geri çektirmesi. ABD Başkanı bunu yapar mı? Yönetimin bu tasarıya destek vermeyeceği Kongre çevrelerinde biliniyor, ama engel olup olmayacağı halen soru işareti. Yönetim ise, Ankara’nın “Engellerseniz siz engellersiniz. Engellenmez de geçerse Türk kamuoyunda çok sert bir tepki oluşur” mesajını almış durumda, ancak Kongre’deki sürece ne zaman ve ne kadar ağırlık koyacağını netleştirmiş değil. Türk hükümeti, son dönemde attığı bir dizi adımla biraz da bu müdahaleyi garantileme derdinde. Başbakan Erdoğan’ın Afganistan ve İsrail ziyaretlerinden Türkiye’nin Ermenistan’a yaptığı ortak komisyon çağrısına ve İncirlik Üssü’nün lojistik kullanımına blok izin yönünde düğmeye basılmasına kadar bir dizi adım, Ankara tarafından Washington nezdinde “soykırım” tezine karşı kullanılıyor. Bütün bu adımların Washington’daki “olumlu” etkisi sınırlı. İncirlik’te sağlanması beklenen kolaylık, esasen ABD’nin gönlünden geçenden daha dar bir düzenlemeye karşılık geliyor ve bu konunun Ermeni meselesiyle bağlantılandırılan bir tarzda gündemde tutulması, Washington’da yargırganıyor. Bir yetkili, “Kamuoyuna, Türk – Amerikan ortaklığının havuç-sopa diplomasisine indirgendiğini düşündürtecek girişimlerin yararına inanmıyoruz” diyor. “Soykırım” tezi bağlamında etkisi olabilecek bir konu ise, Ankara’nın Erivan ile arasındaki diyalog. Türk yetkililer, bu diyaloğu ABD’li muhataplarıyla paylaşıyor, hatta Erivan’la temaslarının kamuoyuna yansımasından yarar umuyor. Türkiye’nin Ermenistan sınırını açmasından ve Erivan’la diplomatik ilişki kurmasından yana olan ABD’ye göre, Türk – Ermeni diyaloğu, Ankara’nın politikasını “Bakü’ye endekslememesi halinde” daha kolay sonuç verebilir. Ermenistan’ın Türkiye’nin sınırlarını tanıdığını ve bir toprak talebi olmadığını bildirmesi, Washington’ın Erivan’a telkin ettiği bir şey. ABD, aynı zamanda, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’dan çekilmeye başlaması, Türkiye’nin de buna karşılık sınırı açması arzusunda. Beyaz Saray kaynaklarına göre, “Dağlık Karabağ’da olumlu adım olasılığı az değil ve böyle bir adımın Türkiye’den karşılık görmesi çok önemli.” Tabii, bütün bunlar “soykırım” tezini ABD’nin gündeminden silmeyecektir. Ancak hem Ermenistan’la ilişkisi olan hem de tarihini tartışabilen bir Türkiye’nin bu gündem üzerindeki nüfuzu artar. Bu nüfuz, ABD’de dedeleri Anadolu’dan tehcir edilmiş yüzbinlerce ailenin yaşadığını, bu aileler için 90 yıl öncesinin bir “siyasi dava” olmadan önce, derin bir acı anlamına geldiğini ne kadar kavradığımızla da doğru orantılıdır. [Yasemin Çongar: Email: ycongar@erols.com, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Soykırımı İddialarına Atatürk’ün Cevabı: Ata’nın soykırım iddialarına yanıtı Ermeni Diasporası’nın son zamanlarda giderek artan “soykırım iddiaları”nı, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, uzun yıllar önce ”Dünya efkarı, Ermeni Ahali’nin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz” sözleriyle yanıtlamıştı. Dünyanın, Ermeni Tehciri konusunda Türk Devleti’ne karşı haklı bir ithamda bulunamayacağını belirten Atatürk, o dönemde yaşananları, ”Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı” sözleriyle anlatmıştı. Türk Köylerindeki Ermeni Terörü: Atatürk, 26 Şubat 1921’de Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit’in sorusu üzerine, Ermeni Tehciri’ne ilişkin şu tarihi gerçekleri dile getirdi: ”Düşmanca ithamda bulunanların sürdükleri büyük mübalağalar dışında Ermenilerin tehciri meselesi aslında şuna inhisar etmektedir: Rus Ordusu 1915’de bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada o zaman Çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi daima iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve yaralı konvoylarımız acımasız bir şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu. Bu cinayetleri işleten saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini, bazı büyük devletlerin daha sulh zamanından itibaren kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan istifade ve bu maksada matuf olarak büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinde yapıyorlardı.” İngilizlerin İrlanda’yA Reva Gördüğü Muamele: Büyük Önder Atatürk, Ermeni Tehciri ve Ermeni çetelerinin yaptıkları katliamlar konusundaki görüşlerini de şu sözlerle dile getirmişti: ”İngilizlerin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkarı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.” ”Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.” ”Gerek umumi harp sırasında gerek mütarekeden sonra Ermeniler ve Rumlar tarafından Müslüman ahaliye yapılan mezalim üzerinde durmak uzun bir hikaye olur.” ”Brest Litovks Muahedesi’nin akdini müteakip Rusların şark vilayetlerimizi tahliyeye başladıkları sırada Ermeni Çeteleri’nin yapmış oldukları katliam ve tahribat kafi derecede herkesin malumudur.” Yunanlıların Yaptığı Katliamlar: Atatürk, Streit’e, Yunanlılar’ın İzmir’i işgalleri sırasında yaptıkları katliamları da şu sözlerle anlatmıştı: ”Yunanlılara gelince, İzmir’in işgali sırasında öyle cinayetler işlemişlerdir ki, Yunanistan’ın müttefiki İtilaf Devletleri tarafından tescil edilmiş bulunan ‘İtilaf Devletleri Tahkikat Komisyonu’ üyeleri bile 1919 sonbaharında bu vilayeti baştan başa kat ettikten sonra hazırladıkları raporda, Yunan makamları aleyhinde son derece ağır tenkitlerde bulunmuşlardır. Yunanlıların işgal ettiği diğer bölgelerde her yaş ve cinsiyetten on binlerce Türk katledilmiştir.” ”Türkler, Hıristiyanları Katlediyor” İddiaları”: 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin aldığı yaraları saramadığını gören büyük devletler, İstiklal peşinde koşan Ermenilere yardım ederek Tiflis’te Taşnak, İsviçre’de Hınçak teşkilatlarını kurmalarına ve silahlı mücadele başlatmalarına yardımcı olmuşlardı. Osmanlı Devleti’nin Balkan Harbi’nden de mağlup çıktığını gören Rusya, İngiltere ve Fransa bir taraftan Türkiye’yi aralarında paylaşma planları, diğer taraftan da Taşnak ve Hınçak teşkilatlarına her türlü silah ve para yardımı yapıyordu. Bu üç devlet, Türkiye aleyhine başlattıkları çalışmaları ve 1. Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi tasfiye etme hareketlerini kendi kamuoylarına kabul ettirebilmek için kiliseleri de devreye sokarak büyük bir propagandaya girişmişlerdi. Bu amaçla kitaplar yayınlayan ve toplantılar düzenleyen ülkeler, ”Müslüman Türkler, Hıristiyan halklara zulmediyor, onları katlediyor. Hıristiyan halkları kurtarmak için Türkiye’yi ve Türkleri cezalandırmamız gerekiyor. İşte bu maksatla Türklere karşı harp ediyoruz” temasını işlemişlerdi. Ulu Önder, bu gerçek dışı propagandanın öncülüğünü yapan Lloyd George ve George Clemenceau’ya şu çarpıcı sözlerle yanıt vermişti: ”Milletimiz aleyhinde söylenenler bütünüyle iftiradır. Milletimizin zalim olduğu iddiası baştan başa yalandır. Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayetkar olan yegane millet bizim milletimizdir. Fatih, İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategikosu gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanların mezhar bulundukları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en büyük müsaadekar ve civanmert bir milleti olduğunu ispat eden en büyük delilidir.” [İnternet Ortamı, Kayıt; Erkan Kiraz, 09.05.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Ermeni Soykırımı’nın Tanımasını İsteyen ABD Milletvekilleri: ABD’de 32 senatör ve 175 milletvekili, Başkan George W. Bush’tan, 24 Nisan tarihinde Ermenilerin soykırım iddiasını tanıması talebinde bulundu. ABD Kongresi’nin üst kanadı olan 100 sandalyeli Senato’da, başlarını Demokrat Parti New Jersey Senatörü Jon Corzine ve Cumhuriyetçi Parti Nevada Senatörü John Ensign’in çektiği 32 üye, Ermenilerin sözde soykırımın anma tarihi olarak kabul ettiği 24 Nisan’da Bush’un yapacağı açıklamada, ”Ermeni soykırımını” tanıması çağrısında bulunan bir mektubu Beyaz Saray’a gönderdi. Aynı şekilde, Kongre’nin alt kanadı olan 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nin 175 üyesi de, Bush’u sözde soykırımı tanımaya çağıran ve kısa süre içinde Beyaz Saray’a iletilecek bir mektubu imzaladı. Ermeni lobisinin girişimiyle geçen yıl Nisan ayında Senato’dan Bush’a gönderilen benzer bir mektupta 22 senatörün, Temsilciler Meclisi’nden gönderilen mektupta 169 milletvekilinin imzası yer almıştı. Bush’tan bu yıl ”Ermeni soykırımını” tanımasını isteyen senatörler arasında Kasım ayındaki başkanlık seçiminde Bush’un karşısında kaybeden Demokrat Parti Massachussetts Senatörü John Kerry, eski Başkan Bill Clinton’ın eşi olan Demokrat Parti New York Senatörü Hillary Clinton, Demokrat Parti Connecticut Senatörü Joe Lieberman, Cumhuriyetçi Parti Kansas Senatörü Sam Brownback, Demokrat Parti Illinois Senatörü Barak Obama, Demokrat Parti Delaware Senatörü Joe Biden, Demokrat Parti Maryland Senatörü Paul Sarbanes, Demokrat Parti Massachussetts Senatörü Edward Kennedy ve Cumhuriyetçi Parti Minnesota Senatörü Norm Coleman gibi isimler yer aldı. Washington’daki gözlemciler, Başkan Bush’un bu yılki açıklamasında da sözde soykırım iddialarını tanımasının beklenmediğini belirtiyorlar. Öte yandan, ABD’deki Ermeni kuruluşlarının organizasyonuyla ABD Kongresi’nin çalışma binalarından Cannon’da, sözde soykırım iddialarının ele alınacağı bir anma toplantısı düzenlenecek. Washington’daki gözlemcilere göre, sözde soykırımın ABD Kongresi’nde tanınmasına yönelik bir tasarı da, bu sırada Temsilciler Meclisi’ne sunulabilir. ABD’deki Türkler ise Ermenilerin bu girişimlerine karşılık 24 Nisan tarihinde Beyaz Saray önünde ”karşı protesto” gösterisinde bulunacak. New York ve New Jersey’den kalkan otobüslerle Washington’a ulaşacak Türkler, Beyaz Saray önünde, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sonunda katlettiği Türkleri anacak. Edinilen bilgiye göre, ABD’deki Türklerin bu girişimini öğrenen Ermeni lobisi de Washington güvenlik birimlerinden aynı yerde sözde soykırım gösterisi yapmak üzere izin aldı. [Deniz Aslan-AA, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 20.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Tedhiş Hareketleri: Kumkapı Nümayişi: 1890’de İstanbul’da, I. Sason İsyanı (1893), Babıali Yürüyüşü (1895), Zeytun ve Maraş İsyanlar (1895-1896), Van İsyanı, Osmanlı Bankası Baskını (1896), II. Sason İsyanı (1897), Yıldız Sarayı’nda II.Abdülhamid’e suikast girişimi (1905).
Ermeni Tehciri [Zorunlu Göçü-The Armenian Deportation]: l. Yer Değiştirmenin [Tehcirin] Tanımı Ve Gayesi: Arapça asıllı bir kelime olan tehcir,”bir yerden başka bir yere göç ettirmek, yer değiştirmek, hicret ettirmek (immigration, emigration)” manası taşır; bir “sürgün”, bir “deportation” (sınır dışı etme) manası yoktur. Başta Van olmak üzere yurdun pek çok yerinde başlayan Ermeni İsyanı ve Katliamları’na önlem almak amacıyla Talat Paşa’nın başlattığı, Hükümet ve Meclisinde uygun gördüğü yer değiştirme, doğrudan doğruya cephelerin güvenim sarsacak bölgelerde uygulanmıştır. Bunlardan birincisi, Kafkas ve İran cephesinin geri bölgesin! oluşturan Erzurum, Van ve Bitlis dolayları; ikincisi ise, Sina cephesi gerilerim oluşturan Mersin-İskenderun bölgeleridir. Ermeniler. Her iki bölgede de düşmanla işbirliği yapmış ve onların çıkarma yapmalarım kolaylaştıracak faaliyetlerde bulunmuşlardır. Gerçekleştirildiği 1915 yılından günümüze kadar yer değiştirme uygulaması hakkında çok şey yazılıp çizilmiştir. Ermeniler, uydurma belgelerin arkasına gizlenerek, dünya kamuoyunu uzun süre kandırmayı başarmışlardır. Aslında, devlet güvenliliğinin sağlanması için gerekli bir uygulama olan yer değiştirme, dünyanın en başarılı sevk ve iskan hareketidir. Hiçbir zaman Ermenileri imha etmek gayesini gülmemiştir. Tam tersine o donemdeki İslamiyet’in getirdiği hoşgörü politikasından ve gayrimüslimler içinde Ermeniler en fazla ayrıcalıklara sahip olanlardı. Hatta Osmanlı Devlet’inde çeşitli devlet görevlerine kadar yükselenler bile olmuştur. 2. Yer Değiştirmenin Nedenleri: Ermeni İsyanları ve Katliamları karşısında Osmanlı Hükümeti, öncelikle bölgesel tedbirlere başvurmuş ve olayları yerinde bastırmayı ve savunma durumunda kalmayı tercih etmiştir. Ermenilerin silahlarıyla firarlarına. dini liderlerinin isyanlardaki büyük rollerine rağmen. Hükümet bu isyanları münferit bazı teşebbüsler şeklinde kabul etmeyi uygun bulmuştur. Aynı zamanda başta Ermeni Patriği ve Ermeni Milletvekilleri olmak üzere, komitelere ve Ermeni Cemaati’nin önde gelenlerine yeni karışıklıklar çıkması durumunda “ülke savunmasını sağlamak amacıyla sert önlemler almak zorunda kalınacağı” anlatılmıştır. Osmanlı hükümetinin bu gayretleri belgeleriyle sabittir. Fakat daha savaş başlamadan önce her türlü isyan hazırlığına girişmiş olan Ermeniler, savaş başlar başlamaz toplu bir isyana yönelmemişlerdir. Ermenilerin eylemleri. Osmanlı orduları cephede savaşırken, “Ermeni bağımsızlığı için, müttefik davasına hizmet gayesiyle” hazırlanan plana uygun yürütülmüştür. Ancak, Ermeni Çeteleri’nin cephe gerisindeki faaliyetlerinin. devletler hukukuna göre hıyanet sayıldığı gerçeği göz ardı edilmiştir. Ermeni İsyanları özellikle Doğu Anadolu’dan başlayarak diğer bölgelere yayılmıştır. Erzurum ve çevresinde Rus işgalinin genişlemesiyle Ermeniler. “Müslüman halkın kanım kendilerine mubah” görmüşler ve bir Alman generalinin ifadesiyle. “Bu bölgedeki Müslüman halkı silip süpürmeye” başlamışlardır. Ermeni Çeteleri’nin bu tür zulüm ve eylemleri sürerken, güvenlik kuvvetleri tarafından Ermeniler’in yaşadıkları bölgelerde yapılan aramalarda pek çok silah ve cephane ele geçirilmiştir. Artık devletin varlığım ağır bir şekilde tehdit bu durum, biraz daha hoşgörü gösterildiğinde, telafisi mümkün olmayan sonuçlara sürükleneceğim göstermekteydi. Osmanlı devletinin savaşa girmesinden ve özellikle Kafkas Cephesi’ndeki bozgundan sonra, Ermeniler’in Müslüman halka karşı baskıları, askerden firarları, asker ve jandarmaya saldırıları, silahlı ve mühimmatla yakalanmaları, Fransızca, Rusça ve Ermenice şifreli yazışmaların ele geçirilmesi gibi gelişmeler, ülke çapında bir karışıklık çıkaracaklarım gösteren en önemli kanıtlar olmuştur. Osmanlı hükümeti, isyan ve katliamlara karşı güvenlik tedbirleri almakla beraber, “Yer Değiştirme Kanunu”ndan önce de, bu tedbirlerin yeterli olmadığı durumlarda Ermeniler’i başka yerlere yerleştirme yoluna gitmiştir. Ancak bu uygulamanın genelleştirilmesi fikrini doğuran olay, Van Ermenileri’nin isyanı olmuştur. Çevredeki Ermeniler’in, Osmanlı devletinin savaşa girdiği tarihlerde Van’da toplandıkları ve silahlanarak Rusların iyice yaklaşmasını bekledikleri resmi belgelere yansımıştır. Ermeniler’in başlattıkları isyanlar, -katliamlar ve tahriplerin dışında- Rusların bir ay içinde Van, Malazgirt ve Bitlis’i işgali ile sonuçlanmıştır. Van örneği, Türk ordusunun daima arkadan vurulacağını ve ihanete uğrayacağını göstermiştir. Bu durumda hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan bazı Ermeniler’in, “yer değiştirmelerine” karar vermek zorunda kalmıştır. İtilaf Devletleri ve Rusya ile birlik olan Ermeniler’in başlattıkları isyan ve katliamlar savaşın kaderini etkileyecek noktaya ulaşınca. Başkomutan Vekili Enver Paşa duruma bir çare bulmak amacıyla, 2 Mayıs 1915’te İçişleri Bakanı Talat Paşa’ya bir yazı göndererek, “Van bölgesindeki isyanlarını sürdürmek için daima toplu ve hazır bir halde bulunan Ermenilerin, isyan çıkaramayacak şekilde dağıtılmaları gerektiğini” bildirmiştir. Bunun üzerine Talat Paşa, 23 Mayıs 1915’te. 4. Ordu Komutanlığı’na bir şifre göndererek, “Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinden çıkarılan Ermenilerin, Musul vilayetinin Güney kısmı,Zor sancağı ve Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermenilerinse Suriye vilayetinin Doğu kısmı ile Halep vilayetinin Doğu ve Güneydoğusu’na sevk ve iskan edilmelerini” istemiştir Sevk işlemlerini takip etmek üzere Adana, Halep ve Maraş bölgesine mülkiye müfettişleri tayin edilmiştir. Yer değiştirmeyi zorunlu kılan: Birinci Dünya Savaşı’nda ele geçirdikleri yerlerin kendilerine verileceği ve bağımsız bir Ermenistan kurulacağı gibi hayallere kanan Ermeniler’in, vatandaşı bulundukları Osmanlı devletim arkadan vurmaları ve isyanlarıdır. Yer değiştirme kararı, bağımsız Ermenistan kurma düşüncesiyle, savaş içindeki kendi devletlerim arkadan vuran Ermeniler’in verdikleri zararı önlemek gayesiyle zorunlu olarak alınmıştır. Ermeniler, yer değiştirme oncesinde başlattıkları tedhiş faaliyetleri, göç sırasında da sürdürmüşlerdir. Gerek sınır bölgelerinde. gerek iç bölgelerde düşmanla işbirliği yapmışlar; Müslüman halka karşı katliamlarda bulunmuşlardır. Ermeniler’in yaptıkları mezalimi anlatan belgeleri bir kitapta toplamaya karar veren Osmanlı Hükümeti, bütün illere yazılar yazarak; Ermeni Katliamları’nı anlatan belge ve fotoğrafların gönderilmesi istemiştir. Toplanan belge ve fotoğrafların Işığında “Ermeni Komitelerinin Faaliyetleri ve İhtilal Hareketleri, Meşrutiyet’in İlanından Önce ve Sonra” adıyla bir kitap yayınlanmıştır. 3. Büyük Savaş Sırasında Ermeniler: Başlaması ve Osmanlı Devletinin Kasım 1914 te itilaf devletlerine karşı Almanya’nın yanında savaşa girmesi Ermeniler tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Louse Nalbandian’ın belirttiği gibi, “Ermeni komiteleri için ileri hedeflerini gerçekleştirecek top yekun ayaklanmayı başlatmanın en uygun zamanı Osmanlıların savaş halinde olduğu zamandı.” Komitelerin l. Dünya Savaşı’nda faaliyete geçmesinden kuşkulanan Osmanlı hükümeti, savaş öncesinde, 1914 Ağustosu’nda Erzurum’da Taşnak yöneticileriyle bir toplantı yapmış ve bu toplantıda Taşnaklar, Osmanlı devletinin savaşa girmesi halinde sadık vatandaşlar olarak Osmanlı orduları safında görevlerini yerine getirecekleri vaadinde bulunmuşlardır. Bu vaatlerim yerine getirmemişlerdir; çünkü bu toplantıdan önce Haziran ayı içersinde yine Erzurum’da düzenlenen Taşnak Kongresi’nde Osmanlı devletine karşı mücadelenin sürdürülmesi kararlaştırılmıştır. Rusya Ermenileri de Rus Ordusu ile birlikte Osmanlı Devleti’ne saldırma hazırlıklarına başlamışlar, Eçmiazin Katogihos ile Kafkas genel valisi Vranzof-Daşkof arasında “Rusya’nın Osmanlı devletine Ermeniler için yapılacak ıslahatı uygulattırması karşılığında, Rusya Ermenilerinin kayıtsız şartsız Rusya’yı desteklemeleri” yolunda anlaşmaya varılmış; Katogihos, daha sonra Tiflis’te Çar tarafından kabul edilmişler ve Çara “Anadolu’daki Ermenilerin kurtuluşunun ancak Türk egemenliğinden ayrılarak özerk bir Ermenistan teşkil etmeleri ve bu Ermenistan’ı Rusya’nın himayesiyle mümkün olabileceğini” bildirmiştir. Rusya’nın niyeti, Ermenileri kullanarak Doğu Anadolu’yu parçalamaktır. Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi üzerine Taşnak Komitesi, yayın organı Horizon şu bildiriyi yayınlamıştır: “Ermeniler, en küçük bir tereddüt göstermeden İtilaf devletlerinin yanında yer almışlar, bütün güçlerini Rusya’nın emrine vermişler, ayrıca gönüllü alayları teşkil etmişlerdir”. Taşnak Komitesi örgütüne de şu talimatı vermiştir: “Ruslar, sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler silahlarıyla birlikte kıtaların terk edecek ve çeteler teşkil edip Ruslarla birleşeceklerdir.” Hınçak Komitesi’nde örgütüne gönderdiği talimatta, “Komitenin bütün gücüyle mücadeleye katılarak İtilaf Devletleri’nin ve özellikle Rusya’nın müttefiki sıfatıyla Ermenistan, Kilikya, Kafkasya ve Azerbaycan’da zaferi temin için her türlü vasıta ile İtilaf Devletleri’ne yardım edeceğini” bildirmiştir. Osmanlı Meclisi’nde Van mebusluğu yapan Papazyan ise bir bildiri yayınlayarak, “Kafkasya’da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulundurulmasını, bunların Rus Ordularının öncüleri olarak Ermenilerin yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmelerim ve Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşmesini” istemiştir. Bütün emirler yerine getirilmiş, Rus kuvvetlerinin, Osmanlı ve Rus Ermenileri’nden kurulmuş olan gönüllü alayları öncülüğünde, Doğu’dan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Osmanlı ordusunda bulunan Ermeniler, silahlarıyla birlikte firar ederek Rus kuvvetlerine katılmışlardır. Rus ordusuna henüz ulaşamayan bir kısım Ermeniler ise çeteler kurarak isyan etmişlerdir. Yıllarca, gerek Ermeni gerekse Misyoner Okul ve Kiliseleri’nde saklanan silahlar ortaya çıkarılmış, askerlik şubeleri basılarak yeni silahlar sağlanmıştır. Silahlanan Ermeni Çeteleri komitelerin “kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür” talimatı üzerine, erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehir, kasaba ve köylerine saldırarak katliama girişmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler; Osmanlı birliklerinin harekatını engellemiş, ikmal yollarını kesmiş, yaralı taşıyan konvoyları pusuya düşürmüş, köprü ve yolları imha etmiş, bulundukları şehirlerde ayaklanarak Rus İşgali’ni kolaylaştırmışlardır. Rus kuvvetleri saflarında bulunan Ermeni Gönüllü Alayları’nın yaptığı zulüm o kadar ağır olmuştur ki, Rus komutanlığı bazı Ermeni Birlikleri’ni cepheden uzaklaştırarak geri hatlara sevk etmek zorunluluğu hissetmiştir. O dönemde Rus ordusunda görev yapan bazı subayların yazmış olduğu hatıratlar, bu zulme bütün açıklı ile tanıklık etmektedir. Seferberliğin ilanıyla beraber gerek Osmanlı toprakları içerisinde gerekse dışarıda bulunan Ermeniler hemen harekete geçmiş ve çeteler halinde Kafkaslar’da ve Anadolu’nun birçok yerinde yüz binlerce Müslüman’ı -yaşlıları, çocukları, kadınları, cepheden dönen yaralıları- sistemli bir şekilde katletmeye başlamışlardır. Bu faaliyetlere katılmayan Ermeniler’i ve Türk olmayan diğer unsurları da öldürmekten çekinmemişlerdir. Böylece Zeytun (Süleymanlı- Maraş)’da, Bitlis’te, Kayseri’de, Trabzon’da, Ankara’da. Sivas’ta. Adana’da. Urfa’da. İzmit-Adapazarı’nda, Bursa’da, Musa Dağı’nda ve daha birçok yerde büyük katliam hareketlerine girmişlerdir. Osmanlı devleti l. Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak girmiş ve 3 Ağustos 1914’te seferberlik ilan etmesi öncesi/sırası/sonrasında Anadolu’nun hemen bütün bölgelerinde Ermeni Komiteleri tarafından organize edilen isyan ve tespit faaliyetleri gerçekleşmiştir. Bu dönemde (1914-1915) Ermeniler tarafından gerçekleştirilen isyan ve tedhiş hareketleri şunlardır: •1914 yılı Ocak ayında Hınçak ve Taşnak örgütlerince Kayseri Ermeni İsyanı organize edilmiştir, isyanlar sırasında çeşitli şekillerde, halka ve askerlere yönelik Ermeniler tarafından terör faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Bu olaylar sırasında bomba imalathaneleri tespit edilmiştir. Hükümet tarafından yapılan aramalarda, Ermeni evlerinde, mezarlıklarında, cemiyetlerinde, kiliselerinde, okullarında bir çok silah, cephane, dinamit, talimat, beyanname, ele geçirilmiş ve bir çok Ermeni suçüstü yakalanmıştır. •Hemen her kritik dönemde isyanların görüldüğü Zeytun’un Ermeni ahalisi, seferberlik ilan edilir edilmez ayaklanmıştır. Rusya ve Fransa tarafında her defasında desteklenen ve III.Napolyon tarafından “Republique de Zeitoun” (Zeytun Cumhuriyeti) olarak ilan edilen bölgenin Ermenileri ve Komiteler daha önceden bütün hazırlıklarım tamamlamış olduklarından, 3 Ağustos 1914’te seferberliğin ilanıyla, subay ve erlerin Zeytunlu Ermeniler’in teşkil edeceği bir “Ermeni Alayı” kurmak üzere yetkililere müracaat etmişler ve bu istekleri reddedilince, isyan ederek çevrede katliam yapmaya başlamışlardır. •1914 yılı başlarından itibaren Ermeniler’in organize bir şekilde isyan hazırlıklarına giriştikleri yerlerden biri de Van vilayetidir. Van vilayeti Ermeniler’in Anadolu’daki faaliyetlerinin en açık şekilde görüldüğü yerdir. Buradaki komitelerinin çalışmaları Türkiye’ye yönelik Ermeni Faaliyetleri’ni bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Zira, diğer vilayetlerde gizli kalan Ermeni Tertipleri, burada aleni bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle son 35-40 yıldır sık aralıklarla Ermeniler tarafından dünya kamuoyuna taşınan iddiaları, Van’da gerçekleşen Ermeni Olayları çürütür niteliktedir. Van İsyanı (15 Nisan 1915) niteliği itibari île Osmanlı Hükümeti tarafından 27 Mayıs 1915 tarihli “Sevk ve İskan” kararının en önemli sebeplerinden birisini teşkil etmiştir. İsyan, “Sevk ve İskan” kararından yaklaşık bir buçuk ay kadar önce 15 Nisan 1915 tarihinde çıkmış, büyümüş, hatta Türkler zor durumda kalmıştır. Van valisi Cevdet Rey, Ruslar’ın Başkale istikametinde Van’a doğru ilerlediğini ve takriben 15 Mayıs’la Van’a gideceklerin! tahmin ederek I-f Mayıs’tan itibaren Van’dan Bitlis istikametine doğru geri çekilme emrini vermiştir. 15 Mayıs’ta Rus ordusu içerisindeki Ermeniler ve Van vilayetindeki yaklaşık 35-40 bin civarındaki Ermeni buluşmuş, şehirde kalan 20 binin üzerinde Türk katledilmiş ve yeni Van valiliğine Aram Manukyan seçilerek kasabalara yeni Ermeni kaymakamlar dahi gönderilmeye başlanmıştır. Oysa “Sevk ve İskan Kararı” bu tarihten sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde savaş içerisinde olan Osmanlı Devleti tarafından bu ve bunun gibi faktörlerin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. • Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Elazığ’dahi Ermeni İsyan ve terör faaliyetleri 27 Mayıs 1915 “Sevk ve İskan Kararı”nın çıkmasına sebep olan olaylardandır. Bitlis’te Rusların doğudan Türk topraklarına ilerlemesine paralel olarak 1915 Ocak ayından itibaren yöre halkına yönelik katliam hareketlerine girişmişlerdir. 27 Mayıs 1915 öncesi sadece Muş ve çevresinde başlangıçta 7 bin Ermeni silahlandırılmış ve bunlar gruplar halinde köylere dağıtılmıştır. Bunlara asker kaçağı Ermeniler de dahil olmuş, özellikle Sason’da askerlik kaçağındaki gençler doğrudan bu çete grupları içerisine girmişlerdir. Bölgeye Osmanlı ordusu için asker almaya giden Osmanlı memurları öldürmüşlerdir. Aynı şekilde, Diyarbakır “Dam Tamburu” adıyla 500 Ermeni silahlarıyla birlikte ele geçirilmiştir. Yine Diyarbakır’da 12-14 Nisan tarihinde yapılan aramalarda vilayet merkezinde 60’ın üzerinde bomba, kutular içerisinde dinamit kapsülü, bol miktarda dinamit fitili, dinamit barutu, yüzlerce mavzer,manliher ve şinayder ele geçirilmiştir. Elazığ’da başta papazlar olmak üzere birçok Ermeni ileri geleni Hükümet yetkililerine “Ermenilerin üzerinde ve evlerinde hiçbir silah bulundurmadıklarına “dair kesin talimatlar vermişlerse de yapılan aramalarda sadece vilayet merkezinde 5 binden fazla silah, 300 civarında bomba, 40 kg bomba fitili, 200 paket dinamit ve 5 bin adet dinamit misketi bulunmuştur. Bu silah ve patlayıcılar bütün şehri hava uçurmaya yetecek miktardadır. Rusların sınırı geçip ilerlemeye başlamasıyla birlikte Elazığ Ermenileri vilayet, kasaba ve köylerde Türk halkına yönelik toplu katliam hareketlerine girişmişlerdir. •27 Mayıs öncesi Erzurum’da, Sivas’ta, Trabzon’da, Ankara’da, Adana’da, Urfa’da. İzmit ve Adapazarı’nda, Bursa’da, Musa Dağı’nda, İzmir. İstanbul, Maras, Antep, Halep ve daha birçok yerde Ermeni İsyan ve Terör Olayları gerçekleştirilmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra zaten savaş gibi olağanüstü bir durumun içerisinde olan ve aynı anda birkaç cephede birden mücadele veren Osmanlı Devleti kendi topraklarının içerisinde kendisini güvence affına almak için zorunlu olarak devlete ihanet edenlere yönelik olarak sevk ve iskan kararım çıkarmıştır. 4. Yer Değiştirme (Tehcir) Kanunu: “Tehcir Kanunu” olarak bilinen; ve fakat Türk ordusu savaş alanında olduğu için cephe gerisinde oluşan isyan ve ayaklanmaları önleme gayesi güden “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun “27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir.. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin Resmi Gazetesi Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz konusu geçici kanunun birinci maddesi; ordu, kolordu ve fırka komutanlarına, savaş sırasında Hükümetin emirlerine, ülkenin savunulmasına ve huzurun korunmasına karşı çıkanlara,silahlı saldın veya direnişte bulunanlara karşı derhal askeri önlem alma, tecavüz ve direniş sırasında isyancıları yok etme yetkisi vermektedir, ikinci madde ise aynı komutanlara, casusluk ve vatana ihanet ettikleri anlaşılan köy ve kasaba halkım, tek tek veya toplu halde başka yerlere sevk ve iskan ettirme yetkisi vermektedir. 10 Haziran 1915 tarihinde yayımlanan bir emir yazışı ile de, göçe tabi tutulan Ermeniler’in malları koruma altına alınmıştır. Bir başkan ile, biri idari diğeri de maliyeci olmak üzere iki üyeden oluşan “Terkedilmiş Mallar Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonlar, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermeniler’e ait malları tespit edecek, ayrıntılı defterlerim tutacaktır. Defterlerden biri bölgesel kiliselerde korunacak, biri bölge yönetimine verilecek, biri de komisyonda kalacaktır. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktır. Komisyon gönderilmeyen yerlerde, bildiri hükümlerini bölgelerdeki görevliler yerine getirecektir. Bu malların Ermeniler dönünceye kadar korunmasından hem komisyon, hem de bölge yöneticileri sorumlu olacaktır. Kanunun; l maddesinde “Devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi”, 2. maddesinde “Silahlı güçlere yönelik casusluk ve ihanetleri tespit edilen köy ve kasabaların başka bölgelere yerleştirilmesi”, 3. maddesinde kanunun yürürlüğe giriş tarihi ve 4. maddesinde de kanunun uygulamasından sorumlu olanlar belirtilmektedir. Görüldüğü üzere kanun; tamamen devleti ve kamu düzenini korumaya yönelik, şiddete karşı bir yetki kanunudur. En önemli özelliği ise; “kanun metninde herhangi bir etnik grup, zümrenin zikredilmemiş veya ima edilmemiş” olmasıdır. Kanun kapsamına giren Müslüman, Rum ve Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşları yerlerinden başka yerlere sevk edilerek göçe tabi tutulmuştur. Başbakanlık tarafından 30 Mayıs 1915’te içişleri, Harbiye ve Maliye Nezaretleri’ne (Bakanlıklarına) gönderilen bir yazıda, göçün nasıl uygulanacağı ayrıntılı şekilde anlatılmış ve şöyle denilmiştir: •”Göç ettirilenler, kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledileceklerdir; •Yeni evlerine yerleşene kadar iaşeleri Göçmen Ödeneği’nden karşılanacaktır; •Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlak ve arazi verilecektir; •Muhtaç olanlar için hükümet tarafından konut inşa edilecek; çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, alet ve edevat temin edilecektir; •Geride bıraktıkları taşınır malları, kendilerine ulaştırılacak; taşınmaz malları tespit edilecek ve kıymetleri belirlendikten sonra, paraları kendilerine ödenecektir; •Göçmenlerin ihtisasları dışında kalan zeytinlik, dutluk, hağ ve portakallıklarla, dükkan, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerleri açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir; •Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta ayrıntılı bir talimatname hazırlanacaktır.”27 Mayıs 1915 tarihli kanun ve 10 Haziran 1915 tarihli emir yazılarından da anlaşılacağı gibi, Talat Paşa’nın başlattığı ve Meclis’in de uygun gördüğü yer değiştirme uygulaması, “doğrudan doğruya cephelerin güvenini sarsacak bölgeleri” kapsamaktadır Bunlardan birincisi Kafkas ve İran cephesinin geri bölgesini oluşturan Erzurum, Van ve Bitlis dolaylarıdır, îkincisi ise Sina cephesi gerilerini oluşturan Mersin-İskenderun bölgeleridir. Çünkü Ermeniler bu bölgelerde düşmanla işbirliği yapmakta ve onların çıkarma yapmalarını kolaylaştıracak faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Bununla birlikte; “savaş halinde devlet yönetimine karşı gelenler için askeri birliklerce alınacak önlemleri” içeren kanun, tamamen devleti ve kanun düzenini korumaya yönelik bir yetki kanunudur En önemli özelliklerinden biri ise; “kanun metninde herhangi bir etnik grup veya zümrenin adından söz edilmemiş ve hatta ima dahi edilmemiş”‘ olmasıdır. Kanun kapsamına giren Müslüman, Rum ve Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşları yerlerinden başka yerlere göç ettirilerek yerleştirmeye tabi tutulmuştur. Kanunu, tek bir halka yöneltilmiş olarak görmek, ya bilgi eksikliğinin göstergesidir, ya da kasıtlı davranmanın.. Ermeni Mezalimi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir. 1920’de Hanov adlı bir Ermeni komutasında Nahçıvan’a giden 1,200 kişilik birliğin, oradaki Müslümanlara yaptıkları mezalim bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Ayrıca 3 ve 7 Mart 1921 tarihlerinde Mamuretülaziz (Elazığ) vilayeti vali vekili Mümtaz Bey’in gönderdiği telgraflardan, Fransızların korumasına giren Ermeniler’in Kilikya’dan Adana’ya kadar bağımsız bir Ermenistan hayali içinde bulundukları anlaşılmaktadır Bu gelişmeler üzerine. Başkomutan Vekili Enver Paşa duruma bir çare bulmak amacıyla, 2 Mayıs 1915’te içişleri Bakanı Talat Paşa’ya şu yazıyı göndermiştir: “Van Gölü etrafında ve Van valiliğince bilinen belirli yerlerdeki Ermeniler, isyanlarını sürdürmek için daima toplu ve hazır bir haldedirler. Toplu halde bulunan Ermeniler’in buralardan çıkarılarak isyan yuvasının dağıtılması düşüncesindeyim 3. Ordu komutanlığının verdiği bilgiye göre Ruslar 20 Nisan 1915’te kendi sınırları içindeki Müslümanları sefil ve perişan bir halde sınırlarımızdan içeriye sokmuşlardır. Hem buna karşılık olmak ve hem yukarıda belirttiğim amacı sağlamak için, ya bu Ermeniler’i aileleriyle birlikte Rus ahalisinin içine göndermek, yahut bu Ermeniler’i ve ailelerini Anadolu içinde çeşitli yerlere dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun olanın seçilmesin! ve uygulanmasını rica ederim. Bir mahzur yoksa isyancıların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına göndermeyi ve onların yerine sınırlarımız içine dışarıdan gelen Müslüman halkın yerleştirilmesini tercih ederim”. Yer değiştirme uygulamasının ilk işareti sayabileceğimiz bu yazı ile Enver Paşa, Ermeniler’in isyan çıkaramayacak şekilde dağıtılmalarını istemektedir. Söz konusu yazıya göre uygulama yalnızca Ermeniler’in isyan ve karışıklık çıkardıkları yerlerde yapılacaktır. Nitekim öyle de olmuştur. Durumun önemi ve acili yeti nedeniyle zaman kaybetmek istemeyen Talat Paşa, Meclis’ten henüz bir karar çıkmadan yer değiştirme uygulamasın! başlatmış ve bu çok ağır sorumluluğu tek başına üzerine almaktan kaçınmamıştır. Öncelikle Van, Bitlis ve Erzurum bölgelerinde bulunan Ermeniler’in savaş bölgesi dışına çıkarılması konusunu ele alan Talat Paşa, 9 Mayıs 1915’te gönderdiği şifre emirlerle Erzurum Valisi Tahsin Bey, Van Valisi Cevdet Bey ve Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalık Bey’i konu hakkında bilgilendirmiştir. Talat Paşa söz konusu şifrelerinde, isyan ve ihtilal yapmak için bazı bölgelerde toplu halde bulunan Ermeniler’in güneye doğru göç ettirilmesinin kararlaştırıldığım, kararın derhal uygulanması için valilere mümkün olan her türlü yardımın yapılması gerektiğim bildirmiştir. Başkomutanlıktan 3. ve 4. Ordu Komutanlarına konuyla ilgili bildiri yazıldığım kaydeden Talat Paşa, faydalı sonuçlar verecek bu uygulamanın, Van’la birlikte Erzurum’un güney kısmı, Bitlis’e bağlı önemli kazalar, özellikle Muş. Sasun ve Talori civarını da kapsamasının iyi olacağına dikkat çekmiş ve valilerden ordu komutanlarıyla işbirliği yaparak derhal uygulamaya başlamalarım istemiştir. Ayrıca 23 Mayıs 1915’te 4. Ordu Komutanlığına bir şifre gönderen Talat Paşa, boşaltılmasını istediği yerleri şu şekilde belirtmiştir: 1. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetleri; 2. Maraş şehir merkezi hariç olmak üzere Maraş sancağı; 3. Halep Vilayetinin merkez kazası hariç olmak üzere İskenderun, Beylan (Belen), Cisr-i Şugur ve Antakya kazaları dahilindeki köy ve kasabalar; 4 Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri hariç olmak üzere Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket sancakları. Buna göre; Erzurum, Van ve Bitlis’ten çıkarılan Ermenilerin, Musul’un Güney kısmı ile Zor sancağı ve Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler’in ise Suriye vilayetinin doğu kısmı ile Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna nakledilecekleri kararlaştırılmıştır. Göç işlemlerini denetlemek ve yönetmek üzere Mülkiye Müfettişlerinden Ali Seydi Bey Adana bölgesine, Hamid Bey ise Halep ve Maraş bölgesine atanmıştır. Yeni yerleşim bölgelerine ulaşan Ermeniler’in, bölgenin durumuna göre ya mevcut köy ve kasabalarda inşa edecekleri evlere ya da hükümet tarafından belirlenecek yerlerde yeniden kuracakları köylere yerleştirilmeleri ve Ermeni köylerinin Bağdat Demiryolu’ndan en az 25 km. uzakta olması şart koşulmuştur. Yer değiştirmeye tabi tutulan Ermeniler’in can ve mallarının korunması, yeme, içme ve dinlenmelerinin sağlanması sevk güzergahında bulunan bölgesel yöneticilere bırakılmıştır. Yerleri değiştirilecek Ermeniler’in bütün taşınabilir mal ve eşyalarım birlikte götürebilecekleri ve taşınmaz malları konusunda da ayrıntılı bir emir yazışı hazırlanarak ilgili yerlere ulaştırılması kararlaştırılmıştır.. Başkomutanlık, yerleri değiştirilen Ermeniler’in yeniden fesat yuvaları oluşturmamaları için 26 Mayıs 1915’te İçişleri Bakanlığı’na bir yazı göndererek şu konuların dikkate alınmasın) istemiştir: 1. Ermeniler’in gönderildikleri yerlerdeki nüfusu oradaki aşiret ve Müslüman sayısının %10 oranını geçmemelidir. 2. Göç ettirilecek Ermenilerin kuracakları köylerin her biri elli evden çok olmamalıdır. 3. Ermeni göçmen aileleri seyahat ve nakil suretiyle de olsa ev değiştirmemelidir. İçişleri Bakanlığı’nın bütün bu önlemleri uygulamaya koyduğu günlerde, 24 Mayıs 1915’te ortak bir bildiri yayınlayan Rusya, Fransa ve İngiltere Hükümetleri, bir aydan beri “Ermenistan” diye adlandırdıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermeniler’in öldürüldüklerini ve olaylardan Osmanlı Hükümeti’ni sorumlu tutacaklarım açıklamışlardır. Konunun bu şekilde uluslararası bir boyut kazanması üzerine Talat Paşa, yer değiştirme uygulamasının yasal bir zemine oturtulması amacıyla hazırladığı bir yazıyı 26 Mayıs 1915’te Başbakanlığa gönderdi.Talat Paşa yazısında, “Osmanlı topraklarına göz diken istilacıların emellerim gerçekleştirmek için Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler arasına ayrımcılık soktuklarım ve yardım ettiklerim; isyan eden Ermeniler’in düşmana karşı savaşan Türk ordusunun harekatını güçleştirmek için her çeşit engellemeleri yaptıklarını; askere gıda maddesi, silah ve mermi ulaştırılmasını engellediklerim; düşmanla işbirliği yaptıklarını; bir kısminin düşman saflarına katıldıklarını, askerî birliklere ve masum halka silahlı saldırıda bulunduklarını; şehir ve kasabalarda katliam ve yağmacılık yaptıklarını; düşmanın deniz kuvvetlerine gıda maddesi temin ettiklerini ve önemli askeri bölgeleri düşmana gösterdiklerini” açıkladıktan sonra, devletin selameti için köklü önleme gereksinim duyulduğunu ve bunun için, savaş bölgesinde olaylar çıkaran Ermeniler’in başka bölgelere göç ettirilmesine karar verildiğini ifade etmiştir, İçişleri Bakanlığı’nın bu yazısı. Başbakanlık tarafından kaleme alınan bir başka yazı ile derhal Meclis’e ulaştırılmıştır. Başbakanlık yazısında Talat Paşa’nın ifadeleri tekrarlandıktan sonra, devletin selameti için uygulanmasına başlanılan yer değiştirme uygulamasının yerinde olduğu ve bunun bir yöntem ve kurala bağlanmasının gerektiği dile getirilmiştir. Meclis de aynı tarihte uygulamayı kabul eden bir karar almıştır. Meclis’in bu konu ile ilgili kararnamesinde, devletin varlığının ve güvenliğinin sağlanması uğrunda yapılan mücadeleye, kötü etkisi olan bu gibi zararlı faaliyetlerin önüne etkili yöntemlerle geçilmesinin kesinlikle gerekli olduğu ve İçişleri Bakanlığı’nca bu konuda alınan önlemlerin son derece doğru ve yerinde olduğu belirtilmiştir. Ayrıca, yerlerinden çıkarılan Ermeniler’in gayrimenkul mallarıyla ilgili bir bildiri yayınlanarak, belirlenecek komisyonlar tarafından tespitinin yapılması ve gönderilen Ermeniler’e gittikleri yerde durumlarına uygun iş sahalarının açılması ve Göçmen Ödeneği’nden kendilerine yardım yapılması kararının alındığı ifade edildikten sonra, göçün güven içinde yapılması konusunda ilgililere gerekli emrin yazılması istenmiştir. Başbakanlık’tan 30 Mayıs 1915 tarihinde içişleri, Harbiye ve Maliye Bakanlıkları’na yazılan yazıda yer değiştirme uygulamasının nasıl yapılacağı şöyle anlatılmıştır: a. Ermeniler kendilerine ayrılan bölgelere can ve mal güvenlikleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledileceklerdir. b. Yeni evlerine yerleşene kadar yeme-içme giderleri Göçmen Ödeneği’nden karşılanacaktır. c. Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlak ve arazi verilecektir. d. İhtiyaç sahipleri için hükümet tarafından ev inşa edilecek, çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, alet ve edevat sağlanacaktır. e. Geride bıraktıkları taşınır malları kendilerine ulaştırılacak, taşınmaz malları ve değerleri belirlendikten sonra, buralara yerleştirilecek olan Müslüman göçmenlere paylaştırılacaktır. Bu göçmenlerin uzmanlık alanları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkan, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerler, açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir. f. Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta bir emir yazısı hazırlanacaktır. 5. Yer Değiştirme Sırasındaki Uygulamalar: Kanuna göre hazırlanan uygulama emri ile yer değiştirmenin nasıl yapılacağı tüm ayrıntıları ile belli kurallara bağlanmıştır. Bu emirde; menkul ve gayri menkullerin nasıl teslim alınacağı, araziler ve üzerindeki mahsulün durumu, bunların kayda alınması, göç edenlere sıcak ve etli yemek verilmesi gibi konulara dahi yer verilmiştir. Uygulama emrinde, menkul ve gayrimenkulun yok edilmesi ya da insanların öldürülmesi yönünde herhangi bir işaret olmadığı gibi; tam tersine uygulamada hata yapanların idam cezasına kadar uzanan ağır cezalarla cezalandırılacağı belirtilmektedir. Yukarıda verilen uygulama emrinden anlaşıldığı gibi, yerleri değiştirilenler taşınabilir mal ve eşyalarını beraberlerinde götürecekler veya bunlar sonra kendilerine ulaştırılacak, taşınmaz malları ise açık attırma ile satılacak ve bedelleri kendilerine ödenecektir. Bu esaslar içinde göç ettirilen Ermeni kafileleri, yerleştirilecekleri yerlere gönderilmek üzere, yol kavşakları üzerinde bulunan Konya, Diyarbakır, Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde toplanmışlardır. Kafilelerin sevk edildikleri güzergahlar, göçmenlerin zorluklarla karşılaşmamaları ve güvenlikleri için mümkün olduğu kadar kendilerine yakın yollardan seçilmiştir. Güzergahların seçiminde tren yolları ve “şahtur” denilen nehir kayıklarının bulunduğu yerler tercih edilmiştir. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın sürmesine rağmen, yer değiştirmenin düzenli bir şekilde yürümesi ve kafilelerin herhangi bir zarara uğramaması için azami dikkat gösterilmiştir. Nitekim, Amerika’nın Mersin Konsolosu Edward Natan, 30 Ağustos 1915’te Büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği raporda, “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergahının Ermeniler’le dolu olduğunu; kalabalık yüzünden birtakım sıkıntıların olmasına rağmen Hükümetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare ettiğim; şiddete ve düzensizliğe yer vermediğini; göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını; muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu” belirtmiştir. Eğer Osmanlı hükümeti bir grup insanı yok etme maksadıyla bu uygulamaya girişmiş olsa idi, göç edenlere yolda sağlanacak imkanları, kafilelerin eşkıya baskınlarına karşı korunmasını, hastalara yardım yapılmasını, çocukların korunmasını, geride bıraktıkları menkul ve gayri menkullerin kayıt altında tutulmasını, etli yemek verilmesine ilişkin kararları uygulamaya geçirmezdi. îşte bu nedenlerle, yer değiştirme, Ermeniler’i yok etmek değil, devlet güvenliğin! sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür. 6. Yer Değiştirmeden Önce Ermeni Nüfusu: Ermeni Komitacılar ve bugünkü destekçileri tarafından günümüzde en çok istismar edilen ve çarpıtılan konu Ermeni nüfüsunun göç öncesi ve sonrasındaki durumudur. Savaş döneminde tutulan kayıtlar, resmi rakamlar, kilise kayıtları, yabancı misyonların raporlarında yer alan nüfus bilgileri ve diğer belgelere rağmen sürekli olarak o günkü gerçek nüfusun birkaç katı bir rakam gösterilerek, rakamlar akıl almaz miktarlarda abartılmakta ve sözde soykırım iddialarına dayanak aranmaktadır. Verilen rakamlardan bazıları, dünya genelinde bugün yaşayan toplam Ermeni nüfusunu bile birkaç kat aşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler’in nüfusu bazı yabancı kaynaklarda şöyle belirtilmiştir: Ermeni Patrikhanesi’ne göre 2.5 milyon, Lozan Konferansı Ermeni Heyeti’ne göre 2.2 milyon, Fransız Sarı Kitabı’na göre 1.5 milyon, Britannica’ya göre 1.5 milyon, İngiliz yıllığına göre l milyon. Osmanlı devleti resmi helgelerine göre Ermeni nüfusu ise şöyledir: 1893 nüfus saymına göre 1.001.465, 1906 nüfus sayımına göre 1.120.748, 1914 nüfus istatistigine göre 1.221.850. Gerek Osmanlı, gerekse Ermeniler ve yabancılara ait istatistikler değerlendirildiğinde, l. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklannda yaşayan Ermeniler’in nüfusunun en fazla 1.250.000 civarında olduğu belirlenmektedir. Osmanlıdaki Ermeni nüfusu hakkındaki en güvenilir rakamların resmi belgelerde olduğu kesindir. Osmanlı Devlet’inde İstatistik Genel Müdürlüğü, 1892 yılında kurulmuştur. Genel Müdürlük görevini 1892 yılında Nuri Bey, 1892-1897 yılları arasında Fethi Franco adlı bir Musevi, 1897-1903 yılları arasında Migırdıç Şınabyan isimli bir Ermeni, 1903-1908 yılları arasında Robert isimli bir Amerikalı, 1908-1914 yılları arasında Mehmet Behiç Bey yapmıştır Görüldüğü gibi Ermeni Meselesi’ni siyasi alana taşıyan önemli olayların cereyan ettiği dönemde, Osmanlı nüfus bilgileri yabancıların kontrolü altındadır. Buradan hareketle, bugüne kadar aksi bir belge ve kanıt olmadığına göre Osmanlı nüfus bilgilerine itibar edilmesi gerekmektedir. 7. Ermenilerin Yerleştirildikleri Bölgeler: Yer değiştirme uygulaması çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un güney kısmı ile Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna yerleştirilmişlerdir. Yeni yerleşim bölgelerinin Bağdat Demiryolu’na en az 25 km. uzaklıkta kurulmasına, Ermeni nüfusunun yöredeki Müslüman nüfusun yüzde 10’unu geçmemesine ve köylerin 50 haneden fazla olmamasına dikkat edilmiştir. 8. Yer Değiştirmeye Tabi Tutulan Ermeni Nüfusu: Yer değiştirme uygulaması sırasında çeşitli yollardan göç ettirilen Ermeniler’in ayrıldıkları ve vardıkları yerlerdeki sayıları devamlı şekilde kontrol edilmiştir. 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihine kadar Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden yeni yerleşim bölgelerine taşınan ve yerlerinde bırakılan Ermeni nüfusun ne kadar olduğu, Osmanlı Arşivi’nin ilgili tasniflerindeki belgelerden şu şekilde derlenmiştir: Buna göre; 438.758 kişi yer değiştirme uygulaması çerçevesinde sevk edilmiş, bunlardan 382.148’i ise yeni yerleşim bölgelerine sağ salim ulaşmıştır. Görüldüğü gibi, göç ettirilenlerle yeni yerleşim bölgelerine varanlar arasında 56.610 kişilik bir fark bulunmaktadır. Bu fark, belgelerden elde edilen bilgiye göre, şu şekilde ortaya çıkmıştır: 500 kişi Erzurum-Erzincan arasında; 2.000 kişi Urfa Halep arasındaki Meskene’de; 2.000 kişi Mardin civarında eşkıya ve Arap aşiretlerinin saldırışı sonucu katledilmiş, ayrıca bir o kadar, yani yaklaşık 5.000 ve belki de biraz daha fazla kişi de Dersim bölgesinden geçen kafılelere yapılan saldırılar sonucu öldürülmüştür. Bu kayıp miktarı, Ermeniler’e karşı, hiçbir şekilde katliam yapılmadığını göstermektedir. Katliamın olmadığı yerde ise soykırımdan hiç söz edilemez. Bu bilgiler ışığında toplam 9-10 bin kişinin yer değiştirme uygulaması sırasında katledildiği tespit edilmektedir- Ayrıca yollarda açlıktan da ölümler olduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Bunun dışında tifo, dizanteri gibi hastalıklar ve iklim koşulları sebebiyle de yaklaşık 25-30 bin kişinin öldüğü tahmin edilmektedir ki, bu şekilde 40 bine yakın kişi yollarda kaybedilmiştir. Kalan 10-16 bin kişinin ise bir kısmı, yola çıkarılmış olmakla birlikte, henüz iskan mahalline varmadan tehcirin durdurulması sebebiyle, bulundukları vilayetlerde alıkonulmuştur. Mesela 26 Nisan 1916’da Konya iline, ilde henüz yollarda olan Ermeniler’in sevk edilmeyerek il dahilinde iskan edilmeleri için yazı gönderilmiştir. Öte yandan yer değiştirme kapsamında bulunan Ermeniler’den bir bölümünün Rusya’ya, Batı ülkelerine ve Amerika’ya kaçırıldıkları da tahmin edilmektedir. Yer değiştirme uygulamasının yapıldığı dönemde, Osmanlı ordusunda silah altında bulunan Ermeniler’den 50.000’inin Rus ordusuna katıldığı, yine Türklerle savaşmak üzere 50.000 Ermeni’nin de Amerikan ordusunda üç-dört yıldır eğitim gördüğü gibi kayıtlar yer almaktadır. Gerçekten de, Amerika’da yaşayan bir Ermeni’nin Elazığ’da dava vekili olan Murad Muradyan’a yazdığı mektupta bu türden bilgiler bulunmaktadır. Mektupta, bir kısım Ermeni’nin Rusya’ya ve Amerika’ya kaçırıldıkları ve Amerika’da eğitilen 50.000 askerin Kafkasya’ya hareket etmekte olduğu açıkça ifade edilmektedir. Bütün bu belgelerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı vatandaşı pek çok Ermeni, harpten önce ve harp içinde Amerika ve Rusya başta olmak üzere çeşitli ülkelere dağılmışlardır. Mesela ticaret maksadıyla Amerika’da bulunan Artin Hotomyan adlı bir Ermeni’nin 19 Ocak 1915’te Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği bir mektupta çeşitli yollarla binlerce Ermeni’nin Amerika’ya kaçırıldığı ve bunların aç ve perişan bir halde yaşadıkları ifade edilmektedir. Bu bilgiler, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden yer değiştirmeye tabi tutulan Ermeniler’in sayıları ile, yeni iskan merkezlerine ulaşanların sayılarının birbirini tuttuğunu göstermekte ve dolayısıyla sevk ve iskan sırasında herhangi bir katliam olayının olmadığını ortaya koymaktadır. 1918 yılında, Ermeni Delegasyonu Başkanı olan Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri Bakanlığı Yüksek Yetkili Bakanı Monsieur Gout’a gönderdiği raporda: Kafkasya’da 250.000, İran’da 40.000, Suriye-Filistin’de 80.000, Musul-Bağdad’da 20.000 olmak üzere 390.000 kişinin Türkiye’den sürgün edildiğini, aslında sürgünlerin toplam sayısının 600-700 bin kişiye ulaştığını ve bunlardan ayrı olarak çöllerde şuraya buraya dağılmış sürgünleri kapsamadığını bildiriyor. Boghos Nubar Paşa’nın verdiği rakamlardan 290 bin kişinin yer değiştirme uygulaması dışında Osmanlı topraklarım terk edenler olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla göç ettirilenlerin toplam sayısı olarak verilen 600-700 bin kişiden 290 bin kişi çıkarılacak olursa, yer değiştirmeye tabi tutulan nüfusun 400 bin civarında olduğunu gösteriyor ki, bu da Ermeni Delegasyonu başkanının, yer değiştirmenin gerçekleştirilmesi sonrasına, yani 1918 yılma ait verdiği sayılarla, Osmanlı belgelerinde verilen rakamlar arasında büyük ölçüde uygunluk görünmekte ve Ermeniler’in iddia edildiğinin aksine sağ salim iskan yerlerine vardıklarını ve dolayısıyla “soykırım iddiaları”nın ne kadar dayanaksız olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu konuyla ilgili yabancı ve özellikle de Ermeni kaynaklarında şu bilgiler yer almaktadır: “Noradungian Gabrial’in Lozan Konferansı Tali Komisyonu’na sunduğu rapora göre; Kafkasya’ya 345 bin, Suriye’ye 140 bin, Yunanistan ve Ege Adaları’na 120 bin, Bulgaristan’a 40 bin, Iran’a 50 bin olmak üzere toplam 695 bin Ermeni l. Dünya Savaşı döneminde ülke dışına gitmiştir. Ermeni ileri gelenlerinden Hatisov, (daha sonra Ermenistan Cumhurbaşkanı olmuştur), Trabzon Konferansi’na (14 Mart-14 Nisan 1918) katılan Hüseyin Rauf Bey’e gönderdiği mesajda, Kafkasya’da Osmanlı memleketinden kaçan 400 bin Ermeni’nin bulunduğunu bildirmiştir. Ermeni Prof. Dr. Richard Hovannisian, Ermeni nüfus incelemelerini ortaya koyduğu eserinde; Suriye dışındaki Arap ülkelerinden; Lübnan’a 50 bin, Ürdün’e 10 bin, Mısır’a 40 bin, Irak’a 25 bin, Fransa ve Amerika’ya 35 bin Ermeni’nin göç ettiğini belirtmektedir. Ermeniler ve yabancıların verdiği bu rakamlardan hareketle; göç ettirme dışında çok sayıda Ermeni’nin Türkiye’den kendi iradesiyle ayrıldığını göstermektedir. Ayrılanlara genel baktığımızda; Kafkasya’ya 345 bin, Suriye’ye 140 bin, Yunanistan ve Ege Adaları’na 120 bin, Bulgaristan’a 40 bin. İran’a 50 bin, Lübnan’a 50 bin, Ürdün’e 10 bin, Mısır’a 40 bin, Irak’a 25 bin, Fransa, ABD, Avusturya 35 bin olmak üzere, toplam 855.000 Ermeni’nin gittiği anlaşılmaktadır. O halde Ermeniler’in iddia ettiği gibi bir “Ermeni Soykırımı” veya 2-3 milyon Ermeni’nin yok edilmesi mümkün değildir. Bunun da ötesinde eğer Osmanlı devleti Ermeni tebaasından kurtulmak isteseydi; bunu asimilasyon yoluyla veya savaşı gerekçe göstererek halledebilirdi. Oysa Ermeniler, imparatorluk içerisinde Türklerden bile rahat bir yaşam sürmüşlerdir. Belirtildiği gibi. Birinci Dünya Savaşı’nda ele geçirdikleri yerlerin kendilerine verileceği ve bağımsız bir Ermenistan kurulacağı gibi hayallere kanan Ermeniler, vatandaşı bulundukları Osmanlı devletini arkadan vurmaya başlayınca, yer değiştirme uygulaması zorunlu hale gelmiştir. Ermeniler’in yerlerinin değiştirilmesi, onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır. 9. Ermeni Kafilelerine Yapılan Saldırılar ve Devletin Önlemleri: Ermeniler’in yeni yerleşim bölgelerine nakilleri sırasında bazı kafılelere, özellikle Halep-Zor arasında bölge halkı tarafından saldırılar düzenlenmiştir. 8 Ocak 1916 tarihli bir telgraftan anlaşıldığına göre; Halep’e bir saat mesafeden Meskene’ye kadar olan yollarda Arap eşkıyasının gasp için yaptığı saldırılar sonucu pek çok Ermeni’nin öldürüldüğü; Diyarbakır’dan Zor’a ve Suruç’tan Menbiç yoluyla Halep’e nakledilen Ermeniler’den 2.000 kadarının yine Arap aşiretlerinin saldırılarına maruz kalarak soyuldukları anlaşılmıştır. Diyarbakır bölgesinde çeteler ve eşkıya tarafindan 2.000’e yakın kişinin öldürüldüğü; Erzurum-Erzincan arasında 500 kişilik başka bir kafilenin de bazı aşiretlerin saldırışı sonucu öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Osmanlı hükümeti, bir yandan cephelerde düşmanla savaşırken bir yandan da kafilelerin emniyetlerini sağlamak için olağanüstü gayret sarf etmiştir. Ermeni kafilelerinin şevki sırasında ihmali veya yolsuzluğu görülen görevlileri tespit etmek üzere inceleme heyetleri kurulmuş ve göç bölgelerine gönderilmiştir. Bu heyetler, suçu sabit görülenleri Divan-ı Harp’e sevk etmiştir, ihmali bulunan görevliler işten el çektirilirken, bir kısmı da ağır cezalara çarptırılmıştır. 10. Yerleri Değiştirilmeyen Ermeniler: Yer değiştirme kararı bütün Ermeniler’e uygulanmamıştır. 2 ve 15 Ağustos 1915 tarihlerinde ilgili valiliklere gönderilen telgraflarda, Katolik ve Protestan mezhebinde bulunan Ermeniler’in yanısıra, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası şubelerinde, Reji İdaresi’nde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler’in devlete sadık kaldıkları sürece göçe tabi tutulmayacakları bildirilmiştir. Göçe tabi tutulan sadece devlete baş kaldıran Gregoryan Mezhebi’ne mensup Ermeniler’dir. Öte yandan, hasta, özürlü, sakat ve yaşlılar ile yetim çocuklar ve dul kadınlar da göçe tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmıştır. Korunmaya muhtaç Ermeni aileler hakkında yayınlanan 30 Nisan 1916 tarihli genel bir emirde ise; erkekleri sevk edilen veya askerde bulunan kimsesiz ve velisiz ailelerin Ermeni dışında yabancı bulunmayan köy ve kasabalara yerleştirilmesi, geçimlerinin göçmen ödeneğinden sağlanması bildirilmiştir. Yer değiştirme karan bütün Ermeniler’e uygulanmamıştır. Başlangıçta bazı bölgelerde (Urfa’da Germiş ve Birecik, Erzurum, Aydın. Trabzon. Edirne. Canik. Çanakkale, Adapazarı, Halep, Bolu, Kastamonu, Tekirdağ, Konya ve Karahisar-ı sahip) yaşayan Ermeniler’in bir bölümü göç dışında bırakılmışlardır. Fakat, daha sonra bunların da çeşitli şiddet olaylarına karıştıkları görülünce büyük bir kısmı göç ettirilmişlerdir Hasta ve amalar yer değiştirmeye tabi tutulmadıkları gibi, Katolik ve Protestan mezhebinden olanlar, asker ve aileleriyle, memurlar, tüccarlar, bazı amele ve ustalar da göç ettirilmemişlerdir. Nitekim illere gönderilen telgraflarda, hasta, ama, sakat ve yaşlıların sevk edilmemeleri ve şehir merkezlerine yerleştirilmeleri istenmiştir. 2 Ağustos 1915 ve 15 Ağustos 1915 tarihinde ilgili illere gönderilen telgraflarla Katolik ve Protestan Mezhebi’nde bulunan Ermeniler’in göç ettirilmemesi ve bulundukları şehirlere yerleştirilerek nüfus sayılarının bildirilmesi emredilmiştir. Bu gibiler, il içinde şehirlere yerleştirilmişlerdir. Yanlışlıkla göç ettirilenler ise, araştırılarak o sırada bulundukları şehirlere yerleştirilmişlerdir. Fakat, göç dışı tutulanlardan, zararlı eylemleri görülenler; ister Katolik, ister Protestan olsun yeni yerleşim bölgelerine sevk edilmişlerdir. 15 Ağustos 1915’de illere gönderilen şifre telgrafla, Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet gören Ermeniler ve aileleri bulundukları yerlerde bırakılarak göç ettirilmemişlerdir. Bunun yanı sıra, merkezdeki ve taşradaki Osmanlı Bankası şubelerinde, Reji İdaresi’nde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler de hükümete bağlı kaldıkları ve iyi halleri görüldükleri sürece tehcire tabi tutulmamışlardır. Ayrıca, yetim çocuklar ve dul kadınlar da göç ettirilmeyerek, yetimhanelerde ve köylerde koruma altına alınmışlar ve kendilerine maddi yardımda bulunulmuştur. Yer değiştirme sırasında yetim kalan çocuklar da Sivas’a gönderilerek oradaki yetimhanelere yerleştirilmişlerdir. Korunmaya muhtaç Ermeni aileler hakkında 30 Nisan 1916’da genel bir emir yayınlanmıştır. Bununla, erkekleri göç ettirilen veya askerde bulunan kimsesiz ve velisiz aileler, Ermeni ve yabancı bulunmayan köy ve kasabalara yerleştirilmiş, gıda ihtiyaçları Göçmen Ödeneği’nden verilmiştir. 12 yaşına kadar olan çocuklar, bölgelerindeki yetimhanelerin yeterli olmadığı yerlerde, zengin Müslüman ailelerin yanına verilerek yetişmeleri ve eğitimleri sağlanmıştır. Hali vakti yerinde olmayan Müslüman ailelerine Göçmen Ödeneği’nden çocukların gıda masrafı olarak 30 kuruş ödenmiştir. Genç ve dul kadınların kendi rızalarıyla, Müslüman erkeklerle evlenmelerine izin verilmiştir. 11. Yerleri Değiştirilen Ermenilerin Geri Getirilmesi: Yer değiştirme sırasında gerek iklim şartları, gerekse meydana gelen yığılmalar yüzünden zaman zaman göçün durdurulduğu olmuştur. 25 Kasım 1915’ten itibaren vilayetlere gönderilen emirlerle, kış mevsimi dolayısıyla göç geçici olarak durdurulmuştur. 21 Şubat 1916’da bu emir, Ermeni yer değiştirmesine son verilmesi şeklinde bütün vilayetlere ulaştırılmıştır. Ancak, bunun zararlı kimseleri kapsamayacağı, komitalarla ilgisi olanların derhal toplatılarak Zor sancağına gönderilmeleri gerektiği belirtilmiştir. Osmanlı Hükümeti görülen idarî ve askerî gereksinim üzerine 15 Mart 1916 tarihinden itibaren vilayetlere ve sancaklara gönderdiği genel bir emirle, Ermeni göçünün durdurulduğunu ve bundan böyle hiçbir gerekçeyle yer değiştirme yapılmayacağı bildirilmiştir. Yer değiştirmenin tamamlanmasından sonra, Ermeniler’in çoğunlukla Suriye vilayeti dahilinde yerleştirilmeleri sebebiyle, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi 10 Ağustos 1916’da kapatılarak Kudüs’e nakledilmiştir. Sis ve Akdamar Katogikosluk’ları da birleştirilerek Kudüs’e kaldırılmıştır. Yeni kurulan Patrikhane’nin basşına da Sis Katogikos’u Sahak Efendi getirilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Osmanlı Hükümeti yer değiştirmeye tabi tutulan Ermeniler’den isteyenlerin tekrar eski yerlerine iade edilmeleri için bir kararname çıkarmıştır. 4 Ocak 1919’da İçişleri Bakanı Mustafa Paşa’nın Başbakanlı’ka gönderdiği yazıda, Ermeniler’den dönmek isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere emir verildiği ve gereken önlemlerin alındığı belirtilmektedir. Hükümetin hazırladığı 31 Aralık 1918 tarihli dönüş kararnamesi şöyledir: 1. Sadece geri dönmek arzusunda bulunanlar göç ettirilecek, bunun dışında kimseye dokunulmayacak. 2. Yerlerine iade edileceklerin, yollarda perişan olmamaları ve dönüş mahallerinde konut ve geçim sıkıntısı çekmelerinin önlenmesi için gerekli önlemler alınacak; gidecekleri bölgelerin idarecileriyle irtibat kurulup bu konudaki önlemler sağlandıktan sonra göç ve geri dönüş işlemlerine başlanacaktır. 3. Bu şartlar dahilinde dönecek olanlara ev ve arazileri teslim edilecektir. 4. Yerlerine daha önce göçmen yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilecek. 5. Açıkta kimse kalmaması için geçici olarak birkaç aile bir arada yerleştirilebilecek. 6. Kilise ve okul gibi binalar ile gelir getiren yerler, ait olduğu cemaate geri verilecek. 7. Yetim çocuklar, istenildiği takdirde kimlikleri dikkatlice belirlenerek velilerine veya cemaatlerine iade olunacak. 8. Din değiştirmiş olanlar arzu ederlerse eski dinlerine dönebilecekler. 9. Din değiştirmiş olan Ermeni kadınlardan, bir Müslüman’la evli bulunanlar eski dinlerine dönme konusunda serbest bırakılacaklar eski dinlerine döndükleri takdirde kocasıyla aralarındaki nikah bağı kendiliğinden bozulmuş olacaktır. Eski dinine dönmek istemeyen ve kocasından ayrılmaya razı olmayanlara ait sorunlar ise mahkemelerce halledilecektir. 10. Ermeni mallarından, henüz kimsenin kullanımında bulunmayanlar, kendilerine teslim edilecek; hazineye devredilenlerin iadesi de, mal memurlarının onayı ile karara bağlanacak. Bu konuda ayrıca açıklayıcı tutanaklar hazırlanacak, 11. Göçmenlere satılan mülklerin sahipleri döndükçe, peyderpey bunlara teslim edilecek. Bu konuda 4. madde aynen uygulanacak, 12. Göçmenler, ellerinde bulunan ve eski sahiplerine iade edilecek olan ev ve dükkanlarda tamirat ve ilaveler yapmışlarsa ve arazi ve zeytinliklerde ekim yapmışlarsa, her iki tarafın da hukuku gözetilecek. 13. Ermeniler’den muhtaç olanların dönüşlerinde göç ve geçim masrafları, Harbiye Ödeneği’nden karşılanacak, 14. Şimdiye kadar ne miktar sevkıyat yapıldığı ve bundan sonra her ayın on beşinci ve son günlerinde nerelere ne kadar sevkıyat olduğu bildirilecek. 15. Osmanlı sınırları dışına çıkıp da geri dönmek isteyen Ermeniler, yeni bir emre kadar kabul edilmeyecek. Yukarıda açıklanan kararnamedeki hükümler, Ermeniler’in yanı sıra Rum göçmenler için de geçerliydi. 12. Göç Ettirilen Ermenilerin Geri Getirilmesi: Ermenilerin yeni yerleşim bölgelerine gönderilmeleri 8 Şubat 1916’da durdurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından yer değiştirmeye tabi tutulan Ermeniler’den isteyenlerin eski yerlerine dönebilmeleri için bir kararname çıkarılmıştır. İçişleri Bakanı Mustafa Paşa’nın 4 Ocak 1919’da Başbakanlığa gönderdiği yazıda, dönmek isteyen Ermeniler’in eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere talimat verildiği ve gereken tedbirlerin alındığı ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. 13. 1948 Tarihli BM Soykırım Sözleşmesi Açısından Ermeni İddiaları: “Soykırım” kavramı, 1948 tarihli “BM Soykırım Sucunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ile tanımlanmıştır. Sözleşmenin 2. maddesine göre; “Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: Grup üyelerinin öldürülmesi, Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.”Konu soykırım sözleşmesi açısından değerlendirildiğinde, tarihteki bazı olaylara değinmeden geçilemeyecektir. Soykırım gibi vahim bir insanlık sucunun işlenebilmesi için o milletin tarihinde bu suca yatkınlık olması gerekir. Bir şahıs için suca yatkınlık nasıl bir özellik ise, toplumlar için de öyledir. Türk Tarihi incelendiğinde soykırıma ve asimilasyona rastlanamaz. Yayıldığı coğrafyaya baktığımızda Osmanlı; Balkanlar’la birlikte Viyana önlerine kadar Avrupa’nın bir kısmını; Akdeniz’e sahil tüm Kuzey Afrika’yı; Ortadoğu’nun tamamını ve Arap yarımadasını uzun yıllar yönetimi altında tutmuştur. Bu süre asgari 200-400 yıl arasıdır. Söz konuşu coğrafyadaki, hangi halkın yok edildiği söylenebilir. Anadolu’da şer’i hükümlerin hakim olduğu dönemde, en eski Hıristiyanlık mezhebi Süryanilik, tavus kuşuna ve ateşe tapan Yezidîlik gibi inançlar yaşatılırken, 1800’lü yıllarda şer’i hükümlere aykırı olmasına rağmen Anadolu’da kiliseler açılmıştır. Hatta iki kardeşten biri Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa iken, diğer kardeş Makarije Sırp Kilisesi’ne Patrik tayin edilmiş ve Sırp halkını diriltmiştir. Aynı dönemde dünyanın diğer bölgelerine baktığımızda; Avrupa’daki mezhepler mücadelesi döneminin soykırımlarını, uzak doğuda dili değişen halkları (Hindular-Peştun), komple dili ve dini değişen Afrika’yı, Güney Amerika’yı görürüz. II. Dünya Savaşı boyunca Naziler, milyonlarca insanı katletmişlerdir. 1939-1945 yılları arasındaki dönemde, 5-6 milyon Yahudi, 3 milyondan fazla Sovyet savaş tutsağı, birer milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil halkı, 200.000 civarında Çingene ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. İşte soykırım budur. Bunlara ek olarak. Birleşmiş Milletlerin önleyici yönde sözleşmesi olmasına rağmen, modern çağda da sayısız soykırım olayı görülmüştür. Örneğin, bizzat olayın kahramanı 2 emekli Fransız generalin Le Monde’da yayınlanan itiraflarına göre Fransızlar 1954-1962 yılları arasında Cezayir’de en az l milyon Cezayirliyi katletmiş, 1965-1966 yıllarında Endonezya ordusu bir milyon komünisti ve ailelerini öldürmüş, 1975-1979 yılları arasında Kamboçya’da Kızıl Kmerler 1.7 milyon Kamboçyalıyı katletmiş, 1994’de Ruanda’da 500.000 Tutsi, Hutular tarafından öldürülmüş ve nihayet 1991’den sonra Bosna-Hersek ile Kosova’da binlerce Müslüman, Sırp vahşetine maruz kalmıştır. Soykırım suçu, gerçek anlamda bu olaylarda işlenmiştir. Ermeni İddiaları’nın aksine, 1915 yılında Doğu Anadolu bölgesindeki Ermeniler’e yönelik uygulama, sadece güvenliğin sağlanması amacıyla Osmanlı toprakları içinde başka bir bölgeye göç ettirme olup, soykırım ile hiç bir ilgisi yoktur. Türk yönetimi hakim olduğu yörelerde diğer kültür ve soylara sahip halklarla yaşamaya alışıktır. Türk devlet geleneğinde “adalet” vardır, “kültürlerin yaşatılması” vardır; ancak, “katliam” ya da “soykırım” yoktur. Bu husus, Justin Mc Carthy’nin “Ölüm ve Sürgün” isimli kitabı açıkça ortaya konulmaktadır. Söz konuşu kitapta. Balkan ve Karkas halklarının ölümden kurtulmak için Osmanlı yönetimine nasıl sığındıkları anlatılır. Osmanlı yönetimini soykırımla suçlayanlara sormak gerekir: 1469 yılında İspanya ve Portekiz’den Musevi ve Müslümanlar, 1680 yılında Tökeli İmre ve adamları Macaristan’dan, 1711 yılında Rakoczi Ferençh ve adamları, 1849 yılında Layoş Kosuth ve 2000 kişilik Macar grubu, İsveç Kralı Sari ve 1500-2000 kişilik adamları; 1841 ve 1856 yıllarında Polonya’lı Prens Chartorski, 135 bin kişilik ordusuyla Ekim 1917’de Rus komutan Vrangel ve hatta Troçki, ölümden soykırımdan kurtulmak için nereye sığındılar? Tarih, bütün bu soruların cevabım “Osmanlı” olarak vermektedir 1915’teki yer değiştirme uygulamasını sözde “Ermeni soykırımı” olarak ilan edenler, 1930’lu yıllardan itibaren Polonya ve Almanya kökenli Musevilerin Türkiye’ye sığındıklarım bilmiyorlar mı? “Sözde Ermeni Soykırımı”nın üzerinden henüz 20-25 yıl gibi kısa bir süre geçmiş iken, soykırım yaptığı iddia edilen bir milleti kurtarıcı olarak görenler, neden Türkiye’yi tercih etmişlerdir? Bu soruların cevapları da, Türk devlet geleneğinin adil, insani, hoşgörülü, birleştirici, töre ve inançlara saygılı karakterinde saklıdır. Ayrıca; bugünkü insan hakları normlarını kapsayan 1478 tarihli Fermanı’yla hükümran olduğu topraklarda yaşayan tüm insanlara sahip oldukları değerleri yaşama, yaşatma ve yeni nesillere aktarma imkanı veren Osmanlı Padişahı Fatih’ten yaklaşık 550 yıl sonra Balkanlar’daki soykırım ve asimilasyonlar hatırlanmalıdır. Bu ferman ile dili, dini, kilisesi, okulu vs güvence altına alınan Balkan milletleri; homojen toplumlar oluşturma adına 21. Yüzyıla girildiği bir dönemde Boşnakları, Arnavut asıllı Müslümanları, Makedonları ve Bulgaristan Türkleri’ni yurtlarından söküp atmışlardır. Bugün Türkiye’yi soykırım ile suçlayanlar, aylarca süren katliamları görmezlikten gelmiş, ırzına geçilen her yaştaki kadının feryadına kulaklarını tıkamışlardır. Son dönemde Türkiye’ye sığınanlar sadece Balkan halkları olmamıştır; Batılı kimyasal silah üreticilerinden sağladığı “hardal gazı” ile soykırıma kalkışan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in elinden kaçan Irak halkı da kurtuluşu Türkiye’de görmüştür. Türk insanı sınırlı imkanlarına rağmen tarihin her döneminde ekmeğini paylaşmayı bilmiş ve mazlum halklara kucak açmıştır. Türk insaninin, Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer milletlere ve devletlere örnek olacak gayet temiz bir sicili vardır. Kaynak: Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim “Tarihten Bir Kesit.. ” Nisan 2003 Yıl 4 sayı 38 syf: 71- 74. Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim “Tarihten Bir Kesit…” Nisan 2003 Yıl 4 sayı 38 syf: 23-26, http://www.ermenisorunu.gen.tr, http://www.yesil.org.com, Atlas Dergisi 1996 yılı Özel eki Istırap: Ermeni Tehciri Sayfa: 16-18, Halaçoğlu, Prof. Dr. Yusuf-Ermeni Tehcirine Dair Gerçekler (1915), TTK Yayını, Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ergün Aybars, Ermeni Meselesi, Y. Hikmet Bayur, Cumhuriyet Yayınları. [Kaynak: İnternet, “Hazırlayan: Ezgi Karakaş, Şehit Erkan Özcan Lisesi, 11 SH/769. Not: Seminer konusunu hazırlayan, Ezgi Karakaş öğrencimize ve eserin yayınlanmasına katkıda bulunan tarih öğretmeni Ahmet Akbay’a teşekkürler”. Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Tehciri İzmit 1914-1920: Dr. Bekir Günay, Kocaeli Üniversitesi. İçindekiler: Prof.Dr.Baki Komsuoğlu, Kisaltmalar, Sunuş, I-Giriş, A- Avrupa Devletlerinin Osmanli Politikasi, B-Ermeni Komiteleri, C-Ermeni İsyanlari, D- Amerikali Misyonerlerin Faaliyeti, E-Tehcire Giden Süreç, II-1914-1920 Arasinda İzmit Ve Yöresindeki Ermeniler, A-Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi (DH-ŞFR), B-Tehcir Öncesi İzmit’teki Ermenilerin Faaliyetleri, III-Ermeni Tehcirinin İzmit’e Yansimasi, A-Tehcire Giden Süreç & Tehcir, B-Tehcirin İzmit’e Yansimalari, 1-Bazi Ermenilerin Yerlerinde Birakilmasi, 2-Bölgedeki Ermenilerin Sayilarinin Tesbiti, 3-Tehcir Edilen Ermenilerin İhtiyaçlarinin Karşilanmasi, IV-İzmit’ten Geçen Ermenilerin Durumu, A-ABD. & Almanya’dan Ermenilere Gönderilen Yardimlar, 1-Kaçirilan & Kaçmaya Çalişan Ermenilre, 2-Din Değiştiren Ermenilerin Durumu, V-Tehcir Sonrasi İzmit’teki Ermeniler, A-İzmit’e Geri Dönen Ermeniler, B-Ermeni Yetim & Muhtaçlara Yardimlar, C-Türk Çetelerin Ermenilere Saldirmalari, D-Bolşevik Fikirlerinin Ermeniler Arasinda Yayilmasi, E-Tehcire Karişanlarin Cezalandirilmasi & Ermeni Çetelerinin Saldirilari, VI-Sonuç, VII-Biblioğrafya, VIII-Belgeler, IX-Tipkibasimlar, X-Dizin. [Kaynak: İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 16.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Tehciri İzmit: 1914 – 1920, Kocaeli Üniversitesi Yayınları 2002, İzmit Dr. Bekir Günay: Ermeni zorunlu göçü sırasında İzmit yerelinde yaşananları belgelerle irdeleyen eser, aynı zamanda Trakya’dan göç ettirilen Ermenilerle ilgili bilgiler içermektedir.
Ermeni Tehciri’ne İlişkin Suçlar Konusunda Mahkemeler: ilk Divan-ı Harp 16 Aralık 1918’de kuruldu. Damat Ferit Paşa sadrazam olunca, yavaş işlediği düşünülen Divan-ı Harp’in başına daha sonra zulmü dolayısıyla ‘nemrut’ lakabıyla anılan Mustafa Nâzım Paşa’yı getirdi. Hızla harekete geçen mahkeme 8 Nisan’da Boğazlayan Kaymakamı Kemal beyi, 8 Temmuz’da da Bayburt Kaymakamı Nusret beyi, ciddi kanıtlara dayanmaksızın idama mahkûm etti. Mahkemede Ermeni Meselesi’ne ilişkin davalar küçük bir bölümü oluşturdu. Hürriyet ve İtilaf Hükümeti’nin asıl amacı, can düşmanı olduğu İttihat ve Terakki’yi bu mahkeme vasıtasıyla tasfiye etmekti. Bu nedenle yargılamada sanıkların savunma hakkı sürekli ihlal edildi. Yaratılan terör havasında sanıklar canlarını kurtarmak için birbirlerini suçladılar ve yargıçların istedikleri ifadeleri verdiler. İki davada aldığı kararlar mahkemenin mahiyeti hakkında fikir veriyor. [Kaynak: İnternet, Gündüz Aktan, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Terörü…: Türklere yönelik, başta ASALA olmak üzere Ermeni terör örgütlerinin saldırıları, 1973 yılında başladı ve aralarında diplomatlar, güvenlik görevlileri ve işadamlarının da bulunduğu 41 Türk vatandaşı katledildi. (Esenboğa olayında 6 Türk ve 2 yabancı, Orly olayında 2 Türk ve 6 yabancı, İstanbul Kapalıçarşı olayında 2 Türk ve diplomatlara yönelik saldırılar sırasında da (1978 Madrit ve 1983 Belgrad) 2 yabancı Ermeni terörünün kurbanı oldu.) Türklere yönelik saldırılar, 1984 yılı sonunda kesildi. 27 Ocak 1973-Los Angeles (ABD) Mehmet Baydar-Bahadır Demir: Türk vatandaşlarına yönelik ermeni saldırıları, 1973 yılında başladı. Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır DEMİR, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından şehit edildi. Elinde bulunan Abdülhamit’e ait bir tabloyu Türkiye’ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir’i Santa Barbara’daki Baltimore Oteline davet eden Yanikiyan, iki diplomatı otelde silahla üzerlerine ateş açarak öldürdü. Cinayetten sonra tutuklanan ve müebbet hapis cezasına çarptırılan Yanikiyan, 31 Aralık 1984 tarihinde af ile serbest bırakıldı. Yanikiyan, serbest kaldıktan kısa bir süre sonra öldü. Türk diplomatlara karşı ilk saldırı olarak nitelenen bu olay, daha sonra bir cinayetler zincirini başlattı ve örgütlü Ermeni terörüne örnek oluşturdu. 22 Ekim 1975-Viyana (Avusturya) Daniş Tunalıgil: Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Daniş Tunalıgil, büyükelçiliği basan 3 terörist tarafından şehit edildi. 20 Şubat 1975’de Beyrut’taki THY bürosu bombalandı. Olayı, Gizli Ermeni Ordusu Esir Yanikiyan Gurubu üstlendi. Olay yerine bırakılan mektupta, “Ermenilerin haklı davasında emperyalistlere karşı mücadele edileceği, eylemlerin Türkiye, İran ve ABD’yi hedef alacağı, bu bombalama eyleminin de bir başlangıç olduğu” bildirildi. 22 Ekim 1975 tarihinde, otomatik silahlı 3 kişi, Türkiye’nin Viyana Büyükelçiliği’ne girerek kapıdakileri etkisiz hale getirdikten sonra Büyükelçi’nin makam odasına girdiler. Burada Daniş Tunalıgil’e Türkçe, “Siz Sefir misiniz?” diye soran ve “Evet” yanıtını alan saldırganlar, Tunalıgil’i otomatik silahlarla taradılar. Tunalıgil, olay yerinde can verdi. 3 terörist, hızla binayı terkederek, bir otomobille uzaklaştılar. 24 Ekim 1975-Paris (Fransa) İsmail Erez-Talip Yener: Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, büyükelçilik yakınlarında katledildi. Büyükelçi Erez’in makam aracı, yerel saatle 13.30 sıralarında Büyükelçilik yakınındaki Seine Nehri üzerindeki Bir Hakeim Köprüsü’nde pusuya düşürüldü. İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. Saldırıyı “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” adlı örgüt üstlendi. 16 Şubat 1976-Beyrut (Lübnan) Oktar Cirit: Türkiye’nin Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar Cirit, bir salonda otururken, Ermeni terörizminin kurbanı oldu. Saldırıyı ASALA üstlendi. ASALA ilk kez bu cinayetle adını ortaya attı. 9 Haziran 1977-Roma (İtalya) Taha Carım: Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, büyükelçilik ikametgahının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldü. Saldırıyı bu kez “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” adlı örgüt üstlendi. 2 Haziran 1978-Madrit (İspanya) Necla Kuneralp-Beşir Balcıoğlu: Türkiye’nin Madrit Büyükelçisi Zeki Kuneralp’in makam aracına 3 terörist tarafından ateş açıldı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla Kuneralp ile emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu, hayatlarını kaybettiler. Saldırıyı “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” adlı örgüt üstlendi. Bu olayda, ilk kez bir yabancı da Ermeni teröristlerin Türklere yönelik saldırısı sırasında öldü. Makam Şoförü İspanyol Atonyo Torres, teröristlerin kurşunlarına hedef oldu. 12 Ekim 1979-Lahey (Hollanda) Ahmet Benler: Hollanda’daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Olayı bu kez hem “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” hem de ASALA ayrı ayrı üstlendi. 22 Aralık 1979-Paris (Fransa) Yılmaz Çolpan: Türkiye’nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz ÇOLPAN, bir teröristin saldırısı sonucu katledildi. Bu olay, Ermeni terörizminin Paris’teki ikinci saldırısı oldu. Olaydan sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, Roma, Madrit ve Paris’teki eylemlerden “Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları” adlı örgütün sorumlu olduğunu bildirerek, “Türk Hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa’daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz” dedi. 31 Temmuz 1980-Atina (Yunanistan) Galip Özmen-Neslihan Özmen: Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen ile 14 yaşındaki kızı Neslihan Özmen, bir teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildiler. Galip Özmen’in eşi Sevil Özmen ve oğulları Kaan Özmen olaydan yaralı olarak kurtuldular. Saldırıyı bu kez ASALA üstlendi. 17 Aralık 1980-Sidney (Avustralya) Şarık Arıyak-Engin Sever: Türkiye’nin Avustralya Başkonsolosu Şarık Arıyak ile koruma görevlisi Engin Sever, Ermeni terörizminin kurbanı oldular. 1980 yılında ayrıca; -6 Şubat’ta Türkiye’nin İsviçre Büyükelçisi Doğan Türkmen, Bern’de uğradığı saldırıdan yara almadan kurtuldu. -17 Nisan’da Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Vecdi Türel’in makam aracına ateş açıldı. Türel ve koruma görevlisi Tahsin Güvenç saldırıdan yaralı olarak kurtuldular. 26 Eylül’de Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk Bakkalbaşı, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. 4 Mart 1981-Paris (Fransa) Reşat Moralı-Tecelli Arı: Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat Moralı ile din görevlisi Tecelli Arı, Çalışma Ataşeliği’nden çıkıp arabaya binecekleri sırada 2 teröristin saldırısına uğradılar. Moralı saldırı sırasında hayatını kaybederken, din görevlisi Arı, ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede öldü. Saldırıyı ASALA üstlendi. Bu olay ile Ermeni terörizminin, Paris’teki üçüncü katliamı oldu. Türkiye, Türk diplomatlarını etkin bir şekilde korumadığı için Fransa’ya protesto notası verdi. 9 Haziran 1981-Cenevre (İsviçre) M. Savaş Yergüz: Türkiye’nin Cenevre Başkonsolosluğu Sözleşmeli Sekreteri Mehmet Savaş Yergüz, evine gitmek üzere konsolosluktan ayrıldıktan hemen sonra uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybetti. Saldırıyı ASALA üstlendi. Olaydan sonra yakalanan Lübnan uyruklu Ermeni terörist Mardiros Camgozyan, 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 24 Eylül 1981-Paris (Fransa) Cemal Özen: Türkiye’nin Paris Başkonsolosluğu ile Kültür Ataşeliği’nin bulunduğu binayı işgal eden 4 ermeni terörist, 56 Türk görevli ve vatandaşı rehin aldı. Teröristler, kendilerine müdahale etmek isteyen güvenlik görevlisi Cemal Özen’i öldürdüler, Başkonsolos Kaya İnal’ı yaraladılar. Ermeni teröristler, Türkiye’de siyasi tutuklu 12 kişinin salınarak Paris’e getirilmesini istediler. İsteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan teröristler 15 saat sonra polise teslim oldular. Türkiye, Fransa’yı bir kez daha uyarırken, Fransa da saldırıyı kınadı. Olayı ASALA üstlendi. Saldırıyı gerçekleştiren 4 ermeni terörist, Vasken Sakosesliyan, Kevork Abraham Gözliyan, Aram Avedis Basmaciyan ve Agop Abraham Turfanyan, 31 Ocak 1984’de Fransa’da 7’şer yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkemenin sonucu Türkiye’de büyük tepkiyle karşılandı. 1981 yılında ayrıca; -2 Nisan’da Türkiye’nin Kopenhag Çalışma Ataşesi Cavit Demir, oturduğu apartmanın asansöründe uğradığı silahlı saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. 25 Ekim’de Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği İkinci Katibi Gökberk Ergenekon, yolda yürürken saldırıya uğradı. Ergenekon, olaydan hafif yaralarla kurtuldu. 28 Ocak 1982-Los Angeles (ABD) Kemal Arıkan: Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arikan öldürüldü. Arıkan’ın katili Taşnak militanı Hampig Sasunyan, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 5 Mayıs 1982-Boston (ABD) Orhan Gündüz: Türkiye’nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz, uğradığı silahlı saldırıda öldü. 7 Haziran-Lizbon (Portekiz) Erkut Akbay-Nadide Akbay: Türkiye’nin Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda öldü. Otomobilde bulunan eşi Nadide Akbay, yaralı olarak kaldırıldığı hastanede bir süre sonra yaşamını yitirdi. 27 Ağustos 1982 – Ottawa (Kanada) Atilla Altıkat: Türkiye’nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla Altıkat, silahlı saldırı sonucu öldü. 9 Eylül 1982-Burgaz (Bulgaristan) Bora Süelkan: Türkiye’nin Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora Süelkan katledildi. 1982 yılında ayrıca; -8 Nisan’daTürkiye’nin Ottawa Büyükelçiliği Ticaret Müşaviri Kani Güngör, uğradığı silahlı saldırıda yaralandı. -21 Temmuz’da Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu Kemal Demirer’e konutu önünde silahlı saldırı düzenlendi. Demirer, olaydan yara almadan kurtulurken, saldırgan yaralı olarak yakalandı. -7 Ağustos’da ASALA’ya bağlı 2 terörist Ankara Esenboğa Havalimanında düzenlediği silahlı baskında 8 kişi öldü, 72 kişi yaralandı. Bu, Ermeni terörizminin Türkiye’deki ilk eylemi oldu. Esenboğa Olayı. 9 Mart 1983-Belgrad (Yugoslavya) Galip Balkar: Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar’a 2 terörist tarafından 9 Mart’ta silahlı saldırı düzenlendi. Olayda ağır yaralanan Balkar, 11 Mart’ta hayatını kaybetti. Olayda, bir Yugoslav öğrenci de öldü. Saldırıyı yapan Kirkor Levonyan ile Raffi Aleksandr, olaydan tam bir yıl sonra 9 Mart 1984’de 20’şer yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. 14 Temmuz 1983-Brüksel (Belçika) Dursun Aksoy: Türkiye’nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun Aksoy, ermeni teröristlerce katledildi. 27 Temmuz 1983-Lizbon (Portekiz) Cahide Mıhçıoğlu: Türkiye’nin Lizbon Büyükelçiliği, 5 Ermeni terörist tarafından basıldı ve bina içindekiler rehin alındı. Baskın sırasında büyükelçilik Müsteşarı Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu hayatını kaybetti. Portekiz polisi, düzenlediği operasyonla rehineleri kurtardı, 5 teröristi de öldürdü. Saldırıyı, “Ermeni Devrimci Ordusu” adlı örgüt üstlendi. Örgüt, teröristlerin öldürülmesi nedeniyle Portekiz Başbakanı Mario Soarez’i ölümle tehdit etti. 1983 yılında ayrıca; -16 Haziran’da İstanbul Kapalıçarşı’da bir terörist tarafından halkın üzerine ateş açıldı. Olayda 2 kişi öldü, 21 kişi de yaralandı. Saldırgan, olay yerinde öldürüldü. Olayı bir ermeni teröristin yaptığı anlaşıldı. -15 Temmuz’da THY’nin Paris Orly havalimanındaki bürosu önünde bomba patladı. Olayda, 2’si Türk, 4’ü Fransız, 1’i Amerikalı, 1’i de İsveçli olmak üzere 8 kişi öldü, 28’i Türk, 63 kişi de yaralandı. Bu olay tarihe “Orly Katliamı” olarak geçti. 28 Nisan 1984-Tahran (İran) Işık Yönder: Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye Yönder’in eşi, İran ile Türkiye arasında ticaret yapan işadamı Işık Yönder, bir ASALA militanı tarafından öldürüldü. 20 Haziran 1984-Viyana (Avusturya) Erdoğan Özen: Türkiye’nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Erdoğan Özen, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Olayı, “Ermeni Devrimci Ordusu” adlı örgüt üstlendi. 19 Kasım 1984-Viyana (Avusturya) Evner Ergun: Türkiye’nin BM Temsilciliğinde görevli Evner Ergun, aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldü. Bu olayı da, “Ermeni Devrimci Ordusu” adlı örgüt üstlendi. 1984 yılında ayrıca; -27 Mart’ta Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliği Ticaret Müşavir Yardımcısı Işıl Ünel’in otomobiline bomba yerleştirmeye çalışan bir terörist, bombanın elinde patlaması sonucu öldü. -28 Mart’ta yine Tahran’da Büyükelçilik Başkatibi Hasan Servet Öktem ve Büyükelçilik Ataşe Yardımcısı İsmail Pamukçu, evlerinin önünde uğradıkları silahlı saldırıda yaralandılar. [Kaynak: İnternet, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Vahşeti ve Ermeni Komitelerinin Â’mâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi (İlân-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra): [Ermeni Komitelerinin Etkinlikleri ve İhtilal Eylemleri, Meşrutiyet’in İlanından Önce ve Sonra]. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Önsözü ile, Örgün Yayınevi, 2005, İstanbul.
Ermeni Vakıf Yöneticisi AKP’ye Üye Oldu: İstanbul’da iki ilçenin başkanlığına bayanları getiren AK Parti, Yeşilköy Ermeni Kilisesi Vakfı yöneticilerinden Süleyman (Soğoman) Alcal’ı parti saflarına kattı. Ermeni Kilisesi Vakfı yöneticisi Süleyman Alcal, AK Parti’nin son ilçe kongrelerinde ‘bütün kesimleri yönetime taşıma’ hedefi doğrultusunda nüfusunun yüzde 20’sini Ermeniler’in oluşturduğu Bakırköy’de yönetim kurulu üyeliğine seçildi. Süleyman Alcal, 1956 Batman Beşiri doğumlu. 1966 Varto depreminin ardından 3 kardeşiyle birlikte İstanbul’a gelmiş ve Patrikhane’nin yetimhanesinde kalmış. 1970’te maddi imkansızlıklar nedeniyle ortaokul birinci sınıftayken okumayı bırakarak tekstil sektörünün kalbi Mahmutpaşa’da çalışmaya başlamış. Kalabalık bir aileye sahip olan ve Ermeni Cemaati içerisinde tanınmış simalardan olan Alcal, aynı zamanda Yeşilköy Ermeni Kilisesi Vakfı’nda görev yapıyor. AKP Bakırköy İlçe Başkanı Emine Nalbantoğlu’ndan siyasete girme teklifi alan Alcal, “Siyasete girmek istemediğim halde bana olan yaklaşımlarından ve söylenen hedeflerden etkilendim.” dedi. AKP Şişli İlçe Teşkilatı da ilçenin yüzde 12’sini oluşturan gayrimüslim vatandaşlarla diyaloğa geçti. Parti yöneticileri bu amaçla Türk Ortodoks Kilisesi eski Patriği Selçuk Erenerol’un kızı Sevgi Erenerol ve Aya Dimitri Kilisesi Kayyımı Vasil Yordanoğlu’na ziyaretlerde bulundu. Kongrelerin ardından farklı kesimlerle diyaloğa geçen AKP, kadın siyasetçileri de ön plana çıkardı. İlk defa iki ilçenin başkanlığına bayan adaylar getirildi. Daha önce İl Yönetim Kurulu Üyesi Sosyal İşler Birim Başkanı olan Emine Nalbantoğlu (48) Bakırköy ilçe başkanı, Medya Tanıtım Birim Başkan Yardımcısı Tülay Kaynarca (34) da Silivri ilçe başkanı oldu. Partinin yeni açılımını değerlendiren AK Parti İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu, yeni stratejilerini bütün ilçe teşkilatlarında üyelerin dörtte birini bayan, dörtte birini de gençlerden oluşturmak üzerine kurduklarını kaydediyor. [İnternet, Bilgi: Ahmet Dönmez, İstanbul. Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni Vatandaşlar Da Sözde Soykırım İddialarından Rahatsız: Hatay’ın Samandağ İlçesi’ne bağlı Vakıflı Köyü’nde yaşayan Ermeni asıllı vatandaşlar, sözde soykırım iddialarına tepki gösteriyor. Vakıflı’da yaşayan Ermeni asıllı vatandaşlar, Türkiye ve Türkler ile hiçbir sorun yaşamadan hayatlarını devam ettirdiklerini ve bunun mutluluğunu yaşadıklarını her fırsatta söylüyorlar. Sadece sıcak dostlukların yaşanmasıyla anılmayan köyün bir de ödülü bulunuyor. Yaklaşık bir yıl önce organik tarımdan elde ettikleri narenciyenin tamamını ihraç eden Vakıflı Köyü, Türkiye İhracatçılar Birliği tarafından özel ödüle layık görüldü. Ermeni-Türk dostluğunun en güzel örneklerinin yaşandığı köyün muhtarı Berç Kartun, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 140 nüfusu olan köyde, okuma yazma oranının yüzde 99 olduğunu, geçimlerini ise organik narenciyeden sağladıklarını belirtti. Organik tarım ile üretilen bin ton narenciyeyi, kooperatif aracılığıyla ihraç ettiklerini anlatan Kartun, köyde yaşayanların rahat ve huzurlu bir ortamda mutluluk içinde yaşamlarını sürdürdüğünü vurguladı. Yıllardır aynı topraklarda doğup yaşama, aynı çatı altında huzur içinde yaşamı sürdürmenin mutluluğunu yaşadıklarını ve hiç bir zaman sorun yaşamadıklarını anlatan Kartun, ”Ermeni soykırımı gibi iddiaları çıkaranları şiddetle kınıyoruz. Bizim aramızı bozmak isteyenlerin oyununa gelmemeliyiz” dedi. Yaz aylarında köy nüfusunun 500’ü bulduğunu belirten Kartun, ”Herkes birbirini iyi tanır. Kapımız açık yatarız. Burada hiç suç işlenmez” dedi.Köyün üçte ikilik bölümünün vakıf arazisi olduğunu kaydeden Kartun, ”Türk vatandaşları olarak her imkana sahibiz. Üniversiteyi okuyanların köyü bırakıp başka illere ya da ülkelere gitmesi dışında sıkıntımız yok. Bu nedenle köydeki nüfusun yüzde 65’i yaşlılardan oluşuyor” diye konuştu. ”Avrupa Ve ABD’ye Ne Oluyor?”: Köyün en yaşlısı olan Ermeni asıllı Türk vatandaşı Avadis Demirci (91) de köyde tek başına yaşadığını, 4-5 dönümlük arazisinde yetiştirdiği meyvelerle geçimini sağladığını anlattı. Demirci, bugüne kadar hiç bir sorun yaşamadan kardeşlik içinde birbirine saygılı ve bağlı bir şekilde yaşadıklarını, ancak Ermeni soykırımı iddialarının kendilerini üzdüğünü söyledi. Bu iddiaların provokasyon amaçlı ve anlamsız olduğunu ifade eden Demirci, ”Avrupa ve ABD’ye ne oluyor? Bunlar boş laflar. Biz burada huzur içinde yaşıyoruz. Hatta Avrupa’daki insanlardan daha mutluyuz” dedi. Köy kahvesinde arkadaşlarıyla günlerini geçiren emekli mali müşavir Can Kartun ise ”Bu iddialar, abartılarak büyütülüyor. Buna kesinlikle inanmıyor ve kınıyoruz. Araştırmayı tarihçiler yapmalılar” diye konuştu. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler ABD Kongresinde Gövde Gösterisi Yaptı, Kerry Çırpınıyor: Otobüslerle Washington’a akın eden Ermeni toplumu üyeleri, ABD kongresinde düzenlenen, sözde soykırımın 90’ıncı yıldönümünü anma töreninde gövde gösterisi yaptı. Bu yıl sözde Ermeni soykırımının tanınması için ABD Senatosu’ndan 32 senatörün, Temsilciler Meclisi’nden de 175 milletvekilinin desteğini alan Ermeni lobisi, ABD kongresinde düzenlediği anma törenine, kasım ayındaki başkanlık seçiminde ABD Başkanı George Bush’a karşı kaybeden Demokrat Parti Massachussetts Senatörü John Kerry’yi de getirdi. Tören, Başpiskopos Oshagen Choloyan’ın duasıyla başladı. ”Duayı” salondakiler ayakta dinledi. Anma töreni, Demokrat Parti New Jersey milletvekili Frank Pallone ve Cumhuriyetçi Parti Missouri milletvekili Joe Knollenberg tarafından sunuldu. Kerry, ABD Temsilciler Meclisi’nin çalışma binalarından Cannon’da düzenlenen törene kısa süre için katıldı ve sözde soykırımın tanınmasına destek konuşması yaptı. Kerry, ”Soykırım soykırımdır. Ermeniler, bugün Darfur’da olanı daha iyi anlıyor. Bizim yükümlülüğümüz, olanları tanımak ve onurlandırmak” dedi. 1990’da o dönemde senatör olan Bob Dole ile sözde Ermeni soykırımının ABD kongresinde tanınması çabalarına bizzat katıldığını anlatan Kerry, ”Ne yazık ki o zaman başarılı olamadık ve mücadelemiz halen devam ediyor. Başkan Bush, Türkiye’den tutumunu değiştirmesini istemeli. 1.5 milyon insan öldürüldü. Bu çok büyük bir soykırım. Tarihten ders almalıyız. Ermeni soykırımının tanınması çabalarımız için bastırmaya devam edeceğiz” diye konuştu. Nancy Pelosı De Katıldı: Demokrat Parti Kaliforniya milletvekili ve Temsilciler Meclisi azınlık lideri Nancy Pelosi de konuşmasında, sözde Ermeni soykırımının, 20’inci yüzyılın ilk soykırımı olduğunu iddia etti ve ”Bu kadar insan öldürüldüğü halde ABD nasıl bu soykırımı tanımıyor anlayabilmiş değilim” dedi. ABD’nin ulusal arşivinde Ermeni soykırımının olduğuna ilişkin ciddi kanıtlar bulunduğunu iddia eden Pelosi, ”Ermeni soykırımını tanımamak ABD için derin bir hata. Demokratlar ve Cumhuriyetçi Partililer, Bush yönetimiyle birlikte artık bu soykırımı tanımalı. Yıllardır Amerikan yönetimi hep Türkiye’nin stratejik konumunu öne sürerek bizi çabalarımızdan vazgeçiriyor. Stratejik konum, öldürmek için kimseye ehliyet vermez” dedi. Toplantıya, Demokrat Parti Rhode Island Senatörü Jack Reid ve Rum-Yunan lobisinin destekçisi, Demokrat Partili Maryland Senatörü Paul Sarbanes de katıldı. Sarbanes, Avrupa Birliği yolundaki Türkiye’yi, sözde soykırımı tanımaya çağırdı ve bu tanımayla birlikte ”iyileşmenin” başlayacağını söyledi. Törende, Kıbrıs Rum Kesimi’nin Washington büyükelçisi Euripides Evriviades de yer aldı. Ermenistan’ın Washington’a yeni atadığı büyükelçisi Tatoul Markarian da törende konuşma yaptı. Ermenistan’ın bağımsızlığını kazandığı günden beri Türkiye ile iyi ilişkiler istediğini öne süren Markarian, AB üyesi olacak Türkiye için ”Ermeni soykırımı” konusunda takındığı tutumun bir test olacağını ileri sürdü. Markarian, sözde soykırımın ABD’de tanınmasının, Ermeniler için yüksek öncelikli olmayı sürdürdüğünü kaydetti. Yeni Tasarı Yolda: Toplantıyı sunan milletvekili Knollenberg, Başkan Bush’un bu kez 24 Nisan’daki açıklamasında sözde soykırımı tanımasını umduklarını söyledi. 2000 yılında Ermeni soykırımının ABD kongresinde tanınmasına çok yaklaşıldığını hatırlatan Knollenberg, bu yıl da bir tasarı sunarak, bu tasarıyı kongreden geçirmek için ellerinden geleni ortaya koyma sözü verdi. Washington’daki kaynaklara göre, şu sırada hazırlanmakta olan ve sözde Ermeni soykırımını tanımaya yönelik tasarı, Nisan ayı içinde ABD Kongresi’ne sunulacak. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 21.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler Arşivlerin Açılmasına Yanaşmıyor: “Sözde Ermeni Soykırımı”nın anıldığı 24 Nisan’da, Ermeni çetelerinin Van’da Türklere karşı katliam yaptığını söyleyen Orhan Koloğlu’na göre, bu bilgilerle dolu olduğu için Ermeniler arşivlerin açılmasına yanaşmıyor. 26 Nisan 2005 —“ Sözde Ermeni soykırımı” iddialarının tarihsel gerçekliğini Orhan Koloğlu ile konuştuk. 1947’de gazeteciliğe başlayan Koloğlu, Türkspor, Son Saat, Yeni Sabah, Akşam, Yeni İstanbul, Milliyet, Barış, Aydınlık gazetelerinde muhabir, yazı işleri müdürü ve yazar olarak çalıştı. 1964-1971 arasında Roma, Karaçi, Paris, Londra, Beyrut tanıtma ataşeliklerinde bulundu. İki kez Basın-Yayın Genel Müdürlüğü yapan Koloğlu, 1975-77 arasında CHP’nin Dış İlişkiler danışmanlığını yaptı. Hacettepe, Eskişehir Anadolu, Al Fateh (Libya), İstanbul, Marmara, Galatasaray Üniversiteleri’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Koloğlu, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı Dönemi’nde sosyal yapı üzerinde makalelerinin yanısıra, 52 kitap yazdı. Son kitapları arasında ’1908 Basın Patlaması’ ve ‘Fikret Mualla’ bulunuyor. [NTV-MSNBC, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit]. 
Ermeniler Atina’da Bayrak Yaktı: Atina’da yaşayan Ermeniler, önceki gece Türk Büyükelçiliği binası önünde düzenledikleri protesto gösterisinde, televizyonlara ‘şov’ yapmak amacıyla, giderayak bir Türk bayrağını da yaktılar. Gösterinin sona ermesinden sonra dağılmaya başlayan Ermeni göstericiden bazıları, Türk bayrağı çıkararak ateşe verdi. Kameraların önünde Türk bayrağı üzerinde zıplayan Ermeni göstericilerin, Türk bayrağını çıkarıp ateşe vermeleri eylemi, 56 saniye sürdü. Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği ise, elçilik binası önünde Türk bayrağının yakılmadığını bildirdi. Türk yetkililer, Yunan polisinin büyükelçiliğin bulunduğu caddenin yan sokağına barikat kurarak göstericileri binaya yaklaştırmadığını, ancak bazı göstericilerin barikatın 50 metre kadar ötesinde bayrak yaktıkları bilgisini aldıklarını açıkladılar. [Yorgo Kırbaki-Atina, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 24.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler Kudüs’te Yine Gösteri Yaptı: Kudüs’teki Ermeni toplumundan bir grup, Türkiye aleyhtarı gösteri yaptı. Kudüs’te bu sabah, ”Eski Kent”teki Ermeni mahallesinde, Ermeni Ortodoks Patrikhanesi’nde bir ayin düzenlendi. Ayinin ardından, öğle saatlerinde patrikhane önünde toplanan, aralarında küçük çocukların da bulunduğu yaklaşık 150 kişilik grup, Türkiye aleyhine pankartlar taşıyarak, Ermeni mezarlığına kadar yürüdü. Yürüyüşe patrikhane yetkilileri de katıldı. Ermeni mezarlığında 1960’lı yılların başında yapılan meçhul asker anıtına çelenk koyan göstericiler, dua etti. Burada Ermeni toplumunun liderlerinden Serop Seropyan yine bir konuşma yaptı. Gösteri, turistlerin yoğun olarak bulunduğu, Cabba kapısı tarafındaki ”Eski Kent”in sokaklarında devam ederek, patrikhane önünde son buldu. Kudüs’te yaklaşık 2 bin civarında Ermeni yaşıyor. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler Nasıl Kullanıldılar?: Avrupalı ‘büyükler’in günahı’. Önce Ruslar, sonra da İngiliz ve Fransızlar, Birinci Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na uzanan dönemde, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için, ‘Ermeni sorunu’nu her seviyede kullandılar. [Kaynak: İnternet, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler ve Bizler: Epey yıl oluyor, Ermeni kökenli sınıf arkadaşım Ardaşes Songut Paris’ten aramıştı. Fransa’ya yerleştiğini söyledi ve ‘yolun düşüp de aramazsan canına okurum’ dedi. Bir süre sonra oraya gittiğimde de Montparnasse taraflarındaki bir kahvede buluştuk. Enseye tokat ve ‘n’aber ahparik’ falan, ardından Ardaş bana, ‘Lübnan Ermenisi bir kızla evlendim ve karım ‘Türk’le bir araya geliyorum’ diye çok korkuyor. Kusura bakma, ‘her şey yolunda’ diye eve telefon etmemi bekliyor’ demez mi! O kabine seğirttiğinde ben, demek kadıncağız her Türkü ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ canisi sanıyor diye düşündüm ve kin ve korkuyla şartlanmış diaspora karşısında dehşete kapıldım. Başka hikayeye geçiyorum, yine sevgili bir sınıf arkadaşım olan ve Can Dündar’ın ‘Milliyet’te açıkladığı gibi, rahmetli devlet adamı Alparslan Türkeş’i Ter Petrosyan’la buluşturmak dahil Türk Ermeni dostluğuna baş koymuş Samson Özararat çağırdı, ‘Tehcir’in yıldönümü nedeniyle düzenlenmiş bir semineri izlemek için geçen hafta Nice’ye gittim. Hemen söyleyeyim ki, Fransız Côte d’Azur’ünün aslında ‘diaspora kalesi’ olmasına rağmen, seviyesi son derece yüksek bu sempozyumda ‘nefret’ temasından eser yoktu. Hele hele, daha nice yıllar yaşasın, Konya Ermenilerinin 16 Ağustos ‘nakliyat’ından önce doğmuş olan Şabuh Gedik Beyefendi, ailesini ve kundaktaki kendisini, vali Mahmut Celál Bey ve müftü Hüsamettin Çelebi Efendi’nin nasıl kurtardığını anlatarak, ‘adalet ve hakkaniyet sahibi bu asil Türkleri asla unutmamak gerekir. Aziz mekánları cennet olsun’ dediğinde, ‘Taşnak’ komitacılarının bile duygulanmaması imkánsızlık taşıyordu. Ve biline ki, o insanlık timsali vali ve müftü ‘Ermeni kurtardıkları’ gerçekçesiyle, kısa bir müddet sonra İttihatçı çete tarafından sürgüne gönderildiler. İnanmayan araştırsın ve ‘Talat’ın Defteri’nde, nüfusla ters orantılı olarak Konya’dan ‘Tehcir’e yollanan Hay insanlarımızın neden diğer bölgelerden az zikredildiğini sorgulasın. Sonra, çaka çaka başım döndüğünden denizde kum, bende sınıf arkadaşı, gerçek adını vermeyeceğim ve ‘Dikran’ diyeceğim başka bir ‘ahparik’ can yoldaşımla buluştum. O canım ciğerim ‘Dikran’ ki, okulu kırar kırmaz langırt masası ve bira bardağı, bitirimliğe beraber başladık ve tá Nice’lere kadar gitmişken, koklaşmamamız düşünülemez. Şabuh Bey’den alıp beni havaalanına götürdü ve uçak kalkana kadar da ‘lafladık’. Ve ‘Dikran’ anlattı ki, diasporayla ilişki sürdürememektedir; çünkü, ikinci ve üçüncü kuşağın ciddi bölümü fanatik ‘Türk düşmanlığı’ gütmektedir; kendisi ve sonradan oralara giden diğer Türkiyeli Ermeniler biraz ‘kaypak’ ve ‘beşinci kol’ gibi algılanmaktadır; hatta ve hatta, Hay soy arasında evlilik yapmayanlara hafiften yan gözle bakılmaktadır. Neyse, sarıldık, öpüştük ve o işine döndü, ben de uçağıma binip düşüncele daldım. Çok çok özetle söylersem, lumbozdan karlı Alplere bakarken şunları düşündüm: Nasıl ki ‘Ermeni Sorunu’na ‘resmi tez’ dışında yaklaşmak cesaretini gösteren bizler ‘vatan haini’ (!) gibi hayasız suçlamalara göğüs geriyoruz, ‘Türk sorunu’na fanatik milliyetçiliğin diğer ‘resmi tez’ini aşarak yaklaşan Ermeniler de aynı tür kahrı çekiyorlar. Allah onlara da bin kolaylık versin, bizler kadar küfür yiyor ve tehdit işitiyorlar. Oysa, ne ak, ne kara olan ve gri tonlar içeren ‘gerçek’ ancak ortada yakalanabilir. Ardaş’ın karısının benim onu Paris’in ortasında ‘kesmeyeceğime’ inanması, Şabuh Bey’in Konya örneğini bilmesinden; Dikran’ın Nice Ermeni cemaatini ‘yumuşatabilmesi’ (!) ise Samson’un rahmetli devlet adamı Türkeş’i Petrosyan’la buluşturmasından geçer. Buna ‘insani ilişkiler’ diyoruz ki, Türkler ve Ermeniler o insaniyetten kopamaz. Zaten Türkler ve Ermeniler karşılıklı kardeşlik, dostluk ve yoldaşlıktan hiç kopamaz!. [Hadi Uluengin, Email: huluengin@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler, Avrupa İçin Hala Sermaye; Agos Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink: 1915’teki olaylarda Avrupalıların birinci derecede rolü bulunuyor. Frankfurt Halkevi’nde konuşan Dink, ‘Ermeniler bugün bile hálá Avrupalılar tarafından politik sermaye olarak kullanılıyor’ dedi. İstanbul’da yayınlanan Ermenice Agos Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, 1915 yılında yaşanan olaylarda, Avrupalılar’ın birinci derecede rolü bulunduğunu belirtti, ‘Bugün bile Avrupallar’ın bir çoğu Ermeniler’i ‘politik bir sermaye’ gibi görüyor’ dedi. Hrant Dink, Frankfurt Halkevi’nde, Frankfurt Başkonsolos yardımıcıları Ufuk Gezer ve Umut Acar’ın da katıldığı toplantıda, ‘Ermeni sorunun dünü ve bugünü’ adı altında bir konuşma yaptı. Türkiye’de son günlerde ortamın yeniden gerilmeye başladığını kaydeden Dink, Mersin’de bayrak yakma girişimiyle başlayan bayrak gösterisi ile Trabzon’da yaşanan linç girişimlerini buna örnek gösterdi. Dink, ‘Bir bayrak yere düştü diye neler yapıldı. Orhan Pamuk, ‘30 bin Kürt’ü ve 1 milyon Ermeni’yi öldürdüler’ şeklinde açıklama yapınca ortalığı ayağa kaldırdılar. Ancak bu gerginlik bize fayda sağlamaz’ diye konuştu. Merkel’in Derdi Başka; Dink, CDU Genel Başkanı Angela Merkel’in mecliste konuyu gündeme getirmeye çalışmasını yine ağır bir dille eleştirdi. Dink, ‘Sayın Merkel’in parlamentoya sunduğu teklif, soykırımın kabul edilmesi anlamına gelmiyor. Ancak ben yine de diasporadaki bazı Ermeni arkadaşlarıma soruyorum. Merkel sizi çok sevdiği için mi bunu meclise taşıyor yoksa, Ermeni lobisinin baskısıyla mı? Ne o, ne de bu. Markel’in derdi başka. Merkel Türkiye’nin AB üyeliğine engel olmaya çalışıyor’ açıklamasında bulundu. Yaşanan olaylarda Arvupalıların baş aktör olduğunu kaydeden Dink, Ermeniler üzerinden Avrupalıların hala siyasi oyunlar peşinde olduğunu belirtirken, ‘Ermenilerin yaşadığı trajedi, bugün bazıları tarafından hala sermaye olarak kullanılıyor. Ermeniler, bugün bazı Avrupalıların siyasi argümanları olarak politik bir sermaye gibi görülüyor’ dedi. Sorunun ‘tarihçilere bırakılması’ yönündeki söylemleri doğru bulmadığnı kaydeden Dink, CHP tarafından davet edilen Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin yeni birşey söylemediğini kayderken ‘Amerikalı tarihçinin davet edilmesi çok saçma bir şeydi. Çünkü McCarthy, Türkiye’nin bildiği, bilinen şeyleri söyledi’ dedi. Suçun Belgesi Olmaz; Türkiye’nin ‘Ermeni soykırımı’ konusunda dış dünyanın baskılarından korkmadığını, asıl çekindiğinin kendi halkı olduğuna da değinen Dink, konunun insan vicdanında çözülebileceğini ifade etti Dink, ‘Bu konuyu tarihçiler çözemez. Çünkü onlar belgelerle uğraşır. Biz tarihi tartışmak yerine tarihe nasıl bakmamız gerektiğini tartışmalıyız. Ermeniler, ‘soykırımın belgesini bulcağız’ diye düşünüyorlarsa, avuçlarını yalarlar. Siz hiç bir suçun belgesi olduğunu gördünüz mü? Suçu işleyen biri, bunun belgesini yok eder’ açıklamasında bulundu. [Murat Tosun- Ahmet Atak / Frankfurt, kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 11.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler; [Ermeniler kendilerine Ermenice “Hay” derler. İstanbul’un adına da Rumca’dan bozulup eğrilme bir kelimeyle “Bolso” demetedirler. Bolso adı Konstantinepolis’in [Konstantin’in Kenti] Kent: Polis kelimesinden gelir._EK_] Adana’dan Kafkaslara kadar uzanan bir bölgede dağınık olarak ve azınlık olarak yaşıyorlardı. Kendilerinin Nuh AS’ın oğlu Ya’fes’in oğlu Hayk’ın soyundan geldiklerine ve bölgenin yerli halkı olduklarına inanıyorlardı. Tarihî belgeler ise onların M.Ö. 6. Yüzyıl’da Balkanlar’dan bölgeye geldiklerini, Trak-Frig kökenli olduklarını gösteriyor. Ermeniler M.Ö. 521 yılından itibaren İranlıların, M.Ö. 331 yılından sonra Makedonya’nın, M.Ö. 66 yılından sonra Romalıların egemenliği altında yaşamışlardır. Zaman zaman el değiştiren bölge 642 yılında Emevilerin yönetimine geçmiştir. 970’te tekrar Bizanslıların eline geçen bölge 1071 tarihinden itibaren Selçuklular tarafından ele geçirilmiştir. Selçuklular’dan sonra İlhanlılar’ın, Akkoyunlular’ın, daha sonra da Osmanlılar’ın yönetimine girmişlerdir. (1473-1555) Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar da azınlık statüsünde yaşamışlardır. Osmanlı devleti yönetimi altındaki Asya topraklarının hiçbir bölümünde Ermeni yoğunluğu olmadığı için, hiçbir yer Ermenistan adıyla isimlendirilmemiştir. Birinci Dünya Savaşından önce Anadolu bölgesinde, 1.193.394 Ermeni yaşıyordu. Bu toplam nüfusun % 7’si civarındaydı. Ermenilerin en kalabalık olduğu Bitlis ilinde bile, toplam nüfusa oranları %25’i geçmiyordu. Bugün Türkiye’de 1960 sayımına göre Ermenice konuşan halkın toplamı 53.173’tür. bunun 41.311’i İstanbul’da, 11.862’si diğer illerde bulunmaktadır. Ermenilerin Ermenice denilen bir dili vardı ve bu dil çok gelişmemişti. Soylular ve şehirliler, idaresi altında bulundukları milletin dilini konuşurlardı. Hattâ Osmanlı yönetiminde iken 18. Asır ortalarına kadar Türkçe’den başka dil konuşmazlardı. Kilisede bile İncil’in Türkçesi okunurdu. Kültürlerinde, folklör ve edebiyatlarında Türklerin geniş tesiri vardı. Ermeniler de ilk zamanlarda İranlılar gibi ateşperest idiler; aya, güneşe, yanardağlara taparlardı. 301 yılında Kirkor Lusaroviç denilen bir rahibin çalışmalarıyla Hıristiyan oldular. Hıristiyan olunca, Kirkoriye (Gregorien) ismiyle kendilerine mahsus bir kilise kurdular. İnaçları ve ibadetleri katolik ve ortodokslardan farklıydı. Kiliseye yalnız erkekler devam ediyordu. Dînî liderlerine Katagigos deniliyordu. En büyük dînî liderleri Erivan yakınındaki Eçmiyazin’de bulunuyordu. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra 1461 yılında, Bursa’daki Ermeni dînî lideri Hovakim’i İstanbul’a getirtti. Yayınladığı bir fermanla Ermeni Patrikhanesi’ni kurarak, onu ilk patrik ilân etti. İranlılar Ermenileri tekrar ateşperest yapmak için, Bizanslılar da kendi mezheplerine çevirmek, Ortodoks yapmak için çeşitli baskılar yaparlardı. Müslümanların idaresi altında, yâni Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Ermeniler serbestçe dînî faaliyetlerini yapabildiler. Askerlikten muaf oldukları için sanat, ticaret ve tarımla uğraştılar. Her bakımdan mutlu ve müreffeh bir hayat yaşıyorlardı. İkinci Viyana bozgunundan sonra Osmanlı devleti gerileme sürecine girince, devleti yıkmak için batılı büyük devletler planlar hazırladılar, iç işlerine karışmaya başladılar. Azınlıkları devlete karşı ayaklandırmak için çeşitli çalışmalar yaptılar. Başta Rusya olmak üzere, İngiltere, Fransa ve ABD, konsoloslukları vasıtasıyla, açtıkları kolejler vasıtasıyla, Ermeniler arasında milliyetçilik ve ayrılık fikirlerinin gelişmesini sağladılar. Tanzimat ve Islahat Fermanları’yla azınlıklara tanınan haklar, Ermenileri iyice şımarttı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı kaybedilip Ayastefanos [Yeşilköy, İstanbul] antlaşması imzalanırken, Ruslarla görüştüler. Daha sonra 1878’de Berlin Konferansı’nda Doğu Anadolu’da Ermeni azınlığın olduğu bölgelerde ıslahat yapılacaktır diye bir madde konulmasını sağladılar. Devletin zayıf zamanlarında çeşitli isyanlar çıkartarak yabancı devletlerin müdahelesini beklediler. Böylece Balkan ülkeleri gibi bağımsızlıklarını kazanacaklarını, müstakil bir Ermenistan kuracaklarını umuyorlardı. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeniler’de Dini Ayrım: Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan Ermeniler ilk zamanlarda Ermeni Kilisesi’nin kurulmasına yol açan Grigoryan Mezhebi’ne bağlıdırlar. Sonraları Hıristiyanlığın iki ana mezhebe dağiılırlar. Katolikler ve Ortodokslar. Amerikan Protestan Misyonerleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda etkinliğe başlamalarından sonra Protestan Mezhebi’ne bağlı olanların da sayısı artar. Ortodokslar’ın Ana Kilisesi İstanbul Kumkapı’daki Ermeni Ortodosk Patrilkhanesi olur. Katolikler’in bilindiği üzere Ana Kilisesi Vatikan’dır. 15 Mart 1916 tarihinden itibaren yer değiştirmenin tamamlanmasından sonra, Ermeniler’in çoğunlukla Suriye vilayeti dahilinde yerleştirilmeleri nedeniyle, İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi 10 Ağustos 1916’da kapatılarak Kudüs’e aktarılır. Sis ve Akdamar Katogikosluk’ları da birleştirilerek Kudüs’e kaldırılır. Yeni kurulan Patrikhane’nin başına da Sis Katogikos’u Sahak Efendi getirilir. [Derleme: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenilere ‘Arşivleri Açın’ Çağrısı: Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, soykırım iddialarını yalanlarken, Ermenileri arşivleri açmaya çağırdı. Halaçoğlu, “Boston’daki Taşnak Arşivi’ni açarlarsa gerçek ortaya çıkar” dedi. 1915’te hayatını kaybeden Ermeni sayısının abartıldığını söyleyen Halaçoğlu, “Hiç Ermeni ölmedi demiyorum ama öldürülen ya da hastalıktan ölen Ermeni sayısı en fazla 100 bin” dedi. [NTV Haber, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin 1915 Erzurum Katliamı: “… Ermeni topçuları sokaklarda 270 kişi yakalamış, bütün elbiselerini soyduktan sonra hepsini bir hamama götürmüş ve burada en haris hislerini tatmin etmişlerdir…”15 Nisan 2005 15:13. Rusya, Fransa ve İngiltere gibi devletler tehcir olayını, o yıllarda savaşta oldukları ve yok etmeye çalıştıkları Osmanlı’ya karşı insafsız ve çarpıtılmış bir malzeme olarak bütün güçleriyle kullandılar. ABD de Avrupa devletlerinden geri kalmadı. Bugün değişik ülkelere yayılmış bulunan Ermeniler, yüz yıla yakın bir süre, her gün giderek artan bir ölçüde ”Ermeni Sorunu” nun tek yanlı olarak propagandasını yapmakta ve kendi çıkarlarına uygun kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadırlar. Günümüzde bu propaganda ve suçlama, daha çok, Birinci Dünya Savaşı içinde (1915) Ermenilerin savaş bölgeleri dışına çıkarılmaları üzerinde toplanmıştır. Bu tarihsel olay şöyledir: Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’nun bazı yerlerini işgal eden Ruslar, yöredeki Ermenileri silahlandırarak Türklerin üzerine saldırttılar, buradaki Türkleri toplu olarak öldürme ve yok etme hareketine giriştiler; köyleri ateşe verdiler, kasaba ve şehirleri yakıp yıktılar, on binlerce Türk’ü görülmemiş bir vahşetle öldürdüler. Bu acı ve korkunç olaylarla bazı Ermeni komiteciler, insanlık tarihine kara ve utanç verici sayfalar eklediler. Bu gibi kanlı ve insanlık dışı olayların sürmesi üzerine Osmanlı hükümeti, ordusunun da büyük baskısıyla bir kanun çıkararak Ermenileri bulundukları yerlerden başka bölgelere göç ettirmek zorunda kaldı (1915). Bu göç sırasında bazı Ermeniler salgın hastalıklara yakalanarak öldüler, kimileri soyguncuların saldırılarına uğradılar. Ermeni komiteciler tarafından Berlin’de öldürülen (1921), İttihat ve Terakki Fırkası liderlerinden, Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Talât Paşa ‘nın ”Ermeni Meselesi” adlı hatıraları ile Osmanlı Devleti Arşivi’nden yararlanılarak Osmanlı Devleti Raporu olarak hazırlanan (1916) Osmanlıca ve Fransızca ”Aspiration Et Agissements Revolutionnaires Des Comites Armenies avant et apres la Proclamation de la Constition Ottomane” adıyla yayımlanan bu çok önemli tarihsel belge, dönemin tanınmış gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın ‘ın Önsözü ile ”Ermeni Vahşeti ve Ermeni Komitelerinin Â’mâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi (İlân-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra)” olarak günümüz Türkçesiyle çıktı (Örgün Yayınevi, 2005, İstanbul). Kanlı ve insanlık dışı Ermeni olaylarının başlangıcını Talât Paşa, bu kitapta şöyle anlatmaktadır: ”İsyan hareketleri evvelâ Zeytun’da başlamıştır. Seferberliğin ilânını müteakip Ermeniler âlenan isyana başlamış, vergilerini ödemekten imtina etmiş ve asker toplanması hususunda verilen emirlere muhalefet etmişlerdir. Askerlik vazifelerini ifa etmek üzere askerlik şubelerine gelen Müslümanlara sokakta taarruz edilmiş, bunlar soyulmuş ve öldürülmüştür. Zeytun halkı zabit ve kumandanları emri altında bir milis teşkil etmişti; bu suretle ‘Zeytun ihtilâlci alayları’ ismi altında şehirleri müdafaa etmek istiyorlardı. Tabii buna imkân bulamadıklarından mavzer ve martin silâhlarıyla dağa çıkmışlar ve Müslüman köylerine taarruz ve askeri nakliyatı izac etmeye başlamışlardır.” Vahşet üstüne vahşet Talât Paşa, Ermeni komitecilerinin Bitlis, Erzurum, Mamuratülâziz (Elazığ), Diyarbakır, Sıvas, Trabzon, Erzincan, Ankara, Van, Adana, İzmit-Adapazarı, Bursa, İzmir vb. Osmanlı şehirlerindeki kanlı ayaklanmalarına da değinerek şunları söylemektedir: ”…Yalnız Van şehrinde isyan eden Ermenilerin sayısı beş bini geçiyordu, hepsi de en yeni silâhlarla donatılmıştı. Bunlar mevzilerini son hadde kadar müdafaa ediyorlardı. Şehirdeki hükümet konağı, askeri müesseseler ve diğer binaları tahrip edilmiş ve Müslüman mahalleleri ateşe verilmiştir. Yedi yüz kadar âsi Van müstahkem mevkiini el bombalarıyla uçurmuştur. Bu isyan hareketleri nisana kadar devam etmiştir. Büyük Erzurum Ermeni katliâmı 7 Şubat 1915’te başlamıştır. Ermeni topçuları sokaklarda 270 kişi yakalamış, bütün elbiselerini soyduktan sonra hepsini bir hamama götürmüş ve burada en haris hislerini tatmin etmişlerdir.” Ermeni komitecilerinin bir başka kanlı ve korkunç vahşetleri de, Sadrazam Talât Paşa tarafından hazırlatılan, 1332 (1916) yılında Matbaa-i Orhaniye’de (İstanbul) basılan ”Ermeni Komitelerinin Â’mâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi (İlân-ı Meşrutiyetten Evvel ve Sonra)” adlı Osmanlı Devleti Raporu’nda şöyle anlatılmaktadır: ”Ermeni İhtilâl Komitelerinin kâffesi müttehiden Sasun vakayini takdir eder ve burada çarpışan kahramanları takdîs ederler. Aynı zamanda bu vakayi’e ithâfen müteaddid eserler neşrolunmuştur ki, bunların kâffesi pek bâlâ-pervâzane ve mübâlâgakârânedir. Bu eserlerin tetkik ve tahlilinden Ermeni komitelerinin her zaman İtilâf devletlerinin desâis-i siyasîyesine âlet oldukları ve vakayiin esbâb-ı hudûsu tahkik edilirse bunun da sırf memlekete ecnebî müdahalesinin celp ve davet olduğu bir kere daha teeyyüd eder. 1895’te Sasun ihtilâli başladı. Mezkûr ihtilâli en ziyade, bilâhire Kozan mebusu olan Murad ile Damatyad ismindeki serkendeler idare etti… İkinci Sasun ihtilâli 1905’te başlamıştır. Bu defaki ihtilâlin idaresini Taşnaklar deruhte ederek meşhur Ahpur Serop ile namı diğer Sepor Paşa ihtilâli idare etmek üzere reis tayin edildiler.” Osmanlı Devleti Raporu’nda Boğazlıyan (Yozgat) Ermeni isyanı da şöyle anlatılmaktadır: ”Yozgat sancağının Boğazlıyan kazasına tabi Çakmak karyesiyle Yazber dağında cevelân etmiş yetmiş kişilik müsellâ (silahlı) Ermeni eşkıyası ve Ankara’nın Bala, Haymana, Ankara hudutlarındaki Yeknam ormanlarında kuvvetli Ermeni çeteleri ve yine Boğazlıyan’ın Çuhanlı karyesi civarında Kuzas mevkiinde, Kayseri’nin Everek karyesi Ermenileri tarafından kumanda edilen müteaddid kollara ayrılmış üç yüz karip müsellâh Ermeni eşkıyası görüldü. Yine Yozgat’a tabi Kumkuyu karyesinde tahassum eden üç yüz kadar Ermeni eşkıyası 2 Eylül 1915 günü civardaki kurayı İslâmiyeyi ateşe verdiler. Suret-i mahsusada inşa edilmiş siperlerden ve mazgal deliklerinden jandarma ve asker üzerine istimal-i silâha başladılar ve Çatıkebir karyesi ormanında tahassun edilen ve miktarı sekiz yüze yakın bulunan Ermeniler orman içerisindeki Akdağ geçidinde vaktiyle ihzar ettikleri siperlerden asker ve jandarma ve ahaliye taarruzatta bulundular. Günlerce müsademeden sonra Kızılcaova cihetine doğru firar ettiler.” Ermeniler’in savaş bölgeleri dışına çıkarılmaları, Birinci Dünya Savaşı’nın ağır koşulları içinde Osmanlı devlet adamlarının almak zorunda kaldıkları bir önlemdir. Avrupa devletlerinin ”hasta adam” olarak gördükleri Osmanlı İmparatorluğu’nu ve onun temel öğesi olan Türkleri yok etmek için Ermeniler’in sapladıkları hançeri çıkarmak işlemidir. Bu olay bütün yönleriyle tarihin malı olmuştur. Koşullandırma: Rusya, Fransa ve İngiltere gibi devletler de bu olayı, o yıllarda savaş içinde oldukları ve yok etmeye çalıştıkları Osmanlı devletine karşı insafsız ve çarpıtılmış bir malzeme olarak bütün güçleriyle kullanmaya giriştiler. Bu konuda Amerika Birleşik Devletleri de Avrupa devletlerinden geri kalmadı. Böylece hem düşmanlarını yıpratmaya hem de kışkırttıkları ve felaketlerine neden oldukları Ermeniler’e karşı dostluklarını kanıtlamaya çalıştılar. Avrupa devletlerinin o zamanki yöneticileri yurttaşlarını koşullandırmakta bu Ermeni propagandasından geniş ölçüde yararlandılar. Ermeniler’in bu gerçek dışı abartmalarını, sanki gerçek buymuşçasına, devletlerinin resmi görüşü olarak sunmaya giriştiler. Bu durum, o devletler adına hiç kuşkusuz geçmişin bir talihsizliğidir. Ancak o zamanki düşmanlarımız, şimdi dost ve müttefikimiz olan devletlerin artık gerçekçi olmalarını, geçmişteki hatalarını düzeltmelerini beklemek ve sağlamak da hakkımızdır. 1915 yılında sözde kıyımda ölenlerin sayısında bile anlaşamayan bu devletler, birkaç milyon ölüden söz açan Ermeniler’in görüşlerini bugün de geçmişteki propaganda temeli üzerine dayamaya çalışıyorlar. Dünya, tek yanlı bu Ermeni Suçlamaları’nı yıllardan beri dinlemektedir. İşte bu kitap, bu gerçekleri ve belgeleri ortaya koyan, savaş yıllarının sıkıntısı ve olanaksızlıkları içinde Osmanlı Devleti tarafından dosta ve düşmana karşı yükseltilen tarihin sesi durumundadır. Okunduğu zaman görülecektir ki, kitap, bir savunma değil, Ermeniler’in arkalarında yer alan devletlerin de gerçek yüzlerini ortaya koyan bir suçlama, bir vahşet raporudur ve önemi de buradan gelmektedir. [Kaynak: İnternet, Nurer Uğurlu-Cumhuriyet- 5.04.2005, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin 1918-1920 Yılları Arasında Yaptıkları Mezâlim: Ermeniler’in Ruslara yardımcı olarak birlikte işgal ve katliamlar yaptıklarını yukarıda anlatmıştık. İşgal yıllarında bu zulüm çeşitli şekillerde devam etti. Nihayet 7 Kasım 1917’de Rusya’da ihtilâl oldu, 22 Ocak 1918’de Rusya mütareke istedi. Bunun üzerine Rus ordusu işgal ettiği doğu Anadolu’dan çekilmeğe başladı. Bu esnada Ermeniler yine yağma ve katliamlar yaptılar. Her tarafı yakıp yıktılar. Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis, Muş ve Kars bölgelerinde pek çok zulümler icra ettiler. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin Azarbeycan Karabağ Hocalı Katliamı: “Ya Hocalı katliamı?.. 26 Şubat . Yani Ermenilerin Azerbaycan’da 1992 yılında yaptıkları Hocalı Katliamı’nın 13’üncü yıldönümü… Gazeteleri görmüşsünüzdür: Hocalı katliamından söz eden ne bir haber ne de bir makale vardı. Çünkü biz ulus olarak da eski olayları tazeleyip intikam üretmeyiz. Aynı nedenle olacak eğitim sistemimiz ‘kin ve intikam’ doğurabilecek bilgileri öğrencilerden saklar. Sonuçta, özellikle yurtdışına giden Türk çocukları, karşılarına ‘Siz Ermenileri öldürdünüz’ gibi bir suçlama çıktığı zaman apışır kalırlar. Yanıt dahi veremezler. Zannederler ki, Türk ulusu onlardan suçlarını saklamıştır. Bu durum tarihi gerçekleri bilmeyen insanlarımızda suçluluk kompleksi yaratır. O yüzden yıllardır Ermeniler yayınladıkları kitaplarla, filmlerle, şarkılarla, hikáyelerle Türkleri ’20’nci asrın ilk ve en büyük katliamının suçlusu’ diye tanıtarak dünya kamuoyunu aleyhimize tahrik ediyor, çeşitli ülkelerin parlamentolarından ‘Türkiye’yi suçlayan’ kararlar çıkartıyor ama Türkiye bir şey yapmıyor. Daha doğrusu ‘vızıltı’ düzeyinde kalan birkaç itiraz sesi ile yetiniyor. Hálá savunmadayız. Saldırıya hala geçemedik. Oysa 26 Şubat, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesini 1991 Eylül’ünde işgal eden Ermenilerin Hocalı’da yaptıkları katliamın 13’üncü yıldönümü ise, bu gerçeği ortaya çıkartıp; ‘İşte… Yüzlerce kadın, çocuk, yaşlı sivil Azerbaycanlının katili bunlardır’ diye bağırmak gerekir. Gerçekten o gün Hocalı’ya giren Ermeni ve Rus askerlerinin yaptığı katliam, vahşetin akıl almaz örnekleriyle, Hocalı sokaklarını kan gölüne çevirdi. Vusal Aliyev’e göre kasabanın 3000’i aşan nüfusunun 613’ü o gece öldürüldü. Bu arada 106 kadın, 63 çocuk ve 70 ihtiyarın başları kesildi, gözleri çıkarıldı, derileri soyuldu. Hamile kadınlar süngüyle delik deşik edildi. Bakın o vahşeti yaşayan ve sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, ‘For the Sake of Cross’ (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında (Sayfa: 62-63) ne anlatıyor: … Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hálá yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.’ Doğrusu merak ediyoruz… Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki parlamenterleri, Hocalı’da Ermeniler tarafından yapılan katliamın kınanmasını ne zaman isteyecekler? Azerbaycanlılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ne zaman başvurup da haklarını arayacaklar? [Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahooçcom, Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin Örgütlenmesi: Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermeniler’in ilk ulusal hareketleri 1860 yılında kurulan derneklerle başlamıştır. Bu dernekler zamanla dış yardım ve kışkırtmalarla, Ermeniler’i devlete karşı ayaklandıran komiteler haline gelmiştir. Ermeni Kiliseleri ve Ermeni Okulları ihtilalci fikirlerin aşılandığı en önemli merkezlerdir. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin Savaş Bölgesi’nden Çıkartılması ve Tehcir Kanunu [14 Mayıs 1915]: Osmanlı Hükümeti ilk aylarda isyanlara karşı yalnız yöresel ve özel önlemler almakla yetindi. Rus ordularının doğu illerini işgali sırasında, özellikle onlara öncülük eden Ermeni gönüllü intikam alayları tarafından müslüman halk acımasızca yok ediliyordu. Van’ın düşmesi, Bitlis, Muş, Erzincan, Bayazit, Zeytun, Sivas vs. bölgelerde isyanların ve saldırıların sürmesi üzerine hükümet, orduyu korumak için hareket etmek zorunda kaldı. Halâ serbestçe çalışan Ermeni Komite merkezlerini kapattı, komite liderlerini ve kışkırtıcıları tutuklattı. [24 Nisan 1915] Dışardaki Ermeni topluluklarının her yıl katliam yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu tarihtir. Daha sonra 14 Mayıs 1915’te Tehcir [Zorunlu Göç] kanunu çıkarıldı. Buna göre: 1. Seferde ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, ahali tarafından herhangi bir surette hükümetin emirlerine ve ülkenin savunmasına, güvenliği korumaya ilişkin uygulamalara karşı koymak, silahla saldırı ve direnme görürlerse, derhal askerî kuvvetlerle şiddetli biçimde cezalandırmaya ve direnmeyi esasından yok etmeye izinli ve mecburdur. 2. Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askerî icablardan dolayı veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini, tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân edebilirler. 3. İşbu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. Bu kanuna göre, ayaklanma hazırlığı içinde olan Ermeniler İç ve Doğu Anadolu’dan güneye, o zaman sınırlarımız içinde bulunan Suriye, Lübnan ve Irak’a göç ettirilmiştir. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenilerin Türk Mezalimi: kimin kimi ne şekilde katlettiğini, tüm açıklığı ile bilmek en doğrusudur… 01). Balta ile Katliam: İzmit’in Kollar köyünden Ermeniler tarafından balta ile katledilen müslümanlardan bir kısmının olaydan sonra çekilen fotoğrafı; 1-Boşnak Malik, 2-Abdulmecid oğlu Ali, 3-Ali oğlu Seyid (14 yaşında), 4- Ömer oğlu Abdulgani, 5-Abdulgani oğlu Mecid, 6-Abdullah oğlu Hüseyin, 7-Bekir oğlu Yusuf, 8-Osman oğlu İsmail, Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 02). Erzincan’da Ermeniler tarafından ırzına geçilerek öldürülen Pakize adlı bir Türk kadını. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 03). 25 Nisan 1918’de, Subatan’da Ermeniler tarafından öldürülen Türk çocuklar, kadınlar ve karınları deşilerek bebekleri çıkarılan anneler. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 04). Erzincan’ın Odabaşı bölgesinde, Ermeniler tarafından oyularak katledilen bir Türk. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 05). Sivas’ta Ermeni çeteleri tarafından yapılan katliamda boğazı kesilerek öldürülen jandarma Mustafa. Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 06). Ordudan hava değişikliği için terhis edilen ve 23 Temmuz 1915 de Diyarbakır’ın Lice kazasına bağlı Kum ve Çom Köyleri civarında elleri ayakları bağlanarak Ermeni Komitecileri tarafından şehid edilen askerler. Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 07). Diyarbakır’ın Şark nahiyesine bağlı Hızır İlyas Köyü Mersani Deresi (23 Temmuz 1915). Hono ismindeki Ermeninin başında bulunduğu çete tarafından hançer ve kurşunla şehit edilen erkek, kadın ve çocuklar. Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 08). 29 Ağustos 1914 tarihinde Ermeni Çeteleri tarafından Siverek-Urfa Yüksekyol ve Karacadağ civarında türbe ziyareti sırasında esir edilip canlı hedef yapılarak şehit edilen Müslüman Türkler. Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 09). Silvan civarında, Beşnik Ermeni köyüne Van ve Tolorya’dan gelip, Doryan Dano ve kardeşlerinin başında bulunduğu Ermeni Çeteleri tarafından 11 Haziran 1915 tarihinde Şeytankaya mevkiinde şehit edilen milis subayı Hamid Efendi komutasında bulunan erzak kafilesi, jandarması ve subayları. Kaynak: Ermeni Ayaklanmaları ve İhtilal Hareketleri. 10). Erzincan Odabaşı bölgesinde, birbirlerine bağlanmış halde öldürülmüş kadın ve çocukların cansız bedenleri. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 11). 16 Şubat 1918’de, Erzincan’ın Vagarir köyünde, Ermeniler tarafından şehit edilen ve bir evin arkasında bulunan şehit edilmiş Türkler. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures. 12). Hasankale’de, Ermeniler tarafından şehit edilen kadın ve çocuklar. Kaynak: Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures.
ErmeniLerin Yol Açtığı Olayalr, Ermeni Yerleşim Yerleri, Zorunlu Göç [Tehcir] ve Zorunlu Yerleşim Yerleri: Osmanlı İmparatorluğu zamanlarında, 1893-1894 olaylarından bu yana devlete karşı tepkilerini sürdüren Ermenilerin yoğun olduğu yaşadıkları Haçin, Zeytun [Süleymaniye-Maraş] ve Sasun’un dağlık bölgeleridir. Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu zamanlarında çoğunlukta olduğu kabul edilen yerler Altı Vilayet “Vilayet-i Sitte [Six Vilayets]” yada Doğu Vilayetleri’nde “Vilayât-ı Şarkıyye [Eastern Vilayets]” kalan yerler şunlardır; Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Harput yada Mamuratülaziz [Elazığ], Sivas ve Van. Bu yerler Osmanlı Ermenileri’nin yoğuun olarak yaşadığı yerler olarak kabul edilmekteydi. ’Bu yerlerden başka Trabzon, Adana [Kilikya, Cilicia] ve Halep de [Aleppo] vardı. Ermeniler’ce kabul gören ve Ermeni Kiliseleri’nin bulunduğu Kayseri, İskenderun Antakya ve Konya da önemli yerlerlerdi. İstanbul’da da önemli sayıda Ermeni yaşamaktaydı. Sürejkli göç halinde olan Ermenler zaman içinde Bursa [Hüdavendigar], İzmit Sancağı [Adapazarı], Ankara, Edirne gibi yerlere dek gittiler. Ermenilerin göçle oluşturdukları bu dağılımda İzmit ilginçtir. İzmit Ermeniler için tarihi bir yer değildir ve neredeyse tüm Ermeniler İzmit ve çevresine sonradan gelip yerleşmişlerdir. İzmit ve çevresindeki Ermeniler’in km başına yoğunluğu 8.2’dir. Bu da şu anlama gelir Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı kabul edilen Altı Vilayet’teki yoğunluklarının iki katırdır bu. Ermeniler’in çıkarttığı belli başlı olaylar ve olayalrın geçtiği yerler; Kumkapı Nümayişi (1890), I. Sason İsyanı (1893), Babıali Yürüyüşü (1895), Zeytun ve Maraş İsyanlar (1895-1896), Van İsyanı, Osmanlı Bankası Baskını (1896), II. Sason İsyanı (1897), Yıldız Sarayı’nda II.Abdülhamid’e suikast girişimi (1905) olayları ilk akla gelenlerdir. Ermeniler’in zorunlu göçe gönderildiği yerler; 1. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetleri; 2. Maraş şehir merkezi dışında Maraş Sancağı; 3. Halep Vilayeti’nin merkez kazası dışında İskenderun, Beylan (Belen), Cisr-i Şugur ve Antakya kazaları içinde kalan köy ve kasabalar; 4 Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri dışındakalan Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket sancakları. Buna göre; Erzurum, Van ve Bitlis’ten çıkarılan Ermenilerin, Musul’un Güney kısmı ile Zor sancağı ve Merkez dışında kalan Urfa Sancağı’na; Adana, Halep, Maraş çevresinden çıkarılan Ermeniler’in ise Suriye Vilayeti’nin doğu kısmı ile Halep Vilayeti’nin doğu ve güneydoğusuna gönderilirler. Zorunlu Göç gönderilen Ermeni kafileleri, yerleştirilecekleri yerlere gönderilmek üzere, yol kavşakları üzerinde bulunan Konya, Diyarbakır, Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde toplanırlar. 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihine kadar Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden yeni yerleşim bölgelerine taşınan ve yerlerinde bırakılan [Zorunlu Göç (Tehcir)] Ermeni nüfusu Osmanlı Arşivi’nin ilgili tasniflerindeki belgelerine göre gönderilen toplam Ermeni sayısı 438.758’dir. [Derleyen: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenistan Başbakanı:”Türkiye Sınırı 2005 Yılı Sonuna Dek Açılabilir: Ermenistan Başbakanı Andranik Margaryan, Türkiye-Ermenistan sınırının bu yıl sonuna dek açılabileceğini söyledi. Margaryan, Erivan’da düzenlediği basın toplantısında, “Şu anki durumun Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi için uygun olduğunu” ifade etti. Margaryan, “Sınırların açılmasını ve diplomatik ilişki kurulmasını sağlamak için yıl sonuna kadar her şey yapılmalı” diye konuştu. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 13.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenistan İçin ABD’den Konuk: ABD Başkanı George W. Bush’un Ermeni soykırım iddialarının 90’ıncı yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada “soykırım” ifadesini kullanmamasının ardından Washington ile Ankara arasındaki “Ermenistan” diyalogu hız kazanıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Laura Kennedy Dışişleri Bakanlığı’nda temaslarda bulunmak üzere gelecek hafta Ankara’ya gelecek. Avrupa, Kıbrıs ve Kafkaslar’dan sorumlu Kennedy, bölge turu çerçevesinde yapacağı ziyaretinde Ankara’ya Erivan ile ilişkilerini “normalleştirme” çağrısında bulunacak. Kennedy’nin Ankara ziyaretinin yanı sıra Ermenistan’da da temaslarda bulunabileceği belirtiliyor. [Ankara, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenistan, İddiaları Tartışmayacak: Bu arada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermeni iddiaları ile ilgili ortak komisyon kurulması için gönderdiği mektup dün Erivan’a ulaştı. Ermenistan Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre, Ermenistan mektuba, ”tarihi bir gerçek olan soykırımı Türkiye ile tartışmayız” yanıtını verecek. Tiflis’teki Türk Büyükelçiliği üzerinden Erivan’a ulaşan mektuba, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre, Erivan resmi yanıtını hazırladı. Resmi yanıtın şöyle olacağı tahmin ediliyor: “Ermenistan, tarihi bir gerçek olan soykırımı Türkiye ile tartışmaz. Bu bir gerçektir ve uluslararası kamuoyu tarafından kabul edilmiştir. Ancak, Türkiye ile soykırım olayı sonrası ve sonuçları; örneğin diplomatik ilişkiler, ticari ilişkiler, sınır kapısının açılması gibi konular tartışılabilir”[Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Ermenistan: Devlet Başkanı Robert Koçaryan. Başkent Erivan [Ermeniler Yerivan derler. Türklerin elinde olduğu zamanlarda Revan yada Rev kenti. Kentte Ermeniler tarih boyunca asla çoğunluk olmamıştır. Kentin Ermenileştirilmesi Ruslarla işbirliği yapan Rus ve Osmanlı Ermenileri’nin 1800’lü yıllardan itibaren başlattıkları çeşitli ayaklanma, silaha sarılma ve isyanları takip eden ve 17 Ekim 1917 Rus Kızıl Devrimi ile son bulan en son kenti işgal etmeleri sonrasına dayanır]. [Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Ermenistan’ın Türkiye’den Toprak Talebi Yok; Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ise, önceki gün yaptığı açıklamada Erivan yönetiminin soykırımın tanınması için çalıştığını, ancak Türkiye’den toprak talebini asla öne sürmediğini belirtmişti. Ermeni Mediamax Ajansı’nın haberine göre, Koçaryan, Türkiye’den toprak talebini öne çıkarmadıklarını ifade ederek, ”bugünkü gündemimizde, Ermeni soykırımının uluslararası alanda tanınması konusu var” dedi. İşgal altında tutulan Yukarı Karabağ ile ilgili sorunun çözüm sürecine de değinen Koçaryan, tavizlerin kaçınılmaz olduğunu söyledi ve “güçlü olan biziz, daha fazlayı biz almalıyız” dedi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 13.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenistan’la Gizli Görüşme: Türkiye ve Ermenistan’ın 10 maddelik “güven artırıcı önlemler paketi”ni yürürlüğe soktuğu, üçüncü ülkelerde gizli görüşmeler yaptığı belirlendi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın, iki ülke arasındaki asıl sorunlar giderilene kadar, halklar arası yakınlaşmayı teşvik etmek için 10 maddelik gizli bir “güven artırıcı önlemler paketi”ni yürürlüğe soktuğu ortaya çıktı. İki bakanlık arasında ayrıca, tarihi anlaşmazlıklara son vererek diplomatik ilişkileri başlatacak bir protokol imzalanması için tarafsız ülkelerde gizli görüşmeler yürütüldüğü belirlendi. Milliyet’in edindiği bilgilere göre, Gül ve Oskanyan arasında kısa süre önce varılan mutabakat doğrultusunda, diplomatik ilişkiye girmeden iki ülke arasında nasıl işbirliği sağlanabileceğini ortaya koyan bir “yol haritası” çizildi. Atina diyaloğu gibi: Türkiye ile Yunanistan arasında 4 yıldır yürütülen güven artırıcı önlemler politikasını andıran Türkiye-Ermenistan yakınlaşması, 10 maddelik bir öneriler paketinden oluşuyor. Belgede şu öneriler yer alıyor: Türk ve Ermeni havayollarının karşılıklı düzenli seferler başlatması. Ortak turizm projelerinin geliştirilmesi. Tarihi anıtların korunmasında işbirliğinin başlatılması. İki ülke resmi ajanslarıyla diğer medya grupları arasında bilgi değişim kanalları kurulması. İki ülkenin bilimsel enstitüleri arasındaki işbirliğinin desteklenmesi. İki ülke resmi makamlarının denetimi altında Türk ve Ermeni sivil toplum örgütleri arasında görüşmeler ve işbirliği mekanizmalarının başlatılması. Uluslararası örgütlerde, iki ülkenin çıkarları doğrultusunda danışma ve işbirliği kanallarının geliştirilmesi. Parlamentolar ve parlamenterler arasındaki diyalog ve işbirliğinin teşvik edilmesi. Meslek kuruluşları gibi profesyonel örgütler arasında işbirliği yapılması. Türkiye ve Ermenistan ilişkilerin normalleştirilmesi ve diplomatik ilişki kurulabilmesi için daha önce 2 kez taslak protokol hazırlandı. Ankara’nın 4 koşulu: Türkiye, Ermenistan’la protokolün imzalanması için şu 4 şartı öne sürüyor: 1. Ermenistan’ın bağımsızlık bildirisi ve anayasasındaki Türkiye’den toprak talep eden ifadeler çıkarılmalı. 2. Ermenistan, 1921 Kars-Gümrü Anlaşması ile belirlenen sınırları tanımalı. 3. Sözde soykırım iddialarını dış politika önceliği olmaktan çıkarmalı. 4. İşgal ettiği Azerbaycan topraklarından BM kararı doğrultusunda çekilmeli. Akademik işbirliği, parlamenterler arası diyalog gibi bazı maddeler hayata geçirilirken, diğerlerinin de zamanla uygulamaya sokulmasının planlandığı öğrenildi. Türkiye ile Ermenistan arasında tarihi anlaşmazlıklara son verecek “protokolün” imzalanması için de gizli görüşmeler yürütüldüğü ortaya çıktı. Geçmişte 2 kez başarısızlıkla sonuçlanan gizli görüşmelerde, taraflar arasındaki siyasi sorunların da paket halinde çözümü hedefleniyor. 3 yıl önce başlayan görüşmeler için iki ülke dışişleri heyetlerinin üçüncü ülkelerde gizlice bir araya geldiği belirtiliyor. [Önder Yilmaz, Utku Çakirözer-Ankara. Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermenistan’la Siyasi İlişki Kurulabilir: Erdoğan, Türkiye’nin önerdiği ortak komisyonda soykırım iddiaları araştırılırken, “Ermenistan ile siyasi ilişki kurulabileceğini” bildirdi. Türkiye’nin diplomatik ilişki kurmadığı Ermenistan’ın Devlet Başkanı Robert Koçaryan’a “ortak bir komisyon kurarak soykırım iddialarını inceleme” önerisini içeren bir mektup gönderen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Önce ikili ilişki kuralım, sonra komite kurulabilir” yanıtını almasının ardından köklü bir politika değişikliğinin işaretini verdi. Erdoğan, Milliyet yazarlarının sorularını yanıtlarken, iki ülke ilişkilerinde yeni bir dönem başlatabilecek ara formülü de içeren şu görüşleri dile getirdi: ‘Bizde korkunç belge var’: Ermeni meselesinde ‘Sadece tarihçiler çalışsın’ demiyorum. Siyaset bilimcileri de bunun içine katalım. Siyasetçiler bunun nihai kararını versin. Ama onlar işi belli bir noktaya getirsinler bizim burada. Bir defa burada Ermenistan ne kadar samimi? Varsa arşivlerini açsın. Bizim arşivcilerimiz, gerek Türk Tarih Kurumu, gerek Devlet Arşivleri, hepsiyle yaptığım görüşmede verdikleri bilgi şudur: ‘Bizde korkunç belge var.’ Bunlar bizim sadece tasnifi yapılmış olanlar. Yani basılı olarak belli bir miktarda ulaştıklarımız, bir de ulaşamadıklarımız var. Aynı şekilde TSK da arşivlerini açma noktasında, onlarda da şu anda ciddi bir tasnif çalışması var. Eğer Ermenistan da samimiyse, o da açsın. Üçüncü ülkeler de açsın. Bunun üzerinde tarihçiler, siyaset bilimciler, uzmanlar çalışmalarını yapsın. Ondan sonra da siyasetçiler bu işin nihai kararını versin. ‘Ecdadımızla övünüyoruz’: Nedir bu nihai karar? Biz tarihimizle hesaplaşırız. Onlar tarihleriyle hesaplaşmaya hazır mı? Olay bu. Biz burada bir dönemi bir kenara itip bir başka dönemi sahiplenmek gibi bir derdin içinde değiliz. Biz ecdadını inkâr eden değil, ecdadıyla övünen bir milletiz. Bu noktada bizim bir sıkıntımız yok. Biz burada rahatız. Kalkıp da tehciri bir ‘soykırım’ olarak ifade etme yanlışına düşenlerle bir arada olmamız mümkün değil. Her ülkede gerçekleşmiş olan, dünyadaki tarih boyunca olan olaylardır. Tehcirin olmadığı dünyada ülke şu anda… En gelişmiş ülkelere bakın, tarihini incelediğiniz zaman orada da tehcirleri göreceksiniz. Her yerde oldu. ‘Siyasetçinin işini biliyoruz’: Yalnız Koçaryan’ın yazısında bir şey var. Koçaryan orada, artık bize kendine göre bir şey hatırlatmak istiyor. Yani işi ‘Bu siyasetçilerin işidir’ gibi bir noktaya götürüyor. Biz siyasetçinin işinin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Halbuki siyasetçiye altyapı oluşturan bir takım vardır. Bu takım nedir? Tarihçidir, siyaset bilimcidir, arşiv işleriyle uğraşan uzmanlardır. Bunlar çalışmayı yapar. Getirir önümüze, biz kararımızı veririz. Ama kalkıp da bu işlere girişmeden, ‘pat’ diye sıradan bir olay gibi geliyor karşımıza. Nedir, ‘Hemen kapılar açılmalı.’ Şu an dünyada birbiriyle çok farklı olan, hatta düşman olan ülkeler bile birbirine (sınır kapılarını) açıyor. Tamam da, sen bu konuda daha benden kapı açma talebinde bulunurken, dünyada soykırım mücadelesini, bu lobileri oluşturma şeyini niye sürdürüyorsun? Ben senden iyi bir niyet göreyim. Erivan-İstanbul hava hattını açtık. Bizim gelir gelmez attığımız adımlardan biri bu. ‘Ermeni mimar istedik’: Mesela şu anda Ermeni vatandaşlarımla benim aramda bir sıkıntı yok. Açılışlarına davet ediyorlar, katılıyorum. Görüşme talepleri oluyor, görüşüyorum. Onlardan da benim partimin yönetimlerinde olan vatandaşlarım var. Mesela Kültür ve Turizm Bakanı’mız Atilla Bey’e talimat verdik, Akdamar Adası’ndaki kilisenin restorasyonu. Bütün tahsisler yapıldı, herhalde ilgili çalışma başladı. Ben kendisine (Atilla Koç) Ermeni Patriği ile de temas kurmasını söyledim. Onlar orada bu yapılacak olan restorasyon çalışmalarında size ilgili bir mimarı versinler. Çünkü orada bazı dedikodulara, ‘Eserimizi şöyle bozdular, şöyle yaptılar’ gibi bir şeye fırsat vermeyelim. Bunlar bizim olumlu yaklaşımlarımız, mesajlarımız. Tabii karşı taraftan da bu tür bazı mesajları almamız lazım. Ermeni soykırımı ile ilgili bu konuyu bir defa dünyada, meclislerde bunu yapmak suretiyle dünyayı bu konu etrafında toparlaması, bunu çirkin buluyoruz. ‘BM kararına uymuyorlar’: Bunlar birinci derecede BM’nin sorunu. BM Güvenlik Konseyi bu konuda kararını vermiş zaten. Bu kararı verdiği halde bunlar bu karara hâlâ uymuyor. Aynı şekilde geçenlerde yine Avrupa Konseyi’nde alınan son karar biliyorsunuz, yine Ermenileri (Karabağ’da) işgalci olarak kabul etmiştir. Burada da ‘Bakın bu tür işgalleri de kaldırmıyorsunuz’ diye kendilerine söylüyoruz. Son zamanda, mesela artık Kars Anlaşması’yla ilgili konularda pek bir direnemiyorlar. Daha olumlu bir noktaya gelmeye başladılar. Ben mektubu bunun için yazdım. Bir yandan siyasi ilişki kurulabilir. Bir yandan da çalışmalar devam edebilir. ‘Gizlilik mizlilik anlamam’: Esas olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Ben geçen Gökçeada, Bozcaada’daydım. Rum vatandaşlarımız yanıma geldi. Hatta birinin oğlu, benim partimin ilçe yöneticisiymiş. Mal alımlarında sıkıntıları olduğunu söylediler; işlemler uzuyormuş. ‘Oluyor, ama gecikiyor’ dediler. Ben de onlara dedim ki, ‘Önemli olan TC vatandaşı olunmasıdır. Benim için bir farkınız yok. Ahmet, Mehmet neyse, sen de osun.’ (Acaba azınlıklara satışlara ilişkin gizli bir genelge mi var, sorusu üzerine) Ben böyle bir genelge var mı, bilmiyorum. Gizlilik mizlilik anlamam. Vatandaşsa bu bir haktır. Nasıl Almanya’daki Türkler normal mal alabiliyorsa, bunlar da Türkiye’de vatandaş olmuşlarsa, malını alabilmelidir. Schwarzenegger tribüne oynuyor: Başbakan Erdoğan, 24 Nisan’ı “soykırım günü” ilan eden California Valisi Arnold Schwarzenegger konusunda şunları söyledi: “Trübüne oynuyor. Lüzumsuz bir açıklama yaptı. California’ya her halükârda gideceğim. Ancak bu açıklamadan (soykırım) sonra kendisiyle görüşüp görüşmeme konusunu değerlendiriyorum.”. [Ankara-Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 29.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ermeni-Türk Uzmanlar Atölyesi: (WHATS),
Erzurum’da Ermeni Zulmü: Ilıca’da kaçamayan Türklerin hepsinin öldürüldüğünü ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş bir çok çocuk cesetleri gördüğünü Erzincan’dan Erzurum’a dönüşünde bizzat başkomutan Odişelidze söyledi. Ilıca katliamından üç hafta sonra 11 Mart 1918 pazartesi günü ordan dönen yarbay Griyazmof gördüklerini şöyle anlattı: “Köylere giden yollarda uzuvları tahrib edilmiş bir çok cesetlere rastladım. Her geçen Ermeni bu cesetlere bir kere söğüp tükürüyordu. 25-30 metrekarelik cami avlusuna iki arşın (141 cm) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı. Bunların arasında her yaşta kadın, erkek, çoluk çocuk ve yaşlılar vardı. Kadın cesetlerinde zorla ırza geçme halleri pek belli bir halde idi. Birçok kadın ve kızların tenasül yerlerine tüfek fişeği sokulmuştu. Alaca Menzil Komutanlığı Müteahhidi olan bir Ermeni 12 Mart 1918’de yapılan vahşilik üzerine şunu anlattı: Ermeniler bir kadını canlı olduğu halde bir duvara çivilemişler; sonra kalbini oyup başının üstüne asmışlar. Erzurum’da Rus topçu subaylarından Gürcü asıllı teğmen Midvani şöyle bir olaya tanık olduğunu anlattı: Bir Ermeni, arabacılardan bir müslümanı vurmuş, fakat öldürememiş, sırt üstü düşmüş. Ermeni elindeki sopayı, can çekişen müslümanın ağzına sokmak istemiş. Dişleri kilitlenmiş olduğundan sopayı ağzına sokamayan Ermeni, müslümanın karnını tekmeleye tekmeleye öldürmüş. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Türk Ordusu Kars ve çevresini terk ederek 1877-1878 Türk-Rus Savaşı sonrası çizilen sınırın batısına çekilmişti. Bu bölge tekrar Ermeni cellatların ellerine bırakılmış oldu. Bağımsız Ermenistan devletine bağlı çeteler iki yıl boyunca çeşitli zulümler yaptılar. Nihayet Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusu 30 Ekim 1920’de Kars’ı, 12 Kasım 1920’de Iğdır’ı Ermeniler’den kurtardı. 3 Aralık 1920 günü Ermenistan’la Gümrü Anlaşması imzalandı. Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak Uzlaşma Devletleri Anadolu’nun her bir tarafını işgale başlamışlardı. Güney illerimiz [Urfa, Antep, Maraş, Adana] önceleri İngilizler tarafından işgal edilmiş ve daha sonraları ise Fransızların denetimine geçmişti. Ermeniler bu bölgede de, Fransızların himayesinde zulüm ve katliamlarını sürdürdüler. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Esma Nine Anlatıyor: Molla Kasım köyünden 95 yaşındaki Esma Hanım yaşadığı faciayı hafızasında kalan kırıntılarla şöyle anlatıyor: Ermeniler, Molla Kasım köyünü yerle bir ettikten sonra Zeve’ye gittim. Zeve Çayını geçemedim, beni atla gelip aldılar. Zeve’de toplu halde bulunan kadınların tamamını Ermeniler bir dama koyduktan sonra, yere oturulmasın diye su ile doldurdular. Yarı belimize kadar su içinde kaldık. Sonra erkekleri ayırıp götürdüler. Onları başka bir damda diri diri yakmışlar. Ermeniler, 15 yaşından küçük çocukları da bir tarafa ayırdıktan sonra süngüleyerek katlettiler. Kadınları da gruplar halinde Van’a götürdüler. Bir çocuğumu, gözümün önünde koyun boğazlar gibi boğazladılar. Bir Ermeni, komşumuz Firdevs hanımın oğlunu ayağının altına alıp, iki bacağından ayırarak iki parça edip şehid etti. Ermeniler o kadar çok müslüman boğazladılar ki, akan kanlar koskoca tandırları doldurdu. En son Rus ordusunda vazifeli bir Tatar bu korkunç faciaya son verdi. Ermeniler, esir ettikleri müslüman kadınları iki sıra halinde aralarına alıp türkü söyleyerek, tef çalarak götürüyorlar; ikide bir; “Korkmayın sizi Van valisi Cevdet Paşa’ya götürüyoruz Cevdet Paşa size pilâv ikram edecek!” diyorlardı. Sonra koro halinde: “Cevdet Paşa et temâşa-Gelinlerin oldu matuşka! (fahişe demek)” diyorlardı. Molla Kasım Köyü’nden Şeyh Selim Efendi’nin gözlerini oyduktan sonra şehid ettiler. Gene Molla Kasım Köyü’nden Müslim amcayı öldürdükten sonra, cesedini namaz kılıyor gibi bir duruma soktular, İslâmın dini ve imânına küfür ettiler, alaya aldılar. Ermeniler, bir taraftan erkekleri öldürüyorlar, sonra da: “Korkmayın, size bir şey yok! Onları Rusya’ya para kazanmaya gönderiyoruz.” yalanını gözümüzün içine bakarak söylüyorlardı. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Ex Oriente Lux: [The Light Shines From East_EK_] is the monthly electronic news bulletin of the Oriental Orthodox News Service (OONS), oons-request@uk-christian.net, [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Ferner Rum Patrikhanesi; Patrikhanenin kütüphanesinde Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu Aleksis Aleksandris‘in da katıldığı bir etkinlikte konuşan Ortodoks Patrik Bathelemeos, Belek’te yapılan Üç Dinin Buluştuğu Yer toplantısında Başbakan RTE ile baş başa bir görüşme yaptığını ve isteklerinin yerine getirilmesi konusunu dile getirdiğini ve sabretmeleri gerektiği yanıtı aldığını belirtmiş. Partikhane’nin temsilcisi Diositheos tüm sorunların çözümleneceğini, kendilerinden sabretmelerinin istendiğini, şimdiye dek hep sabrettiklerini ve yakın gelecekte de sabredeceklerini, ümitle bekledikleri ve hak ettikleri iyi günlerin gecikmemesi için dua ettiklerini belirtmiş. Patrik geçenlerde Ermenilerin açılışını yaptıkları Surp Pıgriç Ermeni Hastanesi Müzesi’nin açılışına Başbakan’ın katılarak Ermenilere değer ve dikkat verdiğini ve benzer bir itinanın da Rum azınlığa karşı da verilmesini beklediklerini belirtmiş [Kayıt: Erkan Kiraz, 11.12.04, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Financial Times: Türkiye İddialara Meydan Okuyor; Ekonomi gazetesi Financial Times ise, Türkiye’nin “Ermeni soykırımı” iddialarının temeli oluşturan “Mavi Kitap”ın reddedilmesi için İngiliz Parlamentosu nezdinde bir girişimde bulunmaya hazırlandığını belirterek Türkiye’nin sahte gibi gördüğü iddialara meydana okuduğunu yazdı. Gazete, Ankara kaynaklı Vincent Boland imzalı haberinde Türkiye’nin bu girişiminin Türkler ile Ermeniler arasındaki acı ihtilafı daha da derinleştirebileceğini yazdı. Türk milletvekillerinin Avam Kamarası’na göndereceği mektupta söz konusu belgenin uydurma olduğunu belirttiğini kaydeden gazete, mektubun ana muhalefet partisi CHP’nin bir girişimi olduğunu, CHP’nin öteden beri var olan, “soykırım” iddiasına muhalefeti şekillendirdiğini belirtti. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Gaston Gaillard; Les Turcs et l’Europe, Librairie Chapelot, 1920,
Gaston Gaillard’ın İtirazı; 29 Mart günü yayınlanan ‘Türk-Ermeni Sorununa Fransız Tarihçi Gaston Gaillard’ın Bakışı’ başlıklı yazımda, Fransız tarihçinin Türkler ve Avrupa (Les Turcs et l’Europe, Librairie Chapelot, 1920) adlı kitabında yayınladığı tanıklıklara yer vermiştim. Kitap olayların üzerinden sadece beş yıl geçtikten sonra yayınladığı için tarihçinin aktardığı bilgiler günümüzdeki kadar kirlenmemişti. Ermeni baskılarıyla kirletilmemişti. ‘Tarihimizle yüzleşelim!’ türünden bilmişliklere kalkışan Türk yazarlara kesinlikle güvenmem; bu öneriyi yapan yabancı ise kuşku ile bakarım. Avrupa Birliği ileri gelenleri, ikinci cumhuriyetçiler, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunları konusunda ulusal çıkarları korumaya çalışanlara kızanlar, Türkiye’nin mutlaka tarihiyle yüzleşmesini önerirler. Önermek bir yana ‘Eller yukarı, teslim ol!’ çağrısı yaparlar. Bu önerinin anlamı şudur: Kıbrıs konusunda Yunan ve Rum iddialarını; soykırım konusunda resmi Ermeni iddialarını; Kürt sorununda ise PKK’nın iddialarını kabul edin. Bu iş bitsin. Ermeni sorununu, Ermeni iddialarının bir yeminli neferine emanet etmiş olan bir gazete de ‘20. yüzyıl yüzleşme çağı’ bölümünde Almanya, Güney Afrika, İngiltere, Kanada, Danimarka, Hollanda ve Belçika’nın zarar verdiği uluslardan özür dilediğini yazıyor. Bunlardan Almanya, Yahudi Soykırımı yaparken suçüstü yakalandığı, kurbanlarıyla hatıra fotoğrafı çektirdiği için özür dilemekten başka çaresi yoktu. Öbür özür dilemelere gelince içerik olarak soykırım sayfasında yer almıyorlar. Türkiye’nin de bu bağlamda özür dilemesi gereken iki olay var: Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 olayları. Bunların kanıtları ve belgeleri var. Bunların dışında ‘Tarihimizle yüzleşelim’ ağızlarıyla ‘Ermeni Soykırımı’nı kabul edelim’e yapılan işaret, bence, beşinci kol çalışması olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda adını andığım kitabın son bölümünün ilk kısmında, Türk-Ermeni sorunu ele alınmaktadır. Gelin tarihimizle yüzleşelim! Tˆte de Turc ekibi tarafından hazırlanan dosyadan aktarıyorum: ‘Türkiye’yi derinden rahatsız eden ve Doğu sorununu daha karmaşıklaştıran Ermeni sorunu, aslında, Rusya’nın gizli emellerinden ve Rusya’nın Ermenileri koruma adına Türklerin işine karışmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorun, ortaya konduğundan itibaren yol açtığı güçlüklerin de gösterdiği gibi, Slavlar ile Türklerin çatışmasının kendini gösterdiği çeşitli yüzlerden biridir. Rusya’nın sürekli olarak ya Anadolu ya da Trakya, hatta her ikisi üzerinden ulaşmaya çalıştığı Akdeniz kıyıları arasında engel oluşturan Türklerle çatışmasının evresidir.’ ‘Fakat komitelerden (Taşnak ve Hınçak komiteleri. Öİ) her biri, kendi faaliyetini sürdürür ve taşra illerindeki şubelerine Rusların ilerlediğini, Osmanlı birliklerinin geri çekilişini kolaylaştırmak için ne gerekiyorsa yapmalarını; birliklerin malzeme sağlamaları engellenmelerini, Osmanlı birlikleri ilerlediği takdirde Ermeni askerlerinin birliklerinden ayrılarak çeteler oluşturmalarını ve Ruslara katılmalarını bildirirler.’ ‘Komiteler, hezimetle biten bir savaştan çıkar çıkmaz bir başkasına giren Osmanlı hükümetinin durumundan faydalanmaktadırlar. Bu bağlamda Zeytun’da, Maraş ve Kayseri sancaklarında, özellikle Van, Bitlis, Talori, Muş ve Erzurum’da ayaklanmalar çıkardılar. Erzurum ve Doğu Beyazıd’da, seferberlik emriyle birlikte Ermenilerin çoğu Rus tarafına geçer ve orada silahla donatıldıktan sonra Türklere karşı savaşa gönderilirler. Erzincan’da da Ermenilerin dörtte üçü Rusya’ya geçerek Rus saflarına katılır.’ ‘Bu koşullarda, nüfusun bu iki kesimi arasında ardı arkası kesilmeyen çatışmaların yükselmesi ve her iki tarafın da 1895-1896 olayları ve Türk-Rus savaşı sonrasında, Adana olayları sırasında, Balkan Savaşı esnasında ve nihayet I. Dünya Savaşı boyunca birbirlerine karşı misillemede bulunması anlaşılır bir olgudur. Fakat, Türkler tarafından öldürülen Ermeni sayısının 800 bini aştığının iddia edilmesi ve Ermeniler tarafından katledilen Türklerden hiç söz edilmemesi kabul edilemez.’ Gaston Gaillard bir Osmanlı-Rus+Ermeni Savaşı’dan söz etmektedir. Soykırımın Birleşmiş Milletler tanımına göre Ermeniler, Osmanlı birliklerine karşı silahlı mücadele verdikleri için (Yahudiler gibi silahsız olmadıkları için) soykırım iddiaları utanmaz bir yalandan başka bir şey değildir. Zaten İngiltere Başbakanı Lord Curzon da ‘Kabul etmek gerekir ki, bazılarının zannettiği gibi, Ermeniler de ‘masum küçük kuzular gibi’ davranmadılar. Gerçekten bir dizi vahşi saldırıda bulundular ve kan döktüler’ (17 Şubat 1919) diyerek bu gerçeği mühürleyip imzalamaktadır. Gaston Gaillard, ayrıca 19 Mart 1919 tarihli Times’ın Ermenilerin yaptığı vahşetin öyküsüne yer verdiğini yazmaktadır. Yazmaktadır ama Taner Akçam ve benzerlerine göre ya kötü tarihçidir (!) ya da Osmanlı Sultanı’ndan bahşiş almıştır(!).. [Özdemir İnce, Email; oince@hurriyet.com.tr Hürriyet Gazetesi, kayıt; Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.coom Şirintepe-İzmit].
Gelirse Tutuklanır: Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu hakkında soruşturma açan İsviçreli Savcı, “Halaçoğlu gelip ifade vermezse tutuklarız” dedi. Savcı, Prof. Halaçoğlu’nun konuşma metni elimizde. 3 yıl hapis öngören “ırkçılığa karşı ceza yasası”nın 261. maddesi B şıkkına göre soruşturma açtık. Dosya numarası: A3/2004/1501″ diye konuştu. Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma açtıran İsviçreli savcı Andrej Gnehm, ‘Gelip ifade versin. Eğer ifade vermezse Prof. Halaçoğlu İsviçre’ye giriş yaptığı zaman tutuklanabilir’ dedi. Prof. Halaçoğlu’nun sözlerinin ‘Yahudi soykırımı olmadı’ demekle eş olduğunu söyleyen Gnehm, 3 hapis cezası isteyebileceğini belirtti. İsviçre’de soykırımı veya insanlığa karşı işlenmiş bir katliamı reddetmeyi, hafif veya haklı göstermeyi suç kabul eden ceza yasasının 261. Maddesi B bendine dayanarak Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma açıldığını, İsviçre’nin Winterthur Savcılığı da doğruladı. Irkçılık karşıtı yasa çerçevesinde Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma yürüttüklerini açıklayan Savcı Andrej Gnehm, İsviçre Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımı’nı tanımasının Prof. Halaçoğlu hakkında soruşturma başlatmayla bağlantısı olduğunu vurguladı ve bunun 2. Dünya Savaşı’nda toplama kampları olmadığını, Yahudilerin öldürülmediğini söylemekle aynı seviyede olduğunu belirtti. Savcı Gnehm ceza yasasının 261. Maddesi B bendinde soykırımı veya insanlığa karşı işlenmiş bir katliamı reddetme, hafif gösterme veya haklı bulmanın bir ile 3 yıl arasında hapis cezası veya beş bin İsviçre Frankı para cezası öngördüğünü söyledi. İfade Vermeli: Savcı Gnehm, Prof. Halaçoğlu’nun geçen yılın 2 Mayıs tarihinde yaptığı konuşmayla ilgili metnin ellerinde olduğunu, bu konuşmadan kısa bir süre sonra Prof. Halaçoğlu hakkında soykırımı reddettiği suçlamasıyla bir suç duyurusu yapıldığını ve bu suç duyurusunu dikkate alarak soruşturma yürüttüklerini belirtti. Savcı Gnehm ayrıca İsviçre gazetelerinin de bu konuşma hakkında haber yazdığına dikkat çekti. Konuşmanın içeriğinin suç kapsamına girip girmediği yönündeki soruya savcı Gnehm, metnin içeriği hakkında bir yorum yapmak istemediği yanıtını verdi, ancak metindeki görüşlerin çok açık ve net olduğunu söyledi. Savcı Gnehm, İsviçre’nin Ankara Büyükelçisi Walter Gyger’in aksine, Halaçoğlu’nun İsviçre’ye gelmesi durumunda tutuklanabileceğini söyledi. Interpol’e Yazdık: Savcı Gnehm ilk olarak soruşturma açılan Prof. Halaçoğlu hakkında bilgi almak için Interpol üzerinden Türkiye’ye yazdıklarını, ancak Interpol aracılığıyla arama veya uluslararası tutuklama kararı bulunmadığını kaydetti. Prof. Halaçoğlu’nun İsviçre’ye gelerek kendisine ifade vermesinin en doğru yol olacağını söyleyen savcı Gnehm, ifadesi alınmadığı takdirde İsviçre’ye giriş yapması durumunda tutuklanabileceğini belirtti. Türkiye’de ifade vermesinin ise henüz hukuksal olarak açık olmadığını kaydeden savcı Gnehm, ifadenin İsviçre’de alınmasında ısrarlı olacakları işaretini verdi. [Celal Özcan, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 03.05.05, Şirintepe-İzmit].
Gerçek Bizi Özgür Kılacak’imiş; Ermeni kökenli İngiliz yazar George Erjian’ın “Gerçek Bizi Özgür Kılacak” (Belge Yayınları, Şubat 2005) adlı kitabını yayınlanır yayınlanmaz okumuş ve kitap hakkında bir edebiyat dergisi ya da bir gazetenin kitap ekinde yazı yazmayı düşünmüştüm. Araya giren gündem zorunlulukları dolayısıyla yazamadım yazıyı. Yazamadığım iyi olmuş, çünkü kitabın yayıncısı mahkemeye verildi. Yazıyı daha önce yazmış olsaydım epeyce canım sıkılırdı. Okurken, yazarın barışçı ve uzlaşmacı iddialarının kitabın içerik ve üslubuyla çeliştiğini farkettim. Bu canımı sıktı. Yayıncının sunu yazısındaki, “Bazılarının bunu naiv bulacağını. Ya da ardında bir şeyler arayacağını biliyoruz. Ama öyle olsun, bu katar yürümeye devam edecek” (S.1) cümlesi de canımı sıktı. Yani “İt ürür kervan yürür” demek istiyor. Bir yayıncının, her kitabın ardında birşeyler bulunduğunu, okur ve eleştirmenlerin o şey’i aramak zorunda olduğunu bilmemesi çok tuhaf. İşte ben “Gerçek Bizi Özgür Kılacak”ın satırlarının arasındaki o şeyi arayacağım. Yazarın önsözde yazdığına göre, 2001 yılında, Türk ve Ermeni sivil toplum örgütleri temsilcileri tarafından kurulan Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu (Turkish Armenian Reconciliation Commission/TARC), International Center for Transitional Justice’den (ICTJ), 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin 1915 Ermeni olaylarına uygulanabilirliğine dair bir karar vermesini istemiş. Ve ICTJ, 4 Şubat 2003 tarihinde Ermeni olaylarının soykırım tanımına uygun olduğunu açıklamış. Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi soykırımı Yahudi Soykırımı’nı örnek alarak tanımlamıştır. Bu tanımla Ermeni Olayları hiçbir noktada örtüşmemektedir. Ama ICTJ böyle bir karar almış. Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nun Türk üyelerinin ICTJ’nin bu kararından haberleri var mı, haberleri varsa ne yaptılar? Bunu merak ediyorum. Hafiyelik yapmanın gereği yok. Çünkü yazar ağzındaki baklayı gizlemiyor: “Bu açıklama (ICTJ’nin açıklaması, Öİ) uzlaşma için yeterli olacak mı? Hayır. Ermeniler Türklerin soykırımı kabullenmesine yükledikleri yüksek beklentilerini yenmek, buna karşılık Türkler de lise müfredatlarının sınırlarını aşmak zorunda kalacaklar. Uzlaşma ancak gerçek dile getirildiğinde ve ateşkes ilan edildiğinde mümkün olacaktır. Tarihte olanlar geri alınmaz, ancak geçmişin tutsakları olmak zorunda değiliz. Gerçek, hem Ermenileri hem de Türkleri özgürleştirecektir.” (S.15) Yazarın sözcüklerini yorumlamak gerekmiyor. Açıkça yazıyor. Şimdi yazarın boş bıraktığı yerleri dolduralım: ICTJ’nin, Ermeni Olayları’nın bir soykırım olduğunu açıklamasını yazar yeterli bulmuyor. Türkler’in de bu gerçeği kabul etmeleri geriyor. Türkler bu gerçeği kabul etmeden uzlaşma mümkün değil. Türkler, 1915 olaylarının Yahudi soykırımı benzeri bir soykırım olduğunu kabul ettikleri zaman hem Türkler hem de Ermeniler özgürleşecekler. Tam anlamıyla çocuksu, naif bir mantık. Ermenistan’ın “Türkler 1915 soykırımını kabul etmeden görüşme masasına oturmayız” demesine benziyor. Türk-Ermeni görüşmeleri 1915 olaylarının bir soykırım olup olmadığını anlamak için yapılmayacak; Türkler soykırımı kabul edecekler ve bunun bedelini nasıl ödeyecekleri bu görüşmeler sırasında belirlenecek. Durum böyle iken, Belge Yayınları “Gerçek Bizi Özgür Kılacak”ın, dokunaklı bir aile hikayesi ile Ermeni Soykırımı’nı hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispat eden argümanların güçlü bir bileşkesi olduğunu ileri sürüyor. Türkler, Ermeni iddialarını kabul edecekler, diyalog kurulacak ve “halkımızın alnına sürülen kara leke” (S.1) silinecek. Benzersiz bir vicdan yoksunluğu!… Yazarın dayılarına bir bakalım: Biri, Türkiye Cumhuriyeti’ni Ermeni soykırımını gizlemekle suçlayan Taner Akçam’ın (en suçlayıcı kitabı bir Ermeni kuruluşu olan Zoryan Enstitüsü tarafından yayındı) çalışmaları… Bir bilim adamından çok bir Ermeni tezleri militanına benzeyen Akçam’ın iddialarının kofluğu Mavi Kitap konusunda ortaya çıktı. İkinci kanıt ise Türkçe konuşan bir ABD’li gazeteciden, “Türkiye’nin yaşaması için devletin ölmesi gerekiyor” (S.75) diyen Stephen Kinzer’den geliyor. Kinzer’in bu sabuklamasının üzerine balıklama atlayan George Jerjian bir kör kadı olarak hükmünü veriyor: “Devleti öldürmenin ve Türkiye’yi yaşatmanın anahtarı Ermeni soykırımının kabul edilmesinde ve uzlaşma aranmasında yatıyor. Bu, hem Türkleri hem de Ermenileri gerçeği savunma külfetinden kurtarıp özgürleştirecektir.” (S.75) Ve Türkler, özgürleşeyim derken, soykırım suçunu kabul etmiş olacaklar!.. Ey Türk! Hayâlî suçu kabul et ve uzlaş! Tanrım! İçerden ve dışardan bu kadar mı budala görünüyor(lar)? [Özdemir İnce, Email: oince@hurriyet.com.tr 11.04.2005, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahıoo.com, Şirintepe-İzmit]
Geyve’de Ermeniler: Emniyyet-i Umûmiyye Müdüriyyeti, 144, İzmit Sancağı Mutasarrıflığı Cânib-i Alîsine Sa‘âdetlü Efendim Hazretleri, Geyve kazâsından menâtık-ı ma‘lûmeye nakl edilen Ermenilerin hemân kısm-ı küllîsinin ma‘hûd Sabah Gülyan’ın bi’z-zât bu kazâ köylerini dolaşıp teşkîl eylediği Hınçak komitesine mensûb oldukları daha bidâyet-i edillesiyle makâm-ı atûfîlerine arz edilmiş ve Ermenilerin hicretlerinden evvel emr ü irâdeleriyle erkân-ı mühimmesi menâtık-ı ba‘îdeye nefy olunmuş idi. Bunların mensûbîninden ba‘zıları şimendüfer kumpanyası’nın amelelik dîvârcılık, taşçılık gibi hidemâtında bulundukları içün telakkî olunan emr üzerine burada bırakılmışlardı ki nüfûs adedi epeyce bir yekûn teşkîl etmekdedir. Bu sûretle kendi memleketlerinde kalan bu Ermeniler istasyonda ikâmet etmekde ve her gün Doğançayı’nda bulunan Sille Amele Taburu efrâdıyla sâ’ir Ermenilere yataklık etmekde ve vekîl-i umûrları imiş gibi hizmet etmekdedirler. Bunlardan aslen Bitlisli olup yirmi seneden beri Geyve’de ikâmet eden Marko ile aslen Geyve’nin Kancir karyeli Serupe nâmındaki adamların ve kâbilelikle müştagil Mami nâm kadının daha üç gün evvel Sille Amele Taburu efrâdından Yalovalı Aram ile Geyve’nin Kancir karyesinden Asker Bereç nâmındaki adamlara yataklık ederek Avusturya teb‘asından Mösyö de Lenker’in fabrikasından yüz elli iki yüz lira kıymetindeki kayışı çaldıkları ve bunu hazm etmek içün fabrika bekçisiyle Köprübaşı muhtârının “otomatik” tabancayı göğsüne dayayıp öldürecekleri sırada der-dest edildikleri ve bir gün evvelisi de yine Sille Amele Taburu efrâdından Kancirli Aram Minasyan nâmında hâlis Hınçakist bir adamın Arifiye istasyonunda karanlıkdan bi’l-istifâde tren-i mahsûsa atlayarak Geyve’den geçerken jandarmalar tarafından görülüp kendisini aşağıya atarak ve ma‘hûde ebe kadının evinde gizlenip mezbûre kadın tarafından merkûm Aram’a müdâvât-ı âcile icrâ edilmekle beraber kendisinin saklandığı gerek tren-i mahsûsa râkib olanın ve gerekse fi‘l-i sirkati îkâ‘ ile iki İslâmın kanına girmeğe ramak kalmış iken ele geçirilen iki cânînin evrâk-ı tahkîkıyyeleriyle ma‘an Dîvân-ı Harb’e tevdî‘ olunmak üzere kazâ jandarma bölük kumandanlığı tarafından İzmit Jandarma Taburu Kumandanlığı’na gönderilmiş olmaları ma‘rûzât-ı âcizânemi isbâta kâfîdir zannındayım. Bu böyle olmakla berâber geçenlerde Kurtbelen civârındaki bir mağarada un ile bir mikdâr şeker dahi bulunmuşdur. Dağlarda çeteler teşkîl ederek bir çok ehl-i İslâmın kendilerini katl ve mâllarını yağma eden firârî Ermeni efrâdı tarafından cinâyât-ı adîde îkâ‘ edilmekde olduğu zâhir ve bâhirdir. Bu Ermenilerin vakitli vakitsiz gidip gelmelerini dokuz seneden beri Geyve istasyon me’mûru bulunan Boyacıyan Efendi nâm kimsenin teshîl eylemesi de akla ba‘îd değildir. Kumpanya da müstahdem olması i‘tibârıyla Geyve’de ve bi’lhâssa istasyonda ikâmet eden bu Ermeniler uzak mahallere müteferrik sûretde dağıtılmadıkça ve aslen bu mıntıka halkından olup yine bu mıntıkadaki amele taburlarında istihdâm olunan Ermeniler uzak mahallerdeki kıta‘âta nakl ve teb‘îd olunmadıkça her bir fenâlığın vukû‘u mahsûs ve muhakkakdır. Bir gün olacak ki bunlar yangın bile çıkaracaklardır. Şu bir aydan beri bi’l-hâssa bu taburlardan firâr edip de müsellah çeteler teşkîl eden Ermenilerin ne kadar mazlûm Müslüman kanı akıttıkları kuyûdât ile sâbitdir. Artık bu hâller meydânda iken buna feryâd etmemek beşerin ve bi’l-hâssa te’mîn-i inzibâta ve âsâyişe ve hukûk-ı ibâdı muhâfaza ile berâber umûrunu tedvîre me’mûr kimselerin yed-i kudretinde değildir. Harb-i hâzır dolâyısıyla Müslümân köylerinde eli silâh tutacak erkek nâmıyla hemân hiç bir kimse kalmamış en genç ve dinç bulunan Ermeniler amele taburlarından firâr edip evvelce kendi elleriyle yer altına gömdükleri silâhları birer birer çıkarıp gâyelerini elde etmek ve bir intikâm almak içün bî-çâre kadınları çocukları ve ihtiyâr Müslümanları hem de canavarcasına kesmeğe devâm eylemekde bulunmuşlardır. Ma‘lûm-ı âsafâneleridir ki Ermenilerin hicretlerinden sonra livânın her tarafından müdhiş harîkler vukû‘a gelmiş ve bunların fâ‘illerinin yine bu Ermeniler olduğuna şübhe kalmamışdır. Yangın zuhûr etmeyen yalnız Geyve kazâsı kalmışdır ki hâl böyle devâm etdikçe (yani istasyondaki yüz nüfûs râddesindeki Ermeniler memâlik-i ba‘îdeye gönderilip aynı zamânda bu mıntıka halkından olup yine bu mıntıkadaki amele taburlarında müstahdem Ermeniler uzak kıta‘âta gönderilmezse) Geyve kazâsında da yangın çıkarılacak ve belki de bir çok Müslümân kadın ve çocuklarla bir takım ihtiyârların kanları akacakdır. Ma‘a-hâzâ geçen sene Geyve’nin pazarına tesâdüf eden bir perşembe günü hükûmet konağında Zirâ‘at Bankası’nın ikâmet eylediği odanın dışarıdan kasanın bulunduğu köşesine kundak konulmak sûretiyle de harîk îkâ‘ına çalışılmış ve lehü’lhamd hemân yetişilerek itfâ olunmuşdur. Bununla berâber kumpanyada istihdâm olunan bu adamların mâ-fevki olup her nedense hâlâ burada bırakılan ve on seneden beri Geyve’de müstahdem bulunan Trablusgarb harbi esnâsında harbin devâmı müddetince buradan def‘ edilip şimdi her ne esbâba mebnî ise burada kullanılan Mösyö Sotyo nâmında hâlis bir İtalyan mühendisi mevcuddur. Bu adamın da sû-i niyyeti ve Ermenilere olan sahâbet ve himâyesini şu kadarcık olsun arz edeceğim. Bekçiyi öldürecek olan bu sârik kumpanyasını o gece hânesinde yedirip içirip fi‘l-i sirkati îkâ‘ etmek içün dışarıya salıveren Marko ile Serupe nâm kimselerin ifâdesi alınmak içün Hükûmete gönderilmeleri bu İtalyan mühendisinden iltimâs olundukta Direksiyonun emri olmadıkça kimseyi gönderemeyeceğini ve Ermenilerin hiç bir cürm irtikâb ve îkâ‘ etmeyecekleri bedîhî bulunmakla berâber kumpanya mensûbîninin Hükûmetle alâka ve münâsebetleri bulunmadığını beyân eylemiş ve şu beyânât bi’t-tab‘ merdûd bulunduğu gibi Hükûmet içerisinde de Hükûmetin bulunmayacağı bedâhetine nazaran Marko ile Serupe nâm kimseler Hükûmete götürülerek ifâdeleri alınmış ve yine serbest bırakılıp işleri başına gönderilmişdir. Artık ahvâlin bu derece münkeşif olduğuna nazaran bu Ermenilerin yine buralarda istihdâmı kat‘iyyen câ’iz değildir. Buna binâen netîcesinin vehâmeti der-kâr olan mes’elenin ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınması ve icrâ-yı îcâbına inâyet buyurulması selâmet nâmına hâssaten arz ve istirhâm olunup ol bâbda emr ü fermân hazret-i men-lehü’l-emrindir. Fî 21 Mayıs sene [1]333, Geyve Kâ’im-i makâmı Vekîlî, Jandarma Bölük Kumandanı Yüzbaşı, Hüseyin Sabrî, BOA. DH. EUM, 2/227.
Gül: İlkel Toplum Yaklaşımı: Ermenilerin soykırım iddialarına karşı çıktığı için İsviçre’nin Kırmızı Bülten çıkarma girişimine Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den çok sert tepki geldi. Avrupa’nın kendi değerlerini çiğnediğini belirten Gül, ‘Özgürce fikir ifade etmek, Avrupa’nın temel değeri değil mi? Vahim hata yapıyorlar. Yargısız infaza meydan okuyacağız’ dedi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Zürih Kantonu ile Avrupa’daki bazı parlamentoların ‘Ermeni soykırımının inkarını yasaklayan’ kararlar almasına çok sert tepki gösterdi. Gül, Hürriyet’e yaptığı açıklamada Avrupa’nın kendi ilkelerini çiğnediğini vurgulayarak, ‘Meydan okuyoruz. Vahim hata yapıyorlar. Hatalarını görmezlerse, gerçeklere dayanarak göstereceğiz’ dedi. Gül, Avrupa kendi ilkelerini çiğniyor. Zürih Kantonu’nun aldığı kararın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu bildiren Gül, şöyle devam etti: Karar Yok: ‘Ortada kanıtlanmış hiçbir şey yoktur. Bir mahkeme kararı da sözkonusu değil. İspatlanmış bir şey olmadığı halde siyasi propaganda amaçlı bir karar aldılar. Aslında Avrupa kendi değerlerini çiğniyor. Özgürce fikir ifade etmek, Avrupa’nın temel değeri değil mi? Bilimsel çalışma yapmak, Avrupa’nın temel değeri değil mi? Bir bilim adamının söylediklerini nasıl yasaklarsınız? Bu Avrupa’nın temele ilkelerine aykırıdır. İlkelerini çiğniyorlar. Bu yaklaşım en ilkel toplumların yaklaşımıdır. En totaliter ülkelerin yaklaşımı ancak böyle olabilir. Ama biz bu tür yargısız infazlara meydan okuyacağız. Çünkü Avrupa’nın temel ilkelerine saygılıyız ve sadığız. Bu tür kararları asla kabul etmeyeceğiz.’ Dışişleri Bakanı, Interpol’ün Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu hakkında kırmızı bülten çıkarmaya hazırlandığı yolundaki haberler karşısında da çok sert tepki göstererek sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Hakları yok. Böyle bir girişimin hukuki temeli de yok. Bu, bütün sözleşmelerde yaptığımız işbirliğine de aykırıdır. Vahim bir hata yaparlar. Eğer hatalarını görmezlerse göstereceğiz. Ama bunu biz gerçeklere dayanarak göstereceğiz.’ Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin Ermeni iddialarıyla ilgili uluslararası platformda, aktif politika izlemeyi sürdüreceğini de belirterek, şöyle konuştu: ‘Bir süre önce Dışişleri Bakanlığı içinde, Ermeni iddialarıyla ilgili uluslararası platformdaki faaliyetleri bütün yönleriyle değerlendirdik. Önümüzdeki beş ve on yıl içinde, Türkiye’nin en fazla hangi sorunlaral uğraşacağını saptadık. Ve bazı yabancı parlamentolarda sistemin de boşluğundan yararlanarak. Ermeni ididalarını savunan kararların alındığını ve alınacağını gördük. 10 kişi birleşiyorlar, geceyarısı baskını yapıyorlar ve çoğunluğun olmadığı bir toplantıda karar çıkarıyorlar. Bu gelişmeyi saptayıp karşı atağa kalkmaya karar verdik.’ Bu konuda bir Eylem Planı çizerek uygulamaya geçtiklerini kaydeden Gül, sözlerini şöyle sürdürdü: İspat Edin: ‘Şimdi bütün ülkelerde ve parlamentolarda girişimlerde bulunuyoruz. ‘Bu kararı nasıl aldınız? Hangi bilgiye dayandınız? Hangi hukuki zemine dayandırdınız?’ diye soruyoruz. Çamur atıyorsunuz diyoruz. Ama Türkiye’ye çamur atmak kolay değil. Buna karşı sonuna kadar mücadele edeceğiz. Suçlamaları ispat etmeleri lazım ispat edemezlerse de bu kararları kaldırmaları gerekiyor. Bakın, Belçika’da da Ermenilerin siyasi propagandası çok yoğun. Bu yönde bir girişim saptadık. Ama Belçika’de 7-8 bin Ermeni varken, buna karşılık 100 bin Türk vatandaşı yaşıyor. Bunların da tepkilerini dikkate almak zorundalar.’ Dünyada Örneği Yok: Türkiye’nin eski Bern Büyükelçisi Kaya Toperi, İsviçre’nin aldığı kararın ‘dünyada örneği’ olmadığını söyledi. Uluslararası platformlarda Türkiye’nin tezlerini dile getirdiklerini belirten Toperi, ‘Kimse bizim hakkımızda bir soruşturma açmadı. Bu kararın açıklanabilir bir yanı yok. Her türlü hukuk nosyonuna aykırı’ dedi. İsviçre, 2001 yılında da Ermeni lobisine cevap olarak İsviçre Parlamentosu’na 4 bin 200 imzalı dilekçe veren 12 Türk dernek yöneticisini yargılamıştı. Türkleri ‘ırkçı niyet’leri olmadığı için beraat ettiren hakim, 1915 olaylarının soykırım olup olmadığına mahkemenin karar veremeyeceğini vurgulamıştı. Diasporanın Hedefi: İsviçre’nin hakkında Kırmızı Bülten çıkardığı belirtilen TTK Başkanı Prof. Dr. Halaçoğlu, son dönemde başlattığı atak yüzünden Ermeni diasporasının hedefi haline geldi. Bir yandan Türkiye’nin tezlerini uluslararası platformlara aktarmaya çalışan Halaçoğlu, bir yandan da Ermeni çetelerin katlettiği Türklerin toplu mezarlarında yapılan kazılara bizzat katılıyor. Halaçoğlu, son olarak geçen yıl haziran ayında Kars’ın Derecik Köyü’nde Ermeni çetelerin yaptığı katliamın kanıtlarını kamuoyuna açıklamıştı. [Nur Batur, Hürriyet Gazetesi, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
Gül: Rice’a Güveniyoruz: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, NATO toplantısı için geldiği Litvanya’da dün bir basın toplantısı düzenledi. ABD’li muadili Condoleezza Rice ile yaptığı görüşmede, Ermeni soykırımı iddialarını da ele aldıklarını anlatan Gül, “ABD yönetiminden daha önce nasıl hareket ettilerse, aynı şekilde bu konuya sahip çıkmalarını, Türk halkının kendilerinden beklediğini anlattım. Onlar da ellerinden geleni yapacaklarını ifade etti” dedi. Gül, Rice’a Ermeni meselesiyle ilgili kendisine güvendiğini söylediğini de sözlerine ekledi. [Dış Haberler, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Gültepe, İzmit: Vakti zamanında İzmit Büyük Ermeni Mezarlığı’nın kuzey tarafını oluşturan yerin daha gerilerinde kalan bu bölge tamamen askeri bir alanmış. Askeri alana bir Askeri Hastane yapılmış. Uzun süre Askeri Hastane olarak isimlendirilmiş. 1970’lerin sonlarına doğru Askeri Hastane’nin Derince’ye taşınmasının ardından alanda sadece Astsubay Orduevi kalmış. İzmit Belsa Plaza inşaatı başlatılınca Askerlik Şubesi de buraya kaydırılmış. Boşalan askeri alana subaylar için apartmanalr dikişlmiş. Bölge kuzeye doğru büyüdükçe adı sonraları Gültepe’ye dönüştürülmüş. İzmit’in batısında yer alan tek ortaokulu İnkilap Ortaokulu buraya yapılmış. Şimdilerde bu okul lise olmalı. [Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Gündüz AKTAN; 1941 Safranbolu doğumlu olan Gündüz Aktan, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden sonra İçişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. 1967 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Nairobi’de Büyükelçilik, Birleşmiş Milletler’de Türkiye temsilciliği yaptı. Bern Büyükelçiliği’nden sonra Başbakan Özal’ın danışmanı oldu. Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı ve Japonya Büyükelçiliği’nin ardından ASAM’ın başına geçen Aktan, aynı zamanda Radikal Gazetesi’nde yazıyor.. [Hürriiyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 12.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Halaçoğlu Davası, ‘Hayalci’ Politikanın İflasını Hazırlar: “Ermeni soykırımı yoktur” dediği için bir İsviçre mahkemesi tarafından hakkında soruşturma kararı verilen Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun durumu, Ermeni soykırımı tartışmalarında yeni bir dönemin habercisi olabilir. Karar, İsviçre’de çıkarılmış bir yasaya dayanılarak verildi. Benzeri bir yasa çıkarma hazırlıklarının Belçika’da son aşamasına geldiğini de biliyoruz. Öyle görünüyor ki, Ermeni diasporası dünyanın başka yerlerinde de bu türden yasalar çıkarmak için faaliyet göstermeye devam edecek. Sorunu en geniş anlamıyla “ifade özgürlüğü”nün sınırları içinde görmek ve bu tür bir yasa çıkarmanın ifade özgürlüğü ile bağdaşmayacağını söylemek mümkün. Ancak konu “soykırım” olunca ifade özgürlüğünün sınırlanabileceğini de biliyoruz. İfade Özgürlüğü: İkinci Dünya Savaşı suçlularını yargılayıp mahkûm eden Nürnberg Mahkemesi, Almanya’da Nazi iktidarı döneminde Yahudilere karşı işlenen insanlık suçlarının varlığını da karar altına aldı. Bu nedenle “Yahudi soykırımı yoktur” şeklindeki inkârcı tutumlar yasal kovuşturmaya tutulabiliyor ve bu tür görüşlerin açıklanması “ifade özgürlüğü” sınırları içinde değerlendirilemiyor. Benzeri uluslararası yargı kararları, Eski Yugoslavya’da Boşnak ve Hırvatlara karşı işlenen insanlık suçları için de söz konusu. Bu yargı kararından sonra artık Eski Yugoslavya’da da Boşnak ve Hırvatlara karşı insanlık suçları işlenmediğini iddia etmek, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyecek. Mahkeme Kararı Yok: Prof. Dr. Halaçoğlu’na karşı alınan soruşturma kararını “sakatlayan” husus burada ortaya çıkıyor. 1915 olayları ile ilgili olarak verilmiş, böyle bir yetkili uluslararası mahkeme kararı yok. Yerel parlamentoların ve yerel mahkemelerin bu yolda yasa çıkarmalarının ya da karar almalarının da uluslararası hukuk açısından bir değeri yok. Sadece İşgüzarlık: Nitekim İsviçre mahkemeleri, 2001 yılında yerel mahkemenin bu konuda bir karar alamayacağını da daha önce karar altına almıştı. Bu nedenle Prof. Dr. Halaçoğlu’nun soruşturulmasına karar veren mahkemenin bir “dayanağı” yok ve yaptığını “işgüzarlık” olarak görmek de mümkün. Prof. Dr. Halaçoğlu’nun durumu işte bu nedenle “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilmeli. Hakkındaki karar kaldırılmadığı takdirde Halaçoğlu, mağduriyetini öne sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gider, İsviçre hükümetini mahkûm ettirebilir ve bugüne kadar bu tür yasalar çıkaran ülkeler ile bundan sonra bu tür yasalar çıkarmayı planlayanların amaçlarını bozabilir. Bu karar, dünyanın değişik yerlerinde Türkiye’yi soykırımla suçlayan yasalar çıkarma faaliyetlerini sürdüren Ermeni diasporası için de bu “hayalci” politikanın iflası anlamına gelecek.. [Mehmet Yılmaz. Email: mehmet.yilmaz@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 03.05.05, Şirintepe-İzmit].
Halil BERKTAY; Halil Berktay ise Osmanlı hükümetinin salt Ermeni oldukları için onmları hedef aldığı ve yok ettiği savlarını diilendirmeketdir. Prof. TTK Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’na göre Ermenileri katlettiklerini kabul eden halil Berktay ve Taner Akçam’a şöyle sesleniyor; “Hangi belgeelre göre konuşuyorlar? Sorulması gereken söylediklerini belgeelrle ıspat etmek etmektir. Bir iddiada bulunuyorsanız kanıtlamak zorundasınız”. Şükrü Elekdağ’a göre tehcirin amacı Ermenielri yok etmek değil. Onları savaş bölgelerinden güvenli alanlara akatrmaktı. Ayrıca Teşkilat-ı Esasiye’nin tehcirde hiç bir biçimde yer aldığına dair bi ipucu yada kanıtın olmadığını savunmaktadır.
Hatırlama Kültürü: Alman milletvekili Christoph Bergner, meclise gelen ve Türkiye’yi “Geçmişte ve günümüzde Ermeni halkına olan sorumluluklarıyla yüzleşmeye” davet eden bir tasarıyla ilgili olarak şöyle demiş: “Amacımız Türk halkını suçlu koltuğuna oturtmak değil, Avrupa ‘nın ‘ hatırlama kültürü ‘nü vurgulamak. “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci çok sancılı olacak. Çünkü balıkçılıktan tarıma, emniyet soruşturmasından fabrikalardaki üretime hemen her alandaki ‘iş yapma’ biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bu çok zor ve maliyetli bir süreç. Mesela bir patrona “Senin fabrikan çevreyi kirletiyor. Tez elden AB normlarına uygun bir arıtma tesisi kuracaksın” dediniz mi, anında “Yandım Allah” diye feryat eder ve elbette direnir. Ancak fonlarla, ucuz kredilerle bu muhalefetin üstesinden gelinebilir. Peki ya ‘zihinsel direniş’ nasıl kırılacak? Mesela ısrarla altı çizilen ‘hatırlama kültürü’ ya da başka bir ifadeyle ‘geçmişle hesaplaşma’… Bu toplum Çanakkale Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı, Meclis’in kuruluşunu, Cumhuriyet’in ilanını hatırlamaya hazır. Zaten unutmuyor da… Ya tarihimizin karanlık, nahoş, sorunlu sayfaları? Bunları hatırlamaya hazır mıyız? Her yıl 29 Ekimler’de, 23 Nisanlar’da çok güzel bir geçmişin anılarını tazeliyoruz. Peki sürgünleri, işkenceleri, provokasyonları, komploları, ağır haksızlıkları hatırlamaya… Yani kirli çamaşırları, iğrenç kokularına rağmen gizlendikleri yerden çıkarıp yıkamaya ne dersiniz? Böyle bir arzumuz var mı? Hiç sanmıyorum. Parayı bastırarak maddi süreçler yeniden organize edilebilir ama alışkanlıkların, duyguların, tavırların, inançların değişmesi on yıllar alacaktır. ‘Hatırlama kültürü’ kavramını bundan sonra daha da fazla işiteceğiz ve her seferinde tüylerimiz diken diken olacak! [Emr Aköz, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Herkes Devlet Arşivlerini Açsın: Başbakan Tayyip Erdoğan, Ermenilere devlet arşivlerini açma çağrısı yaptı. The Economist Group’un Economist Konferansları kapsamında dün Çırağan Sarayı’nda düzenlenen “Türk Hükümeti ile 14. Yuvarlak Masa Toplantısı”na katılan Erdoğan, yaptığı konuşmada Ermeni soykırım iddialarına değindi. Erdoğan şunları söyledi: “Sözde Ermeni soykırımı meselesi gündemde. Çok açık, net söylüyorum. Biz tüm devlet arşivlerimizi açıyoruz. Ermeniler de devlet arşivlerini açsınlar. Üçüncü ülkeler varsa, onlar da devlet arşivlerini açsınlar.” Tarihimizle Hesaplaşırız: Siyasilerin ve tarihçilerin bir araya gelerek, bu konuda çalışma yapmalarını öneren Başbakan Erdoğan, “Eğer burada bizim tarihle hesaplaşmamız gerekiyorsa, biz tarihimizle hesaplaşırız. Ama tarihle hesaplaşması gerekenler de tarihleriyle hesaplaşsınlar. Türkiye’yi, geçmişimizi, ecdadımızı zan altında tutmaya kimsenin hakkı yoktur. Buna biz ‘evet’ diyemeyiz” dedi. Başbakan Erdoğan, dünyanın değişik yerlerinde yapılanları, atılan adımları doğru bulmadıklarını vurgulayarak, ”maalesef bu ülkelerin parlamentolarında, bu oldu bittilerle alınan kararlar, dünyada kini, nefreti tahrik ediyor” diye konuştu. Konuşmasında terör ve laiklik konularına da değinen Erdoğan, şunları söyledi: Destek Görmedik: Tüm devletlerin teröre karşı bir ortak mücadele platformu oluşturması şart. 1990’dan bu yana teröre kurban verdik. Biz dostlarımızdan bu konuda beklediğimiz desteği göremedik. Terör örgütünü Avrupa’da ilan eden ülkeler var. Terörist hangi ülkede biliyoruz. Yargılayın diyoruz. Yargılamıyorlar, iade etmiyorlar. Bunlar bizi üzüyor. [Celal Yıldız-Merkez, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Hınçak: Çan,
Hiçbir Belge Bulunamadı: MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, sözde Ermeni soykırım iddialarının gayri ciddi olduğunu söyledi. Ankara TED Koleji’nde öğrencilerle söyleşiye katılan Alpogan’a bir resim hediye edildi. Alpogan, bir soru üzerine şöyle konuştu: “Soykırım yapıldığının hiçbir belgesi, bütün arşivler açılmasına rağmen bugüne kadar ortaya konulmuş değildir. Talat Paşa’nın, ‘Bu Ermenileri kesin’ şeklinde telgraf çektiği söylendi. Bazı belgeler dolaştı, çok kısa sürede sahte olduğu ispat edildi.” [Dış Haberler-Ankara, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Hiçbir Mahkeme ‘Soykırım’ Demedi: Gündüz Aktan (Emekli Büyükelçi) Meseleye Devletler Hukuku açısından bakarsak, bir şeyin inkár edilebilmesi için önce varlığının saptanması gerekir. Bu konuda elimizde tek karar Nürnberg Mahkemeleri’ne aittir ve Yahudi soykırımı hakkındadır. 2001 yılında Ermeni Soykırımı için benzer bir yasa çıkartılmış ama böyle bir atıf bulunmadığı için uygulama imkánı olmamıştır. Dolayısıyla, herhangi bir İsviçre Mahkemesi’nin Prof. Halaçoğlu’na ceza vermesi mümkün değildir. Çünkü, ‘Emeni soykırımı olmuştur’ diyen ulusal veya uluslararası bir mahkeme kararı mevcut değil. Buna rağmen ceza vermekte ısrar ederse, Prof. Halaçoğlu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurur ve hem İsviçre hükümetini mahkûm ettirir, hem de alacağı tazminatla zengin olur. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
Hikmet ÖZDEMİR: Prof. Dr. TTK Tairihçilerinden özellikle Ermeniler, Dispora Ermenileri ve Ermenistan hakkında uzman.
Hikmet ÖZDEMİR; Prof. Dr. Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918 adlı kitabın yazarı.
Horizon: Taşnak Komitesi, yayın organı. 1. Dünya Savaşı öncelerinde şu bildiriyi yayınlamıştır: “Ermeniler, en küçük bir tereddüt göstermeden İtilaf devletlerinin yanında yer almışlar, bütün güçlerini Rusya’nın emrine vermişler, ayrıca gönüllü alayları teşkil etmişlerdir”.
Hrant DİNK; 1954 yılında Malatya’da doğar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe & Tarih Bölümü’nü bitirir. Türkiye’dnin belki de ilk olan Türkçe-Ermnice gazetesi Agos’’un yayına geçirilmesini sağlayanlardan birisi olur. Son günlerde Ermenice yayın yapacak bir radyo çalışması üzerinde olduğu bilgisi var. Kendisinden haberdar olmam, İzmit ve çevresine dair kaleme aldığım gezi yazılarımda Ermenilerin de yer alması ve bazı yazılarımın www.bolsohays.com sitesinde yayınlanması üzerinedir. Yazılarımın kısaltılarak Agos Gazetesi’nde yayınlanması konusunda bana email ile gazeteden erişilmişti. Ama öneri gerçekleşemedi. [Erkan Kiraz, 06.04.05, Şirintepe-İzmit].
Hürriyet Ermeni Dosyasını Açıyor; 1915’de Neler Oldu?; Sefa Kaplan Araştırdı Yazdı; skaplan@hürriyet.com.tr, 29.04.05. Dizi Yazı.
Iğdır’da Soykırım Anıtının Kapısını Çaldılar: Ermeni, soykırım iddiaları yoğun şekilde tartışılırken Iğdır’da herkesi şaşırtan, ‘Pes doğrusu’ dedirten bir olay yaşandı. Ermeniler’in Türkler’e uyguladığı soykırım için dikilen anıt ve müzenin dış kapısı ikinci defa çalındı. Bekçisi bulunmayan anıtın kapısının yerinde olmadığını gören çevre sakinlerin haber vermesi üzerine olay yerine gelen yetkililer, şaşkınlıklarını gizleyemedi. Kapıyı çalan hırsızlar bulunamadı. Iğdır Kültür ve Turizm Müdür Vekili Çağlar Yıldırım “Anıtın manevi değere olduğu için insanların buraya sahip çıkacaklarını düşünerek bekçi koymadık, “Ama insanların artık inançlara da saygısı kalmadığını görüyoruz. Bu kapı bu yıl ikinci kez yerinden sökülerek çalındı. Bunun maddi bir değeri de yok. Çalanların ne yaptığını çok merak ediyorum” dedi. [A,ze Aksu-Iğdır-Merkez, Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Istanbul, 17 August 1999, 17:30: The devastating pre-dawn earthquake in western Turkey, with its epicentre in Izmit (historic Nicomedia) has claimed so far over 1,000 dead and nearly 9,000 injured victims. The wounded are treated in parking lots and corridors of overflowing hospitals as rescuers continue to dig through rubble with their bare hands desperately trying to reach trapped survivors. The 12-million strong metropolis of Istanbul was provided with electric power and other utilities as of 16.00 hours today. Bridges and highways linking major cities in the region have been damaged badly or have collapsed completely. Engineers have termed the deep cracks on the third floor of the Armenian Patriarchate in Kumkapi as serious. The historic belfry of the Patriarchal Church of the Holy Mother-of-God has been damaged. The roof of the Bezciya Parish School in Kumkapi is almost destroyed and must be renovated before the schools are in next month. The Armenian Church of Surp Kevork [Saint George] in Samatya has deep cracks in the façade of the church; Sahakyan Parish School’s roof needs immediate renovation. The altar of The Church of Surp Hagop (Saint James) in Altimermer has been damaged. The Church of Surp Hagop in Gedikpasa has received dangerous cracks on the arches and the façade of the building. The two marble columns holding the Church of Surp Nigogos (Saint Nicholas) in Topkapi have collapsed. The churches of Saint Mary in Bakirkoy and Surp Takavor (Christ the King) in Kadikoy have also been harmed and need renovation. The Surp Pergitch (Holy Saviour) Armenian Hospital in Yedikule and the Chapel there have dangerous cracks on their walls as well. The Hospital is treating patients, especially those who are brought from the district of Zeytinburnu where numerous residences were destroyed. Some of the medical specialists have been asked by the Government to serve in the state hospitals. The Chancellery of the Patriarchate continues to receive information from the 38 church districts in Istanbul. His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul and the members of the Brotherhood of the Patriarchal See prayed for the repose of the souls of the earthquake victims during the vespers in the Holy Spirit Patriarchal Chapel this afternoon. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 17 August 1999: A powerful earthquake shook Western Asia Minor, and the Marmara region in particular, levelling buildings and cutting power to much of the Marmara region, at 03.02 hours early this morning, leaving at least hundreds of people dead and thousands injured. The earthquake’s epicentre was near Izmit, ancient Nicomedia, a picturesque industrial city some 104 kilometres east of Istanbul on the eastern shore of the Sea of Marmara. The Anatolian News Agency reported deaths in Istanbul, Turkey’s largest city, and in the town of Eskisehir, after a seven-story building collapsed. An oil refinery was reportedly on fire in Izmit. There is little information about casualties there. The north-western city of Bursa also appeared among the hardest-hit areas. An oil refinery there caught fire and the region’s governor reported at least six people dead. The U.S. Geological Survey National Earthquake Information Centre in Golden, Colorado, which monitors seismic activity world-wide, reported that the earthquake had a magnitude of 7.3 on the Richter scale. The Bosphorus University Earthquake Information Centre in Kandilli, Istanbul, reported a 6.8-magnitude quake. An earthquake registering between 7.0 and 7.9 is considered a “major” quake, capable of widespread, heavy damage. His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul and all Turkey, the members of the Brotherhood of the Patriarchal See and Prof. Michael Stone of the Hebrew University of Jerusalem spending the night in the Patriarchate were all shaken out of their sleep. The power lines were cut off. The generators of the Patriarchate and the Patriarchal Church illuminated the small piazza in between, where hundreds of Kumkapi residents gathered to spend the night, escaping their homes, which were shaken until morning, over one hundred times by 1.5 to 6.0 magnitude quakes. Patriarch Mesrob ordered the Patriarchal Church to be opened so the crowd could use the water supplies and other facilities available in the church complex. Deep cracks appeared on the walls of the wooden building of the Armenian Patriarchate, built by Patriarch Malachia Ormanian and put to service in 1913. The beautiful belfry of the Holy Mother-of-God Patriarchal Church, built by Patriarch Megerditch [Khrimian Hayrig] in 1870 was damaged; two of the five stone-crosses decorating the copula fell down damaging the roof of the ancient church’s nave. The clergy and church councils from various parts of the city reported that there was some damage in nine Armenian churches and in the building complex of the Holy Saviour’s (Surp Pergitch) Armenian Hospital in Yedikule. Nearly 200 Armenian children staying in the Karagozyan Summer Camp on Kinali Island spent the night in vigil, in the court yard of the Saint Gregory the Illuminator Armenian Church praying for the victims of the earthquake and their families. Numerous houses collapsed in the Avcilar district in Istanbul where there is a thriving community of Armenians who have migrated to Istanbul from Kastamonu and Sinop. The Patriarchate has sent priests to minister there. On the other hand, the Armenian Hospital’s emergency unit is working full capacity, all vacations suspended by the Chief Surgeon Arman Chakirian. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 18 August 1999, 21:30: Almost 42 hours after the devastating earthquake that rendered the Northwest of Turkey a disaster area, the official and private media in Turkey report that more than 3,700 people are known to have been killed by the tremor. Reportedly, over 15,000 people are injured and thousands are still missing in Istanbul, Izmit and other centres in the region. On Wednesday, relief teams have been arriving from around the world to help Turkish crews search for survivors. Many thousands more are believed to be trapped in rubble around the town of Golcuk, 80 miles south-east of Istanbul, according to the town’s mayor, Ismail Baris. It is hoped that the arrival of international assistance will accelerate the work among the toppled buildings and homes. But the outside teams also face frustrating logistical problems of reaching remote villages and Istanbul shantytowns. American Geophysicists described Tuesday morning’s quake as one of the most powerful recorded in the 20th century. The 45-second quake was felt as far east as Ankara, 200 miles away, and across parts of the Balkan Peninsula. The head of Bosphorus University’s Observatory in Kandilli, Prof. Ahmet Mete Isikara, set the magnitude of the earthquake at 7.4. Many Armenians left Istanbul for Cinarcik, a summer resort near the earthquake’s epicentre in Izmit, in order to look for their families and relatives who had gone there to spend the hottest days of the summer season. Many were anxious since there were no telephone lines available following the quake. The piazza in front of the Patriarchate, the large church yards of the Armenian churches in Ferikoy and Samatya were opened to the public last night. The Church served fruit and tea to the crowds who refused to return home amid nearly 300 aftershocks. Likewise, highway medians, city parks and empty lots were turned into makeshift tent cities. The governor of Yalova, Nihat Ozgol, ordered the evacuation of eight villages Tuesday near the town of Altinova, 175 miles south-west of Istanbul, because of a leak at a damaged natural gas station there. It was unclear as to exactly how many people were evacuated. In Izmit, the fire raging at the country’s largest oil refinery prompted authorities to evacuate the surrounding area. Officials fear the fire could spread to nearby oil tanks and cause another disaster. A fertiliser plant with 8,000 tons of dangerous ammonia is also near the fire site. It was again in Izmit that medical workers had to smash pharmacy windows to get supplies for hospitals swamped by the injured. More than 100 sailors, including two admirals, were dead or missing in the ruins of barracks in Golcuk. To the south-east of Istanbul, the devastation was near total in some places. In Yesilkoy, where there is a sizeable Armenian community, numerous houses and apartment buildings were seriously damaged. Most of the Armenian medical specialists have been asked by the Health Ministry to serve in state hospitals, while the Armenian Hospital continues to admit earthquake victims for treatment, free of charge, said the Chief Surgeon, Dr. Arman Chakirian. His Beatitude Armenian Patriarch Mesrob II of Istanbul will have a meeting with the hospital board tomorrow to examine short-term immediate needs. The Patriarch has also called other local churches for a consultation in the Armenian Patriarchate tomorrow afternoon in order to seek ways of co-operating for an ecumenical emergency project. The Patriarch visited today the larger Armenian churches in Kumkapi, Samatya, Beyoglu and Ferikoy to see for himself the damages caused by the earthquake. Particularly dangerous cracks appeared on the belfries of the Patriarchal Church and of Surp Kevork Church in Samatya. The roofs of the primary schools of both parishes needed immediate renovation before schools begin in September. A group of architects and engineers have informed the Religious Council today that the preliminary cost of the renovation of the Patriarchate itself would be around US$ 800,000. The Patriarch issued an encyclical this morning expressing his profound Sympathy for the families of the dead, giving spiritual encouragement on the other hand for the injured and the homeless. He asked his community to contribute to the fund-raising campaigns opened in various official banks in order to extend a helping hand to the victims. He revealed that the Patriarchate, which was itself going through a severe financial crisis this year, nevertheless had already contributed US$ 7,000 to the aid campaign. He reminded the members of his community that it was in times of crisis like this one that we were particularly called to live out the virtues of fraternal love, solidarity and charity, bearing witness to our Lord and Saviour, Jesus Christ. Help must be given to all who are in need, without ethnic or religious discrimination, he said. A prayer service in memory of those who have lost their lives in the earthquake will be held in the Armenian Patriarchal Church on 21st August, Saturday, at 17:00 hours. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 19 August 1999, 22:00: According to media reports and relief agencies, more than 30,000 people may still be found under the rubble. Millions are still camping out in yards, parks and highway medians because they are scared to enter their homes or have no homes left at all after Anatolia’s worst recorded earthquake. TV reports display masses of people using tents or simple bed sheets tied to sticks for shelter. The piazza in front of the Armenian Patriarchate in Kumkapi, Istanbul, is still full of hundreds of people spending the night; they use the facilities of the Armenian Patriarchal Church of the Holy Mother-of-God, but prefer to sleep outside lest the hall of the church should collapse in a new quake. As of this evening, 67 hours after the devastating quake, the death toll has reached 7,400, the number of those still missing is 35,000, and the doctors are overwhelmed by more than 24,000 injured. There is shortage of appropriate tools to cut through and clear the rubbles. Given the large area covered by the 450-km-long disaster zone, the government officials are able to handle the catastrophe only to a certain extent. Over all, the victims are left to their own fates still in numerous settlements in the disaster zone. The bodies that are dug out of the rubbles are often grotesquely contorted. The corpses are stacked in refrigerated meat wagons and temporarily collected in an Olympic ice-skating rink to slow rotting in the heat. Very real is the threat of disease from lack of water and sanitation, heightened by the need to quickly bury increasing numbers of rotting corpses. Authorities are hinting at serious health and epidemic problems that could emerge if unidentified corpses were not buried promptly. Officials say the dead would have to be buried after being photographed because of the fear of disease. This, they say, is a sad but necessary condition. Fresh rescue teams arrived from abroad overnight to continue searching through mountains of rubble for the missing. For a third day, still hopeful people are desperately pleading for rescuers to try to find family members, relatives and friends buried in towers of debris that were once apartment buildings. Father Zacheos Ohanyan, a young priest, served in a volunteer team of 15 youths from the Armenian community of Istanbul who were in Cinarcik – a resort town for lower middles class people, not far from the epicentre of the earthquake. Until Thursday noon, he said, no public officials were yet available in the town to offer relief to the victims of the earthquake. Untrained rescue teams and the survivors of the tremor themselves tried to dig into the rubbles with their bare hands. Father Zacheos said he couldn’t forget the angelic face of the 2-month- old baby’s deformed remains that he found under the debris. The corpse of the young father was nearby. The mother was yet to be found. Asked whether the baby was Armenian, the priest said with a resolute look on his face, “who cares, it’s all the same.” Quite a few Armenian youths responded to the call of AKUT, a local NGO that specialises in all sorts of relief work. Armenian Patriarch Mesrob II praised the readiness and willingness of the young members of his community who responded to the various rescue organisations. Buses full of volunteer youths leave Istanbul once an hour for the disaster area. A group of Turkish and Armenian yuppies set up a portable kitchen in Izmit that now serves 1,500 people three free meals a day. The Surp Pergitch Armenian Hospital in Yedikule worked full capacity on 17 and 18 August, treating specially hundreds of victims injured by the quakes in Avcilar and Zeytinburnu. Four major surgical operations were successfully realised. A number of medical specialists were asked to treat patients also in better-equipped state hospitals. For logistic reasons, patients from the Izmit Gulf area, the epicentre, are now taken by motorboats and helicopters to the hospitals in the Asian side of Istanbul. Responding to a call from the Istanbul Chamber of Medicine, the Armenian Hospital has dispatched today to the earthquake zone US$ 6,000 worth of medical equipment – sewing kits, sterile surgical kits surgical lamps, examination tables, suction kits, ambus, automated bandage kits, immobilises, gauzes, bandages, plasters and so forth. An estimated four to five thousand Armenian community members are in the Cinarcik district. A Protestant church has turned its summer camp there into a public kitchen providing food for thousands – without discrimination. Patriarch Mesrob invited an ecumenical meeting this afternoon, which convened in the Armenian Patriarchate. Representatives of the Greek Orthodox Patriarchate, the Syrian Orthodox, Roman Catholic, German Evangelical, Anglican, Armenian Catholic, Syrian Catholic, Chaldean Catholic communities, the Union Church of Istanbul, the Bible Society and the American Board who attended were a little apprehensive when informed of the static deformation on the third floor of the 86-year-old wooden structure. Following a two-hour consultation, the Churches of Turkey Disaster Relief Steering Committee was born with the blessing of the Greek and Armenian Patriarchs. All churches were asked to channel their emergency relief efforts through this committee, the secretarial offices of which will be based at the American Board. The Armenian Patriarchate contributed from her scarce resources yesterday US$ 7,000-worth of goods to a relief effort organised by the Governor’s Office, providing food and medicine to the victims in the disaster zone. The over all material damages to the patriarchal headquarters, the hospital and nine churches in Istanbul are estimated at US$ 1.2 million. However, at this phase, the Patriarch said, our priority is the security and welfare of our people. Archbishop Khajag of New York, Archbishop Vatche Hovsepian of Los Angeles, Reverend Movses Janbazian of the Armenian Missionary Association of America, Archbishop Aghan Baliozan of Sydney have written to their parish councils and benefactors asking for funds to help the Armenian Patriarchate to repair damaged church property and schools in Istanbul. Messages of concern and sympathy have also been received from Catholicos Aram I of Cilicia, Archbishop Oshagan Choloyan in New York, Archbishop Karekin Nersissian in Yerevan, the German Evangelical Church, the Papal Nunciature in Ankara, Archbishop Abba Seraphim of the British Orthodox Church, Anglican Bishop Geoffrey Rowell of Basingstoke, Anglican Bishop John Hind of Europe, the Community of Saint Egidio in Rome and the Franciscan Brothers in Assisi. The Middle East Council Churches and the World Council of Churches have also expressed readiness to provide financial aid for relief work among the injured and the shelterless in the disaster region. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 20 August 1999, 24:00: Harut, a young Armenian volunteer distributing food and medicine in Yalova, reported to Patriarch Mesrob this afternoon that there were still many villages and other smaller settlements around the Gulf of Izmit, where rescue work had not even begun. “There are no officials visible in the vicinity” he said on the phone. Frustrated citizens tried in desperation to dig into the rubble with their bare hands with few results. With more than 10,000 corpses recovered from the mountains of debris, and according to UN officials another 35,000 still thought to have been trapped under the collapsed concrete blocks, the disaster area is heavy with deadly odour. Countless people are still sleeping outdoors and officials warn that disease could soon spread. Police car loudspeakers urged people to spend the night of 19 August outside, and unceasing aftershocks have only added to fears. Hotels in Bursa, not far from the epicentre, did not accept guests. Some hospitals moved their patients outside. According to Red Cross officials, 99 percent of earthquake victims found alive are saved within the first two days. The local media is reporting that a 3-year-old girl pulled nearly unharmed from the rubble, and an 11-year-old boy pulled out alive after being buried nearly 80 hours, a 14-year-old pulled from the wreckage. The Russian Rescue Team saved a 16-year-old girl. Local residents continue to pull at debris with their bare hands. “There are still reports of people hearing voices in the rubble,” said one of the rescue co-ordinators.” On the other hand, Government sources reported that 10,000 more body bags were ordered. The Government decided also to accelerate burials to prevent the spread of disease. Rescue teams received typhoid shots; they sprayed disinfectants and distributed chlorine tablets for purifying water. Already, 20 to 30 cases of dysentery were registered by the Volunteer French Doctors. The CCTSCDR (The Christian Churches of Turkey Steering Committee for Disaster Relief) met today in the Armenian Patriarchate and decided to dispatch to the disaster area latest by Monday afternoon 250 packs of personal hygiene kits including soap, tooth brushes, tooth paste, 250 packs of baby food for 15 days, 500 sets of underwear for babies, children and adults, 100 sets of clothes for children/babies, 400 sets of clothes for adults (track suits of different sizes), 500 bags of diapers for 250 babies, 100 flash lights and batteries, 100 inexpensive radio sets with batteries, 5000 plastic garbage bags, 50 feeding bottles for babies, 1000 rolls of toilet paper, 1200 packs of wet wipes 2500 cartons of milk ( half a litre ), 500 bottles of water @ 5 litres each, unspecified quantity of toasted bread and 500 blankets. The next plenary meeting of the Steering Committee will convene on Monday afternoon. It was also clarified today that none of the local Evangelical churches had any portable kitchen facilities in Cinarcik “serving thousands three meals a day.” There were however efforts of food distribution by certain individuals. As one reporter put it, the general effort of all good-hearted concerned citizens could be described as individualistic. There has actually been little effort to co-ordinate a relief operation with such a magnitude. Churches and church-related organisations have really been working from day one on an individualistic basis. However, all local church leaders and/or their representatives have been invited to meet in the Armenian Patriarchate during the last few days and decided to set up the above-mentioned ecumenical body through which a centralised relief operation could now start. The Steering Committee, as it is called, has the blessings of all the church leaders in Istanbul. The Greek and Armenian Patriarchs of Istanbul will visit the disaster area on Saturday and consult with municipal officials. At 17:00 hours the same day, a memorial service will be held in the Armenian Patriarchal Church for all those who fell victim to the devastating earthquake at 03:02 hours on Tuesday, 17 August. Armenian Patriarch Mesrob was saddened this afternoon as he found out that the contorted remains of Zaven and Veronic Melkonian had been transferred to Istanbul for funerary services. They had fallen victims to the earthquake in Cinarcik. Their two little children had been rescued alive from beneath the rubble, however the arm of the younger had to be cut off. Zaven, a successful young artisan with a workshop in the Covered Bazaar, had been a former student of His Beatitude in the Bakirkoy Church children’s ministry, some twenty years ago. Quite a few people are still missing in the Armenian community. The costly reparation and renovation work has begun in the Bezciyan Armenian Parish School across the Patriarchate. The Sahakyan Parish School in Samatya must follow before the school year begins in the beginning of September. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 23 August 1999: The official death toll by this afternoon is: Kocaeli (Izmit)- 5,179, Sakarya- 3,046, Istanbul– 984, Yalova- 2,400, Bolu– 263, Bursa – 214, Eskisehir– 58, Zonguldak– 3, Yekirdagh: Total 12,147. The official numbers of those who were injured and who are being treated in hospitals: Kocaeli (Izmit)- 14,718, Sakarya- 5,084, Istanbul- 5,240, Yalova- 4,443, Bolu- 1,141, Bursa- 2,336, Eskisehir– 344, Zonguldak– 26, Tekirdagh – 35. Total 33,367. “Radikal” daily reports that an estimated number of 35,000 people are still trapped under the debris. The Armenian and Greek Patriarchs of Istanbul paid a pastoral visit on 21 August to Izmit, the epicenter of the Marmara Earthquake that devastated Northwestern Turkey at 03.02 hours on 17 August 1999. During the eight hours trip, the Patriarchs shared the pain of those who had lost their family members. His Holiness Ecumenical Patriarch Bartholomew I and His Beatitude Patriarch Mesrob II were accompanied by some of the members of the Christian Churches of Turkey Steering Committee for Disaster Relief (now on CDR), namely, the Revd. Fr. Samuel Akdemir (Syrian Orthodox Church), the Revd. Fr. Lorenzo Piretto (Roman Catholic Church), the Revd. Douglas Anderson (Union Church), the Revd. Gerhard Duncker (German Evangelical Church), the Revd. Deacon Tarasios (Greek Orthodox Church), Mr. Laki Vingas (Greek Orthodox Church), Mrs. Luiz Bakar (Armenian Orthodox Church), Mr. Edmond Adam (Middle East Council of Churches), Mr. Emmanuel Bagdas (Bible Society-Turkey) and Mr. Sleiman Saikali (Caritas-Turkey). The group of Christian representatives met at the Izmit Marina by the Assistants to the Secretary General of the Municipality of Kocaeli in Izmit, Mr. Murat Sirmen and Mr. Ozkul Ipek, and also Mrs. Mari Oduncuyan, an Armenian registered nurse serving in the Social Security Hospital in Izmit. The Patriarchs and the CDR representatives were then escorted to the Fire Department Headquarters in Izmit where they met the Mayor of Kocaeli, Mr. Sefa Sirmen, an ex-State Minister, Mr. Onur Kumbaracibasi and the Rector of the Kocaeli University, Prof. Dr. Baki Komsuoglu. The Mayor gave the CDR group first-hand information about the situation of the earthquake zone. The Christian representatives expressed their solidarity with the people of the earthquake-stricken zone in the person the Mayor and pledged to build a settlement of 200 pre-fabricated units in a place to be designated by the local authorities. Following consultations, the CDR group was taken to the Izmit Fair grounds, where a considerable piece of land was set aside for the CDR operation. Headed by the two Patriarchs, the CDR group then paid a visit to the Governor of Kocaeli, Mr. Memduh Oguz. The Governor thanked the Patriarchs for their willingness to share the pain of the province. “The dead are no longer here, and in a sense they are saved. But we are here and we must struggle to live, even with this unbearable pain” he said. The Patriarchs comforted the Governor, who was evidently exhausted, and assured him of the prayers of all the Christian communities. The Patriarchs and the CDR group then visited ruined sites in Izmit and a Suburb area called Derince. There was a strong odour of decaying corpses that weighed on the area. Approximately 9 hours after the earthquake, people held a vigil by what was once their home hoping that their beloved ones were still alive. Departing from Izmit, His Beatitude Patriarch Mesrob returned to Istanbul and presided over the vespers in the Holy Mother-of-God Patriarchal Church. He prayed for the repose of the souls of all who lost their lives in the early morning hours of 17 August. He urged the faithful to show solidarity with the people of the earthquake zone, helping them morally and financially. On 22 August, Sunday, Patriarch Mesrob presided over the Divine Liturgy in the Church of Saint Gregory the Illuminator on Kinali Island where, once again, he appealed to the community for financial assistance to help the victims of the earthquake. He told the believers how churches overseas had begun to raise funds in order to mobilise assistance and assured the local church that she was not alone. On 23 August, Monday, Patriarch Mesrob met with seven architects and Engineers in the Patriarchal Office, representatives of the SKW-MBT Construction Chemicals Company in Istanbul attending as well. His Beatitude asked the group to begin a professional survey of the church and school buildings, to prepare an exhaustive report of the damages and the suggested ways of repair. At 15:00 hours, same day, Patriarch Mesrob presided over the funeral service of his former student Zaven Khatchig Melkonian and his wife Veronique, in the Holy Mother-of-God Armenian Church in Bakirkoy. Zaven had also served in the Parish Council of the Church of the Holy Resurrection in Kumkapi. The church and the churchyard were filled with the larger community members. The Patriarch spoke a homily based on Luke 13:1-5. He also upheld the young couple’s devotion to the Lord and their dedication to His Church. He tried to comfort all those present reminding them that there were many who were buried without prayers and services. Thousands are buried in mass graves without any prayers by their loved ones. The same afternoon, the Patriarch hosted the CDR meeting in the Armenian Patriarchate which was chaired by Mr. Emmanuel Bagdas. An executive committee was formed with the following members: Mr. E. Bagdas, Chairman; Ms. Tulin Kenber, Secretary; and members the Revd. Alan McCain, the Revd. Fr. Samuel Akdemir, the Revd. Deacon Tarasios, Ms. Luiz Bakar and a Catholic representative which will be named by the Latin Bishop of the city. The CDR office will be at the headquarters of the American Board. At least two or three persons will be hired for auditing and secretarial work. The Greek and Armenian Patriarchates will oversee the relief project. The materials that are dispatched to the earthquake zone are collected in the Bezciyan Common Hall of the Armenian Patriarchal Church in Kumkapi. There are still thousands under the rubbles in Izmit, Adapazari, Yalova and Cinarcik, where Armenians worked or lived. How many of them fell victim to the earthquake is still an unanswered question. Reporters say the real figures may still not be known before the end of the month. So far, the remains of 7 Armenian Church members have been buried by the church community. No information is available on the injured, since they could have been taken to any hospital in the Izmit Gulf area. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 29 August 1999: On the 12th day of the Marmara Earthquake that devastated the Northwest of the Anatolian peninsula, the Armenian Patriarchate has prepared the following update on the situation during the last week. According to the Prime Ministry’s Crisis Centre, the official death toll yesterday was: Kocaeli (Izmit)- 7,408, Sakarya- 2,624, Istanbul- 946, Yalova- 2,371, Bolu- 262, Bursa- 246, Eskisehir- 33, Zonguldak- 3, Tekirdagh – — Total 13,893. The official numbers of those who were injured and who are being treated in hospitals: Kocaeli (Izmit)- 9,094, Sakarya- 5,084, Istanbul- 4,675, Yalova- 4,472, Bolu- 1,146, Bursa- 2,603, Eskisehir- 98, Zonguldak- 26, Tekirdagh- 35, Total 27,233. Eight days after the 7.4 magnitude earthquake, on 24 August, the Government revised the official death toll from the 17,997, it had previously disclosed, back to 12,514. According to the English-language “Turkish Daily News,” an official at the Prime Ministry Crisis Centre said a mistake had been made while entering data from Izmit into a computer. TDN goes on to report that many more thousands remain buried beneath the rubble. The Governor of Golcuk, a town not distant to the epicentre, disclosed to the Turkish state television, TRT, this morning that the official death toll for his town does not include the dead, perhaps over 1,000, buried without official permits during the first 48 hours of the earthquake. He said that, according to estimates, perhaps another thousand victims still lay buried under the debris in Golcuk only. Government officials said that at sites where signs of life were reported rescue operations still continued. However, cleanup operations have already begun and are subject to widespread criticism for getting rid of the evidence necessary to secure the trial of the contractors. Three well-known contractors have been arrested, but most of the latter have fled the country for fear of prosecution. Ten days after the 45 seconds of massive shaking along the Anatolian fault line, the needs of the earthquake zone were becoming much clearer. The government reported that as many as 120,000 new homes were necessary to house the quake victims. If the situation in Armenia is any example at all, one could project that tens of thousands of people will still be accommodated either in pre-fabricated housing units or tents even ten years after the earthquake. Bulldozers and backhoes and dump trucks are presently working around the clock, not so much in the hope of finding survivors, but of making neighbourhoods accessible and habitable. The Kumkapi residents who spent the nights sleeping on the pavements of the small piazza in front of the Armenian Patriarchate, involuntarily entered their homes on the seventh day of the 17-August-earthquake to escape the rain that showered on Istanbul, on Monday evening, 23 August. At the epicenter of the devastating Marmara Earthquake, in Izmit, the torrential rains, unusual for the season, drenched the disaster zone, turning tent camps into mud towns. This new natural obstacle hampered rescue efforts, while thousands of homeless survivors remained without shelters due to the failure of the officials or the Turkish Red Crescent to distribute tents. Tents which were distributed, however, were inadequate, most of them not even waterproof. Resembling very much the case of the 1988 Armenian Earthquake, with its epicentre in Spitak, much of the destruction in the Marmara earthquake of 17 August has been blamed on substandard construction which led to the collapse of tens of thousands of buildings. There is also a fearful concern over existing poorly constructed buildings that could collapse in another strong quake, especially in Istanbul. The Grand Mayor of Istanbul, Mr. Ali Mufit Gurtuna, has declared that the Municipality of Greater Istanbul will order the demolition of damaged houses without exception. Indeed, 28 apartment buildings fully collapsed and, due to heavy damage, 583 apartment buildings have been evacuated by the orders of the Municipality of Avcilar in Istanbul where a sizeable Armenian community lives. The Governor of Istanbul ordered the facilities of the Istanbul University Avcilar campus to remain open for the 40,000 homeless people. The Istanbul Armenian weekly “Agos” reports that there are no fully collapsed buildings in Yesilkoy near the Istanbul International Airport where approximately 8,000 Armenians reside. However, critical fissures found in almost every house in the district have caused the inhabitants to evacuate their homes. The Municipality of Bakirkoy has sealed many houses found hazardous for settlement. Experts suggest that all of these buildings must be taken down and new ones built instead, in order to live safely in this first-degree earthquake zone. Apartment buildings between the districts called Migros and Chiroz, where hundreds of Armenians live, are considered unsafe. Many families have demanded that the Municipality of Bakirkoy should designate for them a camping area where they can spend the next few weeks in tents before they can rent adequate flats for their families. On the other hand, the rent of flats in safer areas in the district have already doubled. Cinarcik (Chinardjik) is reported for its heavy odour of rotting human remains under the rubble. Approximately four to five thousand lower middle class Armenians spent the summer in this town which is on the southern bank of the Sea of Marmara, a few kilometres away from Yalova. Most of the buildings near the shore are presently in total ruin. During the last week the members of the Armenian community, along with the other communities, have evacuated the town primarily by seabus. His Grace Archbishop Shahan Sivaciyan of the Armenian Patriarchate visited the disaster area and ministered to Armenian families who were there keeping watch over their homes which had either collapsed or were critically damaged. As cleanup operations continue, it is feared that more bodies will be recovered, causing the death toll to rise. The Chancellery of the Armenian Patriarchate asked Armenian press organs on Friday to be precise in their reports dealing with the state of the Armenian community in Istanbul following the Marmara Earthquake and not to exaggerate the numbers. The head of the Statistics Desk at the Patriarchate, Mrs. Sona Guzelyan, clarified that 27 Armenians had lost their lives between 17 and 27 August, six of them died in Izmit and Cinarcik under the rubbles, and five in Istanbul of heart attack, and the rest due to other health reasons. The Armenian Patriarchate has also provided ministry to the families of 12 German Evangelical and 3 British victims who had lost their lives in the earthquake and whose remains have been sent to their home countries without delays. There is no precise information on Armenian casualties in Izmit, Adapazari, Yalova and Cinarcik where many are thought to be buried beneath the rubble of thousands of houses. None of the Armenian churches in Istanbul have collapsed, but nine of them are damaged and expensive projects of repair must be implemented. The roofs of two schools, in Kumkapi and Samatya, are already under renovation. Two historic belfries have developed hazardous fissures. The Patriarchate’s third floor is visibly deformed, new cracks in the walls have developed, along one of the walls a large fissure has penetrated to the inside. The third floor of the Patriarchate building has leaned some 15 to 18 centimetres towards the backyard and needs to be reinforced and renovated. Literally hundreds of homes in Yesilkoy had to be evacuated and people, among whom many Armenian families, are now homeless, looking for rented flats before winter begins. The Armenian Patriarchate has pledged to underwrite the costs of education of the two children of Zaven-Khatchig and Veronic Melkonyan who died beneath the rubble in Cinarcik. The Armenian communities in Europe and the Americas have been asked to help the Armenian Patriarchate of Istanbul financially, so that this historic hierarchical centre can continue to provide relief to the earthquake-stricken area, along with other sister churches, and can also repair, reinforce and renovate the Patriarchate and the churches which fall under her jurisdiction. The relief efforts of the CDR (the Christian Churches of Turkey Steering Committee for Disaster Relief) overseen by the Armenian and Greek Patriarchates of Istanbul continue. The spokesperson for the Armenian Patriarchate, Mrs. Luiz Bakar is an executive member of the Committee. The CDR will erect a tent city for 1000 people, about 200 family units, on the fairgrounds in Izmit. The area already has sewerage, water and electricity connections and good road access, so although it’s close to seashore, it is an almost ideal location. Figures keep changing, but some 500,000 persons are reportedly homeless. Therefore, CDR’s is only a tiny contribution. The Revd. Alan McCain of the American Board, one of the major coordinators of the CDR, says that about half a million U.S. dollars have been pledged by overseas churches and related agencies. Local churches in Istanbul have collected for the CDR $47,000 cash – an amazing sum considering that the average income for middle income persons in the country is not more that US$ 300-400. There are also plenty of “in kind” donations. The local churches also contribute financially or in material goods to other aid attempts. Many people and many nations have been generous. However, as time passes, there is a tendency to forget the needs of the victims on a long term basis. His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul received information this morning, before he celebrated the Divine Liturgy, from a distant village near Tuzla, where thousands tried to live in makeshift tents, among them a few Armenian families; due to the distance from the epicentre, almost no relief teams have so far stopped by the area where people are left homeless in rainy and cool 18 degrees Celsius climate, quite unusual for this season of the year. There have been at least 50 search-and-rescue teams from all over the world in the earthquake zone – most of them have left. A cargo plane carrying aid to the earthquake victims from Armenia arrived in Istanbul on Friday. The Antonov-23 plane carried nine tons of aid including medicine, blankets, tents and four power generators worth US$ 60,000. Four Armenian earthquake rescue experts were also onboard the plane. The crew of the relief team was headed by the Director of Armenia’s Emergency Operations Office, Lt. Vlacheslav Harutiunyan. The group paid a courtesy visit to Patriarch Mesrob at 22:00 hours, Friday night, and expressed their sorrow for and solidarity with the Armenian community and all the peoples of Turkey due to the large amount of human and materials losses inflicted by the 17 August earthquake. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Istanbul, 31 August 1999: On the 16th day of the 7.4 magnitude Marmara Earthquake that devastated the Northwest of the Anatolian peninsula, the death toll varies between 14,400 and 19,000, the latter being the unofficial number. According to the Government, approximately 600,000 people are now homeless, especially after nearly 1,000 aftershocks since 17 August have caused damaged buildings to collapse. The Governor of Kocaeli (Izmit), Mr. Memduh Oguz, said that one person was killed and 166 injured in Izmit and Derince as a result a new earthquake of 5.2 magnitude today at 11:11 hours. An aftershock of 4.6 magnitude twenty minutes later caused panic. Even the official crisis centre personnel abandoned their headquarters. Municipal authorities urged people not to return to their homes to gather their belongings. The aftershocks were also felt in Istanbul where some quake-damaged buildings were toppled. A large chunk of the upper wall on the facade of the Armenian Church of Saint John the Evangelist (Surp Hovhannes Avedaranitch) fell down early this morning, when, luckily, no believers were around. Further cracks developed in the walls and beams of the Armenian Church of the Holy Mother-of-God in Bakirkoy. His Beatitude Armenian Patriarch Mesrob II of Istanbul and all Turkey has asked a group of architects and engineers to examine the two structures in order to decide before the weekend whether to close down the two churches to public worship until reconstruction and renovation projects were completed. Eighty of the 200 tents ordered by the CDR (Christian Churches of Turkey Steering Committee for Disaster Relief) have arrived from Norway over the weekend and were immediately taken to Izmit. Patriarch Mesrob and some of the CDR partners will visit the camp site and other towns in the disaster zone on 2 September. His Holiness Greek Patriarch Bartholomew I of Istanbul visited the Governor of Izmit today and presented him, in the name of the Greek Orthodox Church, with a cheque for US$ 100,000 for the reconstruction project of the University of Kocaeli (Izmit). The Greek Patriarchate has also contributed US$ 10,000 to the CDR. Apart from the general relief efforts, Patriarch Mesrob has adopted the three Armenians orphans whose parents were killed during the earthquake. The Patriarchate will take care of their financial needs until they graduate from university. One of the orphans is a 12-year-old girl whose left leg was amputated the other day in the State Hospital in Bursa. Patriarch Mesrob has also directed that arrangements be made for an earthquake trauma clinic where children and youths could be treated for psychological or emotional problems caused by the 17 August tremor and the continuing aftershocks. The Armenian Patriarchate is presently accepting donations for three separate projects: 1) Disaster Relief (general aid to the earthquake zone); 2) Aid for Children (care of orphans and psychological treatments for children), 3) Repair and Renovation work on damaged Armenian Church property. For further information please contact: The Armenian Patriarchate, TR-34480 Kumkapi, Istanbul, Ph. +90-212-517-0970, Fax +90-212-516-4833, E-mail: Arm.Pat.Ist@amicus.com or Divan@ArmenianPatriarchate.org.tr. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
İğrenç Bir Yaratığın Peşinde: ‘Elende Kreatur’ Almanca bir kavram. ‘İğrenç yaratık’ anlamına geliyor. Hürriyet Gazetesi, iki haftadır bu iki kelimeyle uğraşıyor. Bakın bu kelimeler başımıza neler açtı. Okuyup kararı hep birlikte verelim. Alman basınında son bir ayda bir iddia ortaya atıldı. Hürriyet Ne Demiş: Üstelik bu gazetelerin hepsi, kendilerini ‘ciddi referans gazeteleri’ olarak tanıtan yayın organları. İddia şu. Hürriyet, son tartışmada Orhan Pamuk’a ‘İğrenç yaratık’ diyerek saldırmış. Biri bu iddiayı ortaya attı, birçok gazete de üzerine atıldı. Ve sonunda tam bir recme dönüştü. İddianın ortaya atılmasından sonra Hürriyet’in bütün yayınlarını taradık. Acaba herhangi bir köşe yazısında, bir okuyucu mektubunda veya kenarda köşede bir haberin içinde böyle bir ifade dikkatimizden kaçmış olabilir miydi? Orhan Pamuk’a karşı eleştirilerimiz hep düşünce düzeyinde kalmıştı. Dolayısıyla bilgimiz dahilinde böyle bir ifadenin yayınlanması söz konusu olamazdı. Biz bulamadık. Gazeteler Ne Diyor: Frankfurt büromuzdan İsmail Erel, çok titiz bir çalışma yaptı. Bu ifadeleri yayınlayan bütün gazeteleri arayıp, ‘İğrenç yaratık’ ifadesini Hürriyet’in hangi haberinden veya köşesinden aldıklarını sordu. İşte size gazetecilik okullarında okunacak ibretlik cevaplar. Önce bunu yayınlayan ‘Özgür Ülke’ Gazetesi’nden başladık. Onlar bunu ‘Die Zeit’ Gazetesi’nden aldıklarını yazmışlardı. Die Zeit’tan gelen cevap ise şuydu: ‘Biz bu haberi başka bir gazetede görüp söz konusu pasajı oradan aldık. Orada yazılı olanın ise doğru olup olmadığını araştırmadık. Eğer yanlışsa çıkartırız.’ Başkalarından Aldık: Hamburger Abendblatt: ‘Haberi yazan arkadaş bugün gelmeyecek. Ama haberden sizin de anladığınız gibi, bu iddiayı ya doğrudan kendisi bulmuş olması gerekiyor, ya da haberi harmanladığını bildirdiği Alman Haber Ajansı DPA’dan almıştır. Bilemiyoruz.’ Dpa: ‘Bizim Orhan Pamuk ile ilgili bu yıl içinde yaptığımız tek bir haber var. Ve bu haberde Hürriyet ile ilgili tek satır, Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın sözleriydi.’ ZDF: ‘Biz ZDF olarak her şeyi araştırıp servise koyarız. Ancak bu haberi gördüğümüz kadarıyla ‘Aspekte’ redaksiyonu hazırlamış. Oradaki arkadaşlar da Berlin’de. Ama bu sitede yayınlandığına göre, böyle bir şey olsa gerek. (Haberi yazan muhabir: Ben bunu Münih’te bir Türk arkadaşımdan öğrendim. O bana dedi. Hem zaten zavallı demişsiniz. Bu, hemen hemen aynı anlama gelir.) Welt am Sonntag: ‘Bana bu haberle ilgili bir kutu hazırlamam söylendi. Ben de buradaki bilgileri başka gazetelerden aldım. Açıkçası, bunların doğru olup olmadığını kontrol bile etmedim. Sanıyorum ki bu haberi, Süddeutsche Zeitung ve Frankfurter Rundschau’dan yazdım. Eğer yazdığım haber yanlışsa, bundan dolayı özür diliyorum. Bir dahaki sefere, Hürriyet ile ilgili bir açıklama olduğunda, sizi arayacağım.’ Frankfurter Rundschau: Bu konuda şimdi bir şey söyleyemeyiz. Tabii ki gazetecilik gereği bir şey yazılmadan önce doğruluk payı araştırılması gerekir. Bu konuda haklısınız. Biz, gerekli araştırmayı yapıp sizi arayacağız. (Haberi yazan muhabir Gerd Höhler: Ben bunu diğer gazetelerden aldım. Zaten internete bakarsanız, olayı ZDF’nin benden bir ay önce duyurduğunu görürsünüz.) Kölner Stadtanzeiger: ‘Bu haber bize doğrudan muhabirimiz Gerd Höhler’den geldi. Demek ki ona güvenip haberi servise koymuşuz. Ama dediğiniz gibi, bizim de bir araştırma yapmamız gerekirdi.’ Zavallı’nın Fransızcası: Şaşırmayın, hayrete kapılmayın. Dahası da Orhan Pamuk’a yöneltildiği iddia edilen sözlerin kaynağını Die Welt’in İstanbul muhabiri Boris Kalnoky ilginç bir şekilde açıkladı. Altaylı, 11 Şubat tarihli yazısında aynen şöyle yazmış: ‘Pamuk, ‘Ben AB’den yanayım. Ben Kıbrıs’ta çözümden yanayım. Bu yüzden Türkiye’de milliyetçiler beni karalıyorlar ve bana düşmanlar’ diyecek kadar zavallıdır’. Fatih Altaylı’nın sözleri böyle. Ama bakın Alman meslektaşımız bu sözleri şöyle yorumluyor: ‘Zavallı kelimesinin karşılığı Fransızca’da ‘miserable’dir. Almanca’da ise bu ‘Armselig’dir. ‘Elend’ (iğrenç) de zavallı anlamında kullanılabilir. ‘Elende Kreatur’ yerine ‘Elender Mann’ yani ‘İğrenç (zavallı) adam’ denilebiliyorsa, bütün dünya basınının yanlış yaptığını söyleyebiliriz.’ Ben bir şey demiyorum. Yorumu, vicdanlarınıza, dilbilginize ve iyi niyetinize bırakıyorum. Sakın Bu Olmasın: Peki öyleyse bu ‘İğrenç yaratık’ sözü nereden çıktı? Sakın Altaylı’nın 16 Şubat’taki şu yazısından çıkmış olmasın? ‘(Pamuk) Gerçek neyse, onunla yüzleşmekten kaçmamalıyız deseydi aydın olurdu. Ama o hakaret etti. Konuştuğu gazeteciye bile, sanki Türkler aşağılık yaratıklarmış gibi ‘Bak sen de bir Türk gazeteci gibi konuşuyorsun’ dedi.’ Evet bizim gazetede bulabildiğimiz tek ‘Aşağılık yaratık’ ifadesi bu. Acaba Türkçesi kıt bir Alman gazeteci veya niyeti kötü bir Türk bu sözleri Almanca’ya öyle çevirmiş olmasın? Şimdi herkese sesleniyorum. Bulun Özür Dileyeyim: Hürriyet’te Orhan Pamuk için ‘İğrenç yaratık’ ifadesinin nerede kullanıldığını bulan biri varsa lütfen bize bildirsin. Çünkü böyle bir ifade gözümüzden kaçmışsa hem Orhan Pamuk’tan hem de bütün dünyadan özür dileyeceğim. Ve bunu bütün içtenliğimle yapacağım. Ama yoksa aynı özrü, bu iddiayı ortaya atan Alman gazetelerinden bekleyeceğim. [Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 10.05.05, Şirintepe-İzmit]. 
İngiliz Arşivlerinden ‘Soykırım’ İddialarına Tokat Gibi Cevap: İngiliz hükümet arşivlerini tutan “İngiltere Ulusal Arşivi”, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarında bulunan halklar arasındaki çatışmaların, “büyük devletlerin politikalarının sonucu olduğunu” ve gelişmelerin Osmanlı topraklarındaki tüm halklara acılar çektirdiğini gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki acı olaylar, Balkanlar’dan Türkler, diğer Müslümanlar ve öteki halkların da göç ettirildiği daha geniş bir sürecin, yani Birinci ve İkinci Balkan savaşlarıyla başlayan, Osmanlı’nın dışarıdan parçalanması sürecinin bir parçası olarak kabul ediliyor. Bazı Ermeni grupların ve Ermenistan’ın, o dönemdeki tüm gelişmeleri, uluslararası koşulları göz ardı ederek, yalnızca Ermeniler 1915 yılında sorunlarla karşılaşmış gibi yansıttıkları olayları, İngiliz resmi arşivleri daha kapsamlı bir bakış açısıyla değerlendiriyor. O tarihlerde meydana gelen gelişmeleri yalnızca 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı içindeki bir durum olarak değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıtılması süreciyle, yoğun göç ve sürgünlerin olduğu 1912 Birinci Balkan Savaşı’nın çıkışıyla birlikte ele alıyor. İngiliz arşivcilerin değerlendirme yazısında, Osmanlı topraklarındaki halkların, Birinci ve İkinci Balkan savaşları ile Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük devletlerce uygulanan “zorla yeni sınır benimsetme politikalarının kurbanı olduğu” belirtiliyor. İngiliz Ulusal Arşivi’ne ait olan ve arşivdeki belgelere ulaşım imkanı veren “www.nationalarchives.gov.uk” internet adresindeki “Mülteciler ve Azınlıklar” başlıklı bölümde, Avrupa’daki tüm mülteci sorunlarıyla ilgili İngiliz resmi belgelerinin tasnif bilgileri yer alıyor. Bu bölümde, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma dönemiyle ortaya çıkan bu tür sorunlarla ilgili binlerce cilt tasnif edilmiş belgenin, İngiliz Ulusal Arşivi’nin “FO-78, FO-195, FO-421 ve FO-424” kodlu kataloglarında bulunduğu belirtiliyor. Bu bölümle ilgili değerlendirme yazısı ise, “Avrupa’da 20. yüzyıldaki mülteci hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreciyle; bu imparatorluğun bir zamanlar yönettiği topraklarda milliyetçiliğin uyanmasıyla başlar” deniliyor. Bölgedeki Milliyetçilik Hareketleri: Osmanlı’nın dağıtılmasının yol açtığı nüfus sorunlarına ait belgelerin tasnif edildiği arşiv bölümünün genel değerlendirmesinin yapıldığı bu yazı, şöyle devam ediyor: “Bölgedeki milliyetçilik hareketleri, Türkiye’nin Avrupa’daki hemen hemen bütün topraklarını kaybettiği ve ülkenin Avrupa kesiminde yalnızca İstanbul ile çevresindeki küçük bir bölgeyi kendisine bırakan 1912 Birinci Balkan Savaşı’na yol açmıştır. İkinci Balkan Savaşı ise 1913’te, Yunan ve Bulgar milliyetçiliğinin birbirine karşı husumeti nedeniyle başladı. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışı ise, var olan çatışmayı daha da karmaşık bir hale getirdi. Bu savaşta Yunanistan ve Sırbistan müttefik kuvvetlere (İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan itilaf devletleri); Bulgaristan ve Türkiye ise merkezi kuvvetlere (Almanya ve Avusturya’dan oluşan ittifak devletleri) katıldı. Kendisini giderek tırmanan çatışmanın içinde bulan yerel halklar, büyük devletler arasındaki güç dengesi değişimlerinin kurbanı oldu ve büyük devletlerle müttefiklerinin durumları değiştikçe, bu yerel halklar da ya bizzat göçlerin hazırlayıcısı ya da kurban duruma düştü.” “Yapay Yeni Sınırlar, Yeni Sorunlar Doğurdu”: “Kapsamlı mülteci hareketlerinin İkinci Balkan Savaşı sırasında bölgenin genel karakteristiği olduğu” kaydedilen değerlendirme yazısında, “yüz binlerce insanın, sınırların yapay biçimde yeniden belirlendiği bir ortamda, zorla göç ettirildiğine” dikkat çekiliyor. Yazıda, “Müttefiklerin (İngiltere, Fransa ve Rusya), Türkiye gibi savaştan yenik çıkmış ülkelere zorla benimsettiği yeni sınırlar, yeni sorunlar doğurdu” deniliyor. Savaşı kazanan Avrupa devletlerinin, bölgedeki halklar üzerinde yol açtığı bu sorunları 1919 Paris barış konferansında çözmeye çalıştığı kaydedilen değerlendirmede şu ifade kullanıldı: “Siyasetçilerin 1919 yılında düzenlenen Paris barış konferansındaki amaçları, barışın kalıcı olmasını güvence altına alacak bir siyasal çözüme ulaşmaktı. Müttefik güçlerin (itilaf devletleri) bu amaçla aldıkları bir dizi önlem arasında, halkları, etnik, dinsel ve siyasal olarak bağlı oldukları topraklardan zorla, belki ayrımcılığa tabi tutulmayacakları ve biraz daha güvenli olacakları topraklara göç ettirmek de vardı. Neuilly-sur-seine’de 27 Kasım 1919’da imzalanan antlaşma, etnik, dinsel ve ulusal temellere dayalı olarak kabul ettirilmiş bir çözümdür.” “http://www.catalogue.nationalarchives.gov.uk/rdleaflet.asp?sleafletıd=312” İnternet adresinde bulunabilecek bu değerlendirme yazısının atıf yaptığı belgelerin bazılarının tasnif başlıkları şöyle: “1) Foreign Office, Embassy, Ottoman Empire, c 1782-1923; 2) Foreign Office, Consulates, Ottoman Empire, c 1782-1923; 3) Foreign Office, Embassy, Turkey, 1923-1968; 4) Foreign Office, Consulates, Turkey, 1923-1968.” O tarihlerde bölgede bulunan İngiliz diplomatlarının, askeri görevlilerinin ve diğer yetkililerin resmi yazışmaları da dahil olmak üzere milyonlarca belgenin yer aldığı bu arşiv bölümüyle ilgili bu genel değerlendirme yazısı, Osmanlı’nın son dönemindeki nüfus hareketlerinin, bu arşivi tasnif eden İngiliz tarihçilerce nasıl yorumlandığını gösteriyor. Bu değerlendirme yazısında, o dönemde yalnızca Ermenilerin değil, birçok halkın acılar çektiği görüşü, “Büyük devletlerle müttefiklerinin durumları değiştikçe, yerel halklar da ya bizzat göçlerin hazırlayıcısı ya da kurbanı duruma düştü” ifadelerinde dikkat çekiyor. [Remzi Öner Özkan, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 03.05.05, Şirintepe-İzmit].
İngiliz Basını Ermeniler Uluslararası Sempati Kazanıyor: Ermeniler’in “soykırım”ı andıkları 24 Nisan öncesi dünya basınında Ermeni sorununa ilişkin değerendirmeler çoğalıyor. The Times gazetesi, Osmanlı kuvvetlerinin “1.5 milyon Ermeni’yi katlettiklerini öne sürerken “Ermeniler, uluslararası sempati kazanıyor” yorumunu yaptı. Financial Times ise, TBMM’nin İngiliz Parlamentosu’na yönelik mektuba dikkat çekerek Türkiye’nin “sahte” gibi gördüğü “soykırım” iddialarına meydan okuduğunu yazdı. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
İrtemçelik: Ermeniler Soykırım Olmadığını Biliyor: Alman Federal Meclisi, Ermeni tasarısını, Başbakan Schröder’in önümüzdeki günlerde Türkiye’ye yapacağı ziyaret sonrasında oylayacak. Almanya’daki bütün partiler, tasarıdaki “soykırım” kavramı yerine “tehcir ve katliam” ifadelerini kullanma konusunda ortak tavır aldı. Tasarının bu ifadelerle Alman Federal Meclisi’nden geçmesi bekleniyor. Bu gelişme, Ermenilerin Almanları da belli ölçüde kendi taraflarına çektikleri biçiminde yorumlanıyor. Eski Devlet Bakanı ve Almanya Büyükelçimiz Mehmet Ali İrtemçelik, Ermenilerin bu girişimine Almanya’daki partilerin destek vermesine karşı hem parlamenterleri, hem kamuoyunu aydınlatan bilgiler veriyor. Tasarıya karşı yoğun bir çaba gösteriyor. ‘En iyi Ermeniler bilir’: İrtemçelik, Türklerin, Ermenilere karşı soykırım uygulamadığını en iyi Ermenistan’ın bildiğini vurguluyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ermeniler, Türk tarafının yıllarca süren sessizliğinden de yararlanarak birçok çevreyi inandırdıkları ‘soykırım’ın gerçekte vuku bulmadığını en iyi kendileri biliyor. Bu nedenle de iki tarafın uzmanlarının konuyu önyargısız ve ciddiyetle araştırmaları yönündeki önerileri ısrarla geri çeviriyorlar. Çok iyi bilinen amaçları, Türkiye’den önce soykırım suçunun kabulünü ve özür dilenmesini sağlamak, sonra da tazminat ve toprak elde etmektir. Osmanlı arşivleri herkese açıkken, kendi arşivlerini açmıyorlar, incelenmesine izin vermiyorlar. 1921 Kars Antlaşması’yla belirlenmiş olan sınırı tanımıyorlar. Bu da stratejilerinin bir parçası. Türkiye ile Ermenistan’ın ilişkilerinin normalleşmesini öne sürenlerin öncelikle Ermenistan’dan önce bu sınırı tanıdığını ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu ilan etmesini talep etmeleri gerekir.” ‘Parlamento görevi değil’: İrtemçelik, Ermeni tasarısının Alman Federal Meclisi’nde görüşülecek olmasını ise şöyle yorumluyor: “İlke olarak tarihi olaylar hakkında hüküm vermek parlamentoların işlevi değildir. Anımsanacağı gibi daha önceki bazı girişimler Almanya’da bu gerekçeyle sonuçsuz bırakılmıştı. Sonucun bu kez farklı olması Bundestag açısından da açıklanması zor bir çelişki oluşturur. Önergenin metni gerek 1915 olaylarına, gerek Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin halihazırdaki durumuna ilişkin sayısız maddi hatayla doludur. O kadar ki, bir kasıt olduğu gizlenememektedir. Böyle bir metnin Almanya gibi ciddi bir devletin parlamentosunda kabul edilebileceğini düşünmek dahi Bundestag’a saygısızlık olur.” ‘Türkiye’yi tanımıyorlar’: İrtemçelik, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmekten kaçındığı, oysa bunu yapmasının AB üyeliği için gerekli olduğu biçimindeki eleştiri ve görüşlere ise şu karşılığı veriyor: “Türkiye’nin tarihiyle yüzleşme güçlüğü yok. Konunun çeşitli platformlarda özgürce tartışıldığı biliniyor. Ancak, belirli çevreler istiyor diye ‘soykırım’ dayatmasını kabul edebileceğimizi ummak Türkiye’yi hiç tanımamaktır. Ayrıca, önerdiğimiz bilimsel incelemeler, gerçeğin bizim bildiğimizden farklı olduğunu kanıtlarsa, bunu saygıyla karşılamak için kimsenin telkinine ihtiyaç duymayız.” İrtemçelik, fanatik Ermeni çevrelerinin Türkiye üzerindeki hayallerinin gayri meşru ve erişilmez olduğunun bilincine varmalarına gereksinim olduğunu da vurguluyor. [Fiktret Bila: Email: fbila@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
İsim Vermeden Eleştirdi; Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, İslam ülkelerinin dünyaya katkıda bulunabilmesinin yolunun bireysel özgürlükten geçtiğini söyledi. Sezer, dün Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki konferansta şöyle dedi: Laik Devlet; Bölge için Türkiye mutlaka örnek gösterilecekse ancak laik, demokratik ve hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir. Yakın tarihe bakıldığında, çevremizde geçiş dönemi örneği olarak, ‘Ilımlı İslam’ modeliyle sıkça öne çıkartılan kimi ülkelerin, daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür. Bugün, Türkiye’yi örnek ülke olarak gösteren ülkelerin, ‘ılımlı İslam’ övgülerine karşın, bizi diğer Müslüman ülkelerden farklı kılan asıl değer, dinsel yorumumuzdan çok, laik devlet ve toplum yapımızdır. İsim Vermeden Eleştirdi; Sezer son aylarda sözde soykırım savlarının hızını artırdığını ve bu yıl doruk noktasına ulaştığını belirterek isim vermeden başta yazar Orhan Pamuk olmak üzere bu konudaki Ermeni iddialarını destekleyen açıklamalar yapan çevreleri eleştirdi. Sezer şunları söyledi: Bu savlar, Türk ulusunu üzmekte ve rencide etmektedir. Toplumumuzda kimi kanaat önderlerinin, tarihsel doğruluğunu hiçbir biçimde sorgulamadan, en aşırı iddia sahiplerinin yanında çekincesiz yer almayı seçmiş olmaları, üzüntü vericidir. Tarihsel olayları yorumlarken bilimsel nesnellikten uzaklaşmak, aydın dürüstlüğü ve tutarlılığıyla bğdaşmaz. Eller Temizdir; Değerli devlet adamı İsmet İnönü’nün Lozan’da kendisini itham eden İngiliz Başdelegesi Lord Curzon’a hitaben söylediği, ‘Türk milletinin elleri bilhassa temizdir’ cümlesinin arkasındayız. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, ancak soruna adil ve kalıcı bir çözüm bulunduğu, Ada’da iki toplumun bir arada yaşayacakları yeni bir ortaklık devleti kurulduğunda tanıyabilir. ABD’nin Sorumluluğu; PKK/Kongra-Gel adlı terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığının, bizim için açık bir rahatsızlık nedeni olduğunu bir kez daha yinelemek istiyorum. ABD’nin sorumluluğunun gereklerini artık yerine getirmesini bekliyoruz. Kritik bir dönemeçten geçmekte olan bölgemizde, istikrarın korunması ve gerginlikleri azaltıcı politikalar üretilmesi yönünden, bölge ülkelerine özel bir görev düşmektedir. Suriye ve ilgili tüm taraflara gerekli telkinlerde bulunmayı sürdüreceğiz. [Hürriyet Gazetesi, kayıt; Erkan Kiraz, 08.04.05, Şirintepe-İzmit].
İstanbul Ortodoks Ermeni Patrikhanesi: Kumkapı, 34480, İstanbul, Tel. +90-212-517-0970, Fax +90-212-516-4833, E-Email: Arm.Pat.Ist@amicus.com veya Divan@ArmenianPatriarchate.org.tr. Patrik Mesrob II Mutafyan. 
İsviçre Savcısı Ve Saat Kaçakçısı…: Dünkü yazımızın sonunda, İsviçre’nin, bizim Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nu tutuklamak istemesinin altında, kırk yıl önceki bir saat kaçakçılığının kuyruk acısı olabileceğini söylemiştik. Yıl 1966, Türkiye yavaş yavaş yetmiş sente muhtaç günlere gidiyor, hep dış borç arıyoruz, alıyoruz, ya da erteletiyoruz. OECD’deki Türk temsilciliğinin asıl görevi borç bulmak… İsviçre’den de borç istiyoruz, resmi adı “15 milyon dolarlık para kredisi…” 1966 yılında OECD’de Türk temsilcisi olan Sayın Cahit Kayra, bu kredinin ilginç öyküsünü “38 Kuşağı”nda anlatır. (x) Kayra’ya göre bu krediye “saat kredisi” demek daha doğru olacaktır: “Çünkü bu kredinin Saat denen gereçle bir ilgisi var. Ancak bütün üyeler verdikleri kredi ile kendi mallarının satın alınmasını isterken, İsviçre makamları bize bu krediyi verirken kendilerinden saat alınması koşulunu ileri sürmediler. Bu kredinin faizi yüzde 4’tü, biz dayattık, 3’e indi. Süresini on yedi yıl olarak önermişlerdi. Biz yirmi yıl dedik. Onu da kabul ettiler. Ödemesiz dönem beş yıldı, yedi yaptırdık. Böyle uygun koşullu bir kredi konsorsiyum tarihinde görülmüş değildi.” Peki niçin? Para denilince zevkten tir tir titreyen İsviçre, buna neden razı oluyor, neden bu alışılmadık kolaylığı gösteriyordu? Türkiye’yi çok sevdiklerinden mi, ya da Türkiye’nin haline acıdıklarından mı? Hayır, hiç öyle şey olur mu? Ya ne? İşin aslı şuydu… Birkaç yıl önce Türkiye’ye İsviçreli çok soylu bir aileden yaşlı bir adam “turist olarak” gelmişti. Zaten çok uzun boylu olan adamın üstünde büyük ve yerlere kadar inen bir paltosu vardı ve ağır ağır yürüyordu. Gümrükçüler ve polisler adamın Türkiye’ye ilk kez gelmediğine dikkat etmişler ve bu garip görüntünün altında ne olduğunu görmek istemişler. Palto açılınca iç astarının üstüne, alttaki avcı ceketinin içine takılı yüzlerce İsviçre saati çıkmış. Cepler, kolların içi her taraf saat dolu… Adamın pantolonu harar gibi bir şeymiş; o da saat deposu gibi bir şey. Altın, gümüş, çelik, otomatiklisi, pillisi her türlüsü. Adamı tutuklamışlar. Mahkeme, karar… Beş yıl. Hapishaneye göndermişler. İsviçre Büyükelçiliği harekete geçmiş. Adam kantonlardan birinin tanınmış bir burjuvasıymış. Ama bir şey yapılamıyor. Zavallı yaşlı adam içeride! Herhalde devamını anladınız, İsviçre uygun şartlarla 15 milyon dolar krediyi bizim önerdiğimiz koşullara göre verir ve saat kaçakçısını kurtarır. İşte, şimdi kim bilir, İsviçreli savcı, bu kredinin ve saatlerin peşindedir. Belki krediyi ödemiş olabiliriz ama, el konulan saatler bizde kalmıştır. Açıklama-Geçenlerde, Ermeni çetelerinin ve Rus ordusundaki Ermenilerin Erzurum’da yaptıkları katliamı anlatan, Rus Yarbayı Toverdohleyof’un anılarından bir bölümünü yayımlamıştık. Bu anıların kaynağını merak edenler olduğu gibi, bu anıların Türkçeye çevrilen bir kitaptan alındığını da söyleyenler oldu. Rus yarbayın anıları Genelkurmay Başkanlığı “Askeri Tarih Belgeleri Dergisi”nin, Aralık 1982 tarihli 81. sayısında yayımlanmıştır, derginin satış fiyatı 130 liradır, “gizli” kaydı olan bir dergi değildir. Bu açıklama, rüzgârdan nem kapanlara, ya da “Havada bulut var!” lafını duyunca, “Vay sen bana ördek dedin!” diyen işkillilere sunulur. (x) 38 Kuşağı/Anılar; İş Bankası Kültür Yayınları. [Hasan Pulur, Email: h.pulur@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 06.05.05, Şirintepe-İzmit].
İsviçre’yi Kızdıran Konuşmayı Yineledi: Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ermenilerin soykırım iddialarını reddettiği gerekçesiyle İsviçre’nin soruşturma açmasına neden olan konuşmanın aynısını Ankara’da tekrarladı. ‘Ermeni İddiaları ve Azerbaycan Gerçeği 1. Uluslararası Sempozyumu’nda konuşan Halaçoğlu, yurtdışında Ermenilere 1915 olaylarıyla ilgili olarak masum muamalesi yapıldığını belirterek, ‘O dönemde devlete isyan ettikleri gözardı edilmek isteniyor’ dedi. Ermenilerin Birinci Dünya savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı İngiliz, Fransız ve Rus askerleriyle işbirliği içinde olduğuna dikkat çeken Halaçoğlu, ‘Bir Fransız belgesine göre 1914’te İskenderun limanına Ermenilere ulaştırmak üzere 15 bin tüfek ve 2 milyon mermi gönderilmiştir’ diye konuştu. [Özgür Ekşi-Ankara, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 06.05.05, Şirintepe-İzmit].
İşte Ermenistan’ın Yanıtı: Ermenistan’ın, Başbakan Erdoğan’ın ‘Birlikte komisyon kuralım, tarihi gerçekleri araştıralım’ teklifine yanıtı şekillendi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, ‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermenistan Başbakanı Andranik Margaryan’a yazdığı mektuba yanıt gelmedi. Ama bu yanıt önümüzdeki günlerde gelecek’ dedi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta gerçekleştirilen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı sonrası, bir basın toplantısı düzenledi. Bakan Gül, Ermenistan’dan basına yansıyan olumsuz görüşlerle ilgili, Ermeni liderlerinin basın yoluyla verilen yanıtlarının çok sağlıklı olmadığını belirterek, ‘Çünkü biz de bazen aynı şekilde bir şey söylüyoruz o farklı yansıyabiliyor. Bugün de gazetelerde Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın beyanını gördüm. Geçen yansıyan demecinin öyle olmadığını söylüyordu. Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermenistan Başbakanı Andranik Margaryan’a yazdığı mektuba yanıt gelmedi. Ama bu yanıt önümüzdeki günlerde gelecek. Bunu gazetelerde görüyoruz.’ dedi. Diğer taraftan Hürriyet’in güvenilir kaynaklardan edindiği bilgilere göre Ermenistan’ın cevabında ‘Önce iki ülke arasında diplomatik ilişki kuralım, ardından da sizin önerdiğiniz ortak komisyonu gerçekleştirelim’ yönünde yanıt vermesi bekleniyor. Türkiye’nin daha önce Erivan’a iletilen şartlarında değişim olmadığı da bildirildi. Ankara, Erivan yönetiminin, ‘Ermenistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasına ilişkin yayınlanan manifestoda yer alan Batı Ermenistan (Türkiye’den toprak talep etme anlamına geliyor) ifadesi ile sözde soykırımdan vazgeçmesi, işgal ettiği Yukarı Karabağ’dan kayıtsız şartsız çekilmesi ve Azerbaycan ile Nahcivan arasında koridor açılmasına izin vermesi’ halinde, ilişkileri başlatma kararını koruyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Ermeni meslektaşı Vartan Oskanyan’a bunları ve Ankara ile Atina arasındaki güven artırıcı önlemlerin benzerinin Ermenistan’la da sağlanabileceğini ilettiği belirtildi. [Uğur Ergan-Ankara, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
İşte Kara Kaplı Defter’deki Gerçek: 1915 sonrasındaki nüfus hareketleri ve istatistikleri Sadrazam Talat Paşa’nın defterinde kayıtlı. Sadrazam Talat Paşa, eşi Hayriye Talat Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı’nın bugüne dek özenle sakladığı 10×15 cm ebadındaki defterde, 1915 sonrasındaki nüfus hareketlerini ve istatistikleri dikkatle kaydetti. 27 Mayıs 1915’te çıkan ‘Geçici Tehcir Kanunu’ uyarınca mecburi göçe tabi tutulan Ermeniler’in sayısı, Talát Paşa’nın kayıtlarına göre, 924 bin 158. Sürgünün en yoğun şekilde uygulandığı şehir 141 bin 592 kişiyle Sivas, en az sayıda Ermeni’nin nakledildiği viláyet ise 4 bin 381 kişiyle Konya. Ermeni tehciriyle ilgili sayılar, Talát Paşa’nın kara kaplı defterinin üçüncü kısmını oluşturuyor. Paşa, defterin tehcire ayrılan sayfalarında önce ne kadar Ermeni’nin zorunlu göçe tabi tutulduğunu yazıyor, arkasından tehcir kanununun imparatorluğun hangi viláyetinde ve hangi sancağında kaç Ermeni’ye uygulandığını liste halinde veriyor. Defterde daha sonra, sürgüne gönderilmeyen Ermeni yetimlerin viláyetlere göre dağılımları gösteriliyor ve bunu Ermeniler’den kalan boş binaların, istimlák edilen gayrımenkullerin, çiftliklerin ve madenlerle imtiyazların kısa dökümleri takip ediyor. Talát Paşa’nın kayıtlarına göre, 27 Mayıs 1915’te çıkan ‘Geçici Tehcir Kanunu’ uyarınca mecburi göçe tabi tutulan Ermeniler’in sayısı 924 bin 158. Sürgünün en yoğun şekilde uygulandığı şehir 141 bin 592 kişiyle Sivas, en az sayıda Ermeni’nin nakledildiği viláyet ise 4 bin 381 kişiyle Konya. Ancak, Paşa’nın, viláyetlerden birinde 270 sürgünü eksik gösterdiği görülüyor. Tehcirin En Önemli Belgesi: Ermeni tehciri konusunda ilk elden belge olma özelliği taşıyan yukarıdaki liste, Sadrazam Talát Paşa’nın kara kaplı defterinde bu şekilde yeralıyor. Listenin yeni harflere çevrilmiş hálini ise yanda görüyorsunuz. Defterde bu listenin bulunduğu sayfadan sonra Ermeni yetimlerin ve yine Ermeniler’den kalan boş binalarla gayrimenkullerin, çiftliklerin ve maden imtiyazlarının dökümü geliyor. Talát Paşa, Tartışmaya 90 Yıl Sonra Katılıyor: Sadrazam, Dahiliye Nazırı ve Ermeni tehcirinin mimarı olan Talát Paşa, 1915 olaylarının üzerinden tam 90 sene geçtikten sonra, ilk defa bugün konuşuyor ve tehcir tartışmalarına özel arşivinde bulunan, şimdiye kadar hiç yayınlanmamış belgelerle katılıyor! Dün, sayfamda dizinin tanıtımını yaparken de yazmıştım: Bu dizide yeralan tehcir sayılarıyla diğer bilgilerin temeli, Sadrazam Talát Paşa’ya ait olan ve Paşa’nın hanımı Hayriye Talát Hanım’ın torunu Ayşegül Bafralı’dan yayınlamak üzere aldığım 10×15 santim eb’adında bir defterle yine Talát Paşa’ya ait bulunan ve senelerden beri bende bulunan diğer belgelere dayanıyor. Paşa’nın Anadolu’da 1915 sonrasındaki nüfus hareketlerini ve istatistikleri kaydettirdiği kara kaplı defter, üç fasıldan meydana geliyor: Müslüman muhacirler, tehcir edilen Ermeniler, devlet aleyhine çalıştıkları için aynı şekilde mecburi göçe tabi tutulan Rumlarla Araplar ve gayrımüslimlerden kalan mallar… Dizinin hemen başlangıcında, bir hususa dikkat çekmem lázım: Talát Paşa’nın kara kaplı defterinde ve Paşa’ya ait diğer belgelerdeki sayılar bizde bu konularda şimdiye kadar gereken gerçekçi çalışmalar pek yapılmadığı için çoğumuza bir hayli yabancı, hattá yüksek gelebilir, fakat hepsi birinci derece kaynak olan bu sayılar, abartılmış rakamlarla dolu ‘soykırım’ suçlamalarına karşı birer savunma kanıtı gibidir. ‘Sadece Ermeniler’i değil, Kürtler’i de kesmiştik. Yaptığımız soykırım dolayısıyla özür dileyelim, mesele hallolsun’ diyen gönüllü cahillerimiz gölge etmesinler; akademik çevrelerimiz de ‘Biz onları değil, onlar bizi öldürmüştü’ ucuzluğunu bir tarafa bırakıp ilmi yola girsinler, yeter… Leylekyan Müsterih Olsun, Talát Paşa’nın Mezarını Çöplük Yaptık: Gazetelerde görmüşsünüzdür: Merkezi Brüksel’de bulunan ‘Avrupa Ermeni Federasyonu’ isimli örgütün başkanı Laurent Leylekyan, geçen hafta Türk hükümetinden bazı garip taleplerde bulundu. Adıyla kafa yapısının tam bir uyum içerisinde bulunduğu taleplerinden belli olan Bay Leylekyan, Talát Paşa’nın İstanbul’daki mozolesinin yıkılmasını, ‘Talát’ ve ‘Enver’ isimlerini taşıyan caddelere başka isimler verilmesini, Ermeniler’in Türkler’e yönelik cinayetlerinin sergilendiği müzelerin kapatılmasını ve ‘soykırım’ kavramından bahsedilmesini yasaklayan kanunların kaldırılmasını istiyordu. Leylekyan’ın saçmalıklarını okuduktan sonra, Farsça eski bir deyimi, ‘Diváne rá kalem nist’ yani ‘Deliye günah yazılmaz’ sözünü hatırlayıp güldüm ama dün sabah Şişli taraflarında gördüklerim, gülüşümü acı bir tebessüme çevirdi ve ‘Leylekyan’ın bazı taleplerini biz kendi kendimize çoktaaaan yerine getirmişiz’ diye düşündüm. Dün sabah, bu dizide kullanmak maksadıyla Talát Paşa’nın Şişli’de, Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde bulunan kabrinin fotoğraflarını çekmeye gittim ve kabir yerine bir mezbeleyle karşılaştım! Talát, Enver, Mahmud Şevket ve Midhat Paşalar ile beraber 31 Mart ayaklanmasında şehid edilen diğer askerlerin türbelerinin bulunduğu mekánda sanki yeni bir isyan yaşanmıştı. Ábidenin altındaki türbenin kilidi kırılmış ve merdivenle inilen mezarlık artık akşamcıların mekánı olmuştu. Bahçedeki láhidler boş şişelerle dolu bira sandığı niyetine kullanılıyordu ve sözün kısası, etraftaki herşey içler acısı haldeydi. Aynı mekán, 1996’da, Enver Paşa’nın cenazesinin Tacikistan’dan naklinden önceki günlerde de bu şekildeydi ve vaziyetini gündeme getirmemden sonra alelácele temizlenmiş fakat Paşa’nın cenaze merasiminden sonra her şey yine eski tas, eski hamam olmuştu. Avrupa Ermeni Federasyonu’nun başkanı Laurent Leylekyan, müsterih olsun ve Türk Hükümeti’nden böyle taleplerde bulunarak kendisini yormasın. Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nin bakımından sorumlu olan Büyükşehir Belediyesi umursamazlığına devam ettiği ve mekán askeriyeye devredilmediği takdirde, sadece Talát Paşa’nın değil, ebedi uykularını bu şehitlikte uyuyanların mezarlarından çok yakında tek bir iz bile kalmayacak! Posta Memuruydu Sadrazam Oldu: Adını bulvarlara, caddelere, mahallelere ve okullara verdiğimiz Talát Paşa’nın kim olduğunu mutlaka biliyorsunuzdur ama, gene de kısaca hatırlatayım: Tam adı ‘Mehmed Talát’ olan Talát Paşa, Edirne’de 20 Ağustos 1874’te doğdu. Genç yaşlarındayken babasını kaybetti ve ailesini geçindirebilmek için Posta ve Telgraf İdaresi’ne girdi. İttihad ve Terakki’nin kurucularından oldu, Abdülhamid rejimi aleyhindeki çalışmalara katıldığı için tutuklandı, 25 ay hapis yattı ve Selánik’e sürgün edildi. Burada seyyar postacılık yapan Mehmed Talát, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra Edirne’den milletvekili seçildi, Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesi’nde Dahiliye, Küçük Said Paşa Hükümeti’nde de Posta ve Telgraf Nazırlığı’na getirildi. Talát Bey, 23 Ocak 1913’teki Babıali baskınının düzenleyicilerinden ve Enver ve Cemal Paşalar ile birlikte İttihad ve Terakki Partisi’nin üç liderinden biriydi. 1913’ün 13 Haziran’ında kurulan Said Halim Paşa Hükümeti’nde yeniden Dahiliye Nazırı oldu ve 1915’teki Ermeni tehcirini bizzat yürüttü. 4 Şubat 1917’de sadrazamlığa, yani başbakanlığa getirildi ve ‘Paşa’ unvanı aldı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmemiz üzerine 8 Ekim 1918’de istifa eden Talát Paşa, İttihad ve Terakki’nin diğer liderleriyle beraber 2 Kasım gecesi bir Alman denizaltısıyla Türkiye’yi terketti. Önce Rusya’ya, oradan da Almanya’ya gitti. Talát Paşa, savaş yıllarında Anadolu’da yaşanan Ermeni Olayları sırasında aldığı tedbirler sebebiyle Diaspora Ermenileri tarafından ‘en büyük düşman’ ilán edilmişti ve Berlin’de, 1921’in 15 Mart sabahı Soğomon Tehliryan adında bir Ermeni komitacı tarafından ensesinden vurularak katledildi. Tehliryan yargılandığı Alman mahkemesinde beraat ederken, Paşa’nın kemikleri cinayetten 24 yıl sonra, 25 Şubat 1944’te Berlin’den İstanbul’a getirildi ve büyük bir askeri törenle Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnedildi. [Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
İşte Tarihi Ermeni Mektubu…: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’a gönderdiği mektupta, Ermenilerin soykırım uygulandığını öne sürdüğü 1915’te yaşanan olaylar için, “geçmişte halklarımıza acı veren hatıralar” tanımını kullandı. Türkiye ve Ermenistan’ın aynı döneme ait görüşlerinde “yorum farkı” olduğunu belirten Erdoğan’ın, “Sayın Cumhurbaşkanı” hitabıyla başlayan tarihi mektubu şöyle: “Türk ve Ermeni halkları, dünyanın hassas bir bölgesinde ortak bir tarih ve komşu coğrafyayı paylaşmakla kalmamış, uzun yıllar bir arada yaşamışlardır. Ancak, ortak tarihimizin bir dönemine ilişkin yorum ve değerlendirme farklılıklarımızın mevcudiyeti bir sır değildir. Geçmiş yıllarda halklarımıza acı veren hatıralar bırakan bu farklılıklar bugün de ülkelerimiz arasında dostane ilişkiler geliştirilmesini kolaylaştırmayan bir rol oynamaktadır. Ülkelerimizin yöneticileri olarak başta gelen görevimizin, gelecek nesillerimize hoşgörünün ve karşılıklı saygının egemen olduğu barış ve huzur dolu bir dostluk ortamı bırakmak olduğunu düşünüyorum. Bu görüşleri, ülkemizin ana muhalefet partisi lideri Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal da paylaşmaktadır. Bu çerçevede, ülkelerimizin tarihçi ve diğer uzmanlarından oluşan bir grubun 1915 dönemine ait gelişme ve olayları sadece Türk ve Ermeni değil, ilgili üçüncü ülkelerde yer alan tüm arşivlerde araştırarak, bulgularını uluslararası kamuoyuna açıklamaları yolunda ülkenize bir davet yapıyoruz. Bu yönde bir girişimin hem tarihin tartışmalı bir bölümüne ışık tutacağını, hem de ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin normalleşmesine hizmet edecek bir adım oluşturacağını düşünüyorum. Gelecek nesillere dostça ve daha barışçı bir ortam devretmeyi amaçlayan bu önerimizin kabul göreceğini umuyorum. Tarihçi ve diğer uzmanlarınızdan bir grup oluşturarak arşivlerde ortak çalışma yapmaları yolundaki önerimize olumlu yaklaştığınız takdirde, bu önerimizin ayrıntılarını ülkenizle görüşmeye hazırız. Saygılarımla.” [HabertTürk, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
İzmir: Eski adı Symirna’dır. Tarih boyunca önemli bir kent olmuştur. Ancak denizcilik ve ticaret kenti olması 1800’lü yılarda olmuştur. Hemen hemen tüm Avrupa develtlerinin büyükelçiliklerinin bulunduğu bu kentte büyük bir Yahudi, Dönme Yahudi, Rum, Ermeni ve Levantenler yaşarmış. Özellikle Devrim Fransası’ndan kaçanlarla Hollanda’dan gelen Batılılar kentin ticari yaşamında önemli rol oynamıştır. Ege bölgesinin en önemli ticaret ve sanayi kenti olması özelliğini korumasının yanında sahil kasaba ve köyleriyle bir gezgin cennetidir de. Manisa-Bornova arasında kalan dağın adı “Sipil Dağı”dır. [Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
İzmit Malta Sürgünleri: 28 Mayıs 1919 yılında İngiliz Princess Ena gemisi ile Malta’ya yollanır. 25 Ekim 1921 yılında eski bir petrol tankeri olan Montreal ve Chrysanthenum isimli gemilerle Malta’dan önce İstanbul’a sonra İzmit’e getirilir. [Yazan: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
İzmit’e Nakledilen Muhacirle: 24 Nisan’da düzenlenen sözde “Ermeni Katliamını Anma Günü” sonrasında gazetelerde bu konudaki yayınlara devam ediliyor. Özellikle Hürriyet Gazetesi, son günlerde Murat Bardakçı’nın yazı dizisiyle konuyu sürekli gündemde tutuyor. Örneğin Hürriyet’in dünkü nüshası, Ermeni tehcirinin ötesinde başka bir gerçeği daha gözler önüne seriyordu. Bardakçı’nın naklettiğine göre; Talat Paşa’nın kara kaplı defteri, 1915 ve 1916 yıllarının Anadolusu’nda sadece gayrımüslimlerin değil, yüzbinlerce Türk’ün de nakledildiğini gösteriyor. Defterde, doğudaki bazı viláyetlerimizin Rus işgaline uğraması üzerine işgal bölgelerinde yaşayan 800 bin kadar Türk’ün ‘muhacir’ olarak yollara düştüğü ve 702 bin 905 kişinin İzmit’ten Halep’e uzanan uzun hat üzerindeki şehirlere iskán ettirildiği yazılı. Defterin bir sayfasında, ‘Doğu sınırındaki savaş bölgelerinden iltica edenlerin sayısını gösterir’ şeklinde bir başlık altında, Vilayetlerin ve sancakların isimlerinin yanına rakamlar yazılmış. İzmit Sancağı’nın yanında 1887 rakamı yazılı. Evet, zamanında İzmit Sancağı’ndan bir çok Ermeni tehcir edilmiş. Ancak, yine aynı şekilde bir çok Türk de İzmit Sancağı’na nakledilmiş. Ermenilerin yıllardır tüm dünyada oluşturdukları lobi faaliyetleri, yalan-dolan üzerine kurulmuş olsa da ortak bir duruş ve politika olduğu için son yıllarda etkisini ciddi manada hissettirdi. Bu etkiden rahatsız olan Türkiye, ne yazık ki şimdiye kadar etkili bir ortak politika güdemedi. Devletin ilgili kurum ve kuruluşları, daha yeni yeni bir araya gelmeye ve bu konuda ortak politikalar üretmeye başladılar. Hürriyet Gazetesi’ndeki yazı dizisi de bu çalışmaların yansımalarından birisidir. Umarım, bu çalışmalar ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçekte de yapılır. Bu şekilde, Ermeni Diasporası’na karşı ortak bir duruş sergilediğimiz gibi, geçmişimizle ilgili gerçekleri de daha iyi öğrenme şansını elde etmiş oluruz. [Kocaeli Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
İzmit’te Ermenilere İlişkin Bilgiler: Ermeni Tehciri konusunda yargılananlar 33 Türk, Malta Adası’na sürülen XX Türk, “1601-1611 yillarinda İran ve Ermenistan’dan gelerek İzmit ve çevresinde yerlesen Ermeni ustalar olmus. İzmit Pismaniyesi’ne ününü kazandiran ise bu ustalardan Sekerci Haci Agop Dolmacıyan. Ne var ki 1. Dünya Savasi’ni izleyen yillarda digerleri gibi Dolmacıyan da sekerci dükkanini kapatarak baska ülkeye göçmüs. Onun maharetinin de kendisiyle birlikte göç etmesini önleyen ise, Dolmacıyan’in çocuklarina Türkçe ve Fransızca ögretmek üzere dükkaninda çalismis bulunan Izmit Muhasebe Baskatipliği’nde görevli İbrahim Ethem Efendi olmus. Kendisine pismaniye yapinin tüm inceliklerini ögreten Hacı Agop Dolmacıyan’in Amerika’ya göç etmesi üzerine, Kapanönü semtinde bir sekerci dükkani açmis. Botanik kültürü, müzik yetenegi ile de taninan ve soyadi kanunu çiktiktan sonra Çınar soyadini alan, 1892-1953 yillari arasinda yasamis bu renkli kisiligin imalathanesi adeta pismaniye ustasi yetistiren bir okul olmus ilerleyen yillarda.” 1914-1915 yılları aarsında Ermeniler tarafından gerçekleştirilen isyan ve tedhiş hareketleri şunlardır: “27 Mayıs öncesi Erzurum’da, Sivas’ta, Trabzon’da, Ankara’da, Adana’da, Urfa’da. İzmit ve Adapazarı’nda, Bursa’da, Musa Dağı’nda, İzmir. İstanbul, Maras, Antep, Halep ve daha birçok yerde Ermeni İsyan ve Terör Olayları gerçekleştirilmiştir.” “Başlangıçta bazı bölgelerde ve İzmit’e bağlı Adapazarı’nda yaşayan Ermeniler’in bir bölümü göç dışında bırakılmışlardır.” [Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
İzmitli Ermeni Eşkiyalar: İzmit yerlilerinden Ermeni asıllı Kaspar oğlu Karabet [Karabet Kasparyan] &, kardeşi Bağdik [Bağdik Kasperyan]masum kişilerin namuslarına tevaüz ettiklerinden müşir atanması yoluyla cezanaldırlmaları istenir. Yakalanan eşkiyaya İzmit Tersane-i Amire’de kürek cezası verilir [15.12.1787]. Bu kişilerin yakalanmaları istenmektedir. [Kaynak: Kocaeli-Sakarya Tarihi’nden, Prof. Dr. Atilla Çetin, Derleyen: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 12.05.05, Şirintepe-İzmit].
Justin McCarthy, Soykırımı Tanımak Sadece Başlangıç; CHP’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen ABD’li tarihçi Justin McCarthy, Türklerin Ermeni soykırımı yapmadığını yineleyerek, ”Türkler soykırım yapmadığı halde yaptığını kabul edip özür dilerse, bunun arkasından tazminat ve Ermenilerin devlet kurma talebi gelecek” dedi. TBMM eski senato salonunda konferans veren McCarty, Ermenilerle Türklerin 800 yıl barış içinde yaşadıklarını vurguladı. Ermenilerin Rusların kışkırtması ile ayaklandığını belirten McCarty, çok sayıda Türk’ün öldürüldüğünü söyledi. Rusların kışkırtmaları sonucu Ermeni çeteleri kurulmasıyla iki halk arasındaki barışçı yaşamın sona ermeye başladığını bildiren Mccarthy, ”Ermeniler, Ruslar için casusluk, rehberlik yaptı. Türk halkına eziyet ettiler” dedi. McCarthy, Avrupa’nın, Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için önce ‘Ermeni soykırımı’nı itiraf etmesini beklediğini de belirterek, ”giriş ücreti olarak yalanı talep eden bir kuruluşa girmeniz uygun olur mu? (Babanızı katil olduğunu itiraf edersiniz girebilirsiniz) diyen bir birliğe üye olunabilir mi?” dedi. Ermeni kaynakları tarafından ortaya konulan sözde soykırım belgelerinin ‘Sahte ya da taraflı’ olduğunu ifade Mccarthy, ”Sadece Avrupalılar ya da Amerikalılar kandırılmış değil. Türk bilim adamları arasında da saçma kitaplar yazanlar var. Propagandayı kendine kaynak olarak seçenler propaganda üretir, tarih yazmaz” dedi. Mccarthy, bu konudaki Osmanlı belgelerinin ise sağlıklı olduğunu kaydederek, ”yazılanlar siyasi bilgiler değil, gizli tutulmuş iç raporlardır. Bunları yazarken yanıldıkları oldu ama yalan söylemediler, bilerek sahtekarlık yapmadılar” diye konuştu. Türkiye’nin bu yanlış tarihi düzeltmek için yapabileceklerine de değinen Mccarthy, ”Türkler, ataları hakkında söylenenlere karşı çıkmalılar. Bu zor bir mücadele, çünkü ön yargılar var, ancak gerçek sizin tarafınızda. Ama çok da iyimser değilim” dedi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bu konuda anlaşarak harekete geçmelerinin, gerçeklerin dünyaya anlatılması açısından büyük önem taşıdığını belirten Mccarthy, ”ben ve benim gibi düşünenler artık kendilerini yalnız hissetmiyorlar” dedi. Türklerin bu konudaki gerçeklerden korkmadığını bildiğini ifade eden Mccarthy, öncelikle bu konuda yazılan bilimsel eserlerin İngilizce’ye çevrilmesi önerisinde bulundu. McCarthy Ermeni iddialarını içeren Mavi Kitap’a ilişkin bir soruyu yanıtlarken de ”kitap bir dizi yalan” dedi. Kitapta kişilerin rumuzlarla verildiğini, aynı kişilerin üç ayrı kişi gibi sunulduğunu bildirerek, ”gerçekliğini kanıtlamak isteyenler ‘Yazanlar misyoner, yalan söylediklerini gördünüz mü?’ diyorlar. Evet, sık sık yalan söylerler” dedi. [Kayıt; Erkan Kiraz, 24.03.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Justin McCARTHY; ABD’de Louisville Üniversitesi’nde tarih profesörüdür. Nüfusbilim ve Osmanlı tarihi üzerine uzmanlaşan McCarthy’nin bazı kitapları Ölüm ve Sürgün, Müslümanlar ve Azınlıklar başlıklarıyla Türkçeye çevrilerek yayımlandı. Aşağıda sunulan yazı, Amerikalı tarih profesörü Dr. Justin McCarthy’nin 24 Nisan 2002 tarihinde İstanbul’da yaptığı “The First Shot” başlıklı konuşmasının çevirisidir.
Kabul Edilemez Çünkü Yok; Emekli Büyükelçi, eski Dışişleri Bakanı ve Hürriyet yazarı İlter Türkmen, ‘Türkiye’nin soykırımı kabul etmesi beklenemez çünkü ortada soykırım yok’ dedi. Türkmen, ‘Ermeni tarihçilere bakarsanız, onlar hiçbir şey yapmamışlar’ diye konuştu. 1915’te ne oldu?; – 1915’te ne olduğu, tarihçiden tarihçiye değişiyor. Ben tarihçi değilim ama okuduklarımdan görebildiğim kadarıyla, Osmanlı İmparatorluğu soykırım olarak nitelendirelebilecek bir hareket yapmadı. Bir tehcir kararı alınmıştı ve bu tehcir kararı zaten bütün Ermenileri kapsamıyordu. Dolayısıyla, bütün Ermenileri hedef alan bir karar değildi. Biliyorsunuz, o dönemde savaş vardı ve Ermeniler de Rus ordularına katılmış, onların gölgesinde katliamlar yapıyorlardı. Ruslar çekildikten sonra bu katliamlar daha da arttı. Bu arada elbette Ermenilerden de ölenler oldu. Kış şartları, açlık, hastalıklar ve uzun yol, tehcir sırasında pek çok Ermeninin de ölümüne sebep oldu. Ermeni tarihçilere bakarsanız, onlar hiçbir şey yapmamışlar, Osmanlı da sanki tehcir kararını durup dururken almıştır gibi bir hava görürsünüz. Bu durumda tarihçiler bir çözüm bulabilir mi bu meseleye?; -Türk Tarih Kurumu Başkanı, ellerinde konuya dair pek çok belge bulunduğunu, bütün dünya arşivlerini araştırdıklarını ve bunun soykırım olmadığını ispat edebileceklerini söylüyor. Hatta, ilgili bütün taraflarla birlikte meselenin Birleşmiş Milletler tarafından kurulacak bir komisyonda tartışılmasını istiyor. Birleşmiş Milletler, tarihçileri dinleyip de bir karar veremez. Önce muhtelif ülkelerin tarihçileri bir araya gelmeli ve mutabık kaldıkları belgeler üzerinde tartışmalı. Çünkü belgelerin bir kısmı sahte olabiliyor. Parlamentoların aldığı kararların herhangi bir yaptırım gücü yok, öyle değil mi?; – Hayır, hukuki bakımdan hiçbir anlamı yok. Ayrıca biz hukuki bakımdan son derece sağlam bir vaziyetteyiz. Çünkü bir kere Soykırım Sözleşmesi geriye dönük işlemiyor. Geriye dönük işlemediği için kimsenin Türkiye’ye dönüp de, ‘Sen bu işte sorumlusun’ deme imkánı yok. Bu durumda, ne tazminat taleplerinin geçerliliği olabilir ne de toprak taleplerinin. Hukuki bakımdan problem yok ama politik bakımdan devamlı rahatsızlık veren, gerilim doğuran bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bazı tarihçiler de, bunun tarihi değil siyasi bir mesele olduğunu, dolayısıyla soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini söylüyorlar.; -Elbette siyasi bir meseledir bu ve siyasi mesele olduğu için de siyasi çözüm bulunmalıdır. Aslında üçüncü ülkeler ve diaspora işe müdahil olmasa, Türkiye ile Ermenistan bir araya gelip bu sorunu kısa sürede çözebilir gibi geliyor bana. Çünkü tehcir sırasında son derece insani şeyler de yaşanıyor. Küçük çocuklar ölmesin diye Müslüman aileler tarafından alınıp korunuyor. Onların bir kısmı daha sonra Müslüman oluyor. Resmi tezi, en azından sekiz-on yıl öncesine kadar ‘sözde’ gibi garip bir kelimenin arkasına sığınmaktan ibaretti. Ama son yıllarda, devletin her kademesinden hem de hayli yüksek sesle, ‘Bu işi tarihçilere bırakmak gerektiği fikri’ dillendiriliyor. Hatta ‘Uluslararası mahkemelere başvuralım’ diyenler bile var. Bu politika değişikliğinin sebebi nedir sizce?; -Önce, Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmak öyle kolay değil. Orada iddialara değil, hukuki şeylere bakarlar. Tarih kitaplarından yola çıkarak herhangi bir konuda karar almaları mümkün değildir. Zaten hukuki açıdan Türkiye’nin hiçbir problemi yok. Türkiye’nin problemi, siyasi açıdan yeterince güçlü ve kararlı olamamasından kaynaklanıyor. Mesela, Ermenistan sınırı bugüne kadar açılabilseydi, uluslararası toplum Türkiye’ye daha büyük bir sempatiyle bakardı. Biz şimdi iki-üç milyonluk bir ülkeye ambargo uygulayan bir devlet durumundayız. Bu da insanların zihnine, ‘Tarihte soykırım yapmışlardı, şimdi de ambargo yoluyla insanları açlığa mahkum ediyorlar’ diye yansıyor. Halbuki, Ermenistan’la ilişkiler güçlendirilseydi, iki ülke arasındaki ekonomik faaliyetler en üst düzeye çıkartılsaydı, diasporanın sesi bu kadar fazla duyulmazdı. Azerbaycan buna karşı çıkardı belki ama Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerinin iyi olması, Azerbaycan’a da yarardı. Türkiye iki ülkenin de ağabeyi gibi davranma imkán ve fırsatını elinden kaçırmıştır. Ayrıca Azerbaycan’ın Türkiye gibi bir devletin elini-kolunu bağlaması hiç de doğru değildir. Türkiye şimdi Ermenistan’a ambargo uyguluyor da ne oluyor? Azerbaycan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyor mu? 1915’te yaşanan trajedinin yeni bir gözle değerlendirilmesi söz konusu olmadı mı hiç?; -Bir trajedinin varlığı ortadaydı zaten. Ancak bu trajedi sadece Ermeniler için değil, Türkler için de geçerliydi. Ziya Gökalp’in ifadesiyle bir ‘mukatele’ yani karşılıklı katliam yaşanmıştı. Türkler Ermenileri katlettiği gibi, Ermeniler de Türkleri katletmişti. Çünkü böyle durumlarda toplumlar galeyana gelir ve iş hükümetlerin kontrolünden çıkar. Doğu Anadolu’da yaşananlar bunun bir göstergesidir. Ayrıca, o devirde milliyetçilik hareketlerinin nasıl silahlı isyan güçleri haline geldiğini de unutmamak lazım. Biz sağlıklıyız çünkü Türklerle yaşıyoruz; 90 yıl sonra yapılan tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?; -Ben, bu kökünden kazımanın bir soykırım olup olmayacağı yolundaki tartışmalara hiçbir zaman katılmadım. Çünkü bu işin adı değil, kendisi benim için çok daha önemli. Üstelik tarihi, hukuki terimlerle okumayı yeğleyenlerden değilim. Tarihi okumak için her şeyden önce insan vasfımızın öne çıkarılması gerekir. İnsan ise vicdandır. Dolayısıyla ben kendi adıma Ermeni tezleriyle Türk tezlerinin ve bu tartışmaya dahil olan yabancı tarihçilerin meseleye yaklaşımlarından utanç duyuyorum. Tartışma, iddia ve ispat arasına sıkışmış durumda. Utanç duyduğum ise tam da bu, çünkü bu sıkışıklıkta insan unutuluyor. Meseleye vicdan açısından baktığınız zaman her şey net olarak ortada zaten. Nedir? Türk tezine göre 1 milyon 200 bin insandan sonuçta 300 bin kişi kalmış mıdır? Bunun adını filan ya da falan diye koyma yarışına gerek yok. Sadece bu sonucu insanlar oturup vicdanlarında değerlendirseler yeterlidir. 1915’te yaşananlar, sizce iki toplumun zihninde ve ruhunda ne tür travmalara sebep oldu?; -Bu olayın asıl tarafları Türkler, Ermeniler ve Kürtlerdir. Böyle baktığım zaman, Ermeni halkında ciddi bir travmanın varlığını görüyoruz. Diasporanın varoluş hali, bunu yeterince izah ediyor zaten. Aradan 90 yıl geçmesine rağmen bugün hálá bütün güçlerini sarfederek bu haksızlığın tanınmasını talep etmeye çalışmaları, bu travmanın hangi şiddette olduğunu çok net gösteriyor. Türkiyeliler tarafından baktığınız zaman ise Ermeni sorununun bu kadar tabu haline getirilmesi de, burada yaşayan insanların ruh halini anlatan bir durum. Türkiye halkının yaşadığını sadece travma değil, aynı zamanda yüksek düzeyde bir paranoyadır. Ama sonuçta şu var ki bir ruh hastalığı söz konusu iki tarafta da. Ben bunun için zaten, ‘Ermenilerle Türkler karşılıklı ilişkileri açısından birer klinik vakadırlar’ deyip duruyorum. Tarih, bu hastalığın etkenlerinden sadece biridir. Çözülmesi gereken asıl sorun tarih değil, bugünkü ilişkilerdir. İki tarafın bu ruh halinden kurtulması veya kurtarılması gerekir. Vicdani açıdan kolektif hafızada neler olup bittiğine dair gözlemleriniz var mı?; -Vicdani tarafı bugüne kadar sürekli engellendi. Öncelikle bu konuya ilişkin alternatif bilgi üretimi engellendi. 1915’ten sonra aslında Türkiye toplumu, o dönemde neler yaşandığını köylüsüyle kentlisiyle çok iyi biliyordu. Pek çoğu, birebir tanık olmuşlardı yaşananlara. Yaşananlar kötü ve acıydı ve bunun için de susmak gerekiyordu. Bu konuşamama üzerine gelip çöken resmi devlet tutumu suskunluğu da resmileştirdi. Bu konu tabu haline getirildi. Önceden ıstırap duyulduğu için konuşulamıyordu, bir süre sonra bu, korkudan konuşamama haline dönüştü. Sadece muhafazakár insanlar değil, kendini devrimci olarak gören insanlar da bu konuda iki çift söz edemez hale geldiler. Názım Hikmet’in şiirlerinde Ermeni sorununa ilişkin tek bir satır yer alır, o kadar. Üstelik Názım Hikmet’in, gerek TKP içerisinde, gerekse TKP dışında o kadar çok da Ermeni arkadaşı vardır. Buna rağmen Názım bu konuda tek satırla yetinmiştir. Nasıl açıklıyorsunuz bunu siz?; -Devletin resmi dayatması, o kadar şiddetli bir dayatmaydı ki, o kadar ürkütücüydü ki, bu ülkenin en ilerici, en devrimci kesimlerini bile gerçeği veya vicdanlarını konuşturma noktasında engelleyebildi. Hatta, herkesin vicdanını inanılmaz ölçüde kilitledi. Ben bunu mesela Vedat Türkali’ye sordum. Bana inanmakta güçlük çektiğim bir cevap verdi ve ‘Biz gerçeği bilmiyorduk’ dedi. Ama asıl önemlisi, sol bu konu üzerine konuşamazdı. Çünkü, solun ulusal kurtuluş mücadelesini algılama biçimi, bir hayli İttihatçı özellikler taşıyordu. Názım Kurtuluş Savaşı Destanı yazmıştır ama orada bu savaşın asıl kimlere karşı yapıldığını yazmamıştır. Kalanlar Konuşmalı; Çoğu Ermeni göç etmekle birlikte 300 bin Ermeni kaldı bu topraklarda. Bu insanların birbiriyle ilişkisi nasıl oldu daha sonra?; -Bu insanların 170 bini Anadolu’da kaldı. Anadolu’da kalanların 1960’lara kadar varlıklarını devam ettirdikleri görülür, ama giderek de bir azalma vardır. Ve sonuçta şu var: O kalan 300 binden de bugüne sadace 60 bin kişi kaldı. Aslında Cumhuriyet sürecindeki bu azalmanın da vicdani bir yaklaşımla sorgulanması gerekir. Ölenler ile öldürülenler üzerine konuşulan bir tarihten ziyade, kalanlar ve yaşayanlar üzerine konuşan bir tarihi daha fazla önemsiyorum. Yaşayanların ve kalanların tarihinin de aynı sonucu vereceğine, gerçek ortaya çıksın diye uğraşanlar varsa eğer, gerçeği ortaya çıkartacağına inanıyorum. Hemen belirteyim ki, benim gerçek ortaya çıksın diye bir kaygım yok. Çünkü ben gerçeğin ne olduğunu çok iyi biliyorum ve bu zaten her Ermeni’nin genetik koduna silinemeyecek bir şekilde kaydolmuştur. Türkler bizim için panzehir; 1915 travmasının diasporada ve Türkiye’de yaşanma biçimi farklı sonuçlar veriyor galiba. Diaspora çok daha keskin bir travma yaşarken, Türkiye Ermenileri kendilerini daha iyileştirmiş gibi görünüyor. Böyle mi hakikaten?; -Diaspora travmasını, Türkiye’dekilerden daha fazla ve daha şiddetli yaşıyor. Bizim travmatik halimiz onlarınki kadar gergin değil. Bunun bir tek nedeni var: Biz hálá Türklerle beraber yaşıyoruz. Onlar ise Türklerden çok uzak yaşıyorlar. Türk olgusu, onların kimliğinde bir zehir işlevi görüyor. Bizde ise bir panzehir işlevi, çünkü beraber yaşıyoruz. Ermeni dünyasını bu travmadan kurtarmanın tek yolu, Ermeni ile Türk’ün diyalog kurması. Biz bunun laboratuvar deneyi gibiyiz. Kalanlar Daha Önemli; Hırant Dink, tartışmaların hálá ölenlerin sayısı üzerinden sürdürülmesine karşı: ‘Ölenlerile öldürülenler üzerine konuşulan bir tarihten ziyade, kalanlar ve yaşayanlar üzerine konuşan bir tarihi daha fazla önemsiyorum.’ Kimlerin Nenesi Ermeni; -O dönemde çok sayıda Ermeni’nin ölümden kurtulabilmek için kimi yerde kitlesel din değişimine gittiği biliniyor. Üstelik gidenlerin geride bıraktığı çocuklar konusu var. Bu çocukları sahiplenen Türk, Kürt komşular var. Bu çocukların çok büyük bölümü ölmedi. Nüfusa karışıp varlığını Müslüman olarak devam ettirdi. Bugün eğer Türkiye’de bu konuda konuşmak bir cesaret meselesi olmaktan çıkarsa, sayının tahmin edilemeyecek rakamlarda olacağını düşünüyorum. 100 binli rakamlarla ifade edilebilecek kadar yüksek olabileceğini düşünüyorum. Hrant Dink Kimdir; 1954 yılında Malatya’da doğan Hrant Dink, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Tarih bölümlerini bitirdi. On yıldır gazetecilik yapan Dink, Ermenice bir radyo için de hazırlık çalışmalarını sürdürüyor. [İlter Türkmen, Söyleşi, Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 12.04.05, Email; erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Kapris: Meyhane: Greek –Ottoman cuisine–raditional music, Tel. (0212) 531 48 11– www.kapris-meyhane.com, Kapris Meyhane- Abdulezel Paşa Caddesi 26, Fener–Haliç-İstanbul. Türkçe/English/Français/27.04.2005/21:00– 4:00: Anyes Agopyan. Kanun. Anyes Agopyan. Kanun. Répertoire de musique Rembetika, arménienne et turque. Anyes Agopyan. Kanun. Turkish, Rembetika and Armenian music. 29.04.2005/ 21:00–24:00: Muammer Ketencoğlu. Rembetika. Muammer Ketencoglu. Musique et chants rembetika. Muammer Ketencoglu. Rembetika music and songs. 30.04.2005 10:00– 16:30, 30.04.2005 günü, Madam Jorjet ve Madam Mirey’in katkılarıyla hazırlayacağımız, tam gün sürecek olan Paskalya kermesi. Paskalya’ya has, geleneksel hediyelik objeler (Renkli yumurtalar–süslü sepetler–Şekerlemeler–Kurulakiya lambriyatika–Paskalya, çörek ve bisküvileri–Paskalya agaçları–ortodoks mumları (lambada)–Dekoratif kapı ve hertürlü masa süslemeleri) ve Istanbul’lu ustaların el yapımı imalatı ikonalar satın alabileceğiniz bir kermes. Marché de Pâques/Easter Market 10h00- 16h30: Toute la journée du 30 avril 2005, nous organisons en compagnie de Madam Jorjet et Madam Mirey un petit marché à l’intérieur du Kapris Meyhane. Tous les objets traditionnels des fêtes de Pâques seront en vente ainsi que des icônes fabriquées par des artisans stambouliotes. All the Da: Easter market with Madam Jorjet and Madam Mirey. Painted eggs- furnished baskets-confectioner-Home made pastry-crowns of Easter-sugar and chocolate eggs-trees of Easter-orthodox candles (lambada)-Kurulakiya lambriyatika. Everything for the decoration of your Easter table 21:00- 24:00: Egekumpanya. Rebetika canlı müzik Egekumpanya. Musique traditionnelle rembetika. Egekumpanya. Traditional Rembetika music and songs. Geceyarısı–04.00 Paskalya gecesi Geceyarısı, Fener Rum Patrikhanesindeki ayinden sonra geleneksel Paskalya çorbası (Mageritsa) Kapris Meyhane’de servis edilecektir. Rezervasyon yapmanız önerilir. Nuit de Pâque/Midnight-04h00: Night of Easter Après la messe de minuit au patriarcat orthodoxe, la traditionnelle soupe sera servie au Kapris Meyhane (réservation conseillée) After de mass in the Orthodox patriarcate, you can come in Kapris Meyhane for the traditional Easter soup. 01.05.2005 Paskalya Paskalya günü, geleneksel tadlar ve Paskalya kuzusundan oluşan özel bir mönü ve canlı müzik (kanun). 12:00-14:30: Anyes (kanun) ve Dimitris (vokal) Pâques/Easter Pour le jour de Pâques nous proposons un menu spécial avec les plats traditionnels et l’agneau pascal. 12h00-14h30 : Anyes (kanun) et Dimitris (vocal): chants traditionnels de la Pâques orthodoxe. Special menu for Easter and: 12.00-14.30: Anyes (kanun) and Dimitris (vocal): Traditional songs of Orthodox Easter. 04.05.2005/21:00-24:00: Anyes Agopyan (kanun). Rebetika, Türk ve Ermeni müziği. Anyes Agopyan (kanun). Musique traditionnelle rembetika, turque et arménienne. Anyes Agopyan (kanun). Turkish, Rembitika and Armenian music.
Karper Peynirleri; Sahibi Hayk Arslan. Kızı Anı Pekküçük. Torunu Selin Panasoğlu. Hayk Arslan 1930 İstanbul doğumlu. Babası İstanbul Eminönü’nde pastırma komisyonculuğu yapmış. İşi babasının yanında çalışarak öğrenmiş. Ortaokuldan sonra, 1943 yılında uygulanan Varlık Vergisi nedeniyle okuyamamış. Piyasada her tür işi yapmış. Sattığı penirleri almakiçin sık sık Kars’a giden Hayk Arslan, 15 yaşlarında karslı peynir tüccarlarıyla ahbap olmuş. 1944 yılında kendi şirektini kurmuş. Dolapdere’de Kars adıyla peynir üretmeye başlamış. 1966 yılında Kars Peyniri’nın kısaltması olan Karper’i piyasaya sürmüş. Piyasada üçgen biçimde eritme peynirlerin karper adıyla anılmasına neden olan firma. Gilette, Selpak, Pimapen gibi. Çorlu’da 80 bin m2 kapalı alanda 11 makineyle hizmet vermektedir. Yıllık üretim 1-1.5 ton. Şirket Türkiye’nin eritme peynir piyasasının % 80’ine egemen. Eritme peynirin 40 türü üretilmektedir. Müşterileri arasında oteller, uçak şirektleri Türk Silahlı Kuvvetleri, marketler ve catering firmaları yer almaktadır. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Kars Anlaşması: 1921 yılında Türkiye-Ermenistan sınır anlaşması.
Kars Anlaşması’yla İlişkiye Başlayalım: Ermenistan Başbakanı Andranik Markaryan, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin 1922 Kars Anlaşması temelinde yeni bir rota çizilebileceğini söyledi. Markaryan, dün Erivan’da düzenlediği basın toplantısında, ‘Türkiye ile Ermenistan arasında bir diyalog kurulacaksa konusu soykırım değil, iki ülke arasında ilişkilerin kurulması yönünde olmalıdır. 1918-1922 yıllarında imzalanmış ve uluslararası hukuki geçerliliği olan anlaşmalar var. Bu anlaşmalar esas alınarak taraflar açısından hangisinin kabul edilebilir, hangisinin kabul edilemez olduğu birlikte kararlaştırılabilir’ dedi. Ermenistan Parlamentosu, 1991 yılında aldığı kararla, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinde bulunabilmesini devlet politikası olarak belirlemişti. [Nerdun Hacioğlu-Moskova, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 19.04.05, Şirintepe-İzmit].
Kemal Bey; Yozgat Boğazlıyan Kaymakamı; 10 Nisan 1919 günü işgalci İngiliz Kuvvetleri’nin baskısıyla İstanbul Beyazıt Meydanı’nda, Ruslarla işbirliği yapan ve Osmanlı ordularını Rus, İngiliz ve Fransız silah ve techizatlarıyla arkadan vuran işbirlikçi Ermenilerin daha güvenli yerlere gönderilmesi için çıkartılan Tehcir Yasası’na [Yerdeğişim Yasası] aykırı davrandığı gerekçeleri ve suçlamalarıyla idam edilen, Ermenilerin yol açtığı katliamlardaki ilk Türk şehididir. Kemal Bey’in şerefi 14.10.1922 tarihinde TBMM’nin aldığı bir kararla iade edilmiş ve kendisine Milli Şehit ünvanı verilmişse de yıllarca Türkiye Ermenilerin yol açtığı katliamların ağıtının yakılmasına kulak kapamıştır. Türkiye nedense hep bin bir acı ve ızdırıp içinde yerlerinden edilen Türklerin maruz kaldığı acıların dillendirilmesi, göçmelerin örgütlenmesi ve geldikleri yerlerdeki devletlerin kendilerine salt Türk oldukları için uyguladığı haksızlıkların önyüze çıakrtılması gibi uygulamalara sessiz kalmıştır. Bu tür çabaları gizli olarak engellemiştir. Bu yetmezmiş gibi Ermenilerin ta Kırım Savaşı’ndan beri Doğu Anadolu’da silahlı ayaklanmaları ve Osmanlı topraklarının çeşitli yerlerinde ama özellikle İzmit sancağı dahilinmdeki Ermeni köylerinde çetecilik hareketlerine girişerek Türkleri ve de Ermenileri katletmesinin öykülerinin dilllendirilmesine ve bu acıların ağıtının yakılmasına zımnen de olsa engel çıkartmıştır. Karşılaştırmayı anlamak için Gazi Dernekleri örgütlenmesi ile Göçmenlerin örgütlenmeleri karşılaştırlabilir. Türkiye’nin uyguladığı tanımlanamayan siyasetlerle gerçekler Türk milletinin bilgisinden uzak kalmıştır. Benim gibi türlü acıların girdabından çıkıp gelmiş bir sürü göçmenin göç öyküleri arasında büyümüş kişilerin bu siyasetleri anlamasına olanak olmayan sözde “Ermeni Soykırım Savları” ve Ermenilerin yıllarca süren ASALA terörü ile Türklerin canlarının alınması, Ermenistan toprakalrında yaşayan Türklere uyguladıkları zulümler ve Azerbaycan Türkleri’ne uyguladıkları aktliamlar hep Türkiye devletinin silik ve sessiz siyasetleri sonucu olmuştur. Benim Boğazlıyan Kaymakamı’nın acı öyküsünü öğrenmem ve gömüldüğü yer olan Kadıköy Söğütlüçeşme’deki mezarlık içinde Milli Şehit’in mezarını bulmam ve resimlerini çekmem kolay olmamıştır. Kemal Bey’in mezarı başında gözyaşlarımı tutamamamın nedeni şehidimize devletimizin ve her tür STK’nın sessiz ve bigane kalması olmuştur. [Derleme & Yazım; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.03.03, Şirintepe-İzmit].  
Kirkor BÜYÜKTAŞÇIYAN: Topkapı Sarayı’nda bulunan Romanya Kralı, Büyük Stefan’ın kılıcını, RTE’nin 19-20 Mayıs 2004 tarihinde Romanya’ya yaptığı resmi gezisinde Romanya Devlet Başkanı Arian Natasu’ya hediye etmesi için, 2,3 milyar liraya yapan usta. İstanbul’da oturmaktadır. Kılıcın sapını kemik kakma üzerine altın kaplama yapmıştır.
Koçaryan: Bizim Asıl Sorunumuz Türkiye İle; 1998’de Azerbaycan Ermenistan arasında gizli müzakereler sürerken, Koçaryan, Yalta’da Süleyman Demirel’e itiraf ediyor “Bizim asıl sorunumuz Azerbaycan değil, Türkiye ile”. Türkiye, yıllardır Ermeni soykırım iddialarıyla baş etmek için Ermenistan’la daha iyi ilişkiler, bunun olabilmesi için de öncelikle Azeri-Ermeni barışının sağlanmasına çabalıyor. Ancak son 10 yıllık gizli diplomasinin canlı tanıkları, geçmişte Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki barış girişimlerinin de her seferinde “soykırımı iddiaları” nedeniyle suya düştüğünü anlatıyor. Ankara, Ermeni soykırımı iddialarının 90’ıncı yılı nedeniyle yeni uluslararası inisiyatifler peşinde koşarken, Avrupa Birliği de bir kez daha Azeri-Ermeni barışı için kolları sıvadı. Ancak Ankara’nın da devreye girmesiyle 1994 ve 1998-99 olarak iki ayrı dönemde Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununun çözümü için yürütülen gizli diplomasi, müzakerelerin son aşamasında Ermenistan’daki şahin kanadın isteksizliği nedeniyle başarısız oldu. Dönemin canlı tanığı 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve dönemin diplomatları, cumhurbaşkanları seviyesinde götürülen bu görüşmelerin perde arkasını ilk kez Sabah’a anlattı. Koçaryan’dan İtiraf; Kâh ABD kâh Minsk Grubu tarafından götürülen ve Ankara’nın her aşamasında arka planda takip ettiği bu görüşmelerdeki en çarpıcı olay, 1998’deki müzakerelerin son aşamasında Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın Süleyman Demirel’e “Bizim asıl sorunumuz Azerbaycan değil Türkiye ile” itirafı. Yalta’daki Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı sırasında Demirel’le görüşme talep eden Koçaryan “Asıl sorunumuz Azerbaycan değil sizinle. Bizler jenoside uğradık. Soykırımı konusunda özür dileyin. Başka bir şey kabul etmeyiz” talebinde bulunmuş. 1915’te yaşananların soykırımı olmadığını belirten Demirel, Koçaryan’ın ısrarlı tavrı karşısında “Bu konuşma bitmiştir” diyerek görüşmeleri terk etmiş. Vermiş Ama… ; Ermenistan 1994 ve daha sonra 1998’de, dönemin Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in başkanlığında yürütülen görüşmelerde, “barış için toprak” ilkesi çerçevesinde Aliyev’in işgal altındaki Azeri toprağı Dağlık Karabağ’ı Ermeniler’e bırakmaya razı olduğu ortaya çıktı. Türkiye’nin bu temasları teşvik ettiğini, Azeri-Ermeni barışı sağlanması durumunda Ermenistan’la ilişki kurmayı ve sınır kapısını açmayı vaat ettiğini anlatan Demirel, 1994’de varılan gizli anlaşmayı şöyle anlattı: “Ateşkes sonrası Aliyev bir çözüm arayışındaydı. Karabağ’ın Ermenistan’a bırakılması, Nahçıvan’ın da bir koridorla Azerbaycan’a bağlanması söz konusuydu. Çok güzel bir projeydi. Karabağ’daki Azeriler göçe zorlanmıştı. Zaten nüfusun büyük bölümü Ermeni. Haydar Bey gerçekçi bir adamdı. Halkının önüne çıkıp ‘Savaşla bir yere varamayız’ diyecekti.” Ancak Demirel, Ermenistan’ın son anda şahin milliyetçi kanadın baskısıyla anlaşmadan kaçındığını belirtti. Hükümetin Ermeni soykırımı iddialarına karşı girişimlerinin Ermeniler’i “soykırımı” ısrarından vazgeçirmeyeceğini belirten Demirel, “Ben bu devletin içinde 40 yıldır varım. 40 yıldır da bir çözüm bulunamıyor. Her şeyin çözümü olmayabilir. Bazı sorunlarla da yaşamayı öğrenmek gerekiyor” dedi. “Bu havanda su dövmeye benzer” diyen Demirel, “Meseleyi tarihçilere bırakalım” gibi tezlere fazla başarı şansı tanımıyor: “Bir Ermeni tarihçi jenosid yoktur ya da bir Türk tarihçi jenosid olmuştur diyebilir mi. Tarihçiler dünya mahkemesi değil, zaten bunu çözecek dünya mahkemesi de yok. Hayatta her şeyin bir çözümü yok.” [Sabah Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 14.04.05, Şirintepe-İzmit].
Koçaryan’ın Mektubuna Olumlu Bakış: Türkiye, Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın Ermeni soykırımı iddiasına yönelik ortak komisyon kurulması konusunda Ankara’ya gönderdiği mektuba şimdilik ‘hayır’ demeyi düşünmüyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan, ‘Ankara’nın mektubu olumlu bir bakış açısıyla kapsamlı şekilde değerlendirdiğini’ belirtti. Habercilerin sorularını yanıtlayan Tan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın mektubuna karşılık Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın geçen salı günü Ankara’ya gönderdiği mektupla ilgili bir soruya, “Sayın Koçaryan’ın mektubu tarafımızdan olumlu bir bakış açısıyla kapsamlı şekilde değerlendirilmektedir” dedi. Bu açıklama Ankara’nın Koçaryan’ın mektubuna ‘kesin bir hayır’ vermeyeceği şeklinde yorumlandı. Robert Koçaryan, mektubunda karşılıklı görüşmeye ‘evet’ demiş ancak önceliğin ikili ilişkilere verilmesi gerektiğini vurgulamıştı. Koçaryan, soykırım iddialarının görüşülmesinden bahsetmezken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 13 Nisan tarihli mektubunda oluşturulması planlanan komisyonun, 1915 dönemine ait gelişme ve olayları incelemesi gerektiğini söylemişti. Türk tarafı, komisyonda tarihçiler, siyaset bilimciler gibi diğer uzmanların da yer almasını isterken, Erivan yönetimi komisyonun hükümetlerarası kurulmasını istiyor. Erivan’ın bu talebi, önceliğin diplomatik ilişkiye verildiği şeklinde yorumlanıyor.[CNNTürk, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Krestchmer’den Ermeni Değerlendirmesi: AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Krestchmer, Trabzon’da yaşanan linç girişimi ile ilgili olarak “AB kriterleri hukukun üstünlüğünü öngörür. Bunu herkesin bilmesi lazım” dedi. Ermeni sorununun da şu sıralarda çok dikkat çektiğini belirten Krestchmer, ancak konunun Türkiye’nin 3 Ekim’de başlayacağı müzakerelerle ilgisi olmadığını söyledi. Krestchmer, Türkiye’nin müzakerelere 3 Ekim’de başlamaması için bir neden olmadığını da belirtti. [NTV Haber, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Kullarda Taş Lahit: İzmit’te tesadüf sonucu ortaya çıkartılan lahitten topluca yakılıp öldürülmüş insan kemikleri çıktı. İzmit’in Kullar Beldesi’nde, belediyenin yaptığı toprak hafriyat çalışması sırasında 2 bin yıllık olduğu belirlenen kapağı açık taş lahit içinde, yakılarak öldürülmüş toplu insan kemikleri bulundu. Yapılan ilk tespitte lahitin 2 bin yıllık olmasına karşın içinden çıkan kemiklerin yaklaşık 100 yıl öncesine ait olduğu belirlendi. ‘Türk kemikleri’ iddiası: Çalişmalari izleyen 1. Dünya Savaşı’nda Ermeni Katliamına Uğramış Mağdurlar Derneği Başkanı Ömer Güvercin, bu bölgede Ermenilerin Türkleri katlettiğini ve lahitteki kemiklerin de Türkler’e ait olduğunu iddia etti. İzmit Müze Müdür Vekili Zeynep Demir ise, detaylı inceleme yapılacağını söyledi. [Kaynak: İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
L.Makinisytan: [Mankinistyan: makine: fotoğraf makinesi. Makinist: fotoğrafçı, Fotoğrafçıoğlu, Foroğtafçı’nın oğlu]. 1900 yıllarının başında İzmit’te fotoğrafçılık da garimüslimlerin elindedir. O yıllarda fotoğrafçılıkta ünlü Ermeni asıllı kişi L.Makinistyan’dır. Çektiği resim kartlarının arkasına ünlü logosunu koymaktadır. İlk adının ne olduğuna dair bir kayda rastlamadım. Hüsnü Cemal Berberoğlu ve Müzeyyen Ünal’ın albümülerinden alınan iki resim kağıdının arkasında Fransızca metin ve elle yazılmış Osmanlıca metinler yer almaktadır. “Souvenir, L.Makinistyan, Ismidt.” Ve “Souvenir, L.Makinistyan, Photographi-Ismidt”. Bir koltuk üzerinde kanatlı bir bebek melek sandalye üzerindedir. Yanında üçayak üzerinde körüklü bir fotoğraf makinesi vardır. Dünya üzerinde Souvenir yazmakta ve alt taraftada palet ve fırça yer almaktadır. [Kaynak: Kocaeli-Sakarya Tarihi’nden, Prof. Dr. Atilla Çetin, Sf. 29-30. Derleyen: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 12.05.05, Şirintepe-İzmit].
LA Times: “İlişkilerin İyileştirilmesi Çabasi Riskli”: Bir diğer ABD gazetesi Los Angeles Times ise, Fethiye Çetin’in, anneannesinin Ermeni kökenli olduğunu öğrrenmesini konu alan “Anneannem” kitabı üzerinden, konu ile ilgili tartışmalara değindi. Gazetede, batılı diplomatların, “yoksul komşusuyla ticarete başlamasının, Türkiye’nin imajını Avrupa’da ve ABD’de nezdinde parlatacağını” düşündükleri belirtildi. Gazetede, Ermenistan ile bağları iyileştirme yönünde atılacak her adımın, milliyetçiliğin yükseldiği bir ortamda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için büyük bir risk taşımaya devam ettiği de kaydedildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Levon Panos Dabagyan; Eğer Atatürk 1936’dan sonra bir 10 sene daha sağlam yaşayabilseydi, biz bugünlere gelmezdik. 10/04/2005. Ermeni soykırım iddialarına karşı Türkiye’deki Ermeni kökenli vatandaşlarla diyalog arayışı başlatan Meclis, bu çerçevede ilk toplantısını geçen hafta yaptı. Meclis AB Uyum Komisyonu ile Dışişleri Komisyonu üyelerinin hazır bulundukları ve zaman zaman gerginleşen toplantının tutanakları da açıklık politikası çerçevesinde önceki gün Meclis’in internet sitesinden yayınlandı. Tutanaklara göre, toplantıda Ermeni aydınları ile milletvekillerinin basına yansımamış ilginç görüş ve değerlendirmelerinden bazıları şöyle: Sahtekarlık olduğunu düşünüyoruz. * Etyen Mahçupyan (Yazar): Son yapılan birkaç şey… Bu Mavi Kitap eleştirisi ve işte, Justin McCarthy’nin getirilişi, bence, çok büyük yanlışlardı. Yine dünya tarafından nasıl algılandığına baktığımda; çünkü, Mavi Kitab’a gelelim, Mavi Kitap evet bir propaganda kitabı, ama, biz, herhalde, andıç dönemini yaşadığımız için propaganda kitabının aynı zamanda sahtekârlık olduğunu sanıyoruz; ama, propaganda kitapları genellikle doğru malzeme; ama, seçilmiş doğru malzeme üzerinden giderler. Orada 2 tane belge hariç diğerleri normal belgelerdir ve Amerikan arşivlerinde duruyor. *Çok bilinçli olmayan, çok bilerek konuşulmayan laflar halen dolaşıyor. Fatih Altaylı’nın sütununda örneğin, Başbakanımız ‘Mavi Kitapta’ki şifreleri bozuyoruz’ gibi bir laf ediyor. O şifreler 1916’da yayımlandı zaten ve herhangi bir danışmanı bunu söyleyemiyorsa o Başbakana, burada, dışarıdan bakıldığında, çok önemli bir sorunumuz var demektir. İmam kilise için yardım topladı: *Ali Rıza Alaboyun (AB Komisyonu Başkanvetkili): Tarihsel olarak birbiriyle çok yakın yaşamış iki toplumuz. Topkapı Kilisesi’nin yapılması sırasında sanıyorum Ermeni vatandaşlarımız yeteri kadar parayı, desteği bulamıyorlar, uzun süre kilisenin inşaatı duruyor. Bunu da kimseye söyleyemiyorlar ama oradaki caminin imamı olayın farkında, diyor ki; ‘Yahu, komşu ne oldu, niye bitilmiyorsunuz burayı?’ Deniliyor ki; ‘Para sıkıntımız var’. İmam cuma hutbesine çıkıyor, yardım topluyor ve kilise o sayede bitiyor. Biz böyle bir toplumdan gelirken, maalesef, birbirimize düşer hale gelmişiz. Türk milleti bizi bağrına basmıştır. Levon Panos Dabagyan (Yazar): Türk Milleti bizi daima bağrına basmıştır. Bir Osman Gazi, vefatına yakın vasiyet bırakmıştır, demiştir ki, ‘Ermeni kullarımı sakın ola ki yanınızdan ayırmayasınız, Rum onları bitirir.’ O yüzden, Bursa’nın Karaağaç Mahallesi’ne yerleştirmişlerdir bizi ki, çevremiz olduğu gibi Türk asilzadeleriyle doluydu. Bizim musikimiz, örf ve ananelerimiz birdir, ilk dinimiz birdi, biz de Şamandık. Bunların hepsi unutuldu. Atatürk acaba, niye kalktı da Dilaçar’ı getirdi Türk Dil Kurumu Başkanlığı’na? Bir Türk profesör yok muydu; vardı. Getirmesinin sebebi şudur: Bırakın diyor, artık bitsin bu iş. Eğer Atatürk bir on sene daha yaşayabilseydi, bugünlere gelmezdik. *Büyük oyunlar oynanıyor şu an, şurada dahi düşman olabilir -yanlış anlaşılmasın- içimizde dahi olabilir; o hale geldik. İşgal zamanı düşman karşımızdaydı; bugün, meçhul. Lütfen.. [Kaynak: İnternet, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
M. HAVOGIMYAN: Armanş Manastırı Semineri, 1915, İstanbul,
Mamuretülaziz: Osmanlı zamanlarında Elazığ kentinin adı.
Maskeli Balo: Tanşuğ Bleda’nın Anıları, Doğan K., 2000,
Massacre Exerted By The Armenian On The Turks During World War I Pictures:
Mavi Gelincik: Prof. Hikmet Özdemir, 1915 Ermeni tehciriyle ilgili yazdığı ‘Salgın Hastalıklardan Ölümler’ kitabının kapağına bir ‘mavi gelincik’ resmi koymuş. Türk Tarih Kurumu’nda üç yıldır Ermeni sorunu üzerinde araştırma yapıyor Özdemir. Son olarak ‘Talat Paşa cinayeti’ni yazdı. ‘Mavi gelincik’ neyi simgeliyor? Prof. Özdemir’le söyleşimiz sırasında bunları da konuştuk. Savaş koşullarında yaşanan trajedinin kurbanlarını Türk, Ermeni diye ayırmadan, ‘üzüntü’yle anmak gerektiğini anlattı Özdemir: “Kırmızı gelincik savaşta ölen askerleri simgeler çünkü gelincik çok çabuk solar. Savaşa giden askerler çok çabuk ölürler, tıpkı Mehmetçik gibi. Mavi gelincik, Himalaya Dağlarında yetişiyor. Londra’da gördüm, bir İngiliz fotoğrafçı çekmiş. Savaşta hastalıktan ölen insanları simgelemesi düşüncesiyle kitabın kapağına koydum. Ben bunun bir vicdan meselesi hem de insanlık tutumu olduğunu düşünüyorum. 1915’te yaşananların açık yüreklilikle, dürüst biçimde ortaya konulması gerekiyor. Ermeni tarafı da bundan çekinmemeli. Savaşın ölülerini, hem de üzerinden 90 yıl gibi çok uzun bir süre geçtikten sonra, ‘Bizim ölülerimiz, onların ölüleri’ diye ayırmayı kabul edemiyorum. Hepsi de bir trajedinin kurbanlarıdır. “Bu yıl, Çanakkale savaşlarının da 90’ıncı yıldönümü. Çanakkale şehitlerini anıyoruz. Türk askeriyle birlikte on binlerce mil öteden emperyalist amaçlarla Anadolu’ya çıkarılıp bu topraklarda yaşamlarını kaybeden Anzaklar da anılıyor. Yeni Zelanda’dan, Avustralya’dan, İngiltere’den siyasi liderler ve Çanakkale’de ölen askerlerin torunları, ‘düşmanca’ duygular beslemeden 1915’i anıyorlar. ‘Gelibolu’ Anzaklar için ‘uluslaşma’nın miladı sayılıyor. Başbakan Erdoğan, Çanakkale savaşlarını ‘Tarihin kaydettiği son şövalye ruhlu savaş’ diye nitelemiş. On binlerce gencin öldüğü bir ‘şövalyelik!’ 1915 Ermeni tehciri de Birinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanıyor. 90 yıldır, nedense bunun bir ‘soykırım’ olmadığı anlatılamıyor. Çünkü ‘çıkış noktası’ yanlış. Türkiye, Ermeni tezlerini çürütmek isterken, bir şey olmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Oysa, Doğu cephesinde Rusya ile savaşan Osmanlı’ya karşı ayaklanan Ermenilerin zorunlu göç kararnamesiyle (tehcir) Suriye’ye gönderildikleri bir gerçek. Murat Bardakçı, Hürriyet’te Talat Paşa’nın ‘tehcir günlüğü’nde Anadolu’dan sürülen Ermeni nüfusunun 924 bin 158 kişi olduğunu yazdı. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun ‘Sürgün ve Göç’ çalışmasında bu sayı 438 bin 758. Tehcir sırasında ölenlerin sayısı ise 52 bin dolayında. Tarihin o dönemine ‘insani’ açıdan yaklaşmakta ne sakınca var? [Derya Sazak, Email: dsazak@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Mavi Kitap: The Treatment of Armenians and Ottoman Empire 1915-1916. By Lord Bryce ve Arnold Toynbee. Emperyalist İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalaması ve topraklarındaki her tür yerüstü ve yeraltı zenginliklerini ele geçirmek için Osmanlı milletleri içindeki Hıristiyan unsurlardan yararlanma projesine en büyük desteği veren Ermenileri kullanmasına rağmen tüm amaçlarına erişememi ertelerinde ekndi kirli oyunlarını ve yol açmış olduğu insanlık dramalrını savaştan istemeden yenik çıkan Osmanlı’nın üzerine yıkmak için bilerek kaleme aldırdığı ve analtılanların yalan, uydurma ve sahte belgelere dayanan kitap. Bu kitap İngiliz emperyalizminin kokuşmuş iki yüzlülüğünün ve sahtekarlığının en büyük katıdır. Ne yazıkki Osmanlıyı emperyalist develtlerle ama özellikle çarlık Rusyası’nın rdularıyla arkasındna vuran Ermeniler tüm savalrını bu kitapda söz edilen yalanalr üzerine dayandırmışlardır. Yalan üzerine dayandırılan inançlar da yalanın ömrü kadar zamana sahiptirler. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Mehmet Ali İrtemçelik: Eski Devlet Bakanı ve Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi.
Mektup Almadım: Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan, Başbakan Erdoğan’ın soykırım iddialarının araştırılması için iki ülkenin ortak bir komisyon kurmasını öneren mektubunu almadığını açıkladı. Ancak Koçaryan’ın “Almadım” sözlerinden birkaç saat sonra, Ermenistan’ın Tiflis Büyükelçiliği’nin faksla mektubu Erivan’a gönderdiği belirtildi. Ermenistan Başkanlık Sözcüsü Viktor Sogomanyan, kendilerine mektubun ulaşmadığını söyledi. Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan ise, Türkiye’nin soykırımı tanıması için ısrar etmelerinin asıl nedeninin “güvenlik kaygısı” olduğunu söyledi. Erdoğan’ın mektubunda “Robert Koçaryan, Ermenistan Cumhurbaşkanı-Erivan” adresi kullanılmasına rağmen, Ankara ile Erivan arasında hiçbir diplomatik ilişki olmadığı için, mektup Gürcistan üzerinden Koçaryan’a gönderildi. Mektubun Türkiye’nin Tiflis Büyükelçiliği tarafından Ermenistan’ın aynı ülkedeki büyükelçisine verildiği kaydedildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Mesrob II, The Armenian Patriarch: Mesrob II, the Armenian Patriarch, gave the following reply during a round-table meeting at the Turkish CNN TV in October 2000 to he question of a spectator named Henika Kiremitci who asked him how they as the uneasy Armenian minority should act: Mesrob II, -I too, feel a certain uneasiness when I feel the pulses of our Istanbul congregation members; yet I wish to say to all members of my church as well as to all the Armenians living in Turkey that there is no reason for you to be uneasy. Please have confidence in the common sense of all our citizens living here and particularly of our State and don’t feel yourselves embittered since you don’t even have the least involvement with these schemes and actions. [Resource: Internet, Recorded By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Mesrob II, The Armenian Patriarch: Mesrob II, the Armenian Patriarch, in his speech held on a reception on 22 May 1999, at the Hilton Hotel: “We are on the eve of the 3rd Millennium. We are preparing to celebrate the beginning of a new era in the history of mankind. I think that this is a great opportunity for all of us. An opportunity that could enable us to realise our dream of unifying continents, cultures and nations. A world where individual rights and freedom is respected, a world of justice far away from any and all kind of violence is our mutual desire. The crossroad ahead does not only offer a great opportunity but also a very difficult exam. The 2nd millennium that we are going to leave behind us, is full of tragedies. But still, there are also incidents that we will remember will with respect in the following millenniums. Just the one that we are celebrating today. The establishment of the Istanbul Armenian Patriarch, is a unique incident in the history. Eight years after the conquest of Constantinapolis by Fatih Sultan Mehmet, in 1461, he transformed the West Anatolian Archbishopship into the Patriarchship of Istanbul, by a decree. This was a clear evidence of the toleration of Fatih and the successor Ottoman Sultan, towards different religions. Neither before nor after Mehmed the Conqueror, the world history does not have a second example of a Ruler who granted a religious rank to the believers of another religions. In the eve of a new millennium, considering the conflicts in the world and our vicinity, we should give this incident, that took place 538 years ago deserved respect as an example of toleration between religions and cultures. We remember with respect, both Sultan Mehmed the Conqueror who arranged the daily live of the Armenians in the empire, in accordance with their beliefs and traditions, as well as our prior 83 Patriarchs, who served at this post with loyalty, starting with Hovagim of Bursa the Istanbul Armenian Patriarch, who was appointed in 1461. We the Armenians in Turkey, as the major group of Christians in our country, are celebrating the 75th anniversary of the Turkish Republic with happiness and are hopeful for the future. September 1999 –Contents; *The Marmara Earthquake, *Coptic Bishop Serapion visited the Russian Department for External Church Relations, *Representatives of MECC visited Catholicos Aram, *Participation of the Catholicosate of Cilicia in the “Women in Christian Spirituality” Conference, *Ambassador of Iraq visits Catholicos Aram, *Patriarch Mesrob received Russian diplomat, *Patriarch Mesrob received Head of the British Orthodox Church, *Patriarch Mesrob received Assistant Secretary Koch, *Patriarch Mesrob received Kuruchesme Council, *Patriarch Mesrob received Eminonu Mayor/Belediye Baskani, *German Ambassador visits Catholicos Aram, *Mass held in memory of Catholicos Karekin I, *Precincts of Dayro d-Mar Matay bombed, *Catholicos Aram meets President Emil Lahoud, *Catholicos Aram in Geneva, *Catholicos Aram meets President Kotcharian in Geneva, *Catholicos Aram mediates between Eritrea & Ethiopia, *Christians receive key of Jerusalem’s Church of the Holy Sepulchre, *Catholicos Aram I offered sympathy, *Two chapels sanctified in village of Lali, *Gandzasar pilgrimage ends, *Crowded Assembly will elect new Armenian Catholicos, *Ecumenists must be more popular, less elitist, says leading WCC official, “Ex Oriente Lux”: is the monthly electronic news bulletin of the Oriental Orthodox News Service (OONS), oons-request@uk-christian.net, The Marmara Earthquake, Edited from Press Reports issued by The Armenian Patriarchate of Istanbul. [Resource: Internet, By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Mesrob II, The Armenian Patriarch: Now we will reprint here the interview given to Milliyet daily’s reporter Yavuz Baydar by the Armenian Patriarch Mesrob II: Question: There were no Armenian Patriarchs in Constantinapolis until its conquest by Mehmed II. Why?: Mesrob II: The history of Armenian community in Constantinapolis date back to the fourth century BC. We know that there was an Armenian church in the sixth century within the city walls. Later, since Byzantine was not tolerant to Christians other than the Orthodox denomination, the Armenians held their rites in buildings outside the walls. The spiritual leader of all Armenians in Thrace and in Europe until Lvov was in Bursa. For this reason, an Armenian Patriarch was not deemed necessary within Byzantine. Question: What was the situation of the Armenian community in Anatolia until the conquest? Mesrob II: The history of Christian Armenians in Anatolia dates back to the missionary work in eastern regions by two of the apostles of Jesus, Saint Thaeeus and Saint Bartholomeus. In 301 AD, the Armenian Kingdom accepted the Christianity as the official religion and the Echmiadzine Patriarchate, considered as the Archbishop for the Armenians was founded. We will celebrate in 2001 the 1700th anniversary of this event. Furthermore, the Armenians dissociating themselves of the Jerusalem Patriarchate established a separate Armenian one. The Aktamar Patriarchate founded on the Isle of Aktamer in Van Lake in 10th century was the third. The Clician one in Kozan was established in 1441. In all other regions, there were Armenian Bishopries or Archbishopries, called “marhasas” in Ottoman. Question: Why did Fatih the Conqueror grant a Patriarchate edict to the Armenian community in Istanbul? Mesrob II: After the conquest of Istanbul, Mehmet II brought large numbers of Armenians to the city in order to populate it. Following the recognition of Gennadios as the Greek Archbishop, the same treatment granted to Hovagim as the Archbishop of all Armenians may perhaps be deemed as urged by the wish to establish a balance between Christian inhabitants. We should bear in mind the fact that there was a large mass of people who did not accept the Byzantine Orthodox doctrine within the Empire. Furthermore, the Archbishop would constitute an authority for facilitating the collection of taxes from the Armenians. Question: We find the Armenians during the Ottoman reign as a merchant and artisan community who were not involved on a large scale in the existing problems. Mesrob II: The Armenians began to get closer to the palace from the Mahmud II period onward. In the era following the Reformation, the Regulation on the Armenian Nation imparted a secular autonomy to the Armenian community that produced deputies and even viziers. At the same time, however, the dissolution trend in the Ottoman Empire was accelerating and some Armenian political parties were revolting against the central administration and the bitter events that were experienced culminated in 1915. Question: What do you think of all these discussions that continue still? Mesrob II: I don’t think that the Armenians, at the time, were after independence. Most of the community were followers of the Patriarchate and the Ottoman Empire. Some were even disturbed by the plunder and political unrest in the Eastern part of the Empire, and were requesting the reestablishment of security. Only a minor part, the Tashnak followers, were after independence. The rulers of that period did a major mistake by holding the entire minority responsible for the deeds of a just a few of them. To me, the problem was this: the collapse of the Ottoman Empire had started and numerous countries proclaimed their independence. And of course, some powers of the West, took part in this chaos. Due to reasons like this, the Turkish-Armenian relations were forced into an insecure atmosphere. Thus, the decree on relocation was declared, which led to events called as “the big disaster” in the history of the Armenians. Nevertheless, it would be misleading to explain the entire history of the Turkish-Armenian relations, up to the establishment of the Turkish Republic, just based on this last period. We have to study the history, from the beginning of the 5th century. We shall not disregard that the first Armenian Publishing House was established in Istanbul and that the first Armenian Book was printed there, as well as, that the first Armenian Theatre, which was also opened in this city. To me, the most important thing is that people from various communities, cultures and religions lived together under the same roof of an Empire, for more than 600 years. This is a fact to be celebrated. Question: Was the transition to the Republic a pain for your Church? Mesrob II: Of course, it was. The First World War was over and the relocation took place. Destruction effected the entire community. In the first five years of the Republic, the community did not have a Patriarchate. After Muslu I. Mesrob was elected as Patriarchate in 1927, a normalisation period started. Question: What are the problems of your community and Church, today? Mesrob II: We don’t have problems, regarding religious matters. We can perform our religious duties at any place and time, as we like to do. The most important problem is lack of clergymen. A school of clergymen is a must, however, we desire to solve this problem together with YOK, within the university system. The community has social problems. The Declaration of 1936 forced some limitations on our community, which are in the present time totally obsolete and require reform. One should be allowed to donate to a church, as other are allowed to donate to mosques. All donations of properties to Foundations, after 1936, are to be returned to the owners since 1970. If the ex-owners have already died, the property was confiscated. I wish this act would be annulled soon. Question: What is your perspective of the Turkish nation, in the eve of 2000? Mesrub II: Though the atmosphere in Turkey, of which we are celebrating the 75th anniversary, seems somehow tight and thick, I do not think that the situation is that bad. I bear hope for the future. I feel positive, both for the regional situation of our country and its steps into the future. I think that we can overcome most of the problems by revising the system. Question: What is your opinion, concerning the discussion on secularism? Mesrub II: Our community shares this principle. The document of 1863 verifies our attitude. We still share this attitude. I, as the Patriarch of the Turkish Armenians, do not have the least interest to be a judge of a religious court solving claims of marriage, divorce, and the right of property. As a citizen born in the era of the Republic, I think that there is no way to turn to the past. To me, in the eve of 2000, any attempt to of ruling daily live with religious rules, which means a return to the middle ages, is ridiculous. Question: The Year 2000 Celebrations are attracting the entire humanity, nevertheless, they have a special meaning for the Christians. How will you contribute to the “Millennium” Celebrations in Turkey? Are these celebrations a big opportunity for Turkey ? Do you think that Turkey is giving the deserved attention to this subject? Mesrob II: It is very important for us, however, I do not know what importance is given by the government authorities. Look, there are 3 major Anatolian Churches in Turkey: The Armenian, the Greek and the Syriac. As far as I know, the government did not get in touch with any of these churches, regarding the 2000 Celebrations. We are ready for any contributions, but if it is left to the very last moment, I am afraid that we might encounter some undesired obstacles. I have always said: If Palestine and Vatican are countries of prior importance for Christianity, Anatolia, in other words Turkey, is of secondary importance. The tombs of half of the Apostles are in Anatolia! In 2000, a flood of tourists will visit Israel. How many will visit Turkey? If we are looking for a solution to our tourism crisis, we should also consider this issue. The cultural, folkloric and religious tissue of Turkey should be demonstrated in full range. I think that this is not done. We should exploit this great opportunity. [Resource: Internet, Recorded By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Mesrob II, The Armenian Patriarch: Patriarch Mesrob II chairing the ceremonies at the Surp Krikor Losavoric Church in Kinaliada in the morning of 22 August delivered the following sermon in the Surp Badarak rites presented by Hayr Sahak Apega: First Part Of The Sermon: There was a holy pool named Siloam at Yerusagem. At the time of Rab Hisus, the citizens used to say that the water in the pool suddenly churned from time to time and believed that the sick people who threw themselves into the pool when the water churned would be healed. Hundreds of sick people used to keep guard by the poolside and chant prayers. One day 18 people horribly died there when one of the poolside pillars collapsed. This incident is confirmed in the thirteenth chapter of Lucas Bible. Reminding this incident to his disciples, he asked them whether these 18 people were more sinful than the other congregation members and, failing to receive any replies, said this: “No, because people may die for many other reasons than their own faults or sins. But the important thing here is this: everyone should be ready for the critical moment between life and death for acts of God or other causes and should avoid being caught unaware by the death. The greatest disaster that we may encounter is to lose God’s realm. If we want God’s affection and paternity, we should repent and approach Him. This constitutes the focal point of the sermons of Baptist Yahya [Surp Hovannes Migirdic] and Rab Hisus in the Bible: Repent, because God’s realm is near. We are under the influence of the horrible earthquake of which the Centre was Izmit. Pains suffered by the death of more than twenty thousand people aside from the material and spiritual values are not easy to bear. The imminence of the earthquake was known. But this is in the human nature; we do not want to understand how late we were in adopting appropriate measures until that moment comes. I am wondering if the consciences of these thieve contractors are now bothering them. And the administrators acting as if they are in a slow-motion movie? On the other hand, is it possible not to feel grateful to the Greek citizens who sent their blood together with monetary help or the Israeli Government who set prize to its people and citizen even in an other country? Humanity precedes piousness. Surp Agop says that those who do not love others may not love God, an invisible spirit. Those that consider religious, lingual and racial differences are lowly miserable. Like Rab Hisus taught in the example of Good Samaritan, all peoples are the children of the good father in the sky and brothers of each other even if they belong to different religions and ethnical groups. The people should be able to display the virtue of philanthropic spirit of help. The people who died in the Marmara Earthquake, the suffering survivors without homes are all our brothers in the God. All believers should give the help they are capable to. It is indeed a sin to remain aloof to such grieves and pain. When the autumn rains begin, myriad of people who live in the open will be getting ill. When we live in the warmth of our homes and partake our three daily meals, we should also think of disaster-stricken brothers and set aside a little from what God gave us. This is our first duty. Our second duty is to repair within shortest possible time the damages in our community schools, churches and Patriarchate building and reinforce them against a probable new earthquake. Doing all this, however, we should not overlook one point: This earthquake should be an opportunity for us to question ourselves, to renew our repentance and to socially, administratively and spiritually renew our deeds. Second Part Of The Sermon: In the second part of my sermon, I want to mention an important issue when the new school year approaches since our spiritual and cultural life sustains a major erosion. This is due to snobbism and desire to show off. It is not possible to conceive the reasons for disdaining the community’s schools and for preference particularly by the nouveau riche group to send their children to prestige schools. These people spread unjust rumours on the quality of the community’s schools to justify their action. Not less than eight of the graduates of our schools gained access to the Robert College with very high scores and the percentage of our senior high school graduates finding their way to universities is quite high. Our senior high schools rank hundred and fiftieth in the whole country. Aren’t these the indicators of the success rates of our schools? Parents who refuse paying two hundred millions to our schools and send their children to those charging two to three billion Liras make the greatest unfairness to their off-springs by denying them the richness of their own language, culture and spiritual wealth. I am certain that these children will blame their parents when they grow up. There are different makes of cars and many alternatives when you want one as good as or better than that of your neighbour. But our community schools have none. Our schools educate very conscientious Turkish citizens and acquaint them with the Armenian language and literature and the basic tenets of the Christian religion. Don’t our schools have problems? Of course they do. But so do the other schools. Therefore, we should take an active role in the school administrations, committees, and parent-teacher associations in order to remove the administrators who do not perform well and who do not renew themselves in a democratic way and replace them with better ones. This is possible only by the efficient and learned participation of our community. One of the direct consequences of the alienation from our schools is the deterioration of our family order. The rate of divorces, something unheard of until recently, rose rapidly in the last decade. Our people married without a holy bond and those who just simply cohabit reached almost sixty percent. We have many philanthropists among us who provide material support and seek an outlet from the blind alley into which our community entered. On the other hand, there are several who simply show off and remain aloof to these problems, but raise a lot of humdrum if they are not seated at the head tables or seen in the pictures taken. Who, then, be involved in these problems if not the community leaders, intellectuals and Samaritans? I have only spiritual powers. The only thing that I may say as your Patriarch is that I will withdraw my benediction from every person and every family who remove their children from their community, religion and school. Pity to those devoid of the benefaction of the church and church fathers! Happy are those who are bonded by the affection ties and unison of this great family! Happy are those who are able to drink the eternity waters through our foreseeing merciful church built under the customs and traditions of our ancestors! Briefly I want to say this: There are only a few weeks before the start of the new school year. Own up your schools, support them, keep your children in your own education institutions, encourage your beloved teachers, have faith in your church and schools and return your children to the community schools even if they are enrolled elsewhere for one or two years. [Resource: Internet, Recorded By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Mesrob II; “Cumhuriyet Çocuğuyum; Gülden Aydin. Türkiye Ermenileri Cemaati, yeni patriğini seçti: Mesrob Mutafyan. Karekin 2’nin 10 Mart 1998’de ölmesinin ardından, 84. Patrik’in seçimi, geçtiğimiz Çarşamba günü yapıldı. Mutafyan’ın patriklik asasını ise törenle Kasım’da alacak. Şahan Sıvacıyan’ın son gün adaylıktan çekilmesiyle, 42 yaşındaki Mesrob Mutafyan tek aday oldu. ‘‘Patrik’’ sözcüğü, eski Rumca’dan geliyor. ‘‘Baş Peder’’ demek. Patrik Mutafyan, ‘‘Babadan, ikinci kuşak cumhuriyet çocuğuyum. Ümit doluyum’ diyor. Mesrob Mutafyan’la, patrik seçildikten birkaç saat sonra, ziyaretçilerin henüz dağıldığı, ortalığın biraz olsun sakinleştiği sırada görüştük. Patrik seçiminde adaylığın söz konusu olmadığını belirterek sözlerine başladı. Bu kural ancak patriğin öldüğü sırada haleflerden birinin yurtdışında yaşaması halinde bozuluyormuş. Öğreniyoruz ki Türkiye’de yaşayan ve episkopos rütbesine haiz herkes, doğal patrik adayı. Ermeni Patriği Karekin 2 öldüğünde, Patrikliği’nde iki episkopos bulunuyordu. Şahan Sıvacıyan ve Mesrob Mutafyan. ‘‘Durum biraz garipti. İki adayın arasında bir ya da iki nesil olması gerekirdi. İstanbul’da doğan o yaştaki din görevlileri yurtdışına gitmişler zamanında. İkimiz kalıverdik. Cemaatimiz, ikimizden birini görevlendirecekti.’’ Mutafyan, patrik olmanın yaşı ve kıdemi olmadığını söylüyor. 537 yıl içinde daha çok gençler patrik seçilmiş. 70 yaşında sadece iki patrikleri olmuş. ‘‘Resimlerde görülen ak sakallı patrikler son yıllarında.’’ Cemaat, kendisi için çalışacak, birşeyler yapacak kişileri patrik seçiyor. Mutafyan, ‘‘Kendileri için daha çok çalışacak din görevlisi olarak beni gördüler’’ diyor. Mutafyan, patrikliği şöyle tanımlıyor: ‘‘Patrik, cemaatinin ruhani lideridir. Manevi vicdanının sesidir. Bir simgedir.’’ Türkiye’de yaşayan 65 bin Ermeni’nin sadece yüzde 5’nin kiliseye gittiğini söyleyen Mutafyan’dan, beş büyük bayramda, düğün ve cenazede bu rakamın arttığını öğreniyoruz. Cemaatin ruhani lideri olmasının dışında, devletle ilişkilerde Patrikhane, Ermeni cemaatini temsil ediyor. ‘‘Turizm Bakanlığı 2000 yılı için düzenleyeceği inanç turizminde Patrikhane’yle diyalog kuracak. Şimdi Cumhuriyet’in 75. yılında cemaatin tertip heyeti oluşturmasına Patrikane öncülük ediyor.’’ Mutafyan, dini kurum olmakla birlikte devlete sadakatin İncil’de bir iman gereği olduğunu söylüyor. ‘‘Ermeni cemaatini gerek devlet nezdinde gerek akademik çevreler önünde, öteki dinler ve öteki kiliseler önünde temsil görevi var.’’ YÖK’LE DİYALOG Fatih Sultan Mehmet’ten bu yana, Patrikhane’nin ilk Ruhaniler Genel Meclisi oldu. 28 kişi gibi çok küçük bir rakamla hem de. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda bu rakam 100’ün üzerindeymiş. 44 kilisenin rahip ve papaza ihtiyacı bulunuyor. Mutafyan, bu 28 din görevlisinin yarısının 60 yaş üzerinde olduğunu söylüyor. ‘‘İlk hedefimiz, halkın vaftizini, düğününü, cenazesini aksatmamak’’ diyor. Asa Tevdi Töreni’nden sonra ilk görevinin hemen YÖK’le irtibata geçmek olduğunu söylüyor. ‘‘Ruhban okulu açmaktan yana değilim. Çok büyük mali külfet. Bazıları değişik mecralara çekiyor. Bunun yerine üniversite sistemi içinde din görevlisi yetiştireceğimiz inancındayım.’’ Mutafyan, milli servet ve cemaat servetinin ziyan olmaması için YÖK sistemi içinde klasik Grekçe, İbranice, arkeoloji derslerinin, kurslarının alınabileceğini belirtiyor. Bunun yanında Patrikane ya da YÖK’ün uygun gördüğü bir üniversitede Hıristiyan İlahiyatı dersinin yeterli olduğunu belirtiyor. ‘‘Bunun hem kızlara hem erkeklere açık olmasını istiyorum. Okullarımızda din öğretmenlerimiz de yok.’’ Bugüne kadar Hıristiyan Teolojisi eğitimi görmeyen, iyi niyetli insanlar din dersi veriyorlarmış. Mutafyan, din kültürünün yeni kuşaklara böyle aktarılamayacağını düşünüyor. Mutafyan’dan bu projeye YÖK içindeki bazı üyelerin sıcak baktıklarını da öğreniyoruz. ‘‘Bir çözüm arıyoruz. Bu çözümü de devletin kendi üniversite sistemi içinde arıyoruz. Yeni bir oluşum peşinde değiliz. Tamamen bu sistem içinde bir şeyler yapmak istiyoruz. Eminim ki olumlu yanıt alacağız.’’
Migırdıç Şınabyan: Osmanlı Devlet’inde İstatistik Genel Müdürlüğü [Population Registration System of the Ottoman Government], 1892 yılında kurulmuştur. Genel Müdürlük görevini 1897-1903 yılları arasında Migırdıç Şınabyan isimli bir Ermeni yapmıştır. Ermeni Meselesi’ni siyasi alana taşıyan önemli olayların cereyan ettiği dönemde, Osmanlı nüfus bilgileri yabancıların kontrolü altındadır.
Minas KASAPYAN: Ermeniler Nikomedya Dolaylarında, 1913, Bahçecik-İzmit,
Moscow Patriarchate: Representatives of the Middle East Council Of Churches visited Catholicos Aram I On Wednesday, July 28, 1999 the newly elected president, the general secretary and the members from the executive Committee visited His Holiness Aram I in Bikfaya. The guests had a separate meeting to discuss the work of the Executive Committee and the Council, during which were assigned the sub-committees of the different divisions in the M.E.C.C. Bishop Sebouh Sarkissian participated in this meeting. Later, during a meeting with the Catholicos Aram I, His Holiness presented the present situation of the Inter-ecumenical movement, highlighting its impact on the life of the churches in the Middle East. His Holiness pinpointed some of the concerns and issues that must be solved during the future activities. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Muş’ta Ermeni Zulmü: Muş ahalisinden Mehmet Resul’un yeminli ifadesi: Ben asker olarak harpte bulunuyordum. Aldığım yaradan ötürü Bitlis’e doğru çekilen birliği takip edemediğim gibi, yaralı ve sakat üç erle birlikte geri kaldık. Az sonra Rus kazaklarının öncüleri olan Ermeniler yanımıza geldiler. Arkadaşlarımızdan Harputlu Hüseyin adındaki erin gözlerini çıkararak, “Kalk bak, Türk askeri geliyor mu?” dediler. Sonra zavallıyı kurşunlayarak şehid ettiler. Diğer erin sağ yanından derisinin bir kısmını yüzerek çanta şekline koydular. Bu Zavallıya da, “Elini sok, bu çantada padişahınızın parası var mı?” diye işkenceye başladılar, sonra şehid ettiler. Üçüncü arkadaşımızı yere yatırıp tenâsül aletini kestiler; sonra ağzına koyarak, “Bu boruyu çal, size Osmanlı askerinden yardıma gelsin!” yollu hakaretlerden sonra, onu da şehid ettiler. Artık sıra bana gelmişti. Bu alçaklıkları yapanlar bana yabancı gelmiyorlardı. Yüzlerine baktım, içlerinden üçünü tanıdım. Bunlardan birisi Muş Ermenileri’nden ve Çıkar Mahallesi’nden Keşiş oğlu Aram. İkincisi yine Muş’un Yaş Mahallesi’nden Bağdasar Körük oğlu Alkesam, üçüncüsü yine ayni mahalleden Avukat Herant Efendi oğlu Herant idi. Bunlar beni bir dereye götürdüler. Yaktıkları ateşte tüfeklerini, şişlerini güzelce kızdırdıktan sonra yirmi dört yerimden dağladılar. Yalvarmalarıma, bağırıp çağırmalarıma, sızlanmalarıma asla kulak vermiyorlardı. O sırada birkaç Rus askeri yetişti. Bunlardan birisi beni ölümden kurtardı. Bu asker gizlice kulağıma Rusya’daki müslümanlardan olduğunu söyledi. Artık Rus, Kazak ve Ermeni çeteleriyle birlikte Bitlis’e doğru yola çıktık. Yolda kaçak kafilelerine, ordunun arkasından göçen zavallılara rastladık. Ermeniler, bu müafaasız kadın ve çocuklarla, zavallı ihtiyarlara şiddetle saldırıyor, yürekler parçalayıcı, insanlık dışı vahşilikle zavallıları katlediyorlardı. İçlerinden Muş’un Ziyaret Köyü ahallisinden olduğunu tanıdığım bir Ermeni ile altı arkadaşı, altı müslüman kızını getirdiler. Bunları rükû’a varacak şekilde çırılçıplak durdurdular, sonra iffetlerini kirletmeye başladılar. Bir taraftan bu çirkin ve insanlık dışı işi yapıyorlar, bir taraftan da, “Bundan sonra müslümanlara böyle namaz kıldıracağız!” diyorlardı. Biz ordan ayrıldık, Tel Köyü’ne vardık. Orada üç gün kaldık. Bu üç günde evvelce beni kurtarmış Tatar Abdulmelik ekmek verdi. Üçüncü gün, artık yardım edemiyeceğini, zira bir müslüman himaye ettiği anlaşılırsa şiddetli ceza göreceğini söyledi. Bu sebeple başımın çaresine bakmam lâzım geldiğini anlattı. Gecenin karanlığından faydalanarak oradan kaçtım. Şafak sökerken Kızanan köyünün karşısındaki tepeye yetiştim. Köyden feryad ve figanlar işitiliyordu. Ermeni Çeteleri bir taraftan köyü ateşe vermişler, diğer taraftan katliâma girişmişlerdi. Oradan da kaçtım. Birçok tehlikeler atlattıktan sonra muhacirlerle birlikte geri çekildik. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Mutafyan: Patrik Mutafyan, cemaatinde gericiliğin söz konusu olmadığını söylüyor. Bunun nedenini de dinlerinin ‘‘Farzları, şartları yok’’ olmasına bağlıyor. Hele Anadolu Hıristiyanlığının, Ortaçağ Avrupası’ndaki olumsuzlukları yaşamadığını anlatıyor. Anadolu Hıristiyanlığı’nın daha çok mistisizm olduğunu söylüyor. ‘‘Bizde eteğinin uzunluğundan, sakalından kimin kiliseye gittiğini ya da dindar olmadığını anlayamazsınız.’’ KİLİSE DİLİ SORUN. Mutafyan, gençleri kiliseye bağlamak gibi bir sorunları olmadığını düşünüyor. Cemaatinin en büyük sorununun, dil olduğunu söylüyor. Çünkü kilise dili, beşinci yüzyıl Ermenicesi. Evde konuşulan Ermenice’yle kilise Ermenicesi çok farklı. ‘‘Ayinleri klasik Ermenice’yle yapıyoruz. Duayı, ilahiyi yüksek sesle okurken, kutsal kitabı halkın anlaması için modern Ermenice’ye çeviriyoruz.’’ Son 20 yıldır Ermeni kiliselerinde Türkçe vaazlar veriliyor. Çünkü 1950’lerden itibaren İstanbul’a göç eden Anadolu Ermenileri, kendi bölgelerinde okulları ve kiliseleri açık olmadığı için, anadilini öğrenemedi. Patrik seçimine 16 bine yakın insanın katılmasının nedeni, haftalık Ermeni Gazetesi Agos’ un Türkçe sayfaları. ‘‘Şu andaki durum, yüzde 30 Ermenice okur-yazar. Yüzde 70 ise Ermenice anlar ama Türkçe konuşmayı yeğler.’’ Patrik Mutafyan, bu oranı doğal karşılıyor. ‘‘Fransa’daki Ermeni kiliselerinde Fransızca, ABD’deki Ermeni kiliselerinde İngilizce konuşuyorlar. Bizim de yurdumuz Türkiye.’’ Ermeni Patrikhanesi’nin malı, mülkü yok. Patrik Mesrob Mutafyan, Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin sadece bağışla yaşadığını, tek akaretinin olmadığını belirtiyor. ‘‘Vaftiz ya da düğün olduğunda bağışların bir kısmı Patriklik’e geliyor. Burası kendi yağıyla kavrulan, bağışla yaşayan bir yer. Cemaatimizin her bireyi Patriklik’e saygılı.’’ Geçmişteki yara Patrik Mesrob Mutafyan, 1975’te ABD’de ki Memphis Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğrenciydi. En yakın arkadaşı Petro Maraşoğlu da Mesrob ( Minas) Mutafyan’la yine aynı okulu paylaşmak istiyor. 1976 Haziran’ında Mutafyan’ın daveti üzerine Memphis’e gidiyor. Ertesi gün Mutafyan’ın kullandığı otomobil kaza yapıyor ve can arkadaşı Petro ölüyor. Bu olay, Mutafyan’ın hayatında çok önemli bir dönemeç oluyor. Ekonomi’yi bırakıp Sosyoloji ve Felsefe Bölümü’ne geçiyor. Din eğitimi görüyor. 1979’da döndüğü İstanbul’da Patrik 1. Şnork’un muvakatıyla rahip oluyor. Mutafyan’la 22 yıl önce yaşadığı acı olayı konuştuk. Otomobil kazası bugün bile içinizde taptaze? – En acı olayı ben orada yaşadım. İngiliz Lisesi’ndeki en can ciğer arkadaşım. Hafta sonları yazlığa gelirdi. Geceleri kumsalda uzanıp yıldızları seyreder, gezegenleri ve öteki hayatları konuşurduk. O güne nasıl başlamıştınız? – Havaalanında karşıladım. Ertesi sabaha kadar konuştuk. Boğazından rahatsızlık hissetti. İlaç almak için şehir dışındaki markete gittik. Fotoğraf makinesi almak için gitmişsiniz? – Hatırlamıyorum. Belki film almış olabiliriz. Aynı yol yerine yandaki orman yolundan gittik. Normal hızla gidiyorduk. Bir viraj geldi. Dönerken kendi şeridimizde olduğumuzu hatırlıyorum. Diğer şeritteki kadın sürücü bize çarptı. Ama polis raporundaki şemada sizin karşı yola geçtiğiniz resmedilmiş? – (Rapora bakıyor) İlk kez görüyorum. Bende yok. Burada viraj levhası yok, kontrol kaybı dediler. Kadın burada değil, şu noktadaydı. Hatta oraya gidip çiçek bıraktık. Petro, uyarınıza rağmen kemer takmamış? – Bu kadar detaylar doğru değil. Bu acı… En sevdiğim arkadaşımdı. Arkada ABD’li arkadaşım oturuyordu. O da ben de yaralandık. Ama Petro ağır yaralandı, bitkisel hayata girdi. Ben hastanede yatarken Petro’nun öldüğünü gizlediler. Sonra söylediler.Mahkemede beraat ettim. Ama o insan beni görmek için, aynı okulda okumak için gelmiş, dünyanın öbür ucundayız. İkimizin de anne babaları uzakta. Annesi Bayan Margot geldiğinde o kadar kötü bir ruh haline girdim ki. Görüşmekte zorluk çekeceğimi düşündüm. O kadar sevdiğim, evine gittiğim, bize puding yapan Margot Teyze’ye karşı bir suçluluk duyuyordum. Nasıl gelebildiniz bu ağırlığın üstesinden? – Hissettim ki en iyi arkadaşımı kaybettim. Benim de ölmem gerekirdi ama bir şekilde yaşıyorum, kemerimi taktığım için. O andan itibaren insanlara faydalı bir şeyler yapmaya karar verdim. Para kazanmayacağım, ticarete girmeyeceğim. Doktorluk, barış gönüllüsü ya da sosyal hizmet görevlisi olacağım. Tanrıya sığınmadım çünkü bu kaçış olurdu. Ama tanrıya olan bağımı pekiştirdi. Yeni hayat dönemimde tanrıya yönelmemde etkili oldu. Yepyeni bir başlangıca karar verdim. Bölüm değiştirip Felsefe’ye geçtim. Patrik Kalusyan’ı tanıdıktan sonra din adamı olmaya karar verdim. Şimdi ruhani bir lidersiniz. Ama acınız gözlerinizden okunuyor. – Her aklıma geldğinde yine hissediyorum. Telafi edilemeyen şeylerden biri. Hayatımın sonuna kadar acısını hissedeceğim. Ancak bu acının pozitif bir şeye dönüşmesi lazım. Kendi kendime acıyarak avunmuyorum. Ama bugün trafiğe bu nedenle çok duyarlıyım. Mesrob Mutafyan (42) patriklik asasını Kasım ayında düzenlenecek törenle alacak.”
National Geographic Dergisi: “Merhaba, 24 Nisan sebebiyle gündeme gelen Ermeni Sorunu yyllar önce gerçekleşen bir olayı hatırlamama neden oldu. Uzun yıllar National Geographic Society üyesi olarak dergisini düzenli olarak aldım. 1999 yılının son veya 2000’in ilk sayılarından birinde yüzyılın olaylarını derlemiş ve bu olaylar arasında Türkler’in “Sözde Ermeni Soykırımı”nı da işlemişti. Adı geçen sayının yönetim kadrosuna baktığımda üst düzey editörlerden birinin Bernard Ohanian olduğunu görüp, dernek ile tüm bağlantımı kesmiştim. Bir süre önce bir arkadaşımyn muayenehanesinde National Geographic dergisinin Türkçe baskısına merak edip baktığımda da aynı ismi görmüştüm. Biraz önce derginin online sürümlerinde yaptığım kısa bir araştırmada da gene “Sözde Ermeni Soykırımı İddası”na rastladım (Mart 2004 sayısı) ve Türkler’in bunu soykırım olarak kabul etmemekle beraber 1.5 milyon Ermeni’yi öldürdüklerini yazıyor. Dergiden aynı zamanda Ermeni Diasporası’nın web sitelerine de bağlantılar verilmektedir. Yazı aşağıdaki adreste okunabilir: http://magma.nationalgeographic.com/ngm/0403/feature2/ Görüleceği gibi National Geographic siyasallaşmış ve “Ermeni İddaları”nın savunucusu olmuştur. Ulusal veya uluslararası dergiye abone olanlar ise bu çalışmalara bilerek veya bilmeyerek destek olmaktadır. Bu yazıyı durumdan haberi olmayanları bilgilendirmek için yazma gereği duydum. Lütfen iletin, Özer Yümsek, GSM: 0-505-4655929” [Kaynak: İnternet Ortamı, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 09.05.05, Şirintepe-İzmit].
Ne Kriteri Allah Aşkına?: Bizim polisin, İstanbul’da yasal sayılmayan bir gösteri yürüyüşü yaptıkları için kadınları tekme tokat dövmelerini kınamayan kalmamıştı. Avrupa Birliği (AB) yetkilileri tarafından önceki gün Lüksemburg’da Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün karşısına çıkartılan bu ‘tekme tokat kadın dövme’ olayının beteri meğer Paris’te yaşanmış da haberimiz yokmuş. Hadi bizim Fransız medyasını izleme şansımız az diyelim. Meğer Fransız kamuoyunun ve AB yetkililerinin de haberi olmamış. Çünkü Fransız medya organları kendi polisleriyle -yahut ülkeleriyle- ilgili ayıbı saklamışlar: Bugünkü Hürriyet’te göreceksiniz… Liseli gençler 13 Nisan günü Paris’te bir protesto gösterisi yapmaya kalktılar diye polis onları -bu arada kız öğrencileri- tekme tokat döverek, yumruk ve coplarla vurarak kan revan içinde bırakmış. Ama olaydan, medyada tek kelimeyle bahseden olmamış. Choc isimli dergi olayın fotoğraflarını yayınladı da rezalet öğrenildi. Hani bize ikide bir gelip ‘özgür basın, saydam toplum, hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin dokunulmazlığı’ gibi konularda dersler veriyorlar, akıl öğretiyorlar ya… İşte o erbab-ı marifetin gerçek yüzüdür burada karşımıza çıkan… Anlaşılan o meşhur Kopenhag Kriterleri, kapağı Avrupa Birliği’ne atıncaya kadar geçerli. Ondan sonra kriter mriter kalmıyor. Her ülke istediği yasayı çıkartıyor, istediği kadar hukuku çiğniyor, içindeki kepazeliklerin de üstünü bal gibi örtüyor. Ama kimse ses çıkarmıyor. Nitekim bize gelip ‘ifade özgürlüğü’ nutku atarlar. (Maalesef çoğu kez de söyledikleri doğrudur). Ama öte yanda kendi devletleri, örneğin ‘Türklerin Ermeni soykırımı yaptığına ilişkin iddialar yalandır’ demeyi -elinizde dağlar kadar kanıt da bulunsa- suç sayan yasa çıkartır. Nitekim Belçika son günlerde bunu yaptı. Birkaç yıl önce de bu tür bir öneriyi -yanlış anımsamıyorsak- Fransa kabul etmişti. Ne farkı var bunun Galileo’yu ‘dünya kendi ekseni etrafında dönmez’ demeye zorlayan engizisyon mahkemesinin yaptığından? Hani gerçekleri öğrenmek ve öğretmek herkesin hakkı ve görevi idi? Sadece o değil… Bugün bize ifade özgürlüğü dersi veren ülkelerde istediğiniz kadar ‘Müslümanlar kötüdür’ diyebilirsiniz, size kimse ses çıkarmaz ama sıkıysa ‘Museviler kötüdür’ anlamında bir cümle çıksın ağzınızdan… Dünyayı başınıza yıkarlar. Doğruca da hapsi boylarsınız. Hani ayrımcılık yoktu? Bu bir ayrımcılık değil mi? Bitmedi… Türkiye, Lozan Antlaşması’nın açık hükmüne rağmen ‘azınlık’ kavramını AB’nin istediği gibi algılamaya zorlanır. Ama Yunanistan kendi vatandaşı olan Batı Trakya Türkleri’ne ‘Türk’ denmesini suç sayar. Hatta adına ‘Türk’ kelimesi koyan dernekleri kapatır. Kimse bunun AB kriterlerine aykırı olduğunu söylemez. Çünkü Yunanistan artık AB üyesidir. Gidin AB ülkelerini dolaşın… Her yerde PKK’nın uzantısı dernekleri görürsünüz ama İspanya’nın PKK’sı olan BASK’ın gölgesini bile oralarda bulamazsınız. Oysa ikisi de AB tarafından terör örgütü ilan edilmiştir. Hani çifte standart söz konusu değildi? Sözü uzatmayalım… Bunlar sadece bize karşı değil işlerine gelen her olayda çifte standartlı davranırlar. Ama onları da yeri gelince yazalım. [Oktay Ekşi, Email: oeksi@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Neden Bizim De Lobimiz Yok? (1): Ermeni, Rum, Musevi lobisi var da neden bir Türk lobisi yok? Ermeni diasporası, her nisan ayında olduğu gibi yine dünyayı ayağa kaldırdı. Ortaya koydukları tezlerin çoğu dayanaktan yoksun. Ama yarattıkları gürültü, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya yetiyor da artıyor. Ermeni lobisi, dünyanın dört bir yanında, Türkiye karşıtı kampanyalar sürdürürken, bizim yurtdışındaki milyonlarca vatandaşımız nerede? Neden onların hiç sesi çıkmıyor? Sayıları mı az? Güçleri mi yok? Yoksa ülkelerini Ermenilerden daha mı az seviyorlar? Tam aksine. Sayıları da çok. Güçleri de var. Ülkelerini de en az onlar kadar seviyorlar. Peki o halde eksik olan ne? İşte bu konuda epey kafa yormamız gerekiyor… Türkiye olarak yurtdışındaki vatandaşlarımıza ne kadar sahip çıkıyoruz? Bir sorunları olduğunda onlarla ne kadar ilgileniyoruz? Başta Ermeni konusu olmak üzere ulusal konularda onları ne kadar bilgilendiriyoruz? Lobi oluşturmaları için onlara ne kadar destek veriyoruz? Bu konular artık tartışılmalı. Tartışılmalı ki onları suçlamadan önce, onlar için ne yaptığımız, daha doğrusu neler yapmadığımız ortaya çıksın. Yurtdışındaki çalışan vatandaşlarımızla diyalog içerisindeyiz ama öğrenci ve öğretim üyeleriyle kontağımız çok daha yoğun. Hemen hepsine, bir dokun bin ah işit. Elçiliklere, konsolosluklara, YÖK’e, MEB’e işleri bir düşmeyegörsün!.. Dışişleri, bu konuda kesinlikle yeniden yapılanmaya gitmeli. Sosyal ilişkileri geliştirici, vatandaş ile devlet arasındaki soğukluğu giderici aktivitelere yönelmeli. Birinin burnu kanadığında, sanki başbakanın burnu kanamış gibi onlarla yakından ilgilenmeli ki böylesi dönemlerde tek ses, tek yürek olabilsinler. Türkiye aleyhtarı saçma sapan bir program yayımlandığında, yüz binlerce protesto mesajıyla o programı yayından kaldırtabilsinler. Aslında bunlar o kadar zor işler değil. Ama hâlâ kamuoyunun gücünü, lobiciliğin etkisini, kültürel aktivitelerin önemini kavrayabilmiş değiliz. Dışişleri Bakanlığı, nasıl ki AB’yi, Türkiye’ye yeterince anlatamadıysa, Türkiye’nin doğru tezlerini de başta yurtdışındaki vatandaşlarımız olmak üzere dünya kamuoyuna anlatamadı. Elbette bir şeyler yapıyorlar. Ama belli ki stratejilerini değiştirme zamanı geldi de geçiyor. Tüm arşivlerimizi açıyoruz, gelin inceleyin diyoruz da kim dinliyor, kim gelip inceliyor. Onun yerine bilim adamlarımızı, sanatçılarımızı, tarihçilerimizi, işadamlarımızı, filmlerimizi, sergilerimizi dünyanın dört bir yanına kültür elçisi olarak yollayıp, Türkiye’nin sempatik yüzünü gösterelim. Daha da önemlisi yurtdışındaki başarılı insanlarımıza sahip çıkalım, arkalarında olduğumuzu hissettirelim, önlerini açalım, yaptıkları doğru işlerle gurur duyalım. Avrupa ve Amerika’daki üçüncü kuşak vatandaşlarımız, artık çok önemli konumlara geldiler. İçlerinde on binlerce çalışanı olan patronlar da var. Parlamenterler de var. Dünyanın en saygın kurumlarında yönetici konumunda olanlar da var. Dünyanın en iyi üniversitelerinde, en etkin koltuklarda oturanları biliyorum. Ama onları ne tanıyan var ne de onore eden… Sadece onları harekete geçirebilsek, müthiş bir güç haline gelebilirler. Ama eziyet çektirmenin ötesinde, yanlarında bile olmuyoruz. Zor günlerinde sahip çıkmıyoruz. Bazen bir film, bir kitap ya da bir TV programı, bize yönelik çok olumsuz görüşlerin oluşmasına neden olabiliyor. Peki biz onlara kızmanın ötesinde ne yapıyoruz? Doğruları ortaya koyacak filmlere ve programlara sponsor olabildik mi? Haklı davalarımızı anlatacak misyonerler yaratabildik mi? Evet demek o kadar zor ki!.. [Abbas Guclu, Email: aguclu@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 18.04.05, Şirintepe-İzmit].
Neden Bizim de Lobimiz Yok? (2): Ülkemizin tanıtımı için misyoner gibi çalışacak, haklı davalarımızı tüm dünyaya haykıracak vatandaşlar, bir türlü yetiştiremiyoruz. Türkiye sevdalıları yaratmak o kadar zor mu? Tıkanıklık nerede? Eğitim sistemimizde mi, devlet vatandaşlık ilişkilerimizde mi, genlerimizde mi yoksa beceriksizliğimizde mi? Hepsi bir arada diyenler çoğunlukta. Dünkü yazdıklarıma, dünyanın dört bir yanından öylesine çok tepki geldi ki şaşırmamak elde değil. Hemen herkes artık bu konuda bir şeyler yapılmalı diyor ve bir kıvılcım bekliyor. Ankara, diğer kıvılcımlara çare ararken, böylesi bir kıvılcımı nasıl harekete geçirir, biraz da onu düşünmeli!.. Yurtiçinde gerçekleştiremediğimiz birlik ve bütünlüğümüzü, yurtdışında başarabilecek miyiz? Çok zor. Maalesef olmuyor, olmuyor, olmuyor. Birlik ve bütünlüğümüzü ne zaman göstereceğiz. İlle de olağanüstü koşullar mı gerekiyor? Birbirimizin gözünü oymaktan vazgeçip yurtdışındaki Ermeni, Rum, Musevi, Kürt, Arap lobilerine karşı ne zaman propaganda atağına geçeceğiz? Bu konuyu enine boyuna düşünme zamanı geldi de geçiyor. Tamam, devletiyle, milletiyle, siyasetçisi ve medyasıyla bu konuda çok başarılı olamadık. Ama artık bu aymazlığımıza dur diyelim. Önümde çok sayıda elektronik mesaj var. Bir kısmını gelin birlikte okuyalım. Ve bu konuyu bir süre daha tartışmaya devam edelim: “Sadece Almanya’da üç milyon insanımız var. İsteseler sadece Almanya’yı değil tüm Avrupa’yı inletirler. Ama çıkalım da bunları organize edelim, bir çatı altında toplayalım, fikirlerine saygı duyalım diyen yok. Yıllarca inançları, fikirleri takip edildi. Birleşmeleri değil, bölünmeleri pekiştirildi. Bir an önce herkesin belli bir vizyona kilitlenmesi sağlanmalıdır. K. Yılmaz” “Amerika’dan yazıyorum. Burada bir avuç arkadaş, ilk defa bu sene 24 Nisan’da Beyaz Saray önünde saat 14.00’te Ermenilerin iddialarının yalan olduğunu haykırmak ve gerçeklere dikkat çekmek için protesto mitingi düzenlediler. Bunun için de çevre eyaletlerden otobüslerle insan getirmeye çalışıyorlar. Geçtiğimiz hafta bu amaçla balo düzenlendi. 45 kişi katıldı. 500 dolar zor toplandı. ABD’deki tuzu kuru Türkler bu işlere katılmıyor, desteklemiyor. F. Temiz ” “8 yaşındaki oğlum şu anda hem İngiliz hem de Arjantin vatandaşı ama Türk vatandaşı değil. Babası bal gibi Türk ama o değil. Ne zaman olacak ben de bilmiyorum. Belki bizlere Türk elçilikleri insanca muamele yaptığı zaman. A. Ekinci” “Avustralya’dan yazıyorum. Dünkü yazınızda yurtdışında yaşayan sağduyulu vatandaşların yarasına parmak bastınız. Tespitleriniz doğru. Neden lobimiz yok sorusuna gelince: Türk derneklerinin çoğu iyi yönetilmiyor. Siyasi gruplaşmalar var. Diplomatlarımız, vatandaşlarımızın çok uzağında. İngilizce bilenlerimizin sayısı az. S. Özalap” “Fransa’da çevremizdeki Türklerden ve temsilciliklerimizden sadece köstek gördük. Ülkemiz, bize verdiği diplomaların arkasında durmadı. Türkiye’ye geldiğimizde yolunacak kaz olarak görüldük. Çocuklarımız anadilini öğrensin diye uydu anten taktık, gelin-kaynana ve televole programlarının saldırısına uğradık. Peki ne oldu? Fransız vatandaşı olduk. Fransa bedavadan bir elektronik mühendisi ve bir hemşire kazandı. Bu durumda kim bize niye Fransa’da niye lobicilik yapmıyorsunuz diye hesap sorabilir ki? S. Caha” “ABD’nin önemli üniversitelerinde her kampusta 5-10 öğretim üyesi ve 100-200 Türk doktora öğrencisi var. Bu arkadaşlar Türkiye için önemli bir tanıtım fırsatı. Ama Dışişleri bunun hiç farkına varamadı! C. Camcı” “Türkiye’nin her yıl milyonlarca dolar ödediği lobi şirketleri var. Bu şirketler, Amerika’ya gelen milletvekili ve bakanları karşılayıp vakit geçirmelerinin dışında ne yapıyorlar? Y. Oran” Özetin özeti: Nereye gidiyoruz?.. [Abbas Güçlü, Email: aguclu@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 20.04.05, Şirintepe-İzmit].
Neymiş Milli Çıkar?: Türkiye’de milli çıkarlar bugüne kadar gerçekten savunulabildi mi? Yoksa milli çıkar diye diye çıkmaz sokaklarda kıvrandırıldı mı bu ülke? Neymiş milli çıkarlar? Milli çıkarları savunmak neymiş? Söyler misiniz? Örneğin, Kıbrıs’ı yıllar yılı çözümsüzlüğe mahkûm etmek mi? Kıbrıs’ta çözümsüzlük değil miydi, perde arkasında Ermeni terörü için düğmeye basılmasını hızlandıran? Kıbrıs’ta çözümsüzlük değil miydi, Güneydoğu’da PKK’nın terör ve şiddet siyasetini kapalı kapılar arkasında körükleyen? Türk dış politikasının manevra alanını daraltan, Türk diplomasisini esir alarak enerjisini tüketen, hatta yaratıcılığını körelten, Kıbrıs’taki çözümsüzlük değil miydi? Söyler misiniz? Neymiş milli çıkarları savunmak? Yıllar yılı Kürt yok, Türk var demek mi? Kürtçe konuşulmasını bile yasaklamak mı? Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlığından söz edip, hem demokrasi şarkıları söyleyip, hem de Kürtlerin kimliğini inkâr etmek mi? Bu mu milli çıkarları savunmak? Ya da Kürt diyeni 22 ay hapse atmak mı, milli çıkarları savunmak? Kürt dedi diye, Kürdistan dedi diye, hem ‘fikir suçu’ndan hapse atıp, hem de içeride terörist muamelesi yapmak mı? Kürtçe isim konulmasını yasaklamak mı? Kürtçe yer isimlerini kanun zoruyla değiştirmek mi? İflas etmedi mi bu politikalar? Eğer milli çıkarlar yıllar yılı böyle savunulduysa, Güneydoğu nasıl yangın yerine döndü? Türkiye maddi ve manevi bakımdan nasıl kanadı durdu? Kan ve gözyaşıyla yüklü bu süreçte, bir yandan demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırılırken, öte yandan aş ve iş sorununun çözülmesi için gerekli kaynakların silaha harcanması mıydı? Neymiş milli çıkarlar? Susurluk’la hukuk devletinin altını oymak mı? Neymiş milli çıkarlar? Alevileri yok saymak mı? Tarihimizin çirkin, kepaze sayfalarını yok saymak mı? Yok saymakla yok olmadılar. Tam tersine… Hepsi varlığını koruyor. Milli çıkarları korumak böyle mi oluyor? Alın bir örnek daha: 1915 Ermeni tehciri… Yıllar yılı yok saymadık mı bunu da? Yok edebildik mi?.. Hayır. Dünya âlemi ikna edebildik mi? Hayır. Artık Türkiye dışında bizim resmi tezleri savunabilecek saygın tarihçiler de bulunamıyor. Milli çıkarları savunmak bu mu? Şimdi “Tarihi tarihçilere bırakalım!” diyoruz. İyi, güzel. Ama ille de bizim gibi düşünen tarihçiler istiyoruz. Farklı sese tahammül edemiyoruz. Vatan hainliği, Türk düşmanlığı suçlamalarıyla yeri göğü inletiyoruz. Söyleyin. Milli çıkarları savunmak neymiş? 1960’larda, hatta 1970’lerde kalkınma yarışına birlikte başladığımız Yunanistan’ın bugün kişi başına milli geliri 20 bin dolar çizgisine yaklaşırken, bizim hâlâ 4 bin dolarda teklememiz mi? Kıbrıs Rumları 20 bin doları vurmuşken, Kıbrıs Türklerinin hâlâ 5 bin dolarda emeklemesi mi? Milli çıkarlar böyle mi savunuldu? Söyler misiniz? Milli çıkarların savunulması mıydı, bu topraklarda yazarı çizeri mahkeme kapılarında, hapishanelerde inim inim inletmek? İşkence yapmak?.. Bok yedirmek?.. Bunlar milli çıkarların gereği olarak mı yapıldı? Milli çıkarların gereği miydi, iti ite kırdırma politikaları? Eli sopalı adamların sokağa çıkmaları mıydı, milli çıkarların korunması? Yoksa Kahramanmaraş, Çorum, Madımak katliamları mıydı milli çıkarların korunması? Kimileri böyle düşünüyor. Kimileri biraz daha farklı. Her biri çıkmaz sokak olan ve Türkiye’nin her bakımdan ilerlemesini engellemiş siyasetleri yıllar yılı devlet kapısında görevleri gereği dışarıya, dış dünyaya karşı savundukları için beyinleri şartlanmış, gözleri perdelenmiş olabilir bu gibilerin. Devlet kapısından başka bir şey bilmedikleri için, onca yıl devletten geçindikleri için devlete tapıyor da olabilirler. ‘Kapıkulu’durlar. Bu yüzden demokrasinin, hukukun, insan haklarının ve bireysel özgürlüklerin nasıl devletle mücadele ederek, nasıl devletin alanını daraltarak gerçekleştiğine akıl erdirmeleri güçtür. Çünkü bu açıdan refleksleri körelmiştir. Sadece devletçi-milliyetçi refleksleri gelişmiştir. Her Allah’ın günü devletle ilgili güzelleme yapmayı, özellikle yurtdışında bir devlet görevi olarak belleyenler, bu topraklarda yaşananı, acıları göremez, kavrayamaz. Yalanda yaşamaya devam ederler. O kadar. [Hasan Cemal, Email: h.cemal@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 21.04.05, Şirintepe-İzmit].
Nurşen Mazıcı: Prof. Dr. Marmara Üniversitesi, İstanbul.
Orhan KOLOĞLU; Doksan Üç Harbi diye bilinen 1877-78 Savaşı’nda, Rusya karşısındaki yenilgi, Osmanlı devletinin parçalanma sürecinde son genel işareti verir. Osmanlı toplumunu oluşturan dini ve etnik cemaatlerin belli başlıları, kendi ulusal bağımsızlıkları için ciddi karar verme aşamasına gelirler. Ve tabii o arada, o zamana kadar böyle bir eğilim göstermemiş olanlarda da aynı arzu belirir. Müslüman kesimde bile (Arnavutlar, Araplar) bu amaçla örgütlenmelerin başlaması, Avrupalıların geldiği yere, Asya’ya dönmesi için yırtındıkları ‘Hasta Adam’ın sonunun geldiğine herkesin inanmasındandır. Bu milliyetçi akımlar arasına, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden beri ‘Milleti Sadıka’ denilerek devlet yönetiminde ön planda rol oynayan Ermeniler de katılır. Rusya Faktörü: Avrupa devletlerinin doğrudan müdahalesine izin vermeyen bir coğrafyada yaşamaları nedeniyle Ermeniler, Rusya ile yakından ilişki kurmak zorunda bulunuyorlardı. 18. yüzyılın sonundan beri Kırım ve Kafkaslar üzerinden güneye inen Çarlığın, kendilerine direnen Çerkesleri nasıl ülkelerinden sürdüklerini ve bunların Osmanlı ülkesinde, Balkanlar, Anadolu ve Suriye gibi uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldıklarını, Ermeniler de biliyorlardı. Dolayısıyla bağımsızlığı hedef koysalar da Rus gücüne rağmen bir şey yapamayacaklarının bilincindeydiler. 19. yüzyılın sonunda bölgedeki çekişme, o dönemin en büyük gücü kabul edilen İngiltere ile Rusya arasındaydı. Rusya’nın Hindistan’a inmek istediği ve rakibinin de bunu engellemenin yollarını aradığı biliniyordu. Çarlığın bölgedeki ulusları yanına çekme çabalarını dengelemek için de İngiltere, bunlarla ilişki kurma ve destek verme girişimlerini hiç ihmal etmemişti. Londra hükümeti Çerkesleri vuruşmaya teşvik etmiş; ama fiili bir şey yapmamış, sürülmeleri karşısında da tepki göstermemişti. 1877-78 Savaşı sonrasında, Doğu Anadolu’nun Rus ilgi alanına girmesi, İngiltere’yi rahatsız etmiş ve bölgedeki nüfus çoğununu oluşturan Müslümanlarla (Türk ve Kürtler) anlaşamadığı için, Ermenileri yanına çekme tezgahlarını kurmuştur. Sevr sırasında: ABD’li uzmanlar konuşuyor: ABD Başkanı Wilson’un uzmanları, Bolşevik ve Türklere karşı Ermenileri savunmak için, en az 200 bin kişilik bir Amerikan ordusuna ve yıllık 276 milyon Amerikan Doları tutarında bir ödeneğe gerek olduğunu hesaplayıp işe karışmamayı önerirlerken, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un tavrı da Ermenilerle açıkça alay etmekle sınırlıydı. Sevr’in Avam Kamarası’ndaki tartışmalarında da Ermeni olayının, genel ‘Doğu politikaları’ içinde önemli bir yere sahip olmadığını açıklamaktan kaçınmadı İngiliz Başbakanı: “Özellikle rica ediyorum, Erzurum taraflarındaki bazı sıkıntılar nedeniyle, bütün Doğu politikasını değiştirmeyelim.” 1876 Bulgar Yöntemi: İngiliz devlet adamı Gladstone’un kampanyaları Babıâli karşısında Ermenilerin koruyucusu görünmek amacını güderken, Rusya ile girişilen yarışta, bölgede yandaş sağlamaya da yönelikti, iki taraftan da maddi ve manevi destek gören Ermeniler bunun karşılığını, liderlerinden Çeraz’ın belirlediği ‘1876 Bulgar yöntemi’ni uygulayarak vermişlerdir. Osmanlı topraklarının paylaşımını planlayan ‘Sykes-Picot’ gizli antlaşmasının mimarı Albay Georges Picot (sağda), Alman generali von Deimling ile birlikte. Bu yöntem, ani baskınla çok sayıda Türk ve Müslüman’ı öldürmek; onların kızıp daha çok Hıristiyan’ı öldürmesi karşısında, Avrupa kamuoyunu, ‘işte Türkler soykırım yapıyor’ diye ayaklandırmaktan ibaretti. Bu tür olaylarda öldürülen Türklerin sayısı. Batı basınına pek nadiren yansımış, ama Hıristiyan kurbanların sayısı, daima 10’la, 100’le çarpılarak kamuoyuna sunulmuştur. Nitekim Ermeni kurbanlarının sayısı da böylesine abartılarak, bütün dünyada mevcut Ermenilerin iki misline kadar çıkarılmıştır. Batinin 1915 Taktikleri: Batılılar bahsettiğimiz taktiklerini, 1915’te de tekrarladılar. 1910 yılında Taşnak Partisi’nin Brüksel’deki Sosyalist Enternasyonal’e sunduğu raporda, Anadolu’nun her köyünde silah depolan kurduğu ve militanlara silah talimleri yaptırttığı hakkındaki itirafları hep unutulmuş, o güne kadar yaptıkları terörizme ek olarak, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunu arkadan vurma girişimleri de tamamen göz ardı edilmiştir. Gizli Antlaşmalar Şoku…: Tek tek bazı kasabalar dışında, bölge olarak hiçbir yerde nüfus çoğunluğuna sahip olmayan Ermenilerin, terörle diğer Türk ve Kürtleri kaçırarak daha fazla sayıda bulunduklarını ispatlama çabaları da Sevr için verdikleri listelerdeki rakamların da gösterdiği gibi eylemlerin amacını belli etmiştir. Bütün bu girişimleri kendileri için, bağımsızlıkları için yaptıklarını sanırken Ermenilerin, İngiltere, Fransa, Rusya arasında imzalanan ve I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağını planlayan Sykes-Picot gizli antlaşmalarından haberleri yoktu. Ermeniler için bağımsızlık düşünülmüyor, Rus idaresi altına girmeleri öngörülüyordu. Nitekim Bolşevikler, 1917 sonunda bu anlaşmayı dünyaya açıklayınca, ilk şoku yaşamışlardır. Osmanlı devletinin 1918 Ekim’inde teslim olmasından sonra da esasen Türk bölgelerinden uzaklaştırılmış olan Ermeniler, Bolşeviklerin egemenliği altına girmekten kurtulamadılar. Osmanlı devletine karşı eylem için kendilerini teşvik etmiş olan Fransa ve İngiltere’den yardım istediklerinde Ermeniler başlarının çaresine bakmaları nasihatından başka bir şey almadılar! İngilizlerin, Azerbaycan petrolünü kontrol altına almak için silahlandırdıkları Ermeni birlikleri Bakü civarında yenilince, bunların yerini, ‘Staffords’ özel İngiliz güçleri almıştı. 1919’da Azerbaycan’ı işgal eden İngilizlerin kurmay heyeti ve gözlemci bir Amerikan subayı. İngiltere itiraf ediyor: ‘Felaket götürdük…’: İngiliz Koloniyal Ofis’in resmi yayını ‘Near East’ dergisi, önceleri (18 Temmuz 1919), Milli Liberal Kulüp’teki bir konuşmada, “Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’na yönelen politikamız, orada yaşayan Hıristiyan halklar için felaket getirmiştir,” dendiğini aktarmaktan çekinmiyordu. Ama Amerika’daki dalgalanmaları fark edince bundan yararlanmak fırsatını kaçırmadı. 1 Nisan 1920 tarihli sayısında, “Anadolu’da bir kıyım varsa, bunun nedeni, Amerika’nın Yakın ve Ortadoğu barışında hissesine düşeni üstlenmemesindendir,” diye yazmıştı. Yine aynı derginin 23 Aralık 1920 tarihli sayısındaki ‘İstanbul Mektubu’nda ise şu kayıt vardı: “Ermenistan, Türkiye ile Bolşevikler arasında paylaşıldı. Bu durumda Bay Wilson’un, Ermenistan sınırlarını saptayacağını söylemesi, dertli yaralıya hakaret etmekten başka bir şey değildir.” ‘Sorumluluk ABD’ye’ Çabasi: Sorumluluktan kurtulmak için de Amerika’yı ilgilendirmeye çalışmaktan da geri kalmadılar. Ancak bölgedeki petrollerin paylaşılıp, kendisine sadece Bolşeviklerle mücadelenin bırakıldığını fark eden ABD de, gönderdiği heyetlerin raporları doğrultusunda, hemen kaçmayı yeğledi. Bir süre daha oyuna devam eden, Fransa oldu. Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları durumunda, kendilerine bağımsızlık vaad edilmiş olan Araplar, Suriye ve Lübnan’da, silah zoruyla himaye altına sokulmaya karşı savaşırlarken; Fransız güdümünde oluşturulan Ermeni birlikleri, Urfa-Antep-Adana bölgesinde yine terörizme ve kıyıcılığa yönelmişlerdi. Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinden önce, bu bölgedeki halkın kendiliğinden silaha sarıldığını biliyoruz. Bölgeyi tamamen ele geçirme yönündeki çabalarını, Sakarya Zaferi’nden sonra Fransa, Ankara ile şartsız anlaşmaya razı oluncaya kadar sürdürdü (Ekim 1921). Her zamanki gibi, pazarlıklardan yine Ermenilerin haberi yoktu. Ocak ayında, bir televizyon programında, Türkiye Ermenilerinden Hrant Dink’in söylediği gibi, günün birinde Fransız askerleri atlarının nallarının altına keçe bağlayıp sessizce, yani Ermenileri uyandırmadan çekildiler. Böylece Ermenilere de, olabildiğince hızlı bir şekilde Suriye’ye kaçmaktan başka seçenek bırakmadılar. Sevr Antlaşması’na geniş sınırlı bir bağımsız Ermeni devleti maddesini koydurmayı başaran Avrupa’daki Ermeni politikacılarının hayalciliği, Sevr’in gerçekleşebileceğini uman Batılılarınki kadar büyüktü. Kurtuluş Savaşi’nda Doğu Cephesi: Türk orduları bir yürüyüşle bugünkü sınırlarına vardılar ve 2-3 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması’yla, Sevr’in imzasının üzerinden dört ay geçmeden, Ermeni devleti, bütün toprak isteklerinden vazgeçtiğini onayladı. 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması’yla da bu kararlar bir kere daha resmileştirilmiş oldu. Olaylar böyle gelişirken, Ermenilerin başlıca kışkırtıcıları ne diyorlardı?.. Fransa’nın en ciddi gazetesi Le Temps, l Aralık 1920 tarihli başyazısında şunları söylüyordu: “Sevr Antlaşması’m hazırlayanlar neye benziyor, biliyor musunuz? Tavşanını unutmuş olan ve şapkasından hiçbir şey çıkaramayan bir sihirbaza.” New York Times (21 Kasım 1920), hayalcilikleriyle alay ediyordu: “Başkan Wilson en sonunda müttefiklerin istekleri üzerine saptamış olduğu Ermenistan sınırlarını ilana hazır. Ama bu arada, Ermenistan var olmaktan çıktı.” Fransız Generali Julien Dufieux’nün (üstte) örgütlediği Ermenilerden oluşan ‘Doğu Lejyonu’, 1919-1921 tarihlerinde, Çukurova topraklarında. Lord Curzon’un Ermeni Yorumu: Hiç de ‘Türksever’ olmadığı bilinen İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Ermeni Soykırımı’nı gündeme getiren Vikont Bryce’a, 11 Mart 1920 günü, Lordlar Kamarası’nda verdiği yanıtta gayet netti: “Dünyanın bu bölgesinde Ermeniler -hatta son haftalarda da bazı kimselerin sandığı gibi masum kuzucuklar olarak davranmamışlardır. Şu anda elimde, onlar tarafından son derece vahşi ve kana susamış tarzda işlenmiş saldırılara ilişkin bir sürü rapor var. Unutalım bunu. Kuzey Ermenistan’daki Ermenilerin ne kıyım, hatta ne de saldırı tehlikesinde olduklarına inanmıyorum.” Fransızların ağzından Batı’nın günahları: 1920’lerde, Fransız Le Temps gazetesindeki iki başyazıda ‘Avrupalı büyüklerin’ günahları, açık bir biçimde itiraf edilir: “Batılı büyük devletlerin hatasını şimdi, kabul ettirme olanaklarının yokluğu hesap edilmeden özgürlükleri tanınan Kafkasya’nın küçük halkları ödüyor.” (10 Kasım 1920). “Müttefiklerin elinde şimdi hayali bir anlaşma var ve müttefiklerin bu işin çözümü için doğuda ortak ettikleri küçük milletler, Ermenilerin şahsında bunun cezasını ödüyorlar.” (12/13 Kasım 1920) Gerçi o dönemdeki Avrupa basınında, böylesine bol özeleştiriye rastlanıyordu; ama, bütün suçları Türklere yüklenmek için söylenen ve yapılanların, bunların belki bin katı olduğunu belirtmek de, abartma sayılmamalıdır. Başbakan Lloyd George’un Sözleri: Daha da ‘Türksevmez’ olan Başbakan Lloyd George ise Sevr’in imzasından önce, 1920 Mart’ının sonundaki bir konuşmasında, onların artık yardım edilebilecek niteliği kaybettiklerini ve kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini şöyle anlatıyordu:”Ermenistan Cumhuriyeti’nin geleceği, doğrudan doğruya Ermenilerin kendilerinin özgürlüklerini savunmaya hazır olup olmamalarına bağlıdır. Eğer isteseler, 40 bin kişilik bir ordu toplayabilirler ve Büyük Britanya veya müttefiklerinden biri, onlara teçhizat yönünden yardımcı olabilir. Durmadan diğer ülkelerin sırtına yük olacak ve yalvarılar, çağrılar gönderecek yerde, bırakalım kendi kendilerini savunsunlar.” Misyonerlerin Çalişmalari: Lloyd George, Ermeni olayını en çok Amerikalıların misyonerler aracılığıyla kışkırttığını, ama şimdi himayeye almaktan kaçındığını vurgulayıp, sorumluluktan ülkesini sıyırmaya da özen gösteriyordu. Yöneticilerinin ihtiyatlılığına karşılık, Amerikan kamuoyundaki sorumsuz çıkışlardan yararlanmaktan da geri kalmadı. Başkan Wilson’un girişimlerini yetersiz bulan Cumhuriyetçi Parti, 1920 Haziran’ı ortasındaki konvansiyonunda, parti programına bir prensip kararı koymuştu: “Ermeni halkı ile kalbimizin içinden sempatileşiyoruz ve gücümüzün yettiği bütün olanaklarla kendilerine yardıma hazırız.”Ancak bu sözlerin hemen arkasında, küçücük bir ek vardı: “Ama himayemize almaya, manda yönetimi kurmaya karşıyız.” (26 Haziran l920 tarihli Le Temps). Amerikan Komisyonu: İngiliz resmi çevrelerinin, Sevr’i isteyen ve imzalayan sanki kendileri değilmiş gibi davranışlarına Amerikan tepkisi, Ortadoğu’yu gezen Amerikan Soruşturma Komisyonu ve Amerikan-Asya Birliği aracılığıyla geldi, hem de ’emperyalizm’ sözcüğünü esirgemeden: “Amerika’nın kaçındığı, geri kalmış halklara karşı sorumluluk değildir. Tedavi edilemez emperyalizmin akıl almaz karmakarışık oyunlarına gelmekten kaçınıyoruz. Ermenilerin yardım çağrıları, Büyük Britanya’nın emelleri için (Ortadoğu’nun doğal sınırları Kafkas Dağları’nı elde tutmak için) düzenlettirilmiştir. İngilizler hiçbir çıkarları olmasaydı, oralarda bulunmazlardı.” Amerikalıları rahatsız eden, bir yandan Bolşeviklerle savaş iddialarını ileri süren İngiltere’nin, diğer yandan Lenin’in temsilcisi Krassin ile mali konularda bir anlaşmaya varması olmuştu. New York Times, 11 Mayıs 1920’de anımsatıyordu: “Ocak ayında İngilizler Kafkasya’ya ordu göndereceklerdi. Sonra Lloyd George birden vazgeçti. Bolşeviklerle ticaret yaparak anlaşmayı tercih etti. Denikin’e vermek istemediğini, şimdi Troçki’ye veriyor. Ermeniler için, elde edebilecekleri kadarını sağlamağa çalışmaktan başka yapacak şey kalmadı. Ve bu arada, büyük devletler bol suyla abdest alacak, temizlenecek ve birbirlerini ellerinin temiz olduğuna ikna edeceklerdir.” Aynı yayın organı, 13 Kasım 1920’de de ekliyordu: “Ermenistan’a dost görünen büyük Hıristiyan devletlerinden hiçbiri, herhangi bir şey yapmakla ilgili görünmüyor; umursamıyorlar bile.” 1920-22 yıllarının Amerikan gazeteleri üzerinde yaptığım taramalarda, Ermeniler tarafından gönderilmiş okuyucu mektuplarında, ırkdaşlarını ileri itip sonra terk eden Batılılardan ‘eli kanlı umursamazlar’ diye bahsedildiğine çok rastlamışımdır… [Kaynak: İnternet, Popüler Tarih- Mart 2001. Sf 34-39, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Osmanlı Arşivleri’nde İzmitli [Kocaeli, Kocaili, Ismid, Ismidt, İzmit] Ermenilere Ait Belgeler; İzmit’ten Sevk Edilen Ermeniler: http://www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/belge.asp?kitap=2&belge=107, Zor’a Gelen Ayintab VE İzmitli Ermeniler: http://www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/belge.asp?kitap=2&belge=158, Zor’a Gelen İzmit Ve Samsunlu Ermeniler: http://www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/belge.asp?kitap=2&belge=161, Geyve’de Çeteci Ermenilere Yataklik Yapan Ermenilerin Sevk Edilmeleri: http://www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/belge.asp?kitap=2&belge=207, Yalova Ve Lâledere’ye Geri Dönen Ermenilerin Emlâk Ve Arazilerinin İadesi: http://www.devletarsivleri.gov.tr/kitap/belge.asp?kitap=2&belge=244.
Osmanlı Belgelerini Dünya Medyasında Yayımlatmadıkça!: Soykırım, tehcir-göç hepsi hikâye” amaçları, bizden toprak ve para kopartmak, yani efendim “uygar eşkıyalık”! Rakamlar insanı şaşırtıyor, o kadar birbirini tutmuyor ki… Mesela bir bölgede bir milyonu bile bulamayan nüfusun bir buçuk milyonu öldürüldü diyorlar! (Osmanlı vatandaşıdır bunlar, yıl 1915). Allah Allah, nasıl olmuş bu iş! Almanların, Yahudilere yaptıkları gibi fırınlarda mı pişirmişiz Ermenileri! İnsanlık dışı işkenceler yaparak toplama kamplarında mı öldürmüşüz, eritip sabun mu yapmışız! Hiçbiri yok! Osmanlı İmparatorluğu hükümeti, savaş sırasında Batılı ülkeler ve Ruslar tarafından tahrik edilen Ermeni vatandaşlarımız, yaşadıkları kentlerde, köylerde ordumuzu arkadan vurup sivil katliamına başlayınca, bunların yer değiştirilmesini uygun bulunmuş. Osmanlı hükümetlerinde asırlarca Ermeni’den dönme veya Ermeni vezirler, paşalar görev yapmıştır. Bankaların başında Ermeniler, Posta İdaresi’nin başında yine Ermeniler! Rumlar, Museviler ile ticaret Ermenilerin elinde. Eee kardeşim, daha ne istiyorsun? Şu manzara sizlerin Osmanlı İmparatorluğu içinde imtiyazlı vatandaşlar olduğunuzu göstermiyor mu? Musiki, tiyatro…: Türk musikisini 6 asırdır beraber terennüm eyliyoruz. Nice ünlü Ermeni bestekârlar, musiki üstatları çıkmış aralarından, eserleri Türklerinkiyle yoğrulmuş. Çoğunun Türk ya da Ermeni yapımı mı olduğunu tespit etmek mümkün değil. Mutfağımız da öyle. Fasulye pilaki, imambayıldı, karnıyarık ve topik… o güzelim salçalı veya zeytinyağlı yemekler ve hele yalancıdolmada Ermeni vatandaşlarımız usta değil midirler? Yüz yıllarca tiyatromuzu bile renklendirmiştir Ermeni vatandaşlarımız. Ünlü aktris Madam Kınar Türkçe oynardı. Hiç unutmuyorum, 80 yaşında Eminönü Halkevi’nde sahneye çıkıp, “İrtikâp ettiğin yalan ilan, beni aldatamazsın Piyer” diye Ermeni şivesiyle konuşurdu! Orta sınıf Ermeniler Yedikule, Samatya yörelerinde otururlardı. Muhafazakâr Türk aileleriyle iç içeydiler, çok yakın dosttular. Sırrı yeşil dolar!: Şimdi aşırı Ermeni milliyetçileri ortalara dökülmüş, hepimizin çok uzağında birtakım devletlerin ekmeklerine yağ, bal sürüyor. Peki sizin bir milyon insanınız öldürüldü veya bir buçuk milyon. Bizimkilerin hakkını kim arayacak? Ermeni çetelerin yaktıkları, yıktıkları, öldürdükleri yüz binlerce Türk unutulur mu? Maalesef bazı saf iyi niyetli, bazısı aklı evvel arkadaşlarımız Ermenilere arka çıkıyor! Sınırsız limitsiz hürriyet, demokrasi adına. Şimdi bizler de TV’lerde, gazetelerde günlerdir belgeler yayımlıyoruz, anıları ortaya koyuyoruz. Atı alan Üsküdar’ı aşmış, geç kalmışız! Ama yetişmemiz mümkün. Bizim medyada çıkan bu haber ve belgeler bütün dünyaya yayılmalı. Türk devletinin gücü yok mu Hollywood’a bir yoldan nüfuz edip (dolar ile) film çevirtmeye, belgesel hazırlatmaya, makaleler, kitaplar yayımlatmaya Başbakanımız işadamlarıyla yemekte yakın bir tarihte 50 milyon toplamıştı 20 dakika içinde. Türkiye’nin hayati sorunu için 200 milyon da pekâlâ bulabilir. Kontr propaganda için 1 milyar dolar harcamaya bile değer. Bu işler böyle artık. Ne kadar ekmek, o kadar köfte!. [Yılmaz Çetiner, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
Osmanlı İstatistik Genel Müdürlüğü: [Population Registration System of the Ottoman Government],
Osmanlı Orduları: 1. Dünya Savaşı zamanlarında Osmanlı’nın 1. ve 2. Ordusu Çanakkale Boğazı çevresinde, 3. Ordususu Kafkaslar’da ve 4. Ordusu ise Suriye ve Filistin cevphelerinde düşmanla çarpışıyordu. Kafkaslar’da konuşlanmış olan 3. Ordu’nun en büyük derdi ayaklanan Ermenilerdi. Ruslarla Kırım Savaşı’ndan beri işbriliği yapan ve Rusların yıllar öncesinden eğitmeye başladığı Taşnaksutyun Partisi mensubu Ermeniler, Osmanlı topraklarında yaşayan ama özellikle Amerikan Board Misyon Okulları’nda eğitim görmüş Ermenileri gönüllü yada zorlayarak ülkelerine ihanet etmeye yönelendiriyorlardı. Düşmanla işbirliğine giren osmanlı Ermenileri Osmanlı ordusuna ve Osmanlı ahalisine Müslüman yada Azılıkları saldırmaya ve kitle halinde öldürmeye başlamıştı. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Ölüm ve Sürgün: Justin Mc Carthy,
Önce Koşulsuz İlişki: Koçaryan, ‘ortak komisyon’ önerisini yanıtladı: Önce ilişki kuralım. Sonra hükümetlerarası komisyon çeşitli konuları ele alsın. Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın soykırım iddialarını görüşmek için iki ülke tarihçilerinden oluşan “ortak komisyon” kurulması önerisine siyasi manevrayla karşılık verdi. Koçaryan, Erdoğan’a gönderdiği cevabi mektupta “Önce önkoşulsuz diplomatik ilişki kuralım. Daha sonra sorunlar hükümetlerarası komisyonda görüşülebilir” yanıtı verdi. Koçaryan tarihçilerden oluşacak komisyonu kabul etmediklerini resmen bildirmiş oldu. Koçaryan’ın önerdiği hükümetlerarası komisyonda iki ülke arasındaki tüm sorunların ele alınmasını istemesi de dikkat çekti. Mektup Dişişleri’ne Geldi: Ankara ise 1915 olaylarının siyasi platformda ele alınmasına “soykırım iddiaları tarihçiler tarafından ele alınmalı” gerekçesiyle soğuk bakıyor. Ancak Koçaryan’ın önerisinin değerlendirileceği ve diyalog kapılarının açık tutulacağı vurgulanıyor. Koçaryan’ın mektubu Türkiye’nin Tiflis Büyükelçiliği aracılığıyla dün Dışişleri Bakanlığı’na ulaştı. Ermenistan Devlet Başkanı, 1915 olaylarını ele almadan önce iki ülke arasında ilişkilerin “normalleştirilmesi” gerektiğini belirtti. Koçaryan’ın “ön koşulsuz ilişki” vurgusu, “işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarından çekilmeden, Doğu Anadolu’daki toprak talepleri ve soykırım iddialarından vazgeçmeden” iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin başlaması anlamına geliyor. Merkezi Erivan’da bulunan A1-Plus televizyonunun internet sitesinde dün akşam saatlerinde yayınlanan habere göre de Koçaryan mektubunda şöyle dedi: “Tekrar öneriyoruz. Ülkelerimiz arasında önkoşullar olmadan normal ilişkiler kurulmalı. Ancak bu çerçevede bir hükümetler arası komisyon kurulabilir, bu komisyon ülkelerimiz arasındaki herhangi bir konuyu ele alabilir ve karşılıklı uzlaşmaya varılabilir.” ‘Soykirim’ Demedi: Diplomatik kaynaklar, Koçaryan’ın mektubunda 1915’te yaşananlar için “soykırım” ifadesini kullanmadığını belirtti. Dışişleri Bakanı Gül de “Bu tip yazışmalarda bütün kelimeler, cümleler, bir anlam ifade eder. Bunlara dikkatli bir şekilde bakacağız. İyice inceleyeceğiz” dedi. [Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Padişahlar; Kim Kimin Annesi: I.Murat’ın annesi Bizanslı Horofira yani Nilüfer Hatun, Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun, Çelebi Mehmet’in annesi Bulgar Olga Hatun, II.Murat’ın annesi Veronika, Fatih Sultan’ın annesi Sırp Despina yani Hüma Hatun, II.Bayezıd’in annesi Kornelya, Yavuz Selim’in annesi; Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi; Polonya Yahudisi Helga yani Hafsa Sultan, II. Selim’in annesi Yahudi kızı Roksalan yani Hürrem Sultan, III.Murat’ın annesi Yahudi Raşel yani Nurbanu Sultan, III.Mehmet’in annesi Venedikli Bafo yani Safiye Sultan, I.Ahmet’in annesi Yunan Helen yani Handan Sultan, Genç Osman’ın annesi Sırp Evdoksiya yani Mahfiruz Sultan, IV.Murat’ın annesi Sırp Anastasya yani Mahpeyker Sultan, IV. Mehmet’in annesi Rus Nadya yani Turhan Sultan, II.Süleyman’ın annesi Sırp Katrin yani Dilaşüb Hatun, II.Ahmet’in annesi Polonya Yahudisi Eva yani Hatice Sultan, II.Mustafa’nın annesi Rum Evemia yani Emetullah Sultan, III.Ahmet’in annesi de aynı yani II.Mustafa ile aynı anneden, I.Mahmut’un annesi Aleksandra yani Saliha Sultan, II.Osman’ın annesi Sırp Mari yani Şehsüvar Sultan, III.Mustafa’nın annesi Fransız Janet yani Mihrişah Sultan, I.Abdülhamit’in annesi Fransız İda yani Şermi Sultan, III.Selim’in annesi Cenevizli Agnes yani Mihrişah Sultan, IV.Mustafa’nın annesi Bulgar Sonya yani Sineperver Sultan, II.Mahmut’un annesi Fransız Rivery yani Nakşidil Sultan, I.Abdülmecit’in annesi Rus Yahudisi Suzi yani Bezm-i alem Valide Sultan, Abdülaziz’in annesi Romen Besime yani Pertevniyal Sultan, V.Murat’In annesi Fransız Vilma yani Şevkefza Sultan, II.Abdülhamit’in annesi Ermeni Virjin yani Tirimüjgan Sultan, Mehmet Reşat’ın annesi Arnavut Sofi yani Gülcemal Sultan, Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet yani Gülistan Sultan.
Paris’te Çelenk Koyacaklar: Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan, bugün Paris’teki soykırım anıtına birlikte çelenk koyacak. Chirac ve Koçaryan, 17.45’te görüşmelerinin ardından birlikte Seine Nehri kıyısındaki soykırım anıtına giderek mini bir tören düzenleyecek. [Dış Haberler-Ankara, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Participation of the Catholicosate of Cilicia in the “Women in Christian Spirituality” Conference: n the organization of the World Council of Churches “Faith and Order” sub-committee, a conference, under the topic “Women in the Christian Spirituality”, took place at the Institute of Bossey, Geneva, from July 29 to August 7, 1999. Twenty-six women from various denominations all around the world participated in this conference which was the fourth in its kind since 1992 aiming to unite the communities of the World Council of Churches and through dialogue find a uniformity of spirituality and faith. Upon the disposition of His Holiness Aram I Mrs. Seta Khedeshian and Dr.Tamar Dasnabedian participated on behalf of the Catholicosate of Cilicia. During the conference nine theologians presented the Christian spirituality: Mrs. Teni Simonian-Pirri presented the Orthodox Church, Dr. Tamar Dasnabedian presented Virgin Mary’s Godliness and the Armenian Patrology. During the conference matters related to Virgin Mary’s godliness, interpretation of spirituality and the characteristics of Motherhood of feminism in God’s retention were discussed. The conference was an opportunity to get acquainted to the theological interpretations, the religious philosophy of different communities. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Patriarch Mesrob Received Assistant Secretary Koch: Istanbul, 4 August 1999 (Lraper)- His Beatitude Armenian Patriarch Mesrob II of Istanbul and all Turkey received this morning the US Assistant Secretary of State for Democracy, Human Rights and Labor, Mr. Harold Hongju Koh, in the patriarchal office. Replying Mr. Koh’s questions about the Armenian minority’s present-day situation, His Beatitude stated that members of the Armenian Community did not encounter problems, as persons, before the courts or administrative offices in everyday life. “It is true,” the Patriarch said, “that sometimes certain persons might just make a face when they hear a non-Turkic name, but that reflects their personal attitude and the Government cannot be blamed for it”. Patriarch Mesrob reminded his guests that he had resided temporarily in the U.S. in the late 70s, and that he still remembers that in certain districts the racial, ethnic or religious prejudices were evident. Human beings are the same everywhere, the Patriarch said, however, as persons, we do not witness open or acute ethnic discrimination in Turkey. When Mr. Koh asked whether the Church had a seminary in order to prepare new vocations for the priesthood, His Beatitude answered: “No, the Holy Cross Armenian Seminary was shut down in the 1970s. Nowadays the building functions as a regular senior high school. There is not even one Christian seminary in Turkey. For that matter, the Moslem and Jewish communities do not have any religious training institutions either. In present-day Turkey, the higher level religious education and theology courses are taught in the Islamic Theology departments in the universities, but they cannot help us solve our problem. We have abandoned the idea of reopening our seminary. We are rather seeking ways of implementing an inter-disciplinary course of university-level studies leading to a Bachelor of Liberal Studies in Christian Theology.” Patriarch Mesrob said that, as a minority community, the Armenians in Turkey encounter certain problems that result from the regulations of the late 1930s governing minority affairs which are still in force. He said that many of the pending issues can easily find their solutions if those regulations are updated. He said that he has received information that Mr Husamettin Ozkan, the Deputy Prime Minister, presently works on this issue. “We must allow the new government some time” the Patriarch said, “it’s a new team.” He also praised the municipal authorities who try to accommodate the needs of the community. His Beatitude thanked Assistant Secretary Koh for his courtesy visit and said, “The Armenians here are citizens of the Republic of Turkey. Of course we have problems, but we attempt to solve them through local means, with our local authorities. I always count on the probability of our success, and I see no reason to lose faith in this new team of government officials”. The meeting lasted approximately 40 minutes. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Patriarch Mesrob received Kurucheshme Council: IstanbuL, 4 August 1999 (Lraper)–His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul and all Turkey received this afternoon the newly elected parish Council members of the Armenian Church of the Holy Cross in Kurucheshme. The chairperson of the Council, Mrs. Yrma Polat, introduced the new members to His Beatitude one by one, and pledged to cooperate with the Patriarchate in all matters of church life. The 18th century church is situated on the western bank of the Bosphorus and has a parish of approximately 400 members. Having suffered a stroke two months ago, the pastor of the church, the Reverend Father Hovhan Istanbullian, is no longer able to celebrate the Divine Liturgy on Sundays; instead, the deacons of the church celebrate the Liturgy of the Word. The parish school was closed in the 1950s due to lack of finances, but a Sunday school for children is organized by the choir association. The Parish Council members asked His Beatitude whether he could appoint a new pastor for Kurucheshme. Patriarch Mesrob replied that the candidates the Patriarchate has are presently at the freshman level and no priestly ordination is expected to take place at least until the year 2002. Patriarch Mesrob congratulated the newly-elected members of the Kurucheshme Parish Council and blessed their endeavours for the spiritual edification of their community. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Patriarch Mesrob received Russian Diplomat: Istanbul, 03 August 1999 (Lraper) — His Beatitude Patriarch Mesrob II of Istanbul and all Turkey received the newly appointed Consul General of the Russian Federation in Istanbul, Mr. Stanislas Osachi, on 2 August, Monday. During the courtesy visit, Mr. Osachi told His Beatitude about his previous missions representing the Russian Federation. He also offered his condolences to Patriarch Mesrob and the members of the Armenian Church for the demise of His Holiness Supreme Patriarch and Catholicos Karekin I of beloved memory. His Beatitude thanked his guest for his courtesy visit and his condolences for the late Karekin I. He wished the Russian diplomat a pleasant stay in this historic megapolis and furnished him with a wealth of information about the Armenian Church in general, and the history of the Armenian Patriarchate of Istanbul in particular. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Pişmaniye’nin Öyküsü: Biri Tuna boylarindan, Deliorman’lardan bir eski çocuk, biri Afyon’dan, digeri Izmit’ten. Bulgaristan’in Razgrad’indan olan genç kadin 1962 dogumlu. Çocuklugu Afyon’un Bolvadin’inden anilar tasiyan, 1960 dogumlu. Izmitli eski çocugun dogum tarihiyse 1935… Üç farkli kent. Üç farkli yas. Ikisi erkek, birisi kiz, üç farkli çocuk. Ayni olan, “ çocuklugun uzun yazi”ndaki uzun kis gecelerinin, ruhlarini hala isitan, kalabalik mi kalabalik sini basi anilari. Sini basi anilarinin helva tadi tasimasi için gerekli olansa yag,un,seker ve gücü ve kuvveti yerinde kollar. Çünkü çevresindekilerin ortak gayreti ile o sinide yapilacak olan, tel tel dökülebilmesi için çok kisinin kas gücüne gereksinim duyulan bir helva: pismaniye. Bu helvanin neden pismaniye olarak anildigina dair rivayet muhtelif. AnaBritannica’ ya bakilirsa,ilk yapildigi yerin Iran olma ihtimali var. Bu ülkede “pesmek” diye adlandirildigi için de sözcügün zamanla Türkçe’de “pismaniye” biçimini almis olmasi muhtemel. 1957’den bu yana pismaniye ustaligi yapmis Mehmet Usta’ya bakilirsa da, bu helvanin yapimina girisenlerin agdaya kivam tutturmakta karsilastiklari güçlükler üzerine bu ise kalkismis olmaktan duyduklari pismanligi ifade ediyor helvanin adi. Izmitli ustalarin bu pismanligindan haberdar olmayan Anadolu’nun birçok yöresinde ise ayni helva, tel helvasi olarak biliniyor. Bilegi güçlü delikanlilar genis sini halkalanip da genci yaslisi bütün konuklar yerlerini aldiginda, kaynatilan sekerli su limonla kestirilmesiyle hazirlanmis ve mermere yayilarak dondurulmus olan agda, yuvarlak siniyi çepeçevre saracak biçimde yerlestirilir, halkanin ortasina kulak memesi kivamini alincaya del tereyagiyla kavrulmus un (meyhane) bosaltilir ve güçlü bilekler, helvada mahir büyüklerinin talimatlari ile baslarlarmis o kaskati agdayi unun üzerinde çevirmeye. Sininin altinda yakilan atesin ayarinin önemi ise büyük. Çünkü isinin ayarlanmayip, helvanin tel tel olmak yerine bulgur gibi dökülüp ellerinde kalmasi ihtimali, sik karsilasilan bir durum degilse de, her zaman mevcut. Burada hüner talimatlari verende. Halka çevirmekte usta ellerse bu ayari tutturmayi, gerekli isiyi ayirt etmekte artik hassaslasmis avuç içlerine borçlu olurlarmis. Kas gücü gerektiren, agda halkasini meyane üzerinde çevirmek yaninda, her çeviristen sonra agdayi yeniden halka biçiminde getirebilmek. Ta ki meyhanenin tümü agdayi yedirilip, agda o bildigimiz tel tel hali alincaya kadar… Izmit pismaniyesine ün kazandiranlar, 1601-1611 yillarinda Iran ve Ermenistan’dan gelerek Izmit ve çevresinde yerlesen Ermeni ustalar olmus. Izmit Pismaniyesi’ne ününü kazandiran ise bu ustalardan Sekerci Haci Agop Dolmaciyan. Ne var ki 1. Dünya Savasi’ni izleyen yillarda digerleri gibi Dolmaciyan da sekerci dükkanini kapatarak baska ülkeye göçmüs. Onun maharetinin de kendisiyle birlikte göç etmesini önleyen ise, Dolmaciyan’in çocuklarina Türkçe ve Fransizca ögretmek üzere dükkaninda çalismis bulunan Izmit Muhasebe Baskatipligi’nde görevli Ibrahim Ethem Efendi olmus. Kendisine pismaniye yapinin tüm inceliklerini ögreten Haci Agop Dolmaciyan’in Amerika’ya göç etmesi üzerine, Kapanönü semtinde bir sekerci dükkani açmis. Botanik kültürü, müzik yetenegi ile de taninan ve soyadi kanunu çiktiktan sonra Çinar soyadini alan, 1892-1953 yillari arasinda yasamis bu renkli kisiligin imalathanesi adeta pismaniye ustasi yetistiren bir okul olmus ilerleyen yillarda. Aradan yillar geçmesine ragmen, agda halinde ambalajlanma safhasina kadar teknoloji ne kadar isin içine girse de, bu helvanin yapini hala ustalarin maharetine muhtaç. [Kaynak: İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Prof. Dr. Halaçoğlu’dan Orhan Pamuk’a Eleştiri: Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türkiye’de herkesin tarih yazmaya kalkıştığını belirterek, ”Bir romancımız, ‘1 milyon Ermeni öldürüldü’ diyor. Tarih araştırması olmayan bir kişi çıkıp böyle konuşabiliyor. Herkes kendi işini yaparsa bu kargaşa meydana gelmez” dedi. Prof. Dr. Halaçoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen ”Ermeni Soykırım İddiaları ve Gerçekler” konulu panelde yaptığı konuşmada, Ermeni soykırım iddiaları konusunda dikkatli davranmak ve iyi bir strateji oluşturmak gerektiğini belirtti. Türkiye’de birtakım çevrelerin yayınlanan bilimsel kitapları ve belgeleri ”resmi söylem, resmi belge, Türkler’in Türkler’e propagandası” olarak değerlendirerek eleştirdiğini hatırlatan Prof. Dr. Halaçoğlu ”Biz yılmadan, bilimsellikten ayrılmadan, doğru belgeleri Türk ve dünya kamuoyuna sunmaya devam etmeliyiz” dedi. Prof. Dr. Halaçoğlu, Ermeni soykırımı iddiaları konusunda sadece Osmanlı arşivlerinden değil, dünyadaki diğer arşivlerden de yararlanarak gerçeklerin su üstüne çıkarılması gerektiğini vurgulayarak, Türkiye’de kamuoyunun bu konuda doğru bilgilenmesinin önemine dikkat çekti. Batı dünyasının en çok sivil toplum örgütlerinden çekindiğini ifade eden Prof. Dr. Halaçoğlu, sivil toplum örgütlerinin bu konuya eğilmesinin önemini vurguladı. Prof. Dr. Halaçoğlu, 1915 yılı ve daha sonraki dönemde Ermeni nüfusu, ölen Ermeniler’in sayısı, tehcire tabi tutulan Ermeni sayısı konusunda çeşitli spekülasyonlar yapıldığını kaydederek, Le Monde gazetesinde son çıkan bir haberde, soykırıma uğradığı iddia edilen Ermeni sayısını 1.5 milyon gösterebilmek için Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni nüfusunun 3 milyon olduğu yönünde haber yapıldığını hatırlattı. Nüfus Kütüğüne Kayit: Değişik arşiv kaynaklarında Ermeni nüfusunun farklı şekilde yer aldığını belgelerle gösteren Prof. Dr. Halaçoğlu, öldürülen, zorunlu göçe tabi tutulan, hastalıktan ölen Ermeni sayısı konusunda değişik arşiv kaynaklarından örnekler verdi. Prof. Dr. Halaçoğlu, çıkan çatışmalarda öldürülen Ermeni sayısının 6 bin 500 ile 8 bin 500 arasında, hastalıktan ve açlıktan ölen Ermeni sayısının ise en fazla 300 bin civarında olduğunu belirterek, bir belgede de Ermeniler’in zorunlu göçle gittikleri yerlerde nüfus kütüğüne kaydettirilmesi için hükümler bulunduğunu anlattı. Prof. Dr. Halaçoğlu, ”Hiç kimse öldürmek istediği bir kişiyi nüfus kütüğüne kaydeder mi?” diye konuştu. ”Kendimizden Eminiz”: Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk bilim adamlarının Ermeni soykırım iddiaları konusunda doğruları ortaya koymaya devam etmesi gerektiğini de belirterek, şunları söyledi: ”Çünkü biz kendimizden eminiz, bilimsel olarak konuşuyoruz, her söylediğimizi belgelendiriyoruz. Eğer ‘1 milyon Ermeni öldürüldü’ deniyorsa, onlar da belgelesinler. Tabii, bir romancımız ‘1 milyon Ermeni öldürüldü’ diyor. Tarih araştırması olmayan bir kişi çıkıp böyle konuşabiliyor. Herkes kendi işini yaparsa bu kargaşa meydana gelmez. Dolayısıyla Türkiye’deki en büyük handikap herkesin birbirinin işine karışması. Herkes tutuyor, tarih yazmaya kalkıyor. Herkes kendi işini yapsın.”Öteki Konuşmalar: Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurşen Mazıcı da, 1915 yılı ve sonrasındaki tarihi dönemi anlatarak, çeşitli cephelerde savaşların yaşandığını kaydetti. Savaş koşulları içinde isyan ve ihanet içinde olan Ermeniler’le çatışmalar yaşandığını, bu sırada her iki taraftan ölenler olduğunu kaydeden Prof. Dr. Mazıcı, ”24 Nisan neden Ermeni soykırım günü olarak kabul edilmek isteniyor. Çünkü 24 Nisan 1915’te isyan ve çatışmalara katılan 2 bin 345 Ermeni tutuklandı. 24 Nisan bir soykırım günü değil, tutuklama günüdür. 24 Nisan bir anma günü olacaksa öldürülen Türkler’in anma günüdür” diye konuştu. Türkiye’nin Ermeni soykırım iddiaları konusunda dünyaya tezlerini anlatmakta geç kaldığını da belirten Prof. Dr. Mazıcı, Asala eylemleri başladığı zaman bu konuya önemle eğilinmesi gerektiğini söyledi. Siyasi Sorun: Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ferit Hakan Baykal da, sorunun sadece hukuki bir sorun olmadığını, sorunun özünün esasen siyasi olduğunu belirtti. Ermeni soykırım iddiaları ile Türkiye’de vatandaşların birbirlerine düşürülmek ve rencide edilmek istendiğini, Türkiye’nin böylece Kafkaslar’daki gücünü de zayıflatmanın arzulandığını kaydeden Prof. Dr. Baykal, ”1915 yılındaki olaylar incelendiğinde yaşanan olaylar jenosid olarak tanımlanamaz” dedi. Prof. Dr. Baykal, 1915’te savaş ortamında ihanet içindeki grubun zorunlu göçe tabi tutulmasının da uluslararası hukuka uygun olduğunu vurgulayarak, bunun dünyada da pek çok örneğinin bulunduğuna işaret etti. Soykırımın, Birleşmiş Milletler tarafından 1951 yılında suç olarak kabul edildiğini ifade eden Prof. Dr. Baykal, bunu 1915 yılında yaşanan bir olayla ilişkilendirmenin hukuken doğru olmadığını söyledi. Prof. Dr. Baykal, Lozan Antlaşması’na Ermeni soykırımı iddiaları konusunda bir hükmün konulmadığını da hatırlatarak, ”Türkiye Cumhuriyeti yaşanan olaylardan sorumlu tutulamaz. Aksi durumda anlaşmaya böyle bir maddeyi de koyarlardı” dedi. Ermeni soykırımı iddiaları karşısındaki tezleri dünyaya aktarırken çok dikkatli olmak gerektiğini, çünkü konunun hukuki olmaktan ziyade siyasi çıkarlar için kullanıldığını kaydeden Prof. Dr. Baykal, ”Konunun BM’de oluşturulacak bir komisyona havale edilmesi çok büyük bir risktir. Musul konusu unutulmamalıdır” diye konuştu. [Basın, AA, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
R. W. HAMILTON: Reserches in Asia Minor, Pontus and Armenia (1742) Vol.I S. 538; II S.81
Richard HOVANISAN: Sözde Ermeni Soykırımı şampiyonlarından. 2 Sene önce Boğaziçi Üniversitesi kendisini konferasn vermek için davet etmiş.
Rus Yarbayı ve Sosyalist 2 Türk Milletvekili…: “Türk’ün, Türk’e propagandası!” diye bir deyim çıktı. Bir açıdan doğru, eğer kendini anlatacaksan, git başkalarına anlat, Türk’ün Türk’e anlatacağı ne var ki! Lakin “kazın ayağı her zaman öyle olmuyor” bazen, Türklerin de Türklere anlatacağı şeyler var. Hele “Bazı Türkler!” kamuoyunu “Türkler, 1 milyon Ermeni’yi kesti, 30 bin Kürt’ü astı” gibi ipsiz sapsız laflarla, bazıları da “Evet, 1915 tehciri soykırımdır” diye ahkâm kesiyorsa, bu ağır bombardıman karşısında, Türklerin aklı karışıyorsa, bir şeyler söylemenin gereği yok mudur? Bakın kimseye yalan söylüyor demiyoruz; iftira ediyor demiyoruz. Varsın söylesinler, ama biz de söyleyelim. Diyelim, Birinci Cihan Savaşı’nda isyan eden Ermenilere karşı tehcir uygulandı; Ermenilere işkence, zulüm yapıldı, öldürüldü. Peki, Ermeniler ne yaptı? Onların elleri tertemiz mi? Onların yaptıklarını bizler yazsak, hemen yalan, iftira, uyduruyor derler. Hatta bunları söyleyeni “faşist” diye taşa tutarlar… Ya bir Rus yarbayının, Erzurum Kalesi Topçu Alay Kumandanı Toverdohleyof’un anlattıklarına ne dersiniz? Yarbay, Ekim 1917 Rus İhtilali’nin başlangıcından 27 Şubat 1918’e kadar, Erzurum’daki katliamı anlatıyor. Ruslarla birlikte, Erzurum’u işgal eden Ermeniler, Türk ordusunun gelmekte olduğunu görünce ne yaptılar? Rus yarbayın anlattıklarından birkaç bölüm… “Ermeniler, Rus subaylarını aldatarak katliam yapıp Türk askerlerinin korkusundan firar ettiler.” *”Ahali (Türkler) evvelce yakalanarak bir yere doldurulduktan sonra birer birer katledilmiştir. Bir gece katledilenlerin yekûnü 3000’i bulmuştur; bunun yine kendileri kamal-i iftiharla söylediler.” *”Bir Ermeni, bir Kürt’ü öldürmek için kurşunla vurmuş, yaralı Kürt sırtüstü düşmüş, ölmemiş. Ermeni, can çekişen Kürt’ün ağzına elindeki sopayı sokmak istemiş. Biçare Kürt can acısından dişleri kenetli olduğundan sokamamış, bunun üzerine çizmesinin nalçalı topuğuyla, tekmeleye tekmeleye öldürmüş.” *”12 Şubat’ta Erzurum tren istasyonunda, Müslümanlardan on kişiden fazlasını kurşuna dizen Ermeniler, Türkleri kurtarmak isteyen Rus subaylarını tehdit etmişlerdir.” * “Rus yarbay, sebepsiz yere bir Türk’ü öldüren Ermeni’yi yakalayıp hapseder, Divan-ı Harp bu cinayetleri işleyenleri idam edecektir. Bu karar Ermeni’ye söylenince köpürmüş; – Bir Türk için, bir Ermeni’nin asıldığı nerede görülmüş demiştir. *** Rus yarbayın anlattıklarını olduğu gibi aktarmanın gereği yoktur. Türkler, “1 milyon Ermeni’yi kestiler” diyen Orhan Pamuk gibileri, isterlerse bu belgeleri gidip okuyabilirler. Bizim demek istediğimiz şudur… Soykırım yoktur, Ziya Gökalp’in dediği gibi “mukatele” vardır. Bu Arapça kelimenin sözlük anlamı da şudur: “Birbirini öldürme vuruşma, savaş, kavga” Fransa’da “soykırım olmamıştır” demeyi yasaklatmak ve bunu söyleyenlerin suçlu olmalarını isteyen Fransız Sosyalist Partisi, acaba, 1918 yılında Stockholm’deki “Uluslararası Sosyalist Konferansı”na İstanbul’dan çekilen aşağıdaki telgrafı arşivden bulabilir mi? “Rus ordusunun geri çekildiği her tarafa, Ermeni çeteleri girerek, her nev’i öldürmek işkence ve yazı ile belirtilmesi imkânsız ırza girişimde bulunmakta, yolları üzerinde gördükleri kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürmektedirler. (…) Bu barbarca öldürtme fiillerine son verilmesi için, Rus ordusunun müdahalesini yalvararak istemektedirler.” Bu telgrafın altında iki imza vardır: İstanbul Milletvekili “sosyalist” Salah Cimcoz, İzmir Milletvekili “sosyalist” Nesim Mazelyah… Herhalde Fransız Sosyalist Partisi, bu iki “sosyalist” Türk’ün, bu telgrafının da Fransa’da yayımlanmasını yasaklatacaktır. [Hasan Pulur, Email: h.pulur@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 29.04.05, Şirintepe-İzmit].
Sadi KOÇAŞ: Tarih Boyunca Ermeniler, 1967, Ankara,
Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918; [Bu yazımın başlığı bir kitap ismi. Ama tıp kitabı değil. Tarihçi Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından yazılan ve basımı Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan bir kitap. Mutlaka okunmalı… Çünkü soykırımla ilgili iddiaları tersine çevirecek pek çok bilgi ve belgeyi barındırıyor. Tümüyle bilimsel, ancak zevkle, kolayca ve ibretle okunan bir kitap…] [Emin Çölaşan, 08.04.05, Hürriyet Gazetesi].
Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918; Bu yazımın başlığı bir kitap ismi. Ama tıp kitabı değil. Tarihçi Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından yazılan ve basımı Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan bir kitap. Mutlaka okunmalı… Çünkü soykırımla ilgili iddiaları tersine çevirecek pek çok bilgi ve belgeyi barındırıyor. Tümüyle bilimsel, ancak zevkle, kolayca ve ibretle okunan bir kitap. Ermeni iddialarına göre, Osmanlı döneminde hükümet Anadolu’daki Ermenileri zorunlu göçe tabi tutmuş ve ‘yüz binlerce’ Ermeni ölüme gönderilmiştir… Ve bu bir soykırımdır! Bizi yıpratmak ve bu yolla zora düşürmek amacıyla, başta AB olmak üzere pek çok dünya ülkesi de bu iddiaları benimsemiştir! Oysa hadise çok açık olarak bellidir. Türk ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde Rus ordusuyla ölüm kalım mücadelesi verirken, Osmanlı yurttaşı olan Ermeniler ayaklanmış, ordumuzu arkadan vurmuş, hatta Van, Bitlis gibi illerimizi ele geçirmiştir. Hükümet bu nedenle tehcir (zorunlu göç) kararı almış ve savaş bölgesindeki Ermenileri kitleler halinde Irak ve Suriye taraflarına göndermiştir. Şimdi bir düşünün. Savaştasınız. Ermeniler Rus ordusuyla işbirliği yapmış. Sadece o zaman değil. Taaa 1800’lü yıllardan başlayarak Ermeniler Anadolu’nun dört bir yanında nice isyanlar çıkarmış. Başkent İstanbul’da bile isyan girişimleri olmuş, pek çok yer basılıp bombalanmış. Başta başkent İstanbul olmak üzere yurdun dört bir yanında Ermeniler yaşıyor. Ama hiçbir yerde nüfus çoğunluğuna sahip değiller. Bunların bütün okulları, kiliseleri, öteki kurum ve kuruluşları silah deposu yapılmış. Nereye el atsanız bir pislik çıkıyor. Aynı olayları Birinci Dünya Savaşı’nda yaşıyor ve resmen arkadan vuruluyoruz. Dahası, Doğu ve Güneydoğu’da pek çok il ve ilçeyi, pek çok bölgeyi bunlar resmen ele geçiriyor. Karşılıklı savaş, çatışma var. Hem Müslümanlarla Ermeniler, hem de ordumuzla Ermeniler arasında. On binlerce insan ölüyor. Ne yapacaksınız? Bunlar, yani savaş bölgesinde yaşayanlar 1915 yılında sürgüne gönderiliyor. Bu aşamada acı olaylar, ölümler, kayıplar olmuyor mu? Elbette oluyor. Kafilelerde açlıktan, hastalıktan ve eşkıya saldırılarından kaynaklanan ölümler meydana geliyor. Ama bu bir soykırım değil. Eğer Osmanlı Devleti soykırıma niyetli olsaydı başkent İstanbul dahil savaş bölgesi dışındaki Ermenileri de kırıp geçirir, kolayca yok ederdi. Onlara dokunulmadı. Şimdi Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabına gelelim. Özdemir Birinci Dünya Savaşı süresince cephelerde gerek asker ve gerekse sivil kesimde yaşanan ve Anadolu’da yüz binlerce insanın ölümüne neden olan bulaşıcı hastalıkları anlatıyor. Tam bir facia. İşin hiç bilinmeyen boyutu. Tifüs, kolera, ishal, sıtma, frengi. Buna açlık ve donmaları da ekleyin. Tümüyle bilimsel, kaynak göstererek, Türkiye’de değil, dünyada ilk kez yapılmış bir araştırma. Ordumuzla birlikte sivil halk ve elbette Ermenileri de kırıp geçiren çaresiz bulaşıcı Türk Tarih Kurumu tarafından bastırılan bu kitap şu anda Türk Devleti’nin elinde bir ulusal hazine değerinde. Soykırım iddialarına verilecek en güçlü bilimsel yanıt. Ama ortada acı bir gerçek var! Size ‘Bu kitabı mutlaka alıp okuyun’ diyemiyorum!.. Çünkü iki ay önce bastırılan bu kitap Türk Tarih Kurumu depolarında bekliyor! Dağıtılmıyor, satılmıyor. Kitapçılarda arasanız da bulmanız mümkün değil. Türk Tarih Kurumu herhalde bu hazinenin turşusunu kuracak! Şimdi bir düşünün! Elinizde böyle bir kitap var. Basılmış… Ve bunu hiç kimse okuyamıyor! İlginç değil mi? Sevgili okuyucularım, Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabında yer alan çok ilginç belge ve bilgilerden bir bölümünü size yarınki yazımda aktaracağım. Bu kitap düzmece soykırım iddialarına yeni bir bakış açısı getirecek. Bir de, Türk ordusunun ve Ermeniler dahil Anadolu insanlarının o savaşta yaşadığı inanılmaz bulaşıcı hastalık gerçeklerini, bilinmeyen bir faciayı gözler önüne serecek. [Emin Çölaşan, ecolasan@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Samson Özararat Kimdir?: 1951 Konya doğumlu. Konya 19 Mayıs İlkokulu’ndan mezun oldu. Merasimlerde mehter takımı davulcusu idi. Ortaokulu İstanbul’da Saint Joseph’te, liseyi Ankara Fen Lisesi’nde okudu. Fen Lisesi’nde öğrenci birliği başkanıydı. 1970’lerin başında ODTÜ’de Endüstri Mühendisliği’ndeydi. 12 Mart döneminde yurtlardaki eylemlere katılıp stadyuma kapatılan öğrenciler arasındaydı. Yargılandı, beraat etti. 1974’te mezun olduktan sonra Türkiye Elektrik Kurumu’nda mühendis olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde yine ODTÜ’de iş idaresi dalında master yaptı. Ardından İstanbul’da Sabancı Holding’de (KORDSA) proje mühendisi olarak çalıştı. Askerliğini 1979-80 yıllarında Deniz Harp Okulu Yön Eylem Araştırması bölümünde öğretim üyesi olarak tamamladı. 1980’de bir Fransız’la evlendi, Fransız vatandaşı oldu ve Nice’e yerleşti. İki çocuk sahibi oldu. 25 yıldır Fransa’da. Halen Ermenistan’a Avrupa’dan yapılan yardımları koordine eden “SOS-ARMENIE” adlı bir yardım kuruluşunun başkanı. Hem Fransız, hem Ermenistan pasaportu taşıyor. Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’a danışmanlık yaptı. Hem Ankara’da hem Erivan’da devletin üst düzey yetkilileriyle görüşebilmesiyle tanınıyor. [Can Dündar, Email: can.dundar@e-kolay.net , Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Sapanca ve Sapanca Gölü: [Sofon Gölü, Ayan gölü, Cenab Ayan Gölü, Ebe Suyu, Sapandja Lake]. Bitinya Krallığı’nın Roma yönetimine geçmesinden sonra Romalılar büyük ilbayları Plinius’u bölgeye gönderirler. Genç Pilin (Plinius, Pliny) Roma Devlet Yönetimi’ ni aynen burada da uyguladı ve Anadolu içlerine uzanan o zamanların en düzgün yollarını inşa ettirdi. Roma imparatoru Tirijana (Trijana) Karadeniz, Sakarya Nehri (Sangarius), Sapanca Gölü (Sophon) ve İzmit Körfezi’ni (Astecanus Sinus, Gulf of Astacus) birleştirme projesini uygulamaya çalıştı ama bir şekilde proje uygulanamadan terk edildi. Aynı Proje Osmanlı Sultanı Selim zamanında da tasarlandı ve bu işle Mimar Sinan ve Gurz Nicola görevlendirildi ama projen zimmete para geçirme ve yolsuzluk gibi gerekçelerle rafa kaldırıldı (Hicri 909). Orhan Bey zamanında sapanca gölü’ nün adı Ayan Gölü yada Ebe Suyu’dur. Ayan köyü ise o zamanların tarihçilerinin belirttiğine göre, gölün doğu ucunda Jüstinyen Köprüsü sonraki isimi ile Beş Köprü denilen yerin yanında yer alan küçük bir kale köy olan Berguz (kale)’dir. Orhan Bey tarafından Sapanca’ nın kurulması ile Berguz terkedilir ve ta o zamanlar harebeye benzeme başlar. 10. Asra değin yazılan tarihi eserlerde harabenin varlığından söz edilir. Osman Bey’in komutanlarından Akçakoca Bey, İzmit taraflarının ele geçirilmesi ile görevlendirilir. Batıya doğru ele geçen yerlerden Ayan Gölü (Sofor Gölü, Ebe Suyu) Akçakoca tarafından karargah yapılır. Sapanca ile ilgili ayrıntılı bilgiler şu tarihçilerin eserlerinde anlatılır: Katip Çelebi, Cihannüma S. 74, Gülşen-i Maarif, C.1 S. 419, Solakzade, S. 4, Neşri, Sapanca civarının ele geçirilişini Orhan Bey’ in 1. ve 2. İzmit seferleri arasında olduğunu açıklar. İdiris-i Bidisi ise sapanca yöresinin Osman Bey zamanında ele geçirildiğini belirtir ama zaman vermez. Mirat-i Kainat Cenabi ise Sapanca civarlarının 713 yılında ele geçirildiğini belirtir. Sapanca, Osmanlılar zamanında Kocaeli İlbaylığı’na bağlı olan İzmit, Adapazarı, Gebze, Geyve, Hendek, Kandıra, Karamürsel, Karasu ve Taraklı ana yerleşim yerlerinden Adapazarı’ na bağlıdır. Haydarpaşa – Bağdat – Suriye Demiryolları’nın yapımı evrelerinde ve Kırım Savaşı (1853-1856) sonralarında, demiryolu hattı çevresinde müslüman kökenli milletler (Kafkasya kökenli milletler Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Kırım Tatarları, Bulgaristan, Bosna-Hersekli Boşnaklar, Yugoslavya ve Romanya göçmenleri) burada yerleşik garimüslim (müslüman olmayan) Rum ve Gregoryan Ermeniler’e (1608 yıllarında İran Şahı Büyük Abbas’ın zulmünden kaçan Ermeniler Akmeşe, Bahçecik, Arslanbey, Yeniköy, Yuvacık ve Balaban gibi yerlere Osmanlı yönetimince yerleştirilir) denge sağlaması ve güvenliği temin etmesi amacı ile yerleştirilir. Marmara Bölgesi’nin 1. Dünya Savaşı evresinde ve Kurtuluş Savaşı yıllarında İngiliz ve Yunanlılar tarafında işgali sıralarında ise bu bölgede büyük çatışmalar olur. Yunan işgal kuvvetleri ana karargahlarının bugünkü Akmeşe (Armaşa, Arbaş) merkezine kurarlar. Yunan işgal kuvvetleri Sapanca’yı terk ederken onu neredeyse tamamen yakıp yıkarlar. Kurtuluş sonrası ise Sapanca belli bir plan ve düzene göre tekrar kurulur. İstanbul-Geyve Anayolu (şose) yada diğer adıyla Bağdat Anayolu (şose) Sapanca’nın tam ortasından geçer ve kasaba ile ana çarşı bu anayolun etrafında şekillenmeye başlar. Çihaçef eserinde eski Roma Yolu olan bu yolun ne denli bozuk olduğundan söz eder. Katip Çelebi Cihannüma adlı eserinde ise Buhayre-i Sapanca cıvarları Ağaç Denizi dedikleri yerdir der. Ve ekler Bolu yolu nısıf mil su içinden geçer, su bazen atın üzengisi seviyesine kadar çıkar. İşte bu yol buradan geçer diye devam eder. Sapanca bu planlı merkezini ve düzenli ve temiz yollarını Kamubay Hakkı’ya borçludur. Sapanca’nın belli başlı köyleri şunlardır; Kalaycı Dağları’nın eteklerine yakın ve vaktiyle bir Çerkez saraylısının taştan yaptırdığı güzel caminin de bulunduğu Uzunkum Köyü, Kırkpınar Köyü, Kurtköy, Yanık-Sapanca ovasında yer alan ve Çerkez göçmenlerinin yerleşik bulunduğu Yanık Köyü, Akçay Vadisi’nde yer alan ve yerleşikleri Laz kökenli yerleşiklerin bulunduğu ama az da olsa Çerkezlerde yerleşiktir Akçay (Aksu) Köyü, Fevziye Köyü, Dereköy, İkramiye Köyü, İstanbul Deresi üzerinde yer alan ve yerleşikleri Gürcü kökenli olan Nailiye Köyü, İlmiye Köyü, Muradiye Köyü, Ulviye Köyü, İstanbul Deresi’ nin doğu taraflarında başlayan ve yerleşikleri çoğunlukla Gürcü olana dağ köyleri; Balkaya Köyü, Karagöl (Mahmudiye veye Memnuniye) Köyü, Babadayı (Şöhretiye) Köyü, Hacımercan Köyü, (Hacımercan Köyü’nde Yunalıların siperleri mevcuttur), Kalaycı (Neviye) Köyü. [Yazan; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Sarı Kitabı: Osmanlı Ermenileri’nin Tehciri’ne ait ve diğer konularla ilgili kaleme alınan Fransız kitabı.
Savaş Mantığıyla… ; Neyse ki bir Prof. Justin McCarthy geldi de rahatladık. Ama rahatlarken aklımıza, ‘Bu aslında bizim davamız değil mi?’ sorusu galiba pek gelmedi. Şimdi halimiz belli: Biz seyredeceğiz, Justin McCarthy bizim namımıza ‘Vallahi siz suçlu değilsiniz’ diye şehir şehir dolaşacak. Üniversitelerde konferanslar verecek. Daha da ilginci, suçlu olmadığımıza bizi inandırmak için sırtından ter damlayacak. Yine de biz -tarihçimiz, siyasetçimiz, gazetecimiz, yazarımız, çizerimiz- umursamayarak veya kuşkulu bakışlarla konuya yaklaşacağız. Sonra da… Zaten eyaletlerinin 30 küsuru ‘Türkler Ermenileri kesti’ diye karar alan (böylece çoğunluğu Ermeni tezine angaje hale gelmiş bulunan) ABD Senatosu’ndan aleyhimize karar çıkmayacağına inanacağız. Veya öyle olsun diye dua edeceğiz. Temsilciler Meclisi de ayrı problem. Siz bu kafayla ve bu yaklaşımla başarıya ulaşacağımıza inanacak kadar saf mısınız? Duyunca kulaklarımıza inanamadık: Meğer TBMM tarafından bastırılan ‘Ermeni iddiaları’ ile ilgili bir kitabın 5000 (yazıyla beş bin) adedi, Meclis’in deposu mu, ambarı mı her ne diyorlarsa öyle bir yerine atılmış. Bir başka örneği daha söylediler: Hollanda’daki parlamenterlere ve aydınlara dağıtılmak üzere oradaki resmi görevliler Türkiye’den bu konuya ilişkin kitaplar istemişler. Sonunda gönderilen kitaplara bakınca görmüşler ki İngilizce sadece 5 kitap var, ötekilerin tamamı Türkçe… Söyleyin lütfen, bu kadar ahmak olunabilir mi? Geçen gün bir TV yayınında Devlet Arşivleri Genel Müdürü’nün bu konuya ilişkin sorulara verdiği yanıtları izledik. Sayın Genel Müdür tarafsız olması gerektiğini unutmuş, forma giyip maça çıkmış futbolcu hırsı ve heyecanıyla hem ‘Gelsinler, arşivlerimizi incelesinler’ diyor, hem de ‘Arşivlerimizde Osmanlıların soykırım yaptığını gösterecek hiçbir belge yok’ diyordu. Ne biliyorsun öyle bir belgenin olup olmadığını? Senin işin arşivleri inceleyecek olana tarafsız şekilde hizmet sunmak değil mi? Eğer görevini bu anlayışla yaparsan kim inanır oradaki -faraza- ‘soykırım yapılmış’ dedirtecek belgeyi ortadan kaldırmadığına? Bu yanlışları herhalde Justin McCarthy de fark etmiş olmalı ki dostumuz Tufan Türenç sütununda dün Prof. McCarthy’nin ‘Ermeni iddiaları yalandır. Ortaya koydukları belgelerin tümü sahtedir. Bu iftiralara karşı mücadele etmelisiniz. Çünkü korkacağınız hiçbir şey yok. Ama itiraf etmeliyim ki mücadele edeceğiniz konusunda pek iyimser değilim’ dediğini yazıyordu. Bilmiyoruz, maksadımızı nasıl anlatabiliriz. Ama görüyoruz ki ‘soykırım’ iftirasının üstesinden gelebilmek için memur bezginliği ile değil, savaş mantığıyla yani her yerde her olanağı kullanarak kavga vermemiz lazım. Yoksa bu mücadeleyi haksız olduğumuz için değil aptallık ettiğimiz için kaybederiz. [Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi, 30.03.05, Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Schwarzenegger, 24 Nisan’ı ‘Ermeni Soykırımını Anma Günü’ İlan Etti: Kaliforniya Valisi Arnold Schwarzenegger, 24 Nisan 2005 tarihini, Kalifornia eyaletinde ”Ermeni soykırımını anma günü” ilan etti.. ”Terminatör” lakaplı Hollywood yıldızı Vali Schwarzenegger, yayımladığı bildiride, ”90 yıl önce bugün, Osmanlı Türk hükümetinin Ermeni kültürüne, zalim sürgün, hapsetme ve Ermeni soyundan gelen kadın, erkek ve çocukları katletme yoluyla bir terör savaşı başlattı. 1923’e gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı ancak, etnik temizlikteki canavar girişimi 1.5 milyondan fazla Ermeni’nin katledilmesine ve 500 bin hayatta kalanın da atayurdundan zorla sürülmesine yol açtı” ifadelerini kullandı. Schwarzenegger, Ermenistan dışında en fazla Ermeni nüfusunun Kaliforniya’da yaşadığını ve eyaletin tarih, sanayi ve kültürüne damgasını vurduğunu kaydetti. Schwarzenegger, ”medeniyeti miras alan gelecek nesillerin yararına, hoşgörüsüzlük ve katliamdan uzak bir geleceği garantilemek için tarihten ders çıkarılması gerektiğini” belirttiği ilanında, ”ben Arnold Schwarzenegger, Kaliforniya eyaleti Valisi olarak, 24 Nisan 2005 tarihini, Ermeni soykırımını anma günü ilan ediyorum” dedi. [Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 24.04.05, Şirintepe-İzmit].
Sis: Osmanlı zamanlarında Adana’ya bağlı Kozan’ın adı.
Siyaset Tarihe Yenildi: Türkiye son dönemde Ermeni meselesinde politika değiştirdi. Dünya “soykırım” diye ayaklandığında oturup seyrederken, 90. yılda nihayet konuyu daha fazla görmezden gelemeyeceğini fark etti. Ve soykırım konusunda karşı atak başlattı. Arşivi tarıyor, belge yayımlıyor, araştırmacı yetiştiriyor, yabancıları davet ediyor, tartışma hazırlığı yapıyor. Çok gecikmiş ama yerinde bir karar bu… Başbakan Erdoğan, bu yeni politika doğrultusunda Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a bir mektup yazıp “Gelin ortak bir komisyon kuralım. İddiaları tarihçiler değerlendirsin” demişti. Koçaryan cevabında “Geçmişi değerlendirme teklifiniz günümüzü de kapsamadığı sürece yapıcı olamaz. İkili ilişkilerin sorumluluğunu tarihçilere teslim edemeyiz” dedi. İki ülke arasında normal diplomatik ilişki kurulmasını ve tüm meselelerin bu bağlamda ele alınmasını önerdi. Erdoğan bu öneriyi dün yanıtladı: “Siyasi karar vermeden önce tarihten gelen sorunları halletmeliyiz. Hodri meydan, biz arşivleri açtık, siz de açın” dedi. Roller değişmiş oldu. Bugüne kadar “Soykırımı tanımazsanız ilişki kuramayız” diyen Ermeniler “Önce ilişki kuralım, soykırıma sonra bakarız” noktasına geldi. Türkiye ise tersine “Önce şu soykırım işini halledelim, sonra ilişki kuralım” tezine döndü. Belli ki danışmanları Başbakan’a “Karşı atağımız çok iyi oldu. Buradan yüklenirsek Erivan’ı sıkıştırırız” diye görüş bildirmiş. Ancak bu yeni politikanın birkaç sakıncası var: Birincisi siyaseti tarihin emrine vermesi… Yani diplomatik ilişkiyi soykırım meselesine endekslemesi… Böyle olunca sorun, siyasetçinin alanından çıkıp tarihçinin denetimine giriyor. “Tarihçi” dediğimiz de maaşlı resmi görevliler… Her bir tarafın elinde kendi tezini destekleyen belgeler var. Tarihçiler bir araya gelse bile oradan yıllar yılı sonuç çıkmasına imkân yok. Dolayısıyla tarihçilere bırakmak sorunu çözmüyor, erteliyor, hatta kangren hale getiriyor. O arada “vardı-yoktu” tartışması dış baskı ve iç tepki doğuruyor. Milliyetçi reaksiyon büyüyor. Peki “Biz belgelere baktık, yokmuş öyle bir şey” tezi uluslararası alanda bir etki yapıyor mu? Hayır. Dünya parlamentoları birbiri peşi sıra soykırımı tanıyor ve Ankara hâlâ “Bush, ‘soykırım’ demedi, ‘katliam’ dedi” diye kendini kandırıyor. Lobicilikte Ermenilerin çok gerisinde olan Türkiye’nin bu yolla sonuca gitmesi imkânsız. Daha da önemlisi, Ankara Erivan’la doğrudan ilişki kurup diasporayı bertaraf etmek, en azından etkisini azaltmak fırsatı elindeyken, bunu tepip “Önce soykırım hesaplaşması yapalım” diyerek Erivan’ı da kan davası peşindeki diasporayla aynı çizgiye itiyor. “Hodri meydan” çıkışı dış politikada bazen sonuç alan bir taktik olabilir. Ancak asıl kalıcı yöntem, cesur adımlar atarak, dünü, bugünün önünde engel olmaktan çıkarmaktır. Diplomatik ilişkilerin başlaması, sınır kapılarının açılması hem halklar arasında diyalog başlatır, hem dünyanın baskısını azaltır. Bunun için de rest çekecek değil, yeni bir başlangıcı göze alabilecek siyasetçilere ihtiyaç var. [Can Dündar, Email: can.dundar@e-kolay.net, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 28.04.05, Şirintepe-İzmit].
So-called Armenian Genocide: While some Armenians erect monuments dedicated to the memorial of “1.500.000” Armenians slaughtered by “Turkish Government” in 1915 without knowing that there had not been a Turkish Government in 1915, some Armenians commit suicide by burning themselves in order to protest Armenian terrorism against Turks. Do you know while Diaspora Armenians spend million dollars for anti-turkish propaganda, their own people Armenians are dying of hunger and cold weather in Erivan- Armenia? Do you know that 20% of Azerbeijan Lands have been under Armenian occupation since 1992? A giant spider, cast in concrete-monument to a distortion of history, Montebello, California. Falsehood turned to stone. It is a monument to a cruel myth-the myth of “Terrible Turk”. Hecatombs of innocent people have already been sacrificed on this altar of ultra-nationalistic sentiment. The reason for spreading the message of Terrible Turk and the war of liberation is the same now as it was in the 19th century: The establishment of an Armenian National State in Anatolia, a place where the Armenians have never in history been in the majority. Like every fanatical cult, the Armenian version of the myth of terror has its own scriptures. These consists of the Documents officiels concernant les Massacres Arméniens, published by Aram Andonian in 1920, and Franz Werfel’s The Fourty Days Of Musa Dagh, a novel based on entirely on the Andonian documents. The “Documents Officiels” are supposed to prove that the Ottoman Government issued a general order to exterminate the Armenians, but it has firmly established that these “documents” were forged beginning to end. Not even the ringleaders of the Anti-Turkish campaign dispute this today. The liturgy of Armenian terrorists is limited to the constant, litany-like repetition of false casualty figures-a difference of a million or two one way or the other has never seemed to matter much-and the offering of human sacrifices. Those selected for these sacrifices include not only Turkish Dipolomats, but also historians who fight against distortion of history and wealthy Armenians who refuse to pay their tribute to the terrorists. But terror also strikes people who have nothing whatsoever to do with the conflict. They just happen to get caught at the scene of execution of an Armenian terrorist group. The Forgeries of Aram Andonian: In the First World War, the Ottoman Empire fought on the side of the Central Powers-Germany, Austria-Hungary, and Bulgaria-against the Entente Powers-England, France and their allies. At least since that time, the Ottomans have been accused of a conscious policy of extermination towards their Armenian Minority. During the war, such accusations belonged to the standard repertoire of war propaganda, as used by all nations in all times. In the case of the Ottomans and their Turkish heirs, however, events took a more dramatic course than usual. The virulent attacks on Turkey did not let up. On the contrary, the Ottomans were soon being accused of massacre, and after the Second World War the word became genocide. The intention here was obviously to draw a parallel between the fate of the Armenians in the turmoil of the First World War and Hitler’s extermination policies towards the Jewish People. The basis for the accusations against Ottomans (and later against Turks) was a book written by Aram Andonian in 1920, The Memoirs of Naim Bey: Turkish Official Documents Relating to the Deportations and Massacres of Armenians-in French, Documents Officiels Concernant Les Massacres Arméniens. He published his book simultaneously in Paris, London, and Boston-in English, French, and Armenian. Ever since then, these “Documents” have formed the backbone and the basis of all Armenian accusations against the Ottomans and their Turkish heirs. Aram Andonian claims to have met an Ottoman official by the name of Naim Bey in Aleppo, after the entry of the British. This official supposedly passed the papers with the death orders to Andonian. Without going any further into the serious differences between the French and English editions of those “Documents Officiels”, it must be said that after having studied both editions it is no longer clear whether these are supposed to be the memoirs of Naim Bey or of Aram Andonian. In the text of the English edition, there are altogether forty-eight “official Ottoman documents” scattered through the book. These are attributed to the following persons and institutions: Person-Organization & Number of documents: Minister of the Interior Talaat Pasha: 30, Director of the settlement Commission of Aleppo, Abdülahad Nuri Bey: 8, Governor of Aleppo, Abdülhalik Bey, 3, Committee of union and Progress: 2, Minister of War Enver Pasha: 1, Ministry of the Interior: 1, Governor of region Deirs es Zor, Zeki Bey: 1, Governor of the region Antep, Ahmet Bey: 1, Unknown: 1. Not at all these “documents” are complete. Sometimes the date is missing, sometimes the serial number, occasionally both. All in all, exactly half are lacking in some way. The originals of the papers copied by Andonian were never seen. Photographs of fourteen “documents” appear in his books. When asked for the originals, he claimed they were lost. Not a single one of the documents reproduced but Andonian can be found today. They were probably destroyed to make it more difficult to prove that they were forgeries. Andonian made so many mistakes in preparing the papers, however, that is impossible to prove with absolute certainty that they were forgeries, even without the originals. Wrong dates. The simplest, absolutely irrefutable proof of the forgery involves Andonian’s incorrect use of calendar information. To give just one example, Andonian has the governor of Aleppo signing documents at a time when he had not yet been named to the post and was still living in Istanbul. Naturally, for his forgeries Andonian used the Rumi Calendar, which was use in Ottoman Empire at the time. The Rumi (Roman) Calendar of Ottomans was a special variation on the common Islamic Calendar, which takes the Hegira (Mohammed’s flight from Mecca to Medina in 622 AD) as a starting point. Because it used Lunar Years, it was only necessary to subtract 584 years to convert from the Gregorian to the Rumi Year. 1987 A.D, for example would be 1403 on the Rumi Calendar. There is another trick, however. In addition to the 584 years, one has also has to figure in a difference of thirteen days. Moreover, the Rumi Calendar began on March 1. That meant that the last two months of the Rumi Calendar (January and February) were already the first months of the Christian Calendar. The correct date-according to the Christian Calendar-for these last two months of the Rumi Calendar is obtained by adding 584 plus one year. An example: January 5 of the year 1331 (Rumi) corresponds to January 18, 1916. (1331+584+1+13 days) That, however, is still not all the tricks. As mentioned above, the Ottoman year always began on March 1. In February 1917, the difference of thirteen days between the Rumi and Gregorian Calendars was eliminated in order to facilitate conversion. The difference of 584 years remained unchanged, however. Thus, February 16, 1332 (February 1917) suddenly became March 1, 1333 (March 1, 1917 A.D.). At the same time, the year 1333 (1917) was made into a year with only ten months, running from March1 to December 31. January 1, 1334 thus became January 1, 1918 A.D.(Note: the Turkish Republic adopted the Gregorian Calendar in 1925, so that the Rumi Year 1341 became 1925 A.D.) These calendar technicalities may seem very complicated and uninteresting. They are, however, of tremendous importance in connection with The Forty Days of Musa Dagh and the forgeries of Aram Andonian, which at first fooled Franz Werfel. In considering the dating (and the sequential numbering) of the “Andonian Papers” and the authentic documents, one must also keep in mind that numbering of the incoming and outgoing documents always began with March 1(1333 Rumi=1917 A.D.) and continued sequentially through February 28 (the last day of the Rumi Year). It was then “New Year’s” once again on March 1. In forging the most important of his “documents”, which he called Number 1, Aram Andonian already committed a serious error. Here is the text of the most important part of this “document”: Document No. 1 “In the name of god, the Compassionate, the Merciful, To the delegate at Adana, Jemal Bey. February 18, 1331 The only force in Turkey that is able to frustrate the political life of the Ittihad and Terakki (Committee of Union and Progress) is the Armenians. From news which has frequently been received lately from Cairo, we learnt that the Dashnaktstuin is preparing a decisive attack against the Jemiet.” After a short transition, the alleged “Document no 1″ comes to following conclusion: The Jemiet, unable to forget all old scores and past bitterness, full of hope for the future, has decided to annihilate all Armenians living in Turkey, without living a single one alive, and it has given the Government a wide scope with regard to this. Of course government will give the necessary injuctions about the necessary massacres of the Governors…” After some further details, the “document” ends with an unreadable signature. For the sake of completeness, is should also be mentioned that this key letter in Andonian’s of documents is dated February 18, 1331 (February 18, 1915) in the original French version of his book, but bears the date February 8, 1331 (March 25, 1915) in the English version. The original Turkish text, however, clearly bears the date February 18, 1331.Let us recall: according to the rules of calendar conversion, February 18, 1331 corresponds to March 2, 1916.(1919 was a leap year, so February had 29 days).It does not correspond to February 18, 1915, as in the French translation, nor to March 25, 1915, as in the English translation. In other words, Aram Andonian should have written 1330 instead of 1331 if he wanted to forge the correct date. A letter written on March 2, 1916 can hardly have brought about events that are supposed to have occured nine months earlier! Anyone who thinks that this might have just been an accident, a mistake on the official’s part, will be set straight by “Document No. 2” in Andonian’s collection. The second letter in his collection should naturally have been dated Marc 25 1332(April 7, 1916), but in fact bears the date March 25, 1331.It is quite clear that the forger simply knew too little about the Ottoman calendar and overlooked these tricky details in converting. The Turkish Historians Sinasi Orel and Sureyya Yuce published an extensive scientific work in 1983 concerning the forgeries of Aram Andonian. They follow up on all the details (there are hundreds) of the unsuccessful forgeries. These range from dates and counterfeit signatures to transmogrified greetings such as “Bismillahs”, which no Moslem would ever have dared to write. A particularly insidious section of the forged Andonian papers deals with the “broadening of the massacre”-in particular to include children. This section is brilliantly done from a psychological standpoint. One “document” of this type reads as follows: Document No.4 Deciphered copy of a ciphered telegram of the Ministry of the Interior No.502, September 3, 1331 (September 16, 1915) “We recommend that the operations which have ordered you to make shall be first carried out on the men of the said people (the Armenians), and that you shall subject the women and children to them also. Appoint reliable officials for this. The Minister of the Interior, Talaat Note: To Abdülhalad Nuri Bey, September 5.Have you met with the commandant of the gendarmerie? the Governor, Mustafa Abdulhalik Aside from the fact that the governor’s signature is clearly(and crudely) forged, Andonian was sloppy and let another blunder slip through in composing the telegram. No “Governor Mustafa Abdülhalik” could possibly have had anything to do with an administrative act in Aleppo on September 3 or September 5.the governor of Aleppo at that time was Bekir Sami Bey. Mustafa Abdülhalik was still in Istanbul at the beginning of September. He took office in Aleppo on October, 1915. There is indeed a telegram from September 3, 1331 in the Ottoman archives addressed to the governor of Aleppo, Bekir Sami Bey. At any rate, it bears the serial number 78 and not Andonian’s fantasy number 502. It appears that Franz Werfel, in writing The Forty Days of Musa Dagh was especially moved by Andonian’s chapter on “the Broadening of the Massacre”. It was no longer just the men who were to be killed (according to Andonian’s forgeries). Now, the women and children were to put to death as well. Twelve of Andonian’s “documents” deals with this issue. Five of them are supposed from Talaat Pasha himself. Fortunately, these telegrams were esp. easy to expose as crude forgeries, based on several criteria (date, signature, names, serial number). Franz Werfel was at first completely convinced by the forgeries of Aram Andonian. He undoubtly also believed the stories of his circle in Vienna, who supplied him with reports of “the crimes of the Turks”. It is thus understandable that he passes judgement on the Mevlevi monks without having any clear idea of Islamic Mysticism or the objectives of the dervish order of the Mevlevi. Occasionally Franz Werfel’s comments are clearly intended (by his informants) to appeal to certain instincts. One example is when he is speaking of Ottoman Minister of war Enver Pasha and calls him a “vain playboy of the Ottoman Empire”. Another example follows a description of the meditation exercises of Mevlevi monks, where Werfel writes, “The love-celebration here below him did not come out of mind, the spirit, but out of these wild contortions of the body”, -as if the harmonious movements of the dancing Mevlevi disciples had anything whatsoever to do with “wild contortions”! But in light of the monumental task that Franz Werfel had set fro himself, all this might well be overlooked by Erich Feigl. Franz Werfel knew that he had been taken in forgeries: Abraham Sou Sever is a Sephardic Jew, born in Izmir, Turkey, before World War I. He later emigrated to the United States and now lives in California. Abraham Sou Sever has filed a written deposition and Testimonial in which he tells the truth about Armenian “genocide” claims and their propaganda methods from his own personal life experiences and knowledge. Particularly significant is his testimony on Franz Werfel. Mr. Sever’s notarized deposition has been transmitted to research institutions in the United States as part of a written and oral history collection on Armenian claims for a genocide. Here is what Mr. Sever has to say about Franz Werfel and the events which took place on Musa Dagh: “Moussa Dagh (Mount Moussa), if the truth be known, is the best evidence of the Armenian duplicity and rebellion. Fifty thousand Armenians, all armed, ascended the summit of that mountain after provisioning it to stand siege. Daily sallies from that summit of armed bands attacked the rear of Ottoman armies, and disappeared into the mountain. When Ottomans finally discovered the fortification the Armenians had prepared, they could not assault and invade it. It stood siege for 40 days, which is a good indication of the preparations the Armenians had made surreptitiously under the very nose of the Ottoman Government. Nor was it ever explained that the rebellion of the Armenians, had been fostered, organized, financed, and supplied with arms and munitions by the Russians. Leaders of Armenian revolutionary organization Dashnagtzoutiun have since admitted to have been seduced by Russia with promises of independence and a New Armenia. They have admitted that bands of Armenian Revolutionaries had been organized to sabotage and interfere with the Ottoman Armies defending their homeland, even before the Ottoman Government had entered the war against Russia. The thousands who occupied the summit of Moussa Dagh for 4o days escaped by descending the mountain by a secret exit fronting on the Meditterenean, while Ottoman Armies were besieging the front of that mountain. The Armenians had communicated by flambeu signals with the French and British naval ships patrolling the Meditteranean. Those (thousands) who escaped were taken aboard the ships of the British and French and transported to Alexandra in Egypt. The Armenians found it to their interest to invent that those thousands had perished-keeping their rescue by the British and French a secret. Only a small contingent of Armenians who had remained fighting the Ottomans finally surrendered. My dear departed friend, Franz Werfel, who wrote that book, The Forty Days Of Moussa Dagh, never was in that region to investigate what he wrote. He wrote it as his Armenian Friends in Vienna had told him. Before his death, Werfel told me that he felt ashamed and contrite for having written that book and for the many falsehoods and fabrications the Armenians had foisted on him. But he dared not confess publicly for fear of death by the Dashnag Terrorists. Christian Missionaries had found the Armenians Willing and easy converts from their ancestral Orthodox Christianity to the Protestant and Catholic brands. Sympathetic to their converts, they helped spread the false stories of massacre throughout the Western World. Modern day Armenians heard the false stories from their elders who were never there themselves, but had heard them from the Dashnag Revolutionaries who had made deals with the Czar and Bolsheviks. The Republic they established died aborning because of the intrigues and subtle dealings typical of the Dashnag Fanatis. The false claims of genocide and holocaust have gained for them great sympathy throughout the Western World. They can not tolerate disproof and refutation. They try to stifle and disproof by threats.” [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet Media, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Son Tabu da Yıkılırken…: Oturduğum yerden durgun Leopoldskron Gölü görünüyor. Huzurlu sessizliği, arada bir suyun yüzeyini kanatlayarak havalanan yabanördekleri bozuyor. Gölün hemen üzerinde, zirvesi karlı Alpler yükseliyor. Bütün bunlar pencerenin dışında… İçeride 40 kişilik bir çalışma grubu, Alplerin eteklerine bakarak 90 yıl önce Ağrı Dağı’nın eteklerinde ve tüm Türkiye’de yaşananları konuşuyor. 24 Nisan yaklaştıkça “Ermeni soykırımı” daha yoğun tartışılmaya başlandı. Çarşamba günü -bu kadar romantik olmayan bir ortamda- TBMM’de dinlemiştim 1915 tartışmasını… Şimdi Avusturya’da “Ermeni-Türk Uzmanlar Atölyesi”nin (WHATS) toplantısındayım. 2 gün arayla katıldığım 2 toplantının ortak özelliği, içinde farklı görüş barındırmaması… Ankara, “Soykırım yoktur” yargısında müttefikti. Salzburg’da ise hemen her sunuş “soykırım” lafıyla başlıyor. Meclis’ten başlayayım: Ankara -90 yıllık bir rötarla- nihayet konuya el attı ve “Tarihi gerçeklerin Türkiye ve Ermenistan’ın kendi tarihçilerinden oluşacak ortak bir komisyon tarafından gün ışığına çıkarılmasını” önerdi. Şöyle de söylenebilir: Soykırım, Arjantin, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Lübnan, Rusya, Slovakya, Uruguay, Yunanistan ve Avrupa Parlamentosu’nda tanındıktan sonra TBMM’ye gelebildi ve Türkiye bunca yıldır izlediği devekuşu politikasını terk etmeye karar verdi. Geç de olsa önemli bir adım… Ancak Meclis o gün tam bir tek parti rejimi görüntüsü verdi. Ne 90 yıllık gecikmenin nedenleri tartışıldı, ne bugüne kadar “tarihi gerçekleri” araştırmaya kalkan tarihçilere yapılan “hain” suçlamaları… Konuşmacılar, birbirlerine bütün dünyanın yanıldığını anlatıp durdular. Dünyaya gelince… Salzburg’da 4.’sü düzenlenen 3 günlük buluşmada Amerika’dan, Almanya’dan, Fransa’dan, Kanada’dan, Ermenistan’dan gelen akademisyen ve tarihçileri -gözlemci sıfatıyla- dinleyince, insan Türkiye ile dünya arasında nasıl bir bilgi uçurumu olduğunu daha iyi anlıyor. Türkiye, 1915 dosyasını yeni yeni açarken, Batılı tarihçiler “Almanların Jöntürkler’le ilişkileri”nden “1908-1914 dönemi İngiliz belgeleri”ne, “Osmanlı’da Ermeni milliyetçiliğinin kaynakları”ndan “İttihat Terakki’nin tehcir politikaları”na kadar her ayrıntıyı tartışıyor. Erivan, Türkiye’nin önerisini kabul ederse büyük olasılıkla buradakilerin bir kısmı ortak komisyonun üyesi olacak. Karamsarlığa gerek yok. Son günlerde yayımlanan yazı dizileri, makaleler ve Sabancı Üniversitesi’nin farklı görüşlere -ve dolayısıyla Halil Berktay’a- sahip çıkan açıklaması, Türkiye’nin “son tabu”yu da yıkmakta olduğunu gösteriyor. Arşivler açılıyor, tartışma genişliyor, bir yıl önce ağza dahi alınmayan konular masaya yatırılıyor. Ve nihayet -tarihi meraktan ziyade siyasi taktik koksa da- Erivan’a yollanan mektupta, “Gelin birlikte araştıralım” deniliyor. Türkiye bunları konuştukça rahatlayacak, tarihine daha serinkanlı bakacak, Türk’e Türk propagandasından vazgeçip görüşlerini dünyayla tartışacak ve böylece ABD’nin her 24 Nisan’da başının üzerinde sallandırıp yeni tavizler kopararak sonraki yıl yeniden çıkarmak üzere rafa kaldırdığı “soykırımı tanıma tehdidi”ni de elinden alacak. O yüzden Meclis’in teklifini önemsiyorum. Yalnız, bunu öneren ülkenin de, muhatabının da şimdi farklı tarih yorumları işitmeye hazır olması gerekiyor. Erivan ve Trabzon buna hazır mıdır acaba?. [Can Dündar: Email: can.dundar@e-kolay.net, Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 16.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Sorumlu Bir Yurttaş Olmanın Yükümlülüğü: İlginç bir yemekti. Bu ilginç yemeğin en ilginç iki kişisi benim karşımda oturuyordu. Biri Fransa’nın tanınmış düşünce kuruluşlarından ‘Siyaseti Yeniden Yapılandırma Vakfı’ Başkanı Prof. Dr. Frank Debie, öteki işadamı, DYP eski İstanbul Milletvekili Jefi Kamhi’ydi. Prof. Debie genç bir adam. Geleceğin önemli isimlerinden biri olacağı konusunda yaygın kanı var. Jefi Kamhi’yi ise tanıtmaya gerek yok. Türkiye’nin büyük ve önemli işadamlarından biri. Yemeği Marmara Grubu stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı veriyor. Vakıf Başkanı Dr. Akkan Suver, Prof. Debie’yi konuklara tanıttı ve sözü kendisine verdi. Prof. Debie Türkiye’nin sosyal, siyasi ve ekonomik konularını irdeleyen çok dengeli ve gerçekçi değerlendirmeler yaptı. İçinde bulunduğumuz çözmemiz gereken sorunları, hemen her gelen Avrupalı’nın yukardan bakan, ders verir gibi, hatta zaman zaman küstahlığa varan üslubundan tamamen uzak, ölçülü ve nazik bir dille anlattı. Prof. Debie’nin Türkiye’nin sorunlarını son derece iyi bildiği kesin. Türk-AB ilişkileri konusunda da ‘Türkiye’ye çok büyük haksızlıklar yapıldığını kabul ediyorum’ derken son derece dürüst bir yaklaşım sergiledi. Prof. Debie’nin konuşması bittikten sonra Jefi Kamhi söz aldı ve sözlerine hepimizin duygularını yansıtan şu sitemle başladı: ‘Batı’dan Doğu’ya bizden farklı bir açıdan bakıyorsunuz. Türkiye için kırıcı olan AB meselesinden ziyade Avrupa’nın bize bu bakış açısıdır.’ Kamhi Avrupalılara ders verir gibi şöyle sürdürdü sözlerini: ‘Türkiye’nin PKK’yla, Yunanlılarla, Kıbrıs’la, Ermenilerle sorunları var. Avrupalılar Ermeni meselesini Almanya’daki soykırım meselesiyle bir tutuyorlar. Bunları birbirine nasıl benzetebilirsiniz? Savaşın içinde kendileri de yaşadıkları halde… Bu durumda Fransızlara bizi yargılama hakkını nereden bulduklarını sorarız biz de. Cezayir’deki, Çin’deki katliamları sorarız. Türkler Ermenilere soykırım yaptı diyorsunuz. Ermeni terör örgütlerinin öldürdüğü yüzden fazla diplomatımız ve vatandaşımız var. Bu suikastlara nasıl izin verdiniz?’ Prof. Debie’nin yanıtı şöyle oldu: ‘Hiçbir ülkenin bir diğer ülkeyi yargılamaya hakkı yoktur. Evet doğrudur biz Cezayir’de ve Çin’de katliamlar yaptık. Bu çok açıktır ve Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığına karar vermek Fransız halkının işi değildir. Bu tarihin işidir, coğrafyanın işidir. Fransızların büyük çoğunluğu Türkiye’nin AB üyeliğine karşı ancak bu onların Türkiye’yi yeterince tanımamalarından kaynaklanıyor.’ Jefi Kamhi yeniden söz aldı ve değişik ırklardan insanların Avrupalı olabileceğini örnekler vererek anlattı: ‘Örneğin bugün Amerikalıyım diyenlerin mutlaka bir kökeni var. Her milletten, her ırktan Amerikalı var. İtalyan Amerikalı var, Afro Amerikalı var… Avrupa için de böyledir. Bir insan Macar asıllıyım ama Avrupalıyım diyebilir. Yine bir insan ben Türküm ama Avrupalıyım diyebilir. Ben bir Türküm ama Yahudiyim. Benim atalarım yüzyıllar önce İspanya’dan gelip Türkiye’ye yerleşmiş. Ben Türküm ama Avrupalıyım diyebiliyorum.’ Jefi Kamhi’nin baştan sonra yürekten katıldığım sözleri sorumlu, duyarlı bir yurttaş olmanın önemini vurguluyordu. Yaşadığımız ve pek çok olumsuzluklara tanık olduğumuz Türkiye’de yurtseverliğin ne kadar değerli olduğunu da… Hele karakter çizgilerinin kolayca kırılıp, başka yönlere dağıldığı, kimliklerin yitirildiği, yüzlerin belirginsizleştiği günümüzde… [Tufan Türenç, Email: tturenc@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 18.04.05, Şirintepe-İzmit].
Sovyet Gözüyle Jöntürkler; Yuriy Aşatoviç Petrosyan. Çeviri: Mazlum Beyhan-Ayşe Hacıhasanoğlu. Bilgi Yayınevi. I. Basım, Nisan 1974. [Erkan Kiraz, 22.05.04, İzmit Sahaf İkinci Ek Kitap Aatışı; Şeref Ergül. 3,300,000 TL].
Soykırım Hikâyesi: Polonya Meclisi de kervana katıldı, Ermeni soykırım tasarısını onayladı. Komediye bakınız. Amerika, en küçük haklı gerekçeye sahip olmaksızın Irak’ı işgal etmiş. 100 binden fazla masumun kanına girmiş. Irak’ın müzelerini, kütüphanelerini ortadan kaldırarak işgali soykırıma dönüştürmüş… Irak’taki Amerikan katliamına gönderdiği askeriyle omuz veren Polonya, kendi işlediği suça bakmaksızın 90 yıl öncesinin olayını kınıyor. Bizi suçluyor. Bu arada 1915 yılında Türkiye’nin müttefiki olan ve Ermeni tehciri kararında rolü olduğu söylenen Almanya da kervana katılmış görünmekte… Alman Federal Meclisi’nde partiler önceki gün şu ortak görüşü dile getirdiler: “Almanya, 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin katledilmesindeki sınırlı rolünü kabul eder. Arşivlerden, sistematik şekilde soykırım yapıldığı anlaşılıyor. Türkiye ile Almanya Ermenilerden özür dilemeli.” George Bush da bu yıl “soykırım” demeyerek bizi mutlu etti. O kelimeyi söylememesi için bu yıl İncirlik’i verdik. Önümüzdeki yıl da Muş ve Batman havaalanlarını veririz artık… Türkiye ve Türk halkı, 90 yıl önce meydana gelmiş, bugün yaşayan neslin hiç günahının olmadığı bir olaydan dolayı kuşatılmış durumda. Irak’ta akan sıcak kandan dolayı ise ABD’yi kimse suçlamıyor… Evet, Ermeni tehciri bir trajedi idi. Peki ya tarihin tanıklık ettiği diğer katliam ve soykırımlar… Ya Irak? Kaliforniya Valisi Schwarzennegger, 24 Nisan’ı “Ermeni soykırımını anma günü” ilan etmiş. Oynadığı filmlerde geri zekâlı gibi görünmesini rol icabı sanıyorduk… [Melih Aşık, Email: m.asik@milliyet.com.tr Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Soykırım İddiaları Bugün Meclis’te; Meclis bugün, Türk-Ermeni ilişkileri ve soykırım iddialarını görüşecek. Genel görüşmenin ardından, soykırım yapıldığına ilişkin tarihi bir belgeninin bulunmadığını anlatan mektup, konuya taraf olan ülkelere gönderilecek. TBMM Genel Kurulu’nda Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerinin Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin verdikleri iki ayrı genel görüşme önergesi ele alınacak. Önergeler üzerinde AKP ve CHP gruplarına, önerge sahipleri ile kişisel görüşlerini açıklamak üzere iki milletvekiline söz verilecek. Gül ayrıntılı bilgi verecek; Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin olarak milletvekillerine ayrıntılı bilgi verecek. Genel görüşmenin ardında soykırım olmadığını anlatan mektubun ilgili ülkelere, AKP ve CHP grup başkanvekillerinin imzasıyla iletileceği belirtiliyor. Mavi kitap nedir?; Ermeni soykırımı iddialarına kaynak niteliğindeki ‘Mavi Kitap’ın özgün baskısı, ‘1915-1916 yılları arasında Osmanlı idaresindeki Ermenilere yapılan muameleyi belgelemesi’ için 1916’da görevlendirilen Vikont James Brandy ile tarihçi Arnold Toynbee tarafından gerçekleştirilmişti. ‘Mavi Kitap’ olarak bilinen ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Muamele’ adlı kitap, 1916’da İngiliz Parlamentosu’nun onayıyla savaş propaganda bürosu Wellington House tarafından hazırlanmıştı. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 13.04.05, Şirintepe-İzmit].
Soykırım İddialarına Kitaplı Yanıt: Türk Tarih Kurumu iddialara yanıt niteliğinde bir kitap yayınladı. Kitaptaki bilgilere göre sürgün edilen Ermenilerin nüfusu iddia edildiği gibi 1.5 milyon değil, 500 bin civarında. Kitapta yer alan resmi arşiv belgeleri, Ermenilerin çoğunun da 1918’den itibaren eski yerlerine geri döndüğünü gösteriyor. [23 Mart 2005-NTV-MSNBC].
Soykırım İddialarında Bulunanların Hiçbir Dayanağı Yok: Ermenistan: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme arzusunda olduğunu belirterek, ”Ancak bunun için Ermenistan’ın uluslararası temel hukuk kurallarına uyması, komşuluk ilişkilerinin gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir” dedi. ”(Yakın çevremize nasıl bakıyor, ülkemizin güvenlik kaygıları hangi noktalarda yoğunlaşmaktadır?) sorularına cevap arayalım” diyen Özkök, Ermenistan-Türkiye arasındaki ilişkileri değerlendirdi. Ermenistan’ın tutumunun kaygı verici olduğunu vurgulayan Orgeneral Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü:”Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme arzusundadır. Ancak bunun için Ermenistan’ın uluslararası temel hukuk kurallarına uyması, komşuluk ilişkilerinin gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir. Ermenistan, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamakta, uluslararası arenada asılsız Ermeni soykırım iddialarının tanınması için girişimlerde bulunmakta, BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgal altında bulundurmaktadır. Asılsız soykırım iddialarının siyasi ve hukuki boyutu, Lozan Antlaşması ile kapanmıştır. Antlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti’ne herhangi bir yükümlülük intikal etmemiştir. 1915’te cereyan eden olaylarda, Osmanlı Devleti’nin vatandaşı durumunda bulunan çok sayıda Türk ve Ermeni yaşamını yitirmiştir. Bir savaş içinde bulunan Osmanlı Devleti, kendine karşı isyan eden, isyancı devletlerle işbirliği yapan, yerli Türk halkına karşı katliamlar başlatan ve bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyetlere başvuran bir kısım Ermeni kuruluşlarından dolayı, Türk toplumunun misillemesinden Ermeni toplumunu koruyabilmek için 1915 Mayıs ayında tehcir hareketini başlatmıştır.”Soykırım İddialarında Bulunanların Hiçbir Dayanağı Yok”: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Osmanlı Devleti’nin, içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen bu hareketin güvenli ve sağlıklı yapılabilmesi için o günün şartlarında mümkün olan bütün tedbirleri aldığına işaret ederek, şunları kaydetti: ”Soykırım ise bilindiği gibi ‘ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle, yani böyle bir özel kasıt ile eylemlere başvurulması’ şeklinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla asılsız soykırım iddialarında bulunanların hiçbir dayanağı yoktur.”[Milliyet Gazetesi, Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 20.04.05, Şirintepe-İzmit].
Soykırım Kanıtı Yok: Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında Ermeniler’e soykırım yaptığına dair hiçbir kanıt ve belgenin bugüne kadar ortaya konulmadığını bildirdi.. Alpogan, TED Ankara Koleji’nin İncek Yerleşkesi’nde düzenlenen söyleşi günlerinde, öğrencilerin sorularını yanıtladı. Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunlara ilişkin bir soru üzerine Alpogan, iki ülke ilişkilerinde 1999 yılından itibaren çok şeylerin değiştiğini, diyalog sürecinin devam ettiğini söyledi. İyi ilişkilere rağmen her şeye ”güllük gülistanlık” diyemeyeceklerini ifade eden Alpogan, ”Ege’de Yunanistan ile sorun mu var, sorunlar mı var, onun üzerinde anlaşamıyoruz” dedi. Alpogan, sorunların arasında ”karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası” gibi konuların yer aldığını belirterek, 1999’dan bu yana iyi giden dostluğa rağmen bu sorunların da yaşandığına işaret etti. Alpogan, geçmişten farklı olarak, bugün bu konuların konuşulduğunu ifade etti. Soykırım İddiaları: Ermeni soykırımı iddialarına ilişkin değerlendirmesinin sorulması üzerine de Alpogan, iddiaları, ”Türkiye’yi karalamak için uydurulmuş mesnetsiz iddialar” olarak niteledi. ”Soykırım yapıldığı iddia ediliyorsa, bunu ispatlamanın karşı tarafa düşeceğini” kaydeden Alpogan, 1915’te Osmanlı Devleti’nin Ermeniler’e soykırım yaptığına yönelik hiçbir kanıt ve belgenin bugüne kadar ortaya konulmadığını bildirdi. Bazı parlamentoların, kendilerini tarihçi yerine koyup Osmanlı Devleti’nin soykırım yaptığına yönelik kararlar aldığını anımsatan Alpogan, buna örnek olarak Polonya Parlamentosu’nun aldığı kararı gösterdi. Alpogan, bir öğrencinin Kıbrıs sorununun nasıl çözüleceğine yönelik sorusunu yanıtlarken de sorunun çözümü için Türkiye’nin yapacağı herhangi bir şey kalmadığını söyledi. Annan Planı’nın KKTC’nin destek vermesine rağmen referandumda kabul edilmediğini hatırlatan Alpogan, sorunun çözümünün sadece Türkiye ile olmayacağını, karşı tarafın da masaya çağrılması gerektiğini kaydetti. ”Tango yapmak için 2 kişi gerekir” diyen Alpogan, Türk tarafının pistte tek başına tango yapmak zorunda bırakıldığını söyledi. [Sabah Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 21.04.05, Şirintepe-İzmit].
Soykırım Sözleşmesi; 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 260 A (III) sayılı ararıyla kabul edilip, imza, onay ve katılıma açılmıştır. Sözleşme 13. maddeye uygun olarak 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye sözleşme’yi 23 Mart 1950’de onaylamıştır. 5630 Sayılı Onay Kanunu 29 Mart 1950 gün ve 7469 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Sözleşme’nin Türkiye’yi ilgilendiren iki maddesi şöyle: Madde 1-Sözleşmeci devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder. Madde 2-Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek. Bağımsızlık istiyorlardı. 1878’den bu yana bağımsızlık için mücadele eden bir grup Ermeni çeteci var. Yoksa, ‘Biz bağımsızlık mücadelesi filan vermiyorduk, Türkler ani bir nefretle bizi kesmeye başladılar’ mı deniliyor? Biz Ermenileri Ermeni oldukları için ne küçük gördük, ne toplumun dışına ittik. [Gündüz Aktan, Kaayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit]
Soykırım Üzerine [“Soykırım” Üzerine]: 1933 ile 1945 arasındaki havadan utanan ve şok geçirenler kaldıramayacakları bu suçu paylaşacak başka toplumlar arıyorlar. Yaşı 65 civarındaydı, Viyanalıydı ve konuşması sık sık bu lehçeye kaçıyordu. Viyana lehçesini sevmediğimi ve anlamakta güçlük çektiğimi söylediğimde, “Ben de sevmiyorum ama doğduğum ve büyüdüğüm yerin alışkanlığı” derdi. 1971’de tanımıştım. Savaştan önce Viyana Teknik Yüksek Okulu’nda, yani bugünkü Teknik Üniversite’de okuyanların çoğu gibi iyi bir mühendisti. Teknik tarih konusunda ne biliyorsam onun heyecanlı izahlarından öğrenmişimdir. Sonra Türkiye’ye bizi ziyarete geldiğinde; “1938 yılı 10 Kasım’ından beri ben artık Avusturyalı değilim” demişti. Oysa Viyanalı yüksek mühendis Rudolf Karlburger çok Avusturyalıydı. Son görüşmemizde beni Viyana’dan Floransa’ya uğurlarken hareket eden vagonu şapkasını çıkartarak selamladığını hala hatırlıyorum. Ailesi 1938 Mart’ında Prag’a sığınmış ve orada meşum sondan kurtulamamıştı. O ise Dachau toplama kampından Çin’e kaçabilmişti. Avusturya Nazileri de Avusturyalıydı; rüşveti severlerdi ve beynelmilel Yahudi komitesinin ara sıra sızdırdığı rüşvetlerle bazı şanslı mahkumlar böyle kurtulabiliyordu. 1938’in 9 Kasım’ı “Kristal Gecesi”dir. Tertipli olarak Yahudi dükkanları yerle bir edilmiştir. Ertesi gün 10 Kasım’da ise kaçacak imkanı olmayan Yahudiler toplanmaya başlamıştı. Onların arasında genç mühendis Karlburger de vardı ve kendisine ırki ve dini kökenlerini unutan, Almanlık ve Avusturyalılıklarıyla övünen birçok Yahudi gibi o gün ne olduğu öğretildi. Irk ayrımı 2 bin yıllıkbir yaşam biçimidir: Çar Rusya’sında kasabalarına kapanıp yaşayan Yahudiler her türlü hastalığın sorumlusu görülürdü. Balkanlar’ı karıştırmakla yükümlü İstanbul’daki Büyükelçi İgnatev 1877-78 savaşından sonra Rusya’nın içişleri bakanı olunca “pogrom” denilen yağma olaylarının tertibi için “Yahudilik”in yeterli gerekçe olduğunu söylemekten çekinmezdi. 1492’de Gırnata (Granada) ve Kordoba’yı alarak Endülüs medeniyetine son verenler zulümden kurtulmak için din değiştiren Yahudilerin bu din değiştirmeyle temize çıkamayacaklarını, kanlarının temiz olması gerektiğini söylediler. Antisemitizm bir mirastı. Sadece dinle izah edilmez. Ortadoğu Hıristiyanları arasındaki antisemitizm, Batı Hıristiyanlığındaki kadar kuvvetli olmadı hiçbir zaman. Irk ayrımı 2 bin yıllık bir yaşam biçimidir. Avrupa antisemitizminin en kanlı ve utanç verici tezahürü 1933-1945 arasında yaşandı. Neye uğradığını şaşıran Alman Yahudilerine uygulanan zulmü Vichy Fransa’sı da aynen benimsedi. İşgalcinin desteğiyle Fransa, Yahudi düşmanlığı mirasını kendi Yahudilerine ve ülkesine sığınanlara uyguladı. İçlerindeki yabancıyı ne kadar kendi gibi olsa da benimsememek bin yıllık bir mirastı. Doğrusu hâlâ da devam ediyor. 1933 ile 1945 arasındaki havadan utanan ve şok geçirenler kaldıramayacakları bu suçu paylaşacak başka toplumlar arıyorlar. Halen Türkiye’ye yöneltilen suçlamalar, dünyadan ve tarihten bihaber parlamento üyelerinin aldığı kararlar, her şeyi bildiğini sanıp hiçbir şey bilmeyen yargıçların Bernard Lewis gibi bilginleri “soykırımı inkar etmekten” mahkum etmeleri; bazılarımızın biteviye tekrar ettikleri gibi Türkiye’nin AB’ye alınmasını önlemek için değil. Olaylara bakkal gözüyle bakmaktan vazgeçmemiz lazım. Toplumlar ruhsal temizlenme ihtiyacında ve Shakespeare’in “Hamlet”indeki katil kralın deyişiyle; “kokusu göğü kaplayan leş gibi suçlarını” yükleyecek başka ortamlar arıyorlar. 1914’te Türk İmparatorluğu’nu ve onun yorgun ve çilekeş ana unsuru olan Türkleri lüzumsuz bir dünya savaşına sürükleyen, maceraperest, dar görüşlü, bilgisiz yöneticilerin kontrol edemedikleri trajik olaylar hazırladıkları açıktır. Jön Türk muhalefeti her zaman için, dün dedeleri bugün de torunlarıyla, Türkiye adına olmadık yorumlar yaparlar. Ermeni tehciri ve katliamı tek taraflı değildir, bir mukateledir. Bu olaylar harbin ilk yılında vukua gelmiş de değildir. 1880’lerden beri Ermeni bağımsızlık özleminin yanlış politikalarla fiile geçmesi ve imparatorluğun parçalanması sırasında trajik boyutlara uzanmasıdır. Osmanlı da insanların yaşadığı bir alandı ve cennet değildi ama yukarıdaki manzaralar bu imparatorlukta yoktu. İnsanlar ve topluluklar kendi kompartımanlarında, kozmopolit bir dünyanın içinde yaşıyorlardı. Kimsenin kimseden nefret edecek iletişimi yoktu, ta ki ulusalcılık insanların cennette yaşayacaklarına inandıkları bir farazi dünya kurana kadar… Her kavim ayrı bir ulusalcılık akımı ve özlemi içindeydi. I. Dünya Harbi hepsini bir kanala döktü. Harp sırasında bütün imparatorluk ulusları çatışma ve kargaşa içinde telef olmuştur. Soykırım hukuki olaylarda muhakeme alışkanlığı olmayan ve tarih bilmeyenlerin vereceği hükümle kesinlik kazanmaz. Üstelik soykırıma karşı çıkmak milliyetçi olmak değildir çünkü bu suç zaman aşımına tabi değildir ve böyle bir fiilde var olması gereken kültürel örgü dolayısıyla hem dedelerimize teşmil edilir, yani sadece Enver ve Talat’ı değil, Fatih Sultan Mehmet’i de kapsar ve sadece bugünkü kuşağı değil torunlarını da bağlar. Böyle ağır bir suç farazi hükümlerle, olsa olsalarla benimsetilemez; maddi ve bilhassa manevi sonuçları itibarıyla Türk kimliği ve pasaportu taşıyan her bireyi kapsar. Soykırım suçlamaları karşısında hiç de milliyetçi bir örgütlenme ve yaşam biçimi göstermeyen Avrupa’daki ve özellikle ABD’deki Türk grupların galeyana gelmeleri ve birlikte hareket etmeye başlamaları onların gurbette bu gerçeği daha iyi görmeleri ve kavramalarıyla ilgilidir. Ortadaki resmi tarih tezinin ne olduğu belli değildir. Ama ulusun hukukunu savunmaya kalkan herkesin de bu konuda canının istediği gibi konuşmasını kabul edemeyiz çünkü hakikaten vahim sonuçlar getirecek bilgisizce ifadelere rastlanıyor. Titiz ve bilgili uzmanların çalışmalarına müracaat edilmelidir. “Söz hürriyeti” gelecek kuşakları sıkıntıya sokacak sorumsuzluk demek değildir. [İlber Ortaylı, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 01.05.05, Şirintepe-İzmit].
Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşemsi: BM’in 1948 tarihli bu sözleşmesine göre böyle bir eylemin oluşması için belli bir gurup insanı, milliyeti, ırkı, etnik kökeni, dini inancı nedeniyle başka bir hakim millet tarafındna toplu halde yok etme çabası içinde olması gerekir.  
Sözde Soykırıma Karşı Türk Tezi ABD Basınında: Türkiye’nin, 1910-1922 yılları arasında Ermeniler’in Anadolu’da 523 bin Türk’ü öldürdüğü yönündeki tezi, ABD basınında yer buldu. ABD’de yayınlanan The New York Times gazetesi, Türkiye’nin devlet arşivlerini dayanak olarak gösterdiği 523 bin Türk’ün, 1910-1922 yılları arasında Ermeniler tarafından öldürüldüğüne yönelik Türkiye’nin tezine dikkat çekti. Türkiye’nin bu hamlesinin, uzun süreli Ermeni soykırımı iddialarına yanıt verme niyetini taşıdığına işaret edilen yazıda, Türkiye’nin, Ermeniler’in hazırlık yaptığı sözde soykırımın 90’ıncı yıldönümü etkinliklerinin, geniş ölçekli bir Türk karşıtlığı ortaya çıkarmasından korktuğu ifade edildi. Türkiye’nin ayrıca, bu konunun, Ekim ayında başlaması planlanan AB müzakerelerini etkilemesinden de kaygı duyduğu belirtildi. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Sözün Arkasında: Başbakan Erdoğan, Ermenistan Başkanı Koçaryan’a mektup yazmış. “Ortak acı” diye yeni bir kavrama yer vermiş satırlarında. İki ülkenin bilim adamlarına, birlikte tarihi gerçekleri araştırmaları çağrısında bulunmuş. Henüz cevap alınmış değil. Ancak… Türkiye belli ki, bir yeni açılımı deniyor. Kıbrıs’tan sonra Ermenistan için de yeni yöneliş seziliyor. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, “Azerbaycan ipoteği altında olmayan yeni bir Ermenistan politikasından” söz etmiş olması da bunun bir işareti. Peki Ermenistan’ın tavrı ne olmalı? 7 yıl önce Koçaryan’la konuşmuştum. Bana “Müttefik bile olabiliriz” demişti. İşte fırsat… Sözünü tutsun. Bakın o zaman neler yazmışım: “Yıl 1998. Ermenistan’ın başkenti Erivan’a, özel uçakla gittik. İki ülke arasında resmi ilişki kesik. Sınır kapıları kapalı. Hava koridoru ve trafiği de yok. Erivan’ın bomboş alanına indik. Otomobillerle Erivan’daki başkanlık sarayına götürüldük. Yeni başkan Koçaryan, Taşnak kökenli. Türklere karşı ‘katı’ olarak tanınıyor. Koçaryan bizi, ölçülü mesafe koyarak ama mesafenin kısalacağı izlenimi de veren beden diliyle karşıladı. Türkiye için duyarlı alanlarda iki mesajı oldu: ‘-PKK, Ermenistan’da üslenemez. Ermenistan’dan destek alamaz. Bunun sözünü veriyorum. -Osmanlı’daki Ermeniler için nelerin olduğu konusunu unutmamız ve tarihi gerçekleri bulmaktan vazgeçmek olmaz. Ama tarihin gerçekleri başka, bunu Cumhuriyet Türkiye’si ile aramıza sürekli sorun yapmak başka. Bu ikincisini de yapmayız.’ Kelimeler farklı olabilir ama mesaj buydu. Koçaryan’ın Milliyet manşetinde yayımlanan sözleri şöyleydi: ‘Aramızda en büyük sorun diyalog olmayışı. Bir masaya otursak… Müttefik bile olabiliriz.’ Böyle bir yaklaşımdan sonra Türkiye’den de adım bekleniyordu. Atılmadı. Neden? ‘Masaya oturmalıyız. Müttefik bile olabiliriz’ söylemi az şey mi? O zaman bu şans ıskalanmasaydı. Bugün karşımıza ‘görünmez mürekkeple’ yazılmış bir AB koşulu olarak çıkabilir miydi? Bu sorunun cevabını almak için birkaç yıl sonra bazı ‘derin gerçekler’ dinlemem gerekliymiş… O sıralarda, ‘çok gizli’ olarak -Türkiye’nin de bilgisiyle- Azerbaycan ve Ermenistan arasında diyalog sürüyormuş. Bu diyalog olumlu gelişirse, Türkiye de, Azerbaycan ipoteğini çözmüş olarak Ermenistan’la sınır kapısını açacakmış. ‘İlişkilerin ısınması’ planları varmış. Ve… O sıralarda bir büyük talihsizlik yaşanmış. ‘Ermenistan ve Azerbaycan arasında gizli görüşmeler, bunun Türkiye ile getireceği yaklaşım planı’ Fransa ve ABD Ermeni diasporasına sızmış. Bu sürecin bozulmasına karar verilmiş. Büyük mali olanaklar devreye sokulmuş. Taşnak radikalleri, Ermenistan Meclisi’ni basarak bir darbe girişiminde bulunmuşlar. O darbe medyaya çok yüzeysel yansımıştı. Fazla da ilgimizi çekmemişti. Bildiğimiz şey… ‘Yeni Cumhurbaşkanı Koçaryan’ın meclise gittiği, kapalı kapılar arkasında darbecilerle anlaştığıydı.’ Ne üzerinde anlaşıldığı hiç açıklanmadı. Fakat… Ermenistan ile Azerbaycan ‘gizli görüşmeleri’ bu darbe girişimi ve Koçaryan’la anlaşma sonrası dondurulmuş. Türkiye de o nedenle beklenen adımı atmamış.” Bir yanda anahtarı Azerbaycan’da olan Bakû/Tiflis/Ceyhan boru hattı… Öte yanda görünmez mürekkeple yazılmış Ermeni koşulu… Bunların ikisi arasında sıkışmış olmaktan çıkış formülü ne? Erdoğan ve Gül’ün söylemleri Türkiye’nin bu açmazı aşabileceğinin işareti. Şimdi top, Başkan Koçaryan’da. Bakalım sözünün arkasında duruyor mu? [Güneri Cıvaoğlu, Email: g.civaoglu@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].  
Suçlu Diaspora’dır; Avrupa Parlamentosu’nda yapılan özel Ermeni oturumunda Türkiye’den katılan Ermeni kökenli katılımcılar Diaspora’yı suçladılar. Avrupa Parlamentosu’nun Yeşiller millitvekili Cem Özdemir’in girişimi ile gerçekleşen toplantıya sosyolog Taner Akçam, gazeteci Etyen Mahçupyan ve İstanbul’da Ermenice olarak yayınlan Agos Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Hrant Dink konuşmacı olarak katıldı. Toplantıyı yöneten Cem Özdemir, Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan habere atıfta bulunarak ‘Amacımız sadece Türkler ve Ermeniler arasında diyalog oluşturmaktır. Türkiye’nin AB üyeliğine evet diyenler olarak bu toplantıyı düzenledik’ dedi. Avrupalılar’a Yüklendi; Hrant Dink, Ermeni soykırımı konusunu parlamentolarında oylayan Avrupa ülkelerini suçlayarak ‘Sadece bununla vicdanınızı rahatlatamazsınız, sizler de bedelini ödemek zorundasınız’ dedi. Ermeni sorunu içersinde çeşitli aktörlerin bulunduğunu ve bunların arasında da Avrupalıllar’ın yer aldığını belirten Dink, ‘Sizler sorumluluğunuzu sorgulamadığınız gibi yerine de getirmediniz. Angela Merkel’in Ermeni taslağı, Fransa Senatosu’nun Ermeni kararı Ermeni dünyasının ruh halinin bedelini ödemez. Bu coğrafyaya tam perspektif açarak, mali destek sağlayarak bu bedeli ödemelisiniz’ dedi. Pamuk Yanlış Yaptı; Oturum sırasında Mahçupyan, yazar Orhan Pamuk’un ‘Bir milyon Ermeni öldürüldü’ şeklindeki tartışma yaratan sözleriyle ilgili bir soru üzerine şu yanıtı verdi: ‘Siyaseten doğru yapmadı. Ama ona ahlaki olarak yapılanlar yanlış. Bizim anlattıklarımızı dinleme yeteneği olan toplumun çekinmesine yol açtı. Bizim yapacaklarımız Türk ve Ermenilerin kafasını karıştırıp tartıştırmalı.’ Soykırım kelimesi etrafındaki tartışmaların soruna çözümü engellediğini söyleyen Mahçupyan, Ermeni meselesini insanların değil devletlerin tartışma haline getirmesini eleştirdi. Mahçupyan ayrıca, ‘Aslında Diaspora için Türkiye’de halen yaşayan Ermeniler işi bozuyor. Bu Diaspora’nın işine gelmiyor. Bizler olmasaydık Diaspora rahatlayacaktı’ diye konuştu. [Milliyet Gazetesi, Zeynel Lüle-Levent Gündüz- Strasbourg. Kayıt; Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com 13.04.05, Şirintepe-İzmit].
Suçsuz Olan İlk Taşı Atsın!: Polonyalılar tarihe “dostumuz” olarak geçmişlerdir. “Tarihi ortak düşmanları” Rusya, iki milleti her zaman yakınlaştırmıştır. Bu ilişkilerin derinliğini anlamak için Ankara’daki Polonya Büyükelçiliği’nin internet sitesine girmek yeterli (www.polonya.org.tr). Polonya Meclisi’nin bir “Ermeni soykırımı” tasarısını kabul etmiş olması, Lech Walesa gibi tarihe mal olmuş bir şahsiyetin de “Soykırımı tanımazlarsa AB’ye alınmasınlar” çıkışında bulunması işte bu yüzden Türkleri derinden üzmüştür. Başbakan Erdoğan’ın, Meclis’teki 23 Nisan resepsiyonu sırasında karşılaştığı Polonya Büyükelçisi’ne “Bize bunu yapmayacaktınız” siteminde bulunması da zaten bunu açıkça yansıtıyor. Tarihin ne garip bir tecellisidir ki Birinci Dünya Savaşı ortamında, “Ermeni meselesi” yüzünden Osmanlı yönetimine yöneltilen suçlamalara verdiği yanıt nedeniyle ABD tarafından sınır dışı edilen Washington Büyükelçimiz de Polonya asıllı Ahmet (Alfred) Rüstem Paşa’dan başkası değildir. Tarihçilere kalmadı: İşin bir diğer garip yanı ise, Polonya’nın, tarihçilerin oturup tartışmaları gereken bir konuyu, kendisi açısından da olumsuz yansımaları olacak bir şekilde gündeme getirmiş olmasıdır. Zira, Varşova da bugün bir tarihi hesaplaşma isteyen Almanlarla uğraşıyor. Bu konunun peşini bırakmayan Hıristiyan Demokrat Partisi’nin son başbakan adayı Edmund Stoiber gibi Alman politikacılara ısrarla, “Geçmişe değil, geleceğe bakalım” diyor. Meselenin özü kısacası şu: II. Dünya Savaşı sonrasında 16 milyon Doğu Prusyalı Alman, Naziler tarafından işgal edilen Polonya, Çekoslovakya (o zamanki adı) ve Macaristan’dan, ellerinden tüm malları ve mülkleri alınarak yüzyıllarca yaşadıkları topraklarından tehcir edildiler. Bunlardan iki milyona yakını intikam saldırıları, hastalık ve açlık yüzünden yollarda öldü. Özellikle sağcı Almanlar -ki Stoiber de bunlardan biri- bu kişilere karşı yapılan haksızlığın tazmin edilmesini istiyorlar. Başta Polonya olmak üzere ilgili tüm ülkeler ise bunu şiddetle reddediyorlar. Konu henüz çözülemediği gibi Almanya ile Polonya -ve ilgili diğer ülkeler- arasındaki tansiyon da sessizce artıyor. O kadar ki örneğin Polonyalılar bugün Almanların, AB müktesebatından yararlanarak, “ata toprakları” olan Pomeranya, Danzig (günümüzün Gdansk’ı) ve Silezya gibi bölgelerde gayrimenkul satın alıp yerleşmelerine dahi tahammül edemiyorlar. Özür Alamadılar: Almanların hissiyatını ise Stoiber 23 Haziran 2002 yılında Leipzig’de yapılan “Doğu Prusya Kongresi’nde açıkça ortaya koydu. “Doğu Prusya,” Polonya ile Rusya arasında savaş sonrasında paylaşılan topraklara verilen isimdir. Bavyera Başbakanı Stoiber, kongreye katılan 80 bin Doğu Prusyalıya seslenerek, “Evinizden barkınızdan sürülmenizin üzerinden 57 yıl geçti. Ancak, vatanınızı halen kalplerinizde taşıyorsunuz” dedi. İkinci Dünya’nın yol açtığı haksızlıkların ancak bu sorunun ilgili ülkelerle varılacak dostane bir çözümle ortadan kalkacağını da belirten Stoiber, o yılın eylül ayında yapılacak olan seçimleri kazanıp şansölye olursa, “5 Ağustos tarihini ata topraklarından sürülen ve bu süreçte ölen ve öldürülen Almanlar için anma günü yapacağını” vaat etmişti. Başta Lech Walesa olmak üzere, Polonyalıların bu sözlere gösterdikleri tepkiyi tahmin etmek güç değil. Bu yazımı okuyan Polonyalı dostlar da kuşkusuz, “Kesin kanaatlere el vermeyen çok karışık bir meseledir bu” diyecekler. Gerçekten de öyle. Tıpkı Ermeni meselesi gibi. Öte yandan, Yahudilerin de Yahudi soykırımında oynadıkları rolden dolayı Polonyalılardan hâlâ tatmin edici bir özür alamadıklarına inandıklarını da hatırlatmak isterim. Polonyalılar “dini bütün” Katolik’tirler. Bu yüzden, Hz. İsa’nın “Suçsuz olan ilk taşı atsın” sözünü en iyi anlayacak onlardır. [Semih İ, Email: semihi@cnnturk.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Surp Pıgriç Ermeni Hastanesi (Bedros Nişanyan Müzesi); Osmanlı İmparatorluğu’nun II. Mahmut döneminde Rusların Yeşilköy’e (Ayastefenos) kadar gelip barış yapıldığında istedikleri tazminat bedelini ödemek için Darphane müdürü Gazez Artin Amire Bezciyan II. Mahmut’la baş başa görüşüp bir ferman ister. Bu fermanla zenginlerin altınlarını alıp külçe haline getirir. Çuvalların üstlerine ayarı yüksek altlarına ise ayarı düşük altınları doldurur. Anlaşama yapılır. Rus general altınları alıp gider. Ruslar ülkelerine gidince durumu anlarlar ama anlaşma da yapılmıştır. II.Mahmut Gazez Artin Amire Bezciyan’a dile benden ne dilersen der. O da iki postluk yer ister. Al postlarını koyduğun yer senin olsun cevabını alır. Gazez Artin’de Kazlıçeşme’de semtindeki arsayı çevirir. Sonraları da araziyi fakir çocukların tedavi edileceği bir hastaneye bağışlar. 1834 yılında ilk Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi açılır. Osmanlı araması ve II. Mahmud’un fermanı da yer almaktadır. 5 Aralık 2004 Pazar günü Başbakan RTE’nin da katılımıyla hastane alanında Bedros Nişanyan Müzesi olarak açılır. Türkiye’de ilk Ermeni Müzesi unvanını kazanır. Hastane vakfı yönetim kurulu üyesi Bedros Nişanyan tarafından yönetim kurlu ikinci katında oluşturulur müze. Şimdiki alanı 300m2’dir. Müze alanının zaman içinde genişletileceği planlanmaktadır. Hastanenin bahçesinde tarihi bir eczane ve kilise bulunmaktadır. Gülbenkyan Müzesi kurucularının aile mezarları da bahçede yer almaktadır. Hastane 600 yatak kapasitelidir. Hastaların yaklaşık 70’ü Müslüman’dır. Adres; Zeytinburnu, Zekirpaşa Sk, No: 32, Tel: 0212-582 50 50. Kazlıçeşme-İstanbul. [İnternet. Kayıt: Erkan Kiraz, 01.12.04, Email: erkankiarz@yahoo.com, Şiirntepe-İzmit].
Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi; Hastane 1832 yılında Sultan İkinci Mahmud’un fermanı ile kurulmuş. O zamandan beri de kesintisiz hizmet veriyormuş. Yani geçmişte yaşanan kötü olaylar bu hastanenin hizmetinde kesikliğe yol açmamış. Hastane Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı tarafından yönetiliyor. Vakfın Başkanı Setrak Tokat’tan bazı bilgiler aldım. Hastanenin adı Ermeni, ama hizmet verdiği hastaların yüzde 70’i Müslümanmış. 600 yatağı var. İçinde yaşlılar için bir huzurevi de bulunuyormuş. Bir bölümü müze olarak düzenlenmiş. Burada hastanenin tarihine tanıklık edecek birçok belge ve eşya sergilenecekmiş. [Hürriyet Gezetesi, Ertuğruk Özkök, Kayıt: Erkan Kiraz, 01.12.04, Email: erkankiarz@yahoo.com, Şiirntepe-İzmit].
Sütçüler Kaymakamı Olayı Gibi: İsviçre’de ‘Ermeni soykırımı yoktur’ dediği için TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu hakkında tutuklama kararı verilmesine tarihçiler sert tepki gösterdi. Demagojik girişim; Prof. Dr. Mete Tunçay (Bilgi Üniversitesi): Bu tür konularda parlamentoların veya hükümetlerin yasa çıkartmasını son derece demagojik buluyorum. Her ne kadar görüşlerine katılmasam da, Prof. Halaçoğlu’nun görüşlerini ifade etme hakkının elinden alınmasını onaylamam söz konusu bile olamaz. Düz bir mantıkla baktığımızda, bizim Sütçüler Kaymakamı’nın Orhan Pamuk hakkında aldığı kararla, İsviçre’nin Prof. Halaçoğlu hakkında aldığı karar arasında temel bir fark yoktur. Bizimki, kitaplar yakılmak istendiği için biraz daha ilkel kalıyor, o başka. Bilime tecavüz; Prof. Halil Berktay (Sabancı Üniversitesi): Bu karar, bilim alanına, siyaset ve hukuk tarafından yapılan ve kabul edilmesi asla mümkün olmayan bir tecavüzdür. Böyle rezalet olmaz. Çeşitli ülkelerin parlamentolarının veya başka makamlarının, tarihte ne olup olmadığı konusunda karar almaları, özgür bilimin asla kabul edemeyeceği bir müdahaledir. Gerçeklere ancak özgür tartışmayla varılır. Prof. Halaçoğlu’nun fikirlerinin karşısındayım ama onun kendi fikirlerini bilim özgürlüğü içinde savunmasının engellenmesi, demokrasi ve bilim açısından asla kabul edilemez. Karar işgüzarlık; Hrant Dink (Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni): Ben bu kararı kınıyorum. Bu tür kararlar, soykırıma karşı mücadeleyi güçlendirmek yerine zayıflatan kararlardır ve işgüzárlıktan başka bir şey değildir. Üstelik bu haliyle hem insan haklarına, hem düşünce ve ifade özgürlüğüne, hem de tartışma ahlákına aykırıdır. Ben bu tür haksız kararlar karşısında sadece Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun değil, mağdur olan herkesin yanında yer alacağımı açıkça ifade ediyorum. Hiç anlamlı değil; Etyen Mahçupyan (Gazeteci): Ben böyle kararları kesinlikle anlamlı bulmuyorum. Bu tür kararlar, meseleyi siyasileştirmekten başka bir işe yaramaz. Ayrıca, tarih açısından bu tür kararlar kalıcı şeyler değildir. Düşünce özgürlüğü ne kadar geniş olursa, kalitesizlik ve kalibresizlik de o kadar belirginleşir. Prof. Halaçoğlu’nun hiçbir düşüncesine katılmam ama düşüncelerini ifade etme hakkını her zaman savunurum.’ [Hürriyet Gazetesi, Kayıt Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 02.05.05, Şirintepe-İzmit].
Şahinlerin Dansı: Samson Özararat’ın Anıları, Hulusi Turgut, ABC, 1995,
Şükrü ELEKDAĞ: 1924 yılında İstanbul’da doğar. İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’ndan sonra Sorbon Üniversitesi’nden mezun olur. 1951 yılında Dışişleri Bakanlığı’na girer. Müsteşarlık, Tokyo ve Washington Büyükelçiliği görevlerinde bulunur. Emekliliğinin ardından siyasete giere. Halan CHP milletvekili olup Sabah ve Milliyet Gazeteleri’nde dışilişikler konularında köşe yazıları yazmaktadır. Şükri Elekdağ’a göre tehcirin amacı Ermenielri yok etmek değil. Onları savaş bölgelerinden güvenli alanlara akatrmaktı. Ayrıca Teşkilat-ı Esasiye’nin tehcirde hiç bir biçimde yer aldığına dair bi ipucu yada kanıtın olmadığını savunmaktadır.
Talat Paşa: Osmanlı’nın son zamanlarında Tören İttihat & Terakki Partisi [Birlik & İlerleme] önderlerinden Dahili Nazırı [İçişleri Bakanı] 15 Mart 1921 tarihinde Almanya’nın Berlin kentinin Charlotteburg semtinde Steinplatz adlı yerde bir fanatik Ermeni tarafından suikasta kurban gitmiştir. Cenazesi İstanbul Şişli Hürriyet Tepesi’ndeki mezarına defnedilmiştir. Almanya’nın Berlin kentinde Ermeniler tarafından şehit edilen Talat Paşa, 1921 yılında suikasta kurban gittiği yerde Berlin Türk Cemaati’ne bağlı dernek üyeleri tarafından, cinayetin 84. yılında Charlottenburg semti Steinplatz’da tören düzenlemişler. Cinayetin işlendiği yere siyah bir çelenk koymuşlar. Doğu Perinçek’in İşçi Partisi yurtdışı temsilcisi Mehmet Akkoç ve Berlinli İşçi Partililer Talat Paşa’yı öldürüldüğü yerde anmışlar. İşçi Partisi üyeleri İstanbul Şişli’de benzer bir tören yapmışlar. Tören İttihat & Terakki Partisi [Birlik & İlerleme] önderlerinden Dahili Nazırı [İçişleri Bakanı] Talat Paşa’nın Şişli Hürriyet Tepesi’ndeki mezarı başında yapılmış. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].
Talat Paşa’nın Telgrafı: Diyarbakır Valisi’ne çektiği telgrafın metni; Son zamanlarda vilayet sınırları içindeki Ermeniler’le hiç bir ayrım yapmaksızın tüm diğer Hıristiyanlara katliamlar düzenlendiği öğrenilmiştir. Daha önceden Diyarbakır’dan gönderilmiş olan kişiler vasıtasıyla Mardin’de Ermeniler’den ve diğer Hıristiyan ahaliden 700 kişinin geceleri kentin dışına çıkartılarak koyun gibi bozğazlandığı, şimdiye kadar bu katliamlarda ölenlerin tahminen 2000 kişi olduğu bilgisi alınmıştır. Ayrıca buna hızlı ve kesin bir son verilmezse civar vilayetlerdeki Müslüman ahalinin de ayaklanarak diğer Hıristiyanları öldürmelerinden korkulduğu bilgisi de alınmıştır. Ermeniler hakkında benimsenmiş bulunan siyasi ve polisiye önlemlerin diğer Hıristiyanlara uygulanması kesinlikle kabul edilemez olduğundan kamuoyu üzerinde pek kötü etki bırakacak ve özelikle ayrım yapmaksızın tüm Hıristiyanların yaşamlarını tehdit edecek bu gibi olaylara hemen son verilmesini emrediyorum. [Basın, Derleyen; Erkan Kiraz, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe- İzmit].  
Talát Paşa’ya Göre 1914 Yılındaki Ermeni Nüfus 1 Milyon 256 Bin 403: Dönemin Sadrazamı Talat Paşa, 1914 itibarıyla Osmanlı’daki Ermeni nüfusunu saptamak için geniş bir araştırma yaptırmış ve sayıları da kara kaplı özel defterine yazmıştı. Sadrazam Talát Paşa, 1915 tehciri sırasında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler’in kesin sayısının belirlenmesi maksadıyla geniş bir çalışma yaptırtmıştı. Paşa’nın özel evrakı arasında bulunan belgelerde ‘1914 itibariyle 1 milyon 187 bin 818 Gregoryen ve 63 bin 967 Katolik Ermeni vardır ve toplamları 1 milyon 256 bin 403 eder’ deniyor, daha sonra ‘sayımda eksiklikler yapılmış olabileceği için, bu sayının 1.5 milyon civarında olabileceği’ söyleniyor. Talát Paşa’nın kara kaplı defterinin yanısıra, özel arşivinde bulunan diğer bazı belgelerde, 1915 tehcirinden önce ve hemen sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler’in kesin sayısının belirlenmesi maksadıyla geniş bir çalışma yaptırıldığı görülüyor. Dizinin dün yayınlanan ilk bölümünde, Paşa’nın tehcir edilen Ermeni sayısını 924 bin 158 olarak verdiğini yazmıştım. Tehcirin viláyetlere ve sancaklara göre dağılımını gösteren belgelerde hangi viláyetten nereye ne kadar Ermeni’nin gönderildiği gösterildikten sonra, genel nüfus değerlendirilmesine geçiliyor. Bu fasılda İstanbul Ermenileri’nden de söz ediliyor ve İstanbul’da 1914’te 68 bin 422 Ermeni’nin yaşadığı, bu sayının bir yıl sonra 80 bine çıktığı ama hiçbirinin alınmadıkları söyleniyor. Bütün bu uzun listelerden sonra, bu sayfada orijinal metninin fotoğrafını gördüğünüz tek paragraflık bir yorum yapılıyor: ‘1330 (1914) icmálinde (sayımında, toplamında) Ermeni Gregoryen nüfus-ı umumisi (genel nüfusu) 1 milyon 187 bin 818 ve Ermeni Katolikler’in mikdarı 63 bin 967 ki, her ikisinin mecmuu (toplamı) 1 milyon 256 bin 403’ten ibaret olarak gösterilmiştir. (Toplamın fazla çıkmasının sebebi sayılara yabancı uyruklu Ermenilerin de dahil edilmesidir.) Nüfus-ı mevcude (mevcut nüfus) tamamen tahrir olmadığından (yazılmadığından), mikdar-ı hakiki (gerçek mikdar) 1 milyon 500 bin kadar olacağı gibi, bugün mevcud olarak báláda (yukarıda) görülen yerli ve yabancıların 284 bin 157 mikdarına da ihtiyáten yüzde 30 kadar iláve eylemek iktiza eder ki (gerekir ki), bu takdirde mevcud-ı hakiki (hakiki mevcud) 250 bin ile 400 bin arasında bulunmuş olur.’ Bu cümlelerde, daha basit bir ifadeyle şöyle deniyor: ‘İmparatorlukta 1914 yılında yaşayan Gregoryen ve Katolik Ermeniler’in sayısı 1 milyon 256 bin 403 idi. Bazı eksikliklerin olabileceğini gözönüne alarak, bu sayıyı 1.5 milyona yükseltebiliriz. Tehcirin uygulandığı viláyetlerde şu anda 284 bin 157 Ermeni kalmıştır ama bu mikdarı da her ihtimale karşı yüzde 30 oranında arttırdığımız takdirde, tehcir bölgelerindeki Ermeniler’in 250 ilá 400 bin arasında olduğunu söyleyebiliriz.’ Talát Paşa, yani Ermeni tehcirinin başındaki kişi kendi notlarında ‘Toplam Ermeni nüfusu en fazla 1.5 milyondu. Bunun 924 bin 158’i tehcir edildi ama tehcirin yapıldığı viláyetlerde hálen 400 bin kadar Ermeni yaşıyor’ derken, diaspora Ermenileri bugün ‘1.5 milyondan fazla Ermeni öldürülmüştü’ iddiasında bulunuyorlar. Hesaplamayı bir de siz yapın ve hangi tarafın matematiğinin daha zayıf olduğuna kendiniz karar verin! Yetim Kalan 6 Bin 858 Ermeni Çocuğu Müslümanlar Büyütmüş: Talát Paşa’nın kara kaplı defterinde, tehcir sırasında çeşitli sebeplerle hayatlarını kaybeden Ermeniler’in kimsesiz kalan ve devlet tarafından koruma altına alınan çocuklarının da bir listesi var. ‘Ermeni Eytámı’ yani ‘Ermeni Yetimleri’ başlığı altındaki listeye 10 bin 314 çocuk kaydedilmiş ve bunların bir kısmının Müslüman ailelere dağıtıldığı yazılmış. Listeye göre, en fazla sayıda Ermeni yetim, Halep’te bulunuyor. Talát Paşa’nın ‘kara kaplı defteri’nin ‘Ermeni Eytámı’ başlıklı sayfasında yeralan liste, yan tarafta. Cemal Paşa, Mustafa Kemal’e ‘Enver’i Durdurmalısın’ diyor: İttihad ve Terakki Partisi’nin Talát Paşa gibi önde gelen bir liderini yazarken, partinin diğer önemli isimlerinden de bahsetmek ve bu kişilerin o yıllarda İstiklál Savaşı’nı sürdürmekte olan Mustafa Kemal Paşa’ya yazdıkları bazı mektupları da yayınlamak istedim. İşte o mektuplardan biri: İttihad ve Terakki’nin Talát ve Enver Paşalarla beraber üç liderinden biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın, Bakû’dan trenle Tiflis’e giderken 1922’nin 9 Temmuz’unda Ankara’ya, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği ve eski dává arkadaşı Enver Paşa’dan yakındığı oldukça uzun mektubunun bazı bölümleri… Cemal Paşa, şu anda bende bulunan ve aşağıda günümüz Türkçesi’ne naklettiğim mektubunu kaleme almasından sadece 13 gün sonra, 22 Temmuz’da Tiflis’te Talát Paşa gibi Ermeni kurşunlarıyla can verecektir. ‘Sevgili kardeşim Mustafa Kemal Paşa, …Şimdi iki gözüm, Orta Asya için, daha doğrusu bütün Müslüman Asya’sı için bugünün en mühim meselesi, Enver’in Buhara’da teşebbüs ettiği işlerdir. Enver, avantüriyelerin (maceracıların) yapabilecekleri en son işi de yaptı, kendisini Buhara emiri ilán etti. …Bináenalyh şimdi bizim Enver, …şimdi Buhara hükümeti aleyhine harbediyor, Sovyet Rusya hükümeti de, Buhara cumhuriyet hükümetinin müttefiki sıfatıyla ordusuyla o hükümete yardım ettiğinden, tabii, onlarla Enver arasında muharebe ilán edilmiş bulunuyor. Orta Asya’daki ve Rusya’daki İslam álemi, Enver’in bu teşebbüsü karşısında büyük bir ümide kapıldı. Herkes, Enver’in bu hareketinde haklı olduğunu teslim ediyor ama vakitsiz davrandığını söyleyenler de az değil! …Enver onların başına geçti ve Ruslar ile hoş geçinmek hakkındaki kesin kararına, kendi öz vatanının Ruslar’dan ümid ettiği maddi ve manevi yardımlara rağmen, Sovyet Rusya aleyhine mücadeleye karar verdi. Enver, şimdi, Orta Asya’da ve Afganistan’da böyle bir şahsiyet olarak kabul olunup müjdeleniyor. … Acaba Enver bu hareketinde muvaffak olabilecek mi? Bence hayır, bin kerre hayır!.. Enver kat’iyyen başaramaz ve Enver’in giriştiği hareket ne kadar çok direnirse, sonuçta uğrayacağı harap vaziyet, o kadar şiddetli olacaktır. …Siz, Mustafa Kemal Paşa, bu zavallı Müslümanlar’a Enver’in teşebbüsünün fenalıklarını şimdiden söylemeye ve onları merhametsiz sonuçların doğacağı çılgınca teşebbüslerden kaçınmaya davete mecbursunuz. Böylece Ankara’nın kurtuluşu mücadelesini takip etmekte olan ben ve arkadaşlarım daha büyük bir kalp kuvvetiyle çabamıza devam ederiz ve İslam álemi, Ankara’nın peyki (uydusu) haline gelir. Daha da önemlisi, Ruslar Ankara’nın ve gölgesinde bulunan İslam áleminin hakikaten dost olduğunu görerek Anadolu’ya yaptıkları yardımları en yüksek seviyeye çıkartırlar. …Gözlerinizi öperim kardeşim. Ahmed Cemal. ‘Beni Böyle Üzmen İçin Acaba Ne Günah Ettim?’: I. Dünya Savaşı’ndan sonra İttihad ve Terakki’nin lider kadrosuyla beraber Türkiye’den ayrılıp Berlin’e yerleşen Sadrazam Talát Paşa, Almanya’da ‘Ali Sái’ takma adını kullanıyordu. Eşi Hayriye Talát Hanım, kendisine büyük bir aşkla bağlı olan Paşa’sını sürgün günlerinde yalnız bırakmamış, İstanbul’dan gizlice çıkıp Berlin’e gitmişti. Talát Paşa’nın burada yayınladığım kartpostalı, Berlin’den kısa bir seyahat için Macaristan’a giden hanımından günler boyu bir haber alamamasının yarattığı üzüntüyü aksettiriyor. Paşa, eşi Hayriye Hanım’a Budapeşte’deki Osmanlı Konsolosu Abdullah Hulusi Bey vasıtasıyla 1920’nin 24 Ekim’inde gönderdiği kartpostalda, sitem üstüne sitem ediyor: ‘İki gözüm Hayriyeciğim, Beni ne kadar merakta bıraktığını tasavvur edemezsin. Daha yoldan bana iki kart gönderen karıcığım elbette bu kadar çabuk beni unutmaz, beni habersiz bırakmaz diyorum ve cidden merak ediyorum. Bununla beş kart oldu, gönderiyorum. Senden on gündür bir tek haber almadım. Hastalandın mı? Öyle olsa Abdullah iki satır birşey yazar diyorum. Beni bu kadar üzmek, azába sokmak için acaba günahım nedir? Bu kartımı alır almaz sıhhatine ve vakt-i hareketine dair bana derhal telgraf yaz. İstanbul’dan bugün hem Şefkati’den, hem İsmail Bey’den mektup aldım. Anam, ablalarım, Vasfıdil hepsi iyi imiş. Vasfıdil’in verem olduğunda bazı doktorlar mütereddid imiş, bazıları da birinci derecedir diyorlar imiş. Gel de, onu getirtmek için düşünelim. Burhan’ı ….. tarikiyle (yoluyla) göndermişler. Burada başka havadis yok. Teyze hanıma, Mebrure Hanım’a hürmetler. Abdullah’ın, çocukların gözlerinden öperim. Ali’ . [Murat Bardakçı, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Talat Paşa’nın Tehcir Notları: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd ve Denetleme Başkanlığı’nın yayımladığı, “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918” başlıklı belge çalışmasına göre, tehcir planı tam uygulanamadı. Tehciri planlanan 987 bin 569 kişinin ancak 413 bin 569’u sevk edildi. Çatışmalarda yaklaşık 100 bin Ermeni hayatını kaybetti. Murat Bardakçı’nın ortaya çıkardığı Talat Paşa’nın defterindeki tehcir notlarının çoğunun, bu resmi bilgilerden oluştuğu anlaşıldı. Defterde yer alan illerdeki Ermeni sayıları ile tablodaki sayılar birbirini tuttu. Talat Paşa’nın defterinde, tehcir edileceklerin sayısı 924 bin 158 kişi olarak yer aldı. Tabloda ise bu sayı 987 bin 569 olarak gösterildi. [Aydın Hasan, Ankara-Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 29.04.05, Şirintepe-İzmit].
Talat’ın Defteri: Sevgili Murat Bardakçı’nın ‘Talat Paşa’nın Kara Kaplı Defteri’ başlığıyla yayınlamakta olduğu ve tarihe projektör tutan hayati belge artık bir ‘milát’ oluşturacak. Çünkü düşünün ki, 1915 kıyamının bizzat baş sorumlusu dahi ‘Tehcir’e yolladığı Ermeni insanlarımızın sayısını 924 bin 158 kişi olarak zikrediyor. Oysa, Kámuran Gürün’ün ‘Türk resmi tezi’ niteliğindeki ‘Ermeni Dosyası’nda kayda geçirdiği o elastiki rakamlardan hiçbiri yukarıdakinin diş kovuğuna bile kaçmaz. O halde, şimdi ne diyeceğiz? Hangi kulbu takacağız? Zevahiri nasıl kurtaracağız? Bu açık ‘ikrar’dan sonra, bugüne de geçerli olan ‘resmi tarihi’ neyle savunacağız? Cürmü hafifletmek kaydıyla metaforik benzetme yaparsam, durum şuna benziyor. Şehri soyup soğana çevirmiş azılı bir hırsız mahrem defterine, ‘filanca mahalleden on video, falanca semtten yirmi televizyon, fişmekan handan otuz bilgisayar yürüttüm’ diye yazmıştır ve söz konusu defter de artık mahkemenin önüne delil diye gelmiştir. Ama bedava ‘avukat’ (!), ‘ne münasebet efendim, o topu topu iki tanecik video, üç tanecik televizyon, dört tanecik de bilgisayar çaldı’ şeklinde savunma yapmaktadır. Kim inandı, kim inanır, kim inanacak ve tut kelin perçeminden, kelde perçem ne arar! Fakat, Bardakçı’nın doksan yıl sonra gün ışığına çıkarttığı bu belge sırf bizimkisi için değil, aynı zamanda Ermeni ‘resmi tarihi’ (!) açısından da ‘darbe’ niteliği taşıyor. Çünkü, ‘Tálat’ın Defteri’, masumların sayısı hakkında bizim eski enflasyon lirasını bile fersah fersah aratacak spekülasyonlara başvuran ‘Ermeni tezi’ni de fena halde zorluyor. ‘Hissiyat mugalatası’na başvurarak kimliğini ve varlığını nefret üzerine inşa etmek isteyen bir bölüm Hay diasporanın şişirdiği atmasyon rakamlar nerede, İttihatçı Talat’ın kendi bakkal defterine kaydettiği cürüm rakamları nerede? Ama kuşkusuz, Ermeni kökenli fanatikler şimdi de, ‘suçunu azaltmak için sayıları mutlaka kasten aşağı çekmiştir’ türünden argümanlar getirecektir. Doğrusu, bu, ‘canım, Talat Paşa’ya yanlış bilgi verilmiştir de onun için bilmeden rakam abartmıştır’ diyecek olan bizim ‘resmiciler’ (!) kadar inandırıcılık taşır. Hukuk ve krimonoloji fakültelerinin ‘suçlu psikozu’ kitapları belgeler ki, o suçlular kendi kendilerine yaptıkları mahrem itiraflarda yüzde doksan virgül dokuz gerçeği söylerler. Dolayısıyla, tekrarlıyorum, zaten ilk günkü girizgahta bizzat Murat Bardakçı’nın belirttiği gibi, ‘iki ekseni de sarsacak’ nitelikteki ‘Talat’ın Defteri’nden sonra, ‘Ermeni Sorunu’na yaklaşım, uluslararası platform dahil, tüm taraflar için farklı boyut kazanacaktır. Fakat yıllardır vurguluyorum ki ‘Ermeni Sorunu’nun özü burada odaklanmıyor. Sanki mukaddes insan hayatından değil de çürük muşmuladan bahsediyormuşuz gibi, yok ‘Tehcir’e giden sayısı şu kadardı; yok katledilen adedi o kadardı; yok hastalıktan ölen bu kadardı türünden bezirgan pazarlığıyla hiçbir yere varamayız ve varılamaz! Bir bölüm Ermeni diasporasının dayattığı ‘soykırımı tanımak’ gibi hem semantik içerikli, hem art niyet hedefli ‘olmazsa olmaz’ türü ‘şartname’lerle de bir yere varamayız. İşte ‘Talat’ın Defteri’ tekrar ispatlıyor ki, çözüme ulaşmak için bir yandan karşılıklı olarak ve önyargılardan arınmış biçimde ‘resmi tarih’lerimizi gözden geçirmek; öte yandan da, esas belirleyici noktayı oluşturan ‘insani kaynaşmayı’ yeniden sağlamak gerekiyor. Sevgili Murat Bardakçı’ya tarihe ‘milád’ düşen bu büyük katkıdan dolayı bir defa daha teşekkür ettikten sonra, yukarıdaki temayı yarın işleyeceğim. [Hadi Uluengin, Email: huluengin@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
Taner AKÇAM; 1953 Türkiye Ardahan’da doğar. ODTÜ’den mezun olur. Sol görüşleri ve çeşitli gizli örgütlerdeki etkinlikleri nedeniyle 1976 yılında yargılanıp ve 9 yıl hapis cezası alır. 1977 yılında yattığı hapishaneden kaçarak siyasi sığınmacı olarak Almanya’ya sığınır. Akademik çalışmalarını halen Hamburg Üniversitesi’nde sürdürmektedir. Sözde “Ermeni Soykırımı” konusundaki görüşlerinin gerisinde Türkiye’ye eskilerden kalan kızgınlık, küslük ve hırçınlığının izlerini ve tortularını duyumsamamak olanaksızdır. TTK Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’na göre Ermenileri katlettiklerini kabul eden halil Berktay ve Taner Akçam’a şöyle sesleniyor; “Hangi belgeelre göre konuşuyorlar? Sorulması gereken söylediklerini belgeelrle ıspat etmek etmektir. Bir iddiada bulunuyorsanız kanıtlamak zorundasınız”.
Tarih Bilinci, Türklerde Geçmişi Anma: “… İngiltere, Fransa ve Amerika artık Türkiye’nin müttefiki olmaktan çıktı mı? “Güçlü Müttefikler” yeniden “sinsi düşman” mı oldu? Yoksa “Batı’ya bakın siz Sözde Ermeni Soykırımı’nı ortaya çıkartırsanız biz de sizin dosyanızı açarız” mı deniliyor? Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan durumu özetler; “Biz geçmişte Türklere yapılan zulümlerin ağıtını yeterince yakmadığımız için, bugün kimse bizim de mazlum olduğumuza inanmıyor”. Bana göre bu tez doğru. Banim gibi Balkan Göçmeni aileler çok iyi bilir. Hemen hepsini Bulgar Komitacıları’nın, Yunan Asileri’nin katlettiği en az bir aile bireyi vardır. Ama Türkler tarihlerinde hiçbir zaman bu zulümlerin şikayetçisi, takipçisi olmadı. O yüzden şimdi bu sessizliğimizin cezasını çekiyoruz. Bir Orhan Pamuk bile durup dururken çıkıp Ermenileri kestiğini iddia edebiliyor.n kötüsü de aydınlarımızın önemli bir bölümü Orhan Pamuk’a yapılan en küçük eleştirileri bile susturmaya çalışıyor. Yani milletçe sürekli olarak sanık sandalyesinde oturuyoruz. Ama kimse bizim savunmamızı işitmek dahi istemiyor…..“ [Ertuğrul Özkök, Balans Ayarı Kime, Hürriyet Gazetesi, 17 Mart 2005, Sf. 17, Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Tarih Nasıl Yorumlanır?..: Oscar Wilde güzel bir laf etmş: ”-Tarihe borçlu olduğumuz tek görev, onu baştan yazmaktır.” Ne demek bu?.. Wilde’ın özdeyişindeki anlamı belki Bernard Shaw dile getiriyor: ”-Büyük İskender sarhoşken en yakın dostunu öldürmüştü; ama ona duyduğumuz hayranlığın nedeni bu değil. O, sayısını bilemeyeceğimiz kadar insanı öldürttüğü için tarihin en saygın kişilerinden biri oldu.”La Rochefoucauld diyor ki: ”-Tarihin en büyük bölümü dedikodudan başka bir şey değildir.” **İkinci Dünya Saşaşı’nda Macaristan tam bir trajediyi yaşadı. İki arada bir derede kalıp ne yapacaklarını şaşıran Macarlar 1940’lı yıllarda kahroldular. Naziler yaklaşık 400 bin Macarı, Yahudi oldukları gerekçesiyle, gaz odalarında öldürdüler. Sovyet orduları Doğu Macaristan’a ulaştıklarynda Budapeşte Almanların elindeydi. Bir düşünür der ki: ”-Bir yabancı gücün eline düşmek acıdır; ama, bir başka yabancı güç tarafından kurtarılmak daha acıdır.”Sovyetler Macaristan’ı ‘kurtardılar’. Budapeşte’de Moskova’ya dayanan bir hükümet kuruldu. Ancak 1956’da Macarlar başkaldırdılar. Sovyet tankları Budapeşte’ye girdi. ‘Ayaklanma’ bastırıldı; adı da kondu: ‘Karşıdevrim’. Okullarda Macar çocuklarına ‘1956 Başkaldırısı’ uzun süre ‘karşıdevrim’ diye belletildi; ama, bugün iş değişti, kuşkusuz tarih kitapları da değişti. **’Fetih’ sözcüğünün dinsel bir içeriği var, Kuran’da ‘Fetih suresi’ 29 ayettir; İstanbul’un Türklerce ele geçirilmesi İslamda ‘Feth-i Celil’ diye kutsanır. Biz garip insanlar olduğumuz için her yıl iki bayram yaparız; bunlardan biri 6 Ekim ‘İstanbul’un Kurtuluşu’dur; ikincisi 29 Mayıs ‘İstanbul’un Fethi’ dir. Bu iki kutlama birbiriyle çelişir… Neden?.. Çünkü çağlarla birlikte kavramlar da değişiyor; İstanbul bizim vatanımızın bir kentidir; insan yurt bilincine eriştikten sonra kendi vatanının bir kentini fethetmekle övünebilir mi, davul zurna, bando mızıka çalabilir mi?.. Atatürk döneminde yalnız ‘6 Ekim’ kutlanırdı; İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu gündemdeydi; Demokrat Parti iktidarında ‘Fetih Bayramı’ gündeme girdi; çağdışı bir mantık sardı kafaları… **Tarihi nasıl yorumlayacağız?.. 21’inci yüzyılın başındayız, 20’nci yüzyılın başında yaşanan ‘Ermeni Tehciri’ ne bakışın çağdaş manıtığı nedir?.. Ermenistan Azerbaycan’ın bir bölümünü işgal etmişken ve bu işgal sürerken, Batı neden geçen yüzyılın başında yaşandığı ileri sürülen ”Ermeni soykırımı” iddiasını güncelleştiriyor, Osmanlı dönemindeki bir tarihsel olayın hesabını yaklaşık bir yüzyıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nden sorabiliyor?.. **Tarihsel olayların yorumunu günümüzde yaparken insanların birbirlerini suçlamaları kadar çağdışı, gerici, ilkel bir tutum olamaz!.. ‘Senin babanın dedesi, benim anamın ninesini bir tarihte kesmiş’ diye 21’inci yüzyılda hesap sormanın hukukla bir ilgisi olamaz!.. Bu bir ilkel kan davasıdır”. [Cumhuriyet Gazetesi, Pencere, İlhan Selçuk, kayıt: Erkan Kiraz, 18.03.2005, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit ]. 
Tarihçilerimiz Nerede?; Anımsadıkça hálá yanıt bulamadığımız bir olay var. Yanılmıyorsak 5-6 yıl önceydi. Boğaziçi Üniversitesi, ‘Ermeni soykırımı’ iddiasının şampiyonlarından Prof. Richard Hovanisyan’ı Türkiye’ye davet ederek (veya burada olmasından yararlanarak) öğretim üyelerine bir konferans vermesini sağlamıştı. Biz bunun doğal ve hatta gerekli olduğunu düşünüyoruz. Sonra öğrendik ki, dinleyen öğretim üyelerinden hiçbiri ‘O olaylar soykırım değil, karşılıklı öldürme nitelikli bir trajedidir’ dememiş. Bu anlayışa dayalı soru dahi soran çıkmamış. ‘O bir soykırımdır’ iddiasına acaba onlar da mı inanıyorlar? Yoksa bu konuda hiçbir çalışma yapmadıkları için soru soracak bilgi veya cesaretleri mi yok? Wisconsin Üniversitesi’ndeki öğretim üyesi, tanınmış tarihçi Kemal Karpat’ın bir makalesini dünkü Zaman Gazetesi’nde okumasaydık, belki de o olay zihnimizde tazelenmeyecekti. Prof. Karpat ‘olayların soykırım sayılamayacağını’ savunuyor. Ama makalesinin bir yerinde, ‘Türkiye’de bu konu ile uğraşanlar, şimdiye kadar inandırıcı, herkesi bir dereceye kadar ikna edecek veya kafalarda soru yaratmayacak yaklaşımlar ve fikirler üretememişlerdir’ diyor. Dediği yalan mı? Dönüyor dolaşıyor, ebediyete intikal etmiş bulunan Esat Uras’ın, Sadi Koçaş’ın, Şinasi Orel’in, Kamuran Gürün’ün kitaplarıyla Yusuf Halaçoğlu’nun, Mim Kemal Öke’nin, Şeref Ünal’ın, Mehmet Kanar’ın, Bilal N.Şimşir’in, Mevlut Oğuz’un ve daha sayınız ki 50 yahut 100 yazarın kitap ve makaleleri ve ‘ASAM’ın yayınları içinde bocalıyoruz. Açık konuşalım: Suçlu olduğumuza inandıkları için mi tarihçilerimiz bu konuyu ele alıp antipatik olmak istemiyorlar? Yoksa araştırma yapmanın, gerçekleri olduğu gibi ortaya çıkarmanın -suçluysak suçluyuz, değilsek masumuz diye haykırmanın- gerektirdiği medeni cesaretten mi yoksunlar? Bir üçüncü ihtimal daha var: Profesör olunca kitapları kapatma, araştırma yapmanın zahmetine katlanmama daha kolaylarına mı geliyor? Öyle ya 67 yaşına kadar maaş al, sonra emekli ol… Yıllar boyunca yaptıkların ne idi, yapman beklendiği halde yapmadıkların ne idi, kimseye hesap verme… Ve defteri kapat git! Galiba bizdeki temel gerçek bu sonuncu ihtimalle örtüşüyor. Yoksa 80’e yakın üniversitenin bunca tarih kürsüsünde görev yapan çok sayıda akademisyen, kendi tarihine bu kadar uzak ve ilgisiz davranır mıydı? Prof. Bernard Lewis, Prof. Stanford Shaw, Prof. Justin McCarthy, Samuel Weems ve Prof. Heath Lowry gibi isimler olmasa Türkleri kim savunacaktı? Bundan da mı utanmıyorlar? Hani kılıcından kan damlayan Tarih vakıflarımız? Ve nerede yurtdışındaki üniversitelerde görev yapan tarihçilerimiz? Bakın üç yıl önce resmen görevlendirilinceye kadar bu konuya eğilmek zahmetine katlanmayan Türk Tarih Kurumu’na söz söylemiyoruz. Çünkü son üç yılda ne yaptıklarını hálá göremediğimiz gibi umudumuz da yok [Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi; 22.03.05].
Taşnaklar; Ermeni Devrimci Federasyonu Taşnaksutyun Partisi, 1890’da Rus İmparatorluğu toprakları içinde bulunan Tiflis’te kurulmuştur. Bu parti, Osmanlı Imparatorluğu’nun Anadolu’da yıkılmasý planlarında önceki Ermeni milliyetçi partilerine katılmıştır. Parti ideoloji bakımından sosyalist ve milliyetçiydi. Partinin Manifestosu “Türk Hükümeti’ne karşı bir halk savaşı” ilan etmişti. “Milli özgürlügü korumanın korkutucu yükümlülüğünden” bahsediyordu. Toprağın yeniden dağıtılması, toplumsal kardeşlik ve iyi bir hükümet çağrılan arasında Taşnak Partisi’nin 1892 Programı ihtilalci hedeflerini ortaya koydu. Bu program, ihtilalci komiteler ve savaş gruplarının kurulmasını ve halkı silahlandırmayı da içeriyordu. Taşnaklar niyetlerini “savaş tahrikçiligi yapmak ve hükümet görevlilerine terör uygulamak…” ve “hükümet kuruluşlarının yagmalanmasını ve zarar görmesini sağlamak”1 olarak ilan ettiler. Takip eden yıllarda planlarını uyguladılar. 1896 da Taşnak düsturu, “Silahlara sarılın! Savaşın! Zafer bizim olacak!” idi.” [Justin McCarthy, The First Shot, Kim Başlattı?, Çeviren: Sedat İşçi, Bornova – İzmir, 2003, Kim Başlattı?, Erkan Kiraz, 28.03.05, Şirintepe-İzmit].
Taşnaksutyun: Federasyon, 
TBMM’de Gözüm Derviş’i Aradı: TBMM genel kurulunda geçen çarşamba günü ‘Sözde Ermeni soykırımı’ konusunda genel görüşme vardı. TBMM Tv’de izlemeye çalıştım. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve temsil ettikleri siyasi partiler adına söz alan milletvekilleri, Ermeni soykırımı ile ilgili iddialar karşısında arşivlere dayanan tarihi gerçekleri bir bir açıkladı. Dışişleri Bakanı Gül, Ermeni konusunda duyarsız olmadıklarını, yıllardır Türkiye’de Ermeni vatandaşlar ile kardeşçe yaşadıklarını, ileri sürülen iddiaların gerçeği yansıtmadığını, arşivlerini tarihçilere açmaya hazır olduğunu, bu konuda sakladıkları hiçbir belgenin olmadığını dile getirdi. Konuşmalar sonunda, Türk ve Ermeni halkının ön yargısız tarihçilerini arşivleri tarama konusunda müştereken çalışma konusunda bir komisyon kurulmasının Ermenistan’a önerilmesi kararlaştırıldı. Genelkurmay Başkanlığı da bu konuda her türlü arşivlerini açmaya hazır olduğunu açıklarken, Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun da daha önceki açıklamaları bu yöndeydi. Meclis TV’den konuşmaları takip ederken, Kemal Derviş’in 18 Ekim 2004 tarihli Fransız Le Monde Gazetesi’ne bu konu ile ilgili verdiği mülakat aklıma geldi. Derviş, mülakatta; ‘Birinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Ermeni katliamından derin bir acı duyduğumu söylemek isterim. Bu acıları tanımak, üzüntüleri ifade etmek gerekir’ demişti. Bu konu Türkiye’de gündeme gelince de Bay Derviş çark ederek, “Ben aslında karşılıklı olarak birbirlerini katlettiler demek istedim” deyip sıyrılmaya çalışmıştı. TBMM gündeminde Ermeni soykırımı görüşülünce, açıkçası gözüm Kemal Derviş’i aradı. Bu konuda dışarıda demeç verdiğine göre, belki bildiklerini Türk halkına da anlatır diye düşündüm. Fakat boşuna beklemişim. Tahmin edeceğiniz gibi Derviş yine TBMM’de yoktu. Nedense, Kemal Derviş ve göreve getirdikleri bağımsız bürokratları, Türk basınına suskun olmalarına rağmen Le Monde ve Financial Times karşısında dilleri çözülüyor. Merak ediyorum, bir İstanbullu olarak vekilim Derviş bugüne kadar TBMM’nin kaç oturumuna iştirak etmiştir. TBMM İç Tüzüğü’nün devamsızlık ile ilgili maddesi süs olarak mı duruyor? Yoksa TBMM Başkanlığı’na sürekli mazeret veya rapor mu sunuyor, yoksa varmış gibi önceden pusula mı imzalıyor? Bunu araştırmak TBMM Başkanı Arınç’a düşer. [Sabah Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Tehcir [Zorunlu Yerdeğiştirme] Kanunu: Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat zamanında 27 Mayıs 1915 tarihli yasa maddeleri aşağıdakilerden oluşur; 1.) Savaş zamanlarında ordu, kolordu ve tümen komutanları, bunların yardımcıları ve bağımsız garnizon komutanları halk tarafından her hangi biçimde hükümet emirlerine, ülkenin savunulmasına, düzen ve asayişin korunmasına ilişkin alınan uygulama ve önlemlere karşı çıkma, silahla tecavüz ve direniş görürlerse hemen askeri güçlerle en şiddetli yolla cezalandırmaya, tecavüz ve direnişi kökünden yok etmeye yetkili olup buna da zorunludur. 2.) ordu, kolordu ve tümen komutanları askeri zornluluklardan dolayı yada casusluk ve hainliklerini duyumsadıkları köy ve kasaba yerleşiklerini tek tek yada toplu olarak başka yerlere gönderebilir yada oralara yerleştirebilirler. 3.) Yayın tarihinden itibaren yürülüğe girer.
Tehcir Kanunu: Zorunlu Göç olarak bilinen; ve fakat Türk ordusu savaş alanında olduğu için cephe gerisinde oluşan isyan ve ayaklanmaları önleme gayesi güden “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun “27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir.. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin Resmi Gazetesi Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz konusu geçici kanunun birinci maddesi; ordu, kolordu ve fırka komutanlarına, savaş sırasında Hükümetin emirlerine, ülkenin savunulmasına ve huzurun korunmasına karşı çıkanlara,silahlı saldın veya direnişte bulunanlara karşı derhal askeri önlem alma, tecavüz ve direniş sırasında isyancıları yok etme yetkisi vermektedir, ikinci madde ise aynı komutanlara, casusluk ve vatana ihanet ettikleri anlaşılan köy ve kasaba halkım, tek tek veya toplu halde başka yerlere sevk ve iskan ettirme yetkisi vermektedir. 10 Haziran 1915 tarihinde yayımlanan bir emir yazışı ile de, göçe tabi tutulan Ermeniler’in malları koruma altına alınmıştır. Bir başkan ile, biri idari diğeri de maliyeci olmak üzere iki üyeden oluşan “Terkedilmiş Mallar Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonlar, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermeniler’e ait malları tespit edecek, ayrıntılı defterlerim tutacaktır. Defterlerden biri bölgesel kiliselerde korunacak, biri bölge yönetimine verilecek, biri de komisyonda kalacaktır. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktır. Komisyon gönderilmeyen yerlerde, bildiri hükümlerini bölgelerdeki görevliler yerine getirecektir. Bu malların Ermeniler dönünceye kadar korunmasından hem komisyon, hem de bölge yöneticileri sorumlu olacaktır. Kanunun; l maddesinde “Devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi”, 2. maddesinde “Silahlı güçlere yönelik casusluk ve ihanetleri tespit edilen köy ve kasabaların başka bölgelere yerleştirilmesi”, 3. maddesinde kanunun yürürlüğe giriş tarihi ve 4. maddesinde de kanunun uygulamasından sorumlu olanlar belirtilmektedir. [Kaynak: İnternet, Hazırlayan: Ezgi Karakaş, Şehit Erkan Özcan Lisesi, 11 SH/769. Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Tehciri İçinden Çıkılmaz Hale Getiren, ‘Faal’ Aktörlerin Bilgisizliği: Bize göre “tehcir”in, Ermenilere ve bir çok Batılıya göre “soykırım”ın 90. yıldönümü yaklaştıkça giderek içinden çıkılmaz bir soruna doğru yuvarlanmakta olduğumuzu düşünüyorum. Bunun en temel nedeni, dışımızda bu olayların nasıl algılandığından daha çok, Türkiye’de Ermeni sorunu ile ilgili olarak “faal” olan aktörlerin genel bir bilgisizlik ve dağınıklık içinde görünüyor olmaları.. Bu konuda “kendini görevli sayan” kuruluşlarımızdan birisi de Türk Tarih Kurumu.. Bu kurumun Atatürk’ün bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak sahip olduğu “miras bırakma hakkı”nın 12 Eylül yönetimince “iptal” edilerek oluşturulduğunu biliyoruz. Bu yönüyle bir tür “resmi kuruluş” Türk Tarih Kurumu (TTK).. Ve Başkanı, Ermeni sorununun çözümü için Birleşmiş Milletler’e başvurudan sıkça söz ediyor.. BM nedir hatırlayalım..: Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin hiç ciddiye almadıkları bu öneri, başka bir çok kişi tarafından önemsenmiş olmalı ki, sık sık gündeme de getiriliyor. TTK’nın “profesör” Başkanı bu öneriyi dile getirirken nasıl bir araştırma yaptı ve neye dayanarak Birleşmiş Milletler’i göreve çağırdı bilemiyorum. Ama Birleşmiş Milletler adını taşıyan kuruluşun ne olduğunu, kimlerin bu kuruluşa nasıl ve ne şekilde başvurularda bulunabileceğini, iç tüzüğünü, Genel Sekreter’inin yetkilerini, Güvenlik Konseyi’nin yetkilerini, çalışma biçimini, BM’nin hangi organı altında bir tarih incelemesi yapılabileceğini büyük bir olasılıkla hiç düşünmemiş olmalı.. Hatırlayalım: BM, üye ülkeler ve sekreteryadan oluşan bir kuruluş.. Yetkili olanlar üyeleridir. Genel Sekreter, üye ülkeler tarafından kendisine verilen talimatları yerine getirir. Mavi Kitap meselesi: Genel Sekreter, kendisi bir konuda inisiyatif kullanmak istediğinde de üyelerden yetki alır, ancak ondan sonra yapmak istediklerini yapabilir. (Örneğin Kıbrıs konusunda Genel Sekreter’i, Güvenlik Konseyi yetkilendirdi.) Birleşmiş Milletler’in normal örgütlenmesi içinde geçmişi araştırabilecek bir mekanizması yok.. Böyle bir şey yapılabilecekse bile bu ancak üyelerin yetkilendirmesiyle yapılabilir.. Üyeleri “ülkeler” olan bu kurumda ülkeleri hükümetler temsil eder.. Bu, BM’nin yapacağı her işin, sonuç olarak “siyasi” olacağı anlamına gelir.. Şimdi hem bu konuyu bir siyaset tartışması olmaktan çıkarmak istiyoruz (İddiaları tarihçiler tartışsın önerisi de Türkiye’ye ait biliyorsunuz), hem de sonuç olarak siyasi karar verebilecek bir uluslararası kuruluşu göreve çağırıyoruz.. Bir başka konu “Mavi Kitap” meselesi.. CHP tarafından ortaya atılan ve hükümet tarafından da reddedilmeyen bu öneri, Mavi Kitap adıyla bilinen kitabın bir propaganda malzemesi olduğunun Büyük Britanya parlamentosu tarafından kabul edilmesi fikrini savunuyor. (Kitabın orijinal adı: The Treatment of Armenians and Ottoman Empire 1915-1916Yazarları: Lord Bryce ve Arnold Toynbee). Prof. Dr. Ayhan Aktar dünkü Radikal’de bu kitapla ilgili ilginç bir makale yayımladı. İlgilenenlerin okumalarını öneririm. Ben buraya Prof. Dr. Aktar ve uzman Zeynep Metin’in yaptıkları bir tesbiti aktarayım: Mavi Kitap’a son 35 yıl içinde sadece 10 (on) makalede atıf yapılmış! Herkes bir şey söylüyor: Dünyada kimsenin ciddiye almadığı, bir çok kişinin haberdar bile olmadığı bir kitap! Ve Türkiye şimdi bunu TBMM kararıyla gündeme getirmek istiyor.. Prof. Aktar’ın makalesinde söz konusu kitabın ikinci baskısından Baykal ve Erdoğan’ın haberdar olmadıklarını da anlıyoruz. Meğerse ikinci baskıda bizim “hayali” dediğimiz tanıklıkların hepsinin belgeleri ve tanıkların arşivlerdeki kimlikleri de mevcutmuş!. Yazının başında sözünü ettiğim şey de tamamen bu: Bu konuda herkes bir şeyler söylüyor, ancak çoğu söylenenin ciddiye alınması için hiçbir neden yok.. Türkiye Cumhuriyeti’nin işini ciddiyetle yapan ve dışarda da ciddiye alınabilecek kurumlarını bu sorun çerçevesinde ve bir plan dahilinde bir araya getirmek çok mu zor? [Mehmet Yılmaz, Email: mehmet.yilmaz@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Teşkilat’ı Mahsusa: Osmanlı Gizli Haberalma Örgütü,
The Anatolian Armenians 1912-1922: In discussing an issue as volatile as the status of the Ottoman Armenians, it is important to define terms. By “Armenian”, I mean those Ottoman citizens who were Armenian in religion -Gregorian, Catholic, or Protestant Armenians. Following modern usage, it would be more common to define Armenians as those who spoke Armenian as their mother tongue. However, a great number of the Anatolian Armenians, perhaps the majority, did not speak Armenian as their first language and, in any case, the Ottoman Empire kept population records by religion, not language. Given the sense of religious identification of the Ottoman peoples, religion is a very accurate criterion by which to label Ottoman population groups. By “Armenian”, I most definitely do not mean any standard of so-called race of “blood”. Such categories are at best undefineable and at worst racist. The period is 1912 to 1922, a period of national disaster for both Armenians and Turks. On Map One (see the actual paper for maps-M) you see Ottoman Anatolia and the area traditionally called the Six Vilayets -the provinces of Eastern Anatolia that made up the Armenian homeland- Sivas, Erzurum, Mamuretulaziz, Bitlis, Diyarbakir and Van. One can also include as traditional areas of Armenian settlement Trabzon in the north and the two southern provinces which are often called Cilicia -Adana and Haleb (Aleppo). The generally accepted version of the history of the Anatolian Armenians from 1912 to 1922 has been little questioned. In fact, the story of the Anatolian Armenians is one of the few bits of Middle Eastern history that is widely “known” in europe and America. Brought up on stories of starving Armenians, Westerners have taken as given that the Armenians were driven from Armenia -a land in which Armenians were the chief inhabitants- and accepted without proof that Armenians were slaughtered by Turks who, while not suffering themselves, got away with their crimes. Perhaps because so many people have previously accepted this story, few today have questioned its validity. However, when scholars actually investigate the history of Armenians a different picture emerges. The actual events of 1912 to 1922 were very different than they have been portrayed. In investigating the true history of the Anatolian Armenians, the questions asked by researchers should be on the subjects that have been longest accepted as unquestionably true -the existence of a land of Armenia and the fate of the Anatolian Armenians in World War I, i.e., was there an Armenia and what happened to the Armenians (and to the other Anatolians?) Research into the history of the population of Anatolia answers both questions. It is a great temptation for the demographers to offer stacks of numbers, pages of relatively undecipherable statistics. Although I often find myself giving into this temptation, I have resisted here. Instead of tables, I offer maps-pictures and illustrations, rather than numbers. I do not include demographic calculations, nor do I attempt to prove the correctness of my statistics. My book on the population of Ottoman Anatolia, Muslims and Minorities (New York 1983) contains proofs that the statistics are correct. I should mention, however, that the figures presented here are drawn from the Population Registration System of the Ottoman Government. The figures have been corrected for the Ottoman undercount of women and children, a common phenomenon with the Ottomans, as it is with developing countries today. Was there an Ottoman Armenia, that is, an area which the majority of the population were Armenians? For the period before the ninteenth century there is no way to know for certain. No one took a census, no one registered the population. We know that places called Greater Armenia, Lesser Armenia, and various other names existed, but these were the names of kingdoms and kings. Were most of the people in these kingdoms Armenians? We will never know, but there is a reason for doubt. For example, in areas of the Armenian kingdom there were great numbers of Turks of Kurdish ancestry, at least as far back as Xenophon, and probably earlier. We do know that in the period of the late ninteenth and early twentieth centuries Armenians were a distinct minority in every province of the Ottoman Empire. Map Two indicates the relative numbers of Armenians, Muslims, and others in the Anatolian provinces in the year 1912. I have chosen 1912 because the Ottoman statistics for that year were particularly good and because 1912 was the date given for the often-quoted but grossly inaccurate “Armenian Patriarchate Statistics”. the year 1912 was also immediately before ten years of war descended on the Anatolians; thus statistics for that period provide an accurate picture of Anatolia before the disaster. Looking at Map Two, you notice that in every province of Anatolia aproximately two-thirds or more of the people were Muslims. In the eastern provinces there were large proportions of Armenians. In Bitlis 31% of the population were Armenians; in the province of Van 26% were Armenians. However, even in these two provinces the Muslim population was twice that of the Armenians. Bitlis was 67% Muslim, Van 61%. In the Six Vilayets as a whole, Muslims outnumbered Armenians 4.5 to 1. Part of the reason for the low numbers of Armenians in the East was the dispersion of the Armenian people. Armenians had been migrating for centuries, a movement that continued well into modern times. Of course, Armenians had moved into Russian Armenia. They had begun to leave Anatolia in large numbers in the time of the 1827-28 Turco-Russian War and had continued to move throughout the period of 1877-78 War. in Russia, the Anatolian Armenians took the place of Turks and other Muslims who had been forced by the Russians to migrate into the Ottoman Empire. The Armenians who remained in the Ottoman Empire dispersed themselves throughout the Ottoman lands. On Map three you see an Armenian population that, while, surely strongest in the East, was spread across Anatolia. Had Istanbul and Ottoman Europe been included in the map, they, too, would have shown sizeable Armenian populations. There were more Armenians in the province of Ankara, in the center of Anatolia, than in Mamuretulaziz or Diyarbakir in the East. The Western Anatolian province of Hudavendigar (Bursa), far from the Armenian homeland, contained more Armenians than Diyarbakir in the East and more than either Adana or Haleb in Cilicia. Istanbul and Edirne provinces, not on the map, had approxiamtely 125,000 Armenians; of the “Armenian Provinces” only Erzurum, Van abd Bitlis had more. Another, perhaps a better, way to view the Armenian dispersion across Anatolia is simply to calculate the density of settlement of Ottoman Armenians. Province sizes varied, so statistics on the absolute numbers of Armenians in provinces can be slightly deceptive. Density, on the other hand, indicates “how thick they were on the ground”, and says much on the relative strength of the various Anatolian Armenian communities. An area with one million Armenians spread over 100,000 square kilometers would be much less “Armenian” than an area with only 200,000 Armenians in 10,000 square kilometres. You will notice on Map Four that the thickest regional settlement of Armenians was indeed in the Southeast of Anatolia -in Bitlis Vilayeti 5.9 per square kilometer, in Mamuretulaziz 3.8 per square kilometer, in Van 3.5 per square kilometer. You will also notice, once again, that Armenians were spread across Anatolia. Most interestingly, it was in the province of Izmit, in far northwestern Anatolia, not in historic Armenia, that the Armenian population was most dense. Armenians in Izmit were 8.2 per square kilometer, more than twice as dense as the average density in the Six Vilayets. The implications of the Armenian dispersion to aspirations for an Armenian homeland in Anatolia are significant. On the basis of self-determination, there was no Armenia. Armenians, like the other millets were spread throughout the Ottoman Empire. It can be asserted, of course, that had an Armenian state been granted in the Six Vilayets, Armenians would have returned there from other parts of the Empire, but I find this doubtful. Istabul, Izmit and Bursa were more comfortable places to live than Van, Bitlis and Mamuretulaziz, and I doubt if great numbers of Armenians would have gone east. Nevertheless, if all the Anatolian Armenians had migrated to the Six Vilayets, Muslims in the Six Vilayets would have outnumbered Armenians by more than 2.5 to 1. If all the Armenians in the world had moved to the Six Vilayets, Muslims would still have been a majority. There were simply too few Armenians for a viable state. To understand the end of the Armenian presence in Anatolia, one must remember that the Armenian disaster came in time of war -World War I and the Turkish War of Independence. The numbers used by demographers are of limited use in describing war. They will not tell us who fired the first shot, nor label those responsible for the bloodshed. They only count the dead. Yet much can be learned from the numbers of the dead. We now know from reliable statistics that slightly less than 600,000 Anatolian Armenians died in the wars of 1912-1922, not 1.5 or 2 million, as is often claimed. Not that 600,000 is a small number. The Armenians suffered a terrible mortality. But when considering the numbers of dead Armenians, one must also consider the numbers of dead Muslims. The statistics tell us that 2.5 million Anatolian Muslims died as well, most of them Turks. In the Six Vilayets, the Armenian homeland, more than one million Muslims died. These Muslims, no less than the Armenians, suffered a terrible mortality. The numbers do not tell us the exact manner of death of the citizens of Anatolia. Civil war, forced migration of both Muslims and Armenians, inter-communal warfare, disease, and, especially, starvation are listed in the documents of the time as causes of death. The Anatolian mortality was not simply the deaths of soldiers in wartime, but deaths of men, women, and children. Armenian and Muslim, who were caught up in international war between Russians and Ottomans and intercommunal war between Armenians and Muslims. We know from both documentary evidence and statistics that intercommunal warfare between Christians and Muslims was a major cause of death. The province of Sivas, for example, was not in the war zone; the Russian Army never reached that far. Yet 180,000 of the Muslims of Sivas died. The same was true of the rest of Anatolia. In the end, statistics of mortality show that Armenians suffered greatly, but not that they suffered alone. The statistics indicate that the years 1912-22 were a horrible time for humanity, not simply for Armenians. The conventional wisdom that “knows” that Anatolian Armenians died has always neglected to consider that Muslims died, as well. As with the supposed existence of an Armenia, the commonly accepted history of what happened to the Armenians has not been correct. The lesson to be learned is an old one -history should not be partisan. I believe that it is time that we consider the events of 1912-22 for what they were, a human disaster. It is time to stop labeling them as a sectarian suffering that demands revenge. [Resource: Internet, By Justin McCarthy-from Proceedings of Symposium on Armenians in the Ottoman Empire and Turkey (1912-1922), Bogazici University Publications, Istanbul 1984, pp 17-25. Recorded By: Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit-Turkey].
The Fourty Days Of Musa Dagh: By Franz Werfel. A novel was based on entirely on the Aram Andonian documents.
The Orthodox Armenian Patriarchate of Istanbul: TR-34480 Kumkapi, Istanbul, Ph. +90-212-517-0970, Fax +90-212-516-4833, E-mail: Arm.Pat.Ist@amicus.com or Divan@ArmenianPatriarchate.org.tr]. Patriarch Mesrob II Mutafyan.
The Times: İngiliz The Times gazetesi, “Ermeni soykırımının bazı kurbanlarının” açıklamalarına yer verdiği haberinde Pazar günü 1.5 milyon Ermeninin olayların 90’ıncı yıl dönümünü anmak için Erivan sokaklarında yürüyeceğini belirtti. Bunun, Türkiye’yi “soykırım”ı kabul etmeye ve AB’ye katılmadan önce Ermenistan ile diplomatik ilişkileri kurmaya zorlamak için şimdiye kadar düzenlenen en büyük etkinlik olacağını kaydeden gazete, “Ankara, AB ile katılım müzakerelerine başlamaya hazırlanırken Ermeniler, uluslararası sempati kazanıyor” yorumunu yaptı. 1915-1918 yıllarında kitlesel tehcir sırasında 1.5 milyon Ermeninin Türklerce “katledildiği” yada açlık veya hastalık sonucunda öldüğü öne sürülen haberde “Türkiye, 300 bin Ermeni ve 500 bin Türkün, milliyetçi Ermenilerin işgalcı Rus kuvvetlerinin yanına geçmesinin ardından patlak veren etnik çatışmalar sonucunda öldüğünü belirterek sorumluluk kabul etmiyor. Ancak artan sayıda Batılı hükümet, Türk resmi çizgisini reddediyor” denildi. Polonya’nın, öldürmeleri “soykırım” olarak kabul eden 15 ülkeye katıldığını kaydeden gazete, Polonya eski cumhurbaşkanı Lech Walesa’nın “Gerçek ortaya çıkmalıdır. Türkiye’nin AB’ye katılımının soykırımı kabul ettikten sonra gerçekleşmesi talebi, Ermenilerin haklı bir talebidir” sözlerine de yer verdi. The Times, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın de Türkiye’nin AB üyeliğinden önce “soykırım”ı tanımasında ısrar ettiğini, İngiltere ve ABD’nin ise, Irak sınırlarındaki NATO müttefikini üzmemek için böyle bir yola girmediğini belirterek İngiliz hükümetinin konunun tarihçilerin işi olduğunu söylediğine dikkat çekti. Türkiye üzerindeki baskı artarken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ermenistan ile ortak bir komisyon kurulmasını önerdiğini ancak bu önerinin Ermeniler için “geç” diye yorumlandığını öne sürdü. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Lozan Antlaşması’nın “soykırım” iddialarına son verdiği yolundaki sözlerine de dikkat çeken gazete, AB ve Türkiye’deki sağcıların, konuyu Türkiye’nin AB üyeliğini yoldan çıkarmak için kullandıklarını belirterek bunun oluşturduğu “risk”i vurguladı. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Trajedi Değil, Facia: Birinci Dünya Harbi sırasında, Osmanlı Devleti’nin güvenliği açısından zorunlu göçe, o zamanki değişiyle ‘tehcir’e tabi tutulan Ermeni vatandaşlarımızın uğradıkları can kayıpları meselesi, zamanla soğuyacağına, giderek ısınıyor. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalıştığı bir devrede bu sorun, Kürt ve Kıbrıs meseleleriyle birlikte neredeyse yeni bir ‘vize’ maddesi haline geldi. Sorunun irdelemesine girmeden önce bir kelime düzeltmesi yapmak istiyorum. Batı dillerinden Türkçe’ye tercüme yapılırken, ‘tragedy’ kelimesi ‘trajedi’ olarak çevrilmektedir. Bu tamamen yanlıştır. O metinlerdeki ‘tragedy’ sözcüğünün Türkçesi, ‘fácia’ veya ‘feláket’ veya ‘korkunç olay’dır. Türkçe’de kullanılan trajedi, komedi veya dram gibi bir tiyatro terimidir. Pek tabii, orada da anlamı fáciadır. Lütfen, bundan sonra Ermeni tehçirinden bahsederken bu bir trajedidir değil, bir fáciadır diyelim. Diyelim de okuyanlar veya dinleyenler ne demek istediğimizi anlasın. Ben, Ermeni meselesinde uzman sıfatıyla konuşma ehliyetine sahip değilim. Bundan sonra yazacaklarım, bir toplum gözlemcisi olarak, bu konuda okuduklarımdan ve dinlediklerimden aklımda ve vicdanımda kalan tortudan ibarettir. Ermeni tehciri gerçekten çok büyük bir felákettir. Bu öncelikle Ermeni vatandaşlarımız için böyledir. Ama, Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin (ki Osmanlı devrinde bu topraklardaki ülkenin adı Turkiya idi) vatandaşları olan bizler için de bir felakettir. Öyle bir felákettir ki, hálá bunun bedelini ödemekteyiz. Üstelik vicdanımız sızlamaktadır. Ermeni tehciri yapılmamış olsaydı, bugünün Türkiye’si nasıl olurdu? Farzedelim, hem Birinci Dünya Harbi hem İstiklál Harbi’miz aynı şekilde sonuçlanırdı. Peki Ermeniler, daha sonra yeni bir ‘bağımsızlık savaşı’ başlatmazlar mıydı? Sovyet Ermenistanı, SSCB’nin heyheyli devrinde mesela 1946’da Türk Ermenileri konusunda Türkiye’ye karşı nasıl bir tavır takınırdı? Büyük Ermenistan projesi gerçekleşmez miydi? O şartlar altında bugünün Güneydoğu/Kürt sorunu, hatta Irak’lı Kürtler meselesi nasıl bir içerik kazanırdı? Acaba Doğu ve Güneydoğu, iktisaden Türkiye’nin az gelişmiş bölgesi olmaya devam eder miydi? Pek tabii, bunları kestirmeye imkán yok. Tarihçi Toyenbee’nin ‘Mavi Kitap’ını görmedim. Ama 1910’larda Van’da, İngiliz Konsolosluğunda kátip olan Toyenbee’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı ‘Ermeni Tehciri’ (The Armenian Deportation) adlı ve ‘confidential’ damgalı raporu okudum. Ermeni meselesi, bir bakıma Hıristiyan Batı’nın ‘üstün kültür sahibi kavimler, aşağı kültür sahibi kavimleri yönetir’ ilkesine tek istisna teşkil eden Osmanlı Devleti’nde ‘Doğu Hıristiyanların Kurtarılması’ (The Relief of The Eastern Cristians) projesinin bir sonucudur. Bu amaçla önce Fransa’da daha sonra ABD’de 17 cemiyet kurulmuş ve ABD’deki cemiyetler ‘The Confederation for the Relief of Eastern Cristians Societies’ adlı bir konferasyon çatısı altında toplanmıştır. Bu ve benzeri örgütler, Anadolu’daki Hıristiyanları özellikle Ermenileri eğitmek ve onları kendi kendilerini yönetir hale getirmek için için yüzlerce okul açmıştır. Ermeniler, Osmanlı’nın bağımsızlık kazanmış diğer Hıristiyan milletleri gibi (doğal olarak) bir bağımsızlık mücadelesine girmiştir. Pek tabii, bu mücadele öncelikle Rus Ermenistanı’na yakın Doğu Anadolu’daki gizli örgütlerce yürütülmüştür. Maalesef, biraz da Almanların dolduruşuna gelen İttihatçılar, bu silahlı kalkışmayı kökünden kurutmak için tehcir denilen fáciaya sebep olmuştur. Olayın feláket yanı, bu tehcirde, kurudan fazla yaş yanmış olmasıdır. Son Söz: Dünya siyasi tarihi, bir fácialar dizisidir. [Ege Cansen, Email: ecansen@hurriyet.com.tr, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 27.04.05, Şirintepe-İzmit].
TTK Başkanı’na Soruşturma Açan Savcı: Galiba Kullanıldım: İsviçreli savcının Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu’na soruşturma açmasının perde arkası aralandı… “Ben bu soruşturmayı açmak istemedim. Fakat gazeteciler şikayet etti. İsviçre’deki kanunlara göre, ırkçılık suçunu düzenleyen 261. maddeyle ilgili şikayet varsa, çok saçma olsa da soruşturma açılmak zorunda” İsviçre’deki Winterthur savcılığının Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu hakkında, “Ermeni soykırımı yoktur” dediği gerekçesiyle soruşturma başlatması Türk kamuoyundan büyük tepki topladı. Soruşturma henüz Zürih Kanton Mahkemesi’nce kabul edilmedi, ancak büyük yankı yarattı. İşte bu enteresan oruşturmaya yol açan olaylar silsilesi şöyle gelişti: Profesör Yusuf Halacoğlu 2 Mayıs 2004 tarihinde İsviçre’nin Zürih kentinde bir toplantıya katıldı. Burada yaptığı konuşmada, “Ermeni soykırımı diye bir olay gerçekleşmemiştir” tezini anlattı. Bu konuşma İsviçre basınında da geniş yankı buldu. 4 Mayıs 2004’de İsviçre’nin çok satan gazetelerinden “Tagesanzeiger”de Martin Gmür ve Niels Walter imzalı bir makale yayınlandı. Makalede Halaçoğlu’nun “Ermeni soykırımı yoktur” ifadesinin yasalara göre suç teşkil ettiği ileri sürüldü. Halaçoğlu’nu savcılığa gazeteciler ihbar etti: Makaleyi kaleme alan gazeteciler Martin Gmühr ve Niels Walter, yazıyı gazetede yayınlandıktan sonra Winterthur Başsavcılığını telefonla aradı ve yazdıkları makaleyi kaynak göstererek, suç duyurusunda bulunduklarını söyledi. Bunun üzerine Başsavcı, Savcı Andrej Gnehm’i arayarak soruşturma açması talimatını verdi. Savcı Andrej Gnehm bu talimat üzerine Halacoğlu hakkında soruşturma başlattı. Soruşturma İsviçre Anayasası’nın 261. maddesine dayandırıldı. Yabancı düşmanlığı ve ırk ayrımcılığını düzenleyen bu madde şöyle diyor: “Kim bir ırkın veya etnik grubun yok edilmesini savunan ifadelerde bulunursa veya yapılmış soykırımları reddeder veya överse, bu cezaya tabidir.” Ben İsviçre’ye gelirse tutuklanır” demedim: Bu maddeye göre soruşturma açan Savcı Andrej Gnehm ise yaptığı açıklamada, “Tarihi ve siyasi çekişmelerin arasında kullanılıyorum. Soruşturma açmak kesinlikle benim fikrim değil” diyerek şunları söyledi: “Olanlara ben de çok üzülüyorum. Birincisi ben ‘Yusuf Halacoğlu İsviçre’ye girerse tutuklanır’ demedim. Buraya gelirse tutuklanmaz. Buraya gelmeden de yazılı ifade verebilir. Şu anda bunun yolunu bulmaya çalışıyorum. Ayrıca ben bu soruşturmayı açmak istemedim. Başsavcı’nın talimatı üzerine açtım, İsviçre’deki kanunlara göre, 261. madde ile ilgili şikayet olursa, şikayet çok saçma ve temelsiz olsa bile soruşturma açılmak zorunda. Bunun sebebi şu: 261. madde ırkçılıkla ilgili suçları düzenliyor. Irkçılığa muhatap olacak insanlar genellikle korunmasız yabancılar olduğu için, bu madde ile ilgili herhangi bir şikayetin geri çevrilmesi engellenmiş. Bu nedenle ben de şikayeti mantıklı bulmasam da bu soruşturmayı re’sen açmak zorundaydım. Ama bu maddeyi Halaçoğlu’nun konuşmasına uyarlamak mümkün değil. ‘Ermeni soykırımı’ diye bir uluslararası mahkeme kararı veya tanıma yok. Ben neye göre suçlayacağım Halacoğlu’nu? Tarihi bazı meseleleri neye göre değerlendireceğim. Kendimi kullanılıyor ve zor durumda bırakılıyor hissediyorum. Politik tutumlarla adalet arasında sıkışıyorum. Davanın seyri, Halaçoğlu’nun savunmasını dinledikten sonra şekillenir.” İsviçre’ye gitse Başbakan’ı da tutuklar!: 81 sivil toplum kuruluşunun bir araya gelerek oluşturduğu Türk Dünyası Dayanışma Grubu’ndan (TÜRDAY) bir heyet, İsviçre’deki soruşturmayı kınamak için Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu’nu makamında ziyaret etti. Halacoğlu, İsviçre’nin tavrını çok sert bir dille eleştirdi: Bu nasıl hukuk ülkesi: İsviçre bu kararıyla beni değil Türkiye’yi hedef seçti. Başbakan bile İsviçre’ye gidip, ‘Ermeni soykırımı yok’ dese herhalde tutuklanır. Hukuk ülkesi olan İsviçre’nin bu kararı hukuka aykırıdır. Ben hangi hukuka dayanarak gidip orada kendimi savunacağım. Bizde Apo’yu savunanlar serbest: Türkiye’de Apo’nun serbest bırakılmasını isteyenlere bile soruşturma ve tutuklama yapılmıyor. Ben her zaman her yerde konuşmaya devam edeceğim. Ermeniler İngilizleri dava etsin: Fransızlar, İngilizler ve Rusların Ermenileri tarih boyunca ve bugün nasıl kullandığını belirledik. Bu yönde belgeler var. Ben Ermeniler’in yerinde olsam Fransa, İngiltere ve Rusları beni bu hale getirdikleri için dava açarım. Yiğitlerse Taşnak belgelerini açsınlar: Tarihe bir bakın bu ülkeler ve Türkler dışında tüm ülkeler soykırım yapmış. Yiğitseler Bosna’daki Taşnak belgelerini açsınlar. Çünkü bütün gerçekler oradadır. Ben Türkler’e soykırım yapan Ermeniler’in de öldüğünü söylüyorum. Sevr’i hortlatmaya çalışıyorlar: Soykırım için Türk milletini suçlamalarının hedefi çok farklı. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada bölgesel güç olması, bilinmeyen yeraltı kaynaklarının emperyalist ülkeler tarafından Türkiye’nin kullanımına bırakılmaması da rol oynuyor. Türkiye’de aslında Sevr’in tekrar hortlatılmasına çalışılıyor. İşte soruşturma açtıran makale “Soykırımı reddeden adam konuştu” Tagesanzeiger gazetesinde Martin Gmür ve Niels Walter imzalı makalede Halaçoğlu’na karşı ağır suçlamalar ve bu sert başlık kullanıldı. Arkasından savcıya aynı yazarlar ihbarda bulundu. İşte o makale: Resmi Türk görüşünü temsil eden Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halacoğlu Ermenilere soykırım yapılmadığını söyledi. Halbuki batıda ve İsviçre’de Ermeni soykırımı ispatlanmış bir olgu olarak kabul ediliyor. Aralık ayında Bern Eyaleti Ermeni soykırımını tanıdı. Her kim İsviçre’de bu soykırımı reddederse, Anayasanın 261. ırkçılık yasasını ihlal etmiş olur. Şu anda Winterthur polisini meşgul eden soru şu, konuşmayı düzenleyen Türk derneği ve konuşmayı yapan Halacoğlu bu yasaya göre suçlu durumuna düşmediler mi? Eski Hıristiyan Demokrat Partisi Gençlik Kolları Başkanı Andreas Dreisiebner bizimle konuşmasında “Halaçoğlu’nun konuşmasının suç unsuru içerip içermediğinin adli makamlarca incelenmesi gerekir” dedi. Hristiyan Demokrat Andreas Dreisiebner, Sosyalist Parti Eyalet Milletvekili Hartmuth Attenhofer’le birlikte İsviçre-Ermeni Birliği’nin yönetim kurulunda. Halaçoğlu’nun konuşmasından önceki cuma günü, konuşma hakkında siyasi yönetimdeki arkadaşlarına bilgi verdiler ve engellenmesini istediler. Bunun üzerine Polis Müdürü Hans Hollenstein araştırma başlattı ama “Bu konuşmayı engellemek hukuksal açıdan mümkün değil” cevabını verdi. Zürih polisinden aldığımız bilgilere göre, eğer konuşmanın suç unsuru taşıdığına dair delil elde edilirse ve konuşma kamuya açıksa konu değerlendirilebilir. İsviçre Adalet Bakanlığı Sözcüsü Galli Folco: O madde Ermeniler değil Naziler için: “Profesör Yusuf Halacoğlu hakkında çıkarılmış uluslararası bir bülten yok. Bu bir Kanton’un, yerel bir mahkemesinden çıkmış bir karar olabilir. Hükümet olarak Halaçoğlu’na karşı bu tür bir tutumun arkasında değiliz. İlişkileri gerginleştirecek tutumları desteklemiyoruz. Arama kararı savcının inisiyatifiyle olmuş. Hükümetimizi bağlamaz. İsviçre Federal Anayasasında “Ermeni soykırımı” hakkında bir madde yok. Halacoğlu hakkında çıkarılan tutuklama kararının Anayasamızda dayandırıldığı madde Auschwitz Nazi toplama kampına atıfta bulunan bir madde. Anayasamızın Irk ayrımcılığı hususunu düzenleyen 261. maddesi Ermenilerle ilgili değil, Auschwitz’deki Nazi toplama kampındaki soykırıma atıfta bulunuyor.”
Turgut Özal “Soykırımı tanısak daha iyi olmaz mı?”: Nüzhet Kandemir, şöyle devam etti: Dışişleri Şaşırdı: ‘Etrafımızda gazeteciler de vardı. Özal’ın bu sözlerini onlar da duydular. Ben hemen, ‘Aman efendim bu öyle ayaküstü halledilecek bir mesele değildir. Çok iyi düşünmek ve dikkatli olmak gerekir’ dedim. Gazeteciler dahil herkes dehşet içerisinde bizi dinliyordu. Özellikle Dışişleri mensupları ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Biliyorsunuz, kendisi böyle fikirler ortaya atar ve tartışılmasını isterdi. Bu da onun gibi bir şeydi. Sonra kendisini ikna ettik ve bu fikrinden vazgeçti.’ Amacı Tartıştırmak: Eski Dışişleri Bakanı İlter Türkmen ise Özal’ın konuları enine-boyuna tartıştırmak için böyle öneriler ortaya attığını hatırlatarak, ‘Amacı bu tür netameli konuların da tartışılabileceğini göstermekti. Ama sonra da bunlar sanki onun fikriymiş gibi üzerine kalırdı’ dedi. [Kaynak: İnternet, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Türk “Aydınları” Ne Diyor; “Sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden Halil Berktay, Taner Akçam ve son zamanların ilginç ismi Orhan Pamuk “Ermenileri Katlettikleri”ni kabul ediyorlar. Yaptıkları açıklamalarda buna yer veriyor ama sözlerini belgelere dayandıramıyorlar.”
Türk Diasporası: Almanya’da kayıtlı Ermeni sayısı 12 bin. Oy kullanma hakkı olan Türk sayısı ise, 505 bin. 10 bin dolayında Türk’e ait işyeri var. Üniversite öğretim üyeleri, mimarlar, doktorlar, mühendisler, sporcularıyla Türk kökenlilerin lobisi, Ermenilerle kıyaslanmayacak kadar ağır basıyor. Hadi Fransa’da Ermenilerin sayısı Türklerden fazla. Ermeniler varlıklı. Lobileri güçlü. Ama Almanya’da Türkiye varlığı tüm boyutlarıyla çok daha güçlü. Bu durumda nasıl oluyor da Almanya Parlamentosu’na da “Ermeni yasa tasarısı” gelebiliyor? Cumhurbaşkanı Sezer’in Almanya Şansölyesi Schröder’e “Almanya Parlamentosu’ndaki Ermeni kanun tasarısını engellemeniz gerekir” uyarısı ve Schröder’in “Fırtınalı havada deniz, parlamentoda siyaset Allah’a kalmıştır” açıklaması, yukarıdaki satırlarda yansıttığım manzarayla örtüşmüyor. “Eksik olan ne?” diye düşünmeliyiz. “Almanya’daki Türkiye” büyük gücü neden harekete geçemiyor? Ankara mı yetersiz kalıyor? Almanya’da -bilemediğimiz- engelleme mi var? Ya da… Başka bir neden mi? Gergef dokur gibi: Almanya, Ermeni lobisinin ve diasporanın en zayıf olduğu ülke. Ermeni kökenli seçmen sayısı 3 bin dolaylarında. Oy etkinliği yok ama kıymet-i harbiyesi (!) var. Şöyle ki: 1- Almanya’nın sicilinde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana soykırım uygulayarak 6 milyon masum Yahudi’yi öldürmüş olmanın utanç izleri derin. Tarihte böyle bir başka ülke ve ulus yok. Eğer Türkiye de (Osmanlı Devleti) soykırım yapan devlet olarak sicil alırsa, böylece küresel yalnızlığından kurtulacak. “İnsanlık suçu işleyen(!)” ülke üreterek kendini tek”odak” olmaktan kurtaracak. Alman halkının bilinçaltı bunu algılıyor. 2- Aynı nedenlerle Alman Protestan Kilisesi, insanlık suçu ikizi üretmek projesini üstlenmiş görünüyor. Alman halkının vicdanını yıkayan bir misyon olmanın yanı sıra Hıristiyan Ermenilerle dayanışma da bu tavrın temeline harç koymakta. 3- Alman Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Angela Merkel, bu iki nedenin Alman muhafazakâr kesimini etkilediği kanısında. Ayrıca, Türkiye’nin önünü artık “Kürt sorgulaması” ile kesemeyeceğini gördüğü için bunu “Ermeni sorunu balonunu üfleyerek” yapmayı hedefliyor. Biliyor ki, Türkiye “soykırım” gibi bir suçlamayı içine sindirmek pahasına AB üyeliğine “Evet” diyemez. 4- Ya Sosyal Demokratlar? Schröder’in Almanya’yı yönetme sürecinde Rusya Devlet Başkanı Putin en yakın dostu oldu. Putin, çok iyi Almanca konuşuyor. ABD’ye karşı özellikle Irak’la birlikte ortaya koyduğu politikalar nedeniyle Almanya’da seviliyor. Senede en az dört kez Almanya’ya geliyor. Schröder’in Hannover’deki 200 metrekarelik mütevazı evinde konuk oluyor. Putin’in önem verdiği konulardan biri de, “Ermenistan’ın korunması ve kollanması… Türkiye-Ermenistan sınırlarının açılması ve Erivan-Ankara siyasi ilişkilerinin başlaması… Böylece Ermenistan’ın ekonomik durumunun biraz olsun düzelmesi…” Putin’in isteklerinin yanı sıra, Alman halkının psikolojisini de hisseden Schröder, Yeşiller’in de nabzını tuttu. İnsan hakları içerikli her dosyaya duyarlı olan Yeşiller’in de Merkel’in getirmek istediği Ermeni Karar Tasarısı’na soğuk bakmadığını saptadı. Ne var ki 550 bin Almanya kökenli Türk de karşıya alınmaması gereken büyük bir güç. Schröder ve Yeşiller, Hıristiyan Demokratlarla ilişkiye girdiler. İlk hali çok sert olan ve “soykırımın tanınmasını” öngören yasa maddesi değiştirildi. Yumuşatıldı. 4 parti uzlaşarak ortak bir metin oluşturdular. Bu metinde Türkiye, “Ermenistan’la ilişkilerini düzeltmeye ve tarihiyle hesaplaşmaya (mit der geschichte auseinander setzen) çağrılıyor.” İşte Schröder’in, parlamentodan bu yasanın çıkmaması için güvence veremeyişinin öyküsü… Mayısta bu yasanın çıkma olasılığı büyük. Türkiye’ye gelince… En güçlü olduğu coğrafyada en zayıf Ermeni lobisine karşı yenilgiye uğrarsa… Gerisi kötü gelir. Türkiye, konuyu tarihçilerin tartışmasına açmak ve Ermenistan’la siyasi ilişkileri geliştirmek aktif politikasıyla doğru çizgidedir ama Almanya Meclisi’nden bu karar çıkarsa, çizgide kırılma olabilir. [Güner Cıcaoğlu, Email: g.civaoglu@milliyet.com.tr , Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 06.05.05, Şirintepe-İzmit].
Türk Tarih Kurumu; 1915’te Soykırım Olmadığını Belgeleriz; TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu, önerisini getiriyor gündeme: ‘Ben diyorum ki, Türkiye, Birleşmiş Milletler nezdinde bir uluslararası araştırma komisyonu kurulmasını teklif etsin.’ TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu, ‘Biz bu kadar rahatız’ dedikten sonra önerisini getiriyor gündeme: ‘Ben diyorum ki, Türkiye, Birleşmiş Milletler nezdinde bir uluslararası araştırma komisyonu kurulmasını teklif etsin. Herkes gelsin ve orada bu mesele konuşulsun.’ 1915’te ne oldu?; – Ermenilerle Osmanlı Devleti arasında meydana gelen anlaşmazlık ve çatışmalar, 1915 yılında başlamadı. Ta 1881’lerde başlayan ve İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin müdahaleleriyle gelişen bir süreçtir bu. Döneme ilişkin belgelere baktığınızda, Doğu Anadolu’daki altı viláyette yaşayan Ermeniler’in örgütlendiğini ve Rusların da desteğini alarak Müslüman köylerine saldırdığını görürsünüz. Rusya ve Batılı devletler mi kışkırtıyor Ermenileri?; -Evet ama Ermeniler tarafından kurulan 21 ayrı örgüt de destekliyor bunu. Bu örgütlerin şubeleri Van’dan İstanbul’a kadar her yere yayılmıştır. 18 Mart’ta Çanakkale Savaşları başladığı sırada, Anadolu’da örgütlenen Ermeniler topyekûn bir isyan hareketine girişmişlerdir. 16 Nisan’da Van’da, 17 Nisan’da Çatak’ta, Bitlis’te, Elazığ’da, Zeytun’da, Adana’da başlayan isyan hareketleri sebebiyle Osmanlı Devleti, Almanlar’ın ve zamanın Genelkurmay Başkan Yardımcısı Enver Paşa’nın da isteği üzerine, bu bölgede yaşayan Ermenileri savaş dışındaki bir bölgeye nakletme kararı almıştır. Tehcir kapsamı dışında bırakılan Ermeniler var mı?; – İlk nakillerde Protestan ve Katolik Ermeniler yoktur. Daha sonra, bunlardan isyanlara bulaşanlar da nakledilmiştir. Ancak, mesela hastalar gönderilmemiş, hastaneye yatırılmış ve iyileştikten sonra gönderilmiştir. Dul kadınlar ve çocuklar da gönderilmemiştir. Amerikan belgelerinden aldığımız bir örnek vereyim. Adana şehir merkezinde 25 bin Ermeni yaşıyor. Bunlardan 17 bini sürgün edilmiştir, sekiz bini yerinde bırakılmıştır. Sadece bu bile, tehcirin Ermeniler’in iddia ettikleri gibi soykırım düşüncesiyle yapılmadığını apaçık bir biçimde gösteriyor. Soykırım değilse bile ‘etnik temizlik’ amacı yok mu?; -Kesinlikle etnik temizlik ifadesi yanlıştır. Zira bu tabir, soykırımla eşdeğerdir. Ermenilerin zorunlu olarak başka bir bölgeye gönderilmelerinden murat, verdikleri zararların önüne geçmek olduğu için, bölgenin Ermeniler’den arındırılması amaçlanmıştır. Tehcir Kanunu ile birlikte ne kadar Ermeni göç ettiriliyor?; -Bizim Osmanlı arşiv belgelerine göre, ki burada yüzde 10 eksiğimiz olabilir, 438 bin Ermeni gönderildi. Hepsinin şehir şehir kayıtları var. Bununla beraber, bu kayıtların dışında bir miktar daha Ermeni gönderilmiş olabilir. Peki tehcir döneminde Osmanlı coğrafyasındaki toplam Ermeni nüfusu ne kadardı?; -Osmanlı istatistiklerine göre, 1 milyon 296 bin Ermeni var. Justin McCarthy, 1 milyon 698 bine çıkartıyor Ermeni nüfusunu. Stanford Show ise Osmanlı sayımlarını esas alıyor. Patrikhane, 2 milyon 250 bin civarında bir nüfustan söz ediyor. Fakat Patrikhane’nin rakamları İngilizler tarafından bile itibara alınmıyor. Patrikhane’nin 1914 kayıtlarında 1 milyon 915 rakamı yer alıyor. Biz şöyle düşünüyoruz: Osmanlı kaynakları üçte bir oranında hata yapmaz. Yani 1 milyon 300 bin diyorsa, 450 binlik bir hata yapıyor olamaz. Biz bunun için 1.5 milyon civarında bir Ermeni nüfusu olabileceğine kanaat getiriyoruz. Ermeni konvoylarına kimler saldırıyor?; -Bu gerçekten de çok önemli bir konu. Ne oluyor Ermenilere? Diyelim ki 1.5 milyon Ermeni var, bu 1.5 milyon Ermeni’ye ne oluyor? 1915’te Erzurum’dan Erzincan’a giden 500 kişilik bir Ermeni kafilesi, Kürt eşkıyasının baskınına uğruyor ve tamamı öldürülüyor. Bunların belgeleri var. Sadece Ermeni değil, İngiliz, Amerikan ve Rus belgelerinde de yazıyor. Ancak ‘Bu baskın ve katliamlar Kürtler tarafından yapılmıştır’ diye ortaya çıkmanın da gereği yok. O zaman Kürt-Türk ayrımı yapmış gibi bir pozisyona düşeriz ki, o da doğru olmaz. Size göre ne kadar Ermeni öldü?; -Bana göre, hastalık, çatışmalar ve katledilme hadiseleri, Kafkasya’daki hastalıktan ölümler dahil, 300 bin civarında Ermeni öldü. Bunun 200 bini kesinlikle Kafkasya’daki hastalıklardan öldü. Blue Book’ta (Mavi Kitap zikredilen rakam da 600-800 bin arasındadır. Bu rakamlar bile ortada büyük bir trajedinin olduğunu göstermiyor mu?; – Hiç kuşkusuz ortada büyük bir trajedi var. Bu trajedi, Ermenilerin öldürdüğü 519 bin Müslümanı da kapsıyor. Ancak şurası açıklığa kavuşmalıdır ki, ölen Ermenilerin büyük çoğunluğu hastalıktan ölüyor. Müslümanları öldürenler ise bizzat Ermeni çeteleri. Katledilenler, net rakamlarla elde edebildiğimiz kadarıyla sekiz-on bin civarında. Bunun dışında kalanların hemen hepsi hastalıktan veya açlıktan ölüyor. Soykırıma veya etnik temizliğe kanıt olarak, Talat Paşa’nın Diyarbakır Valisi’ne gönderdiği telgraf gösteriliyor. Siz ne diyorsunuz bu telgrafa?; -Telgrafta, hiçbir zaman ‘katledin’ diye imá bile yok. Bu telgrafı anlamak için hem Osmanlıca’yı, hem de Osmanlı belgelerinin dilini iyi bilmek gerekir. Telgrafta, ‘katledin’ diye bir imá yok belki ama ‘katletmeyin’ diye bir netlik de yok; -Ama o anlama getiriyor. Eğer devlet, Ermenilerin katledilmesini istiyor olsaydı, o telgrafı çekmezdi zaten. Bütün şifre telgraflar tam takım halinde Osmanlı arşivlerinde mevcut. Bırakın emri, bir tanesinde bile böyle bir imáda bulunulmuyor. Aksine pek çok belgede, kafilelere zarar vereceklerin şiddetle cezalandırılacağı bildiriliyor. Katliam yapmayı planlayan bir devlet bu kadar ketum olabilir mi? ‘Bu tarihi bir konudur, bırakalım tarihçiler tartışsın’ aşamasına nasıl gelindi?; -Eskiden bu konu ile ilgili pek çok şey bilinmiyordu ve bu nedenle kimse kendisine güvenemiyordu. Çünkü Osmanlı arşivleri tasnif edilmemişti. Bu konuya ilişkin bölümler 1990’dan sonra tasnif edildi. Diğer taraftan, biz yaklaşık üç-dört yıldır, dış arşivleri ciddi olarak tarıyoruz. Amacımız da, böyle bir şeyin gerçekten olup olmadığını ortaya çıkartmak. Biz şu an, ‘Fransızlar soykırımı mı kabul etmek istiyorlar, buyrun gelin masaya, oturup konuşalım. Neye göre soykırım iddiasında bulunuyorsunuz’ diyebilecek duruma geldik. Çünkü artık elimizde belgeler var. ‘Tarihi tarihçilere bırakalım’ tezi üzerine Prof. Şükrü Hanioğlu bir makale yazarak, hem meseleyi tarihçilere bırakmanın doğru olmayacağını, hem de belge değiş-tokuşunun sorunu çözmeyeceğini söyledi. Sizin fikriniz nedir?; -Ben Şükrü Hanioğlu’na katılıyorum. Ben de aynı şeyi söylüyorum. Şimdi bakın, biz ‘Tarihçilere bırakalım’ derken şunu kastediyoruz: Öncelikle bu konu araştırılmalı, bir alt zemin ortaya çıkmalı diyoruz. Bir iddiada bulunuyorsunuz ve ‘Ermeniler soykırıma uğradı’ diyorsunuz. Peki, bununla ilgili bir belge sunmanız gerekmez mi? Burada da birisi çıksın, ‘Osmanlı şu kararı aldı, şu emri verdi ve şöyle bir uygulama yaptı’ desin. Bir toplumu yok etmek isteyen bir devlet, bütün yabancı yardım kuruluşlarına o kampları açar mı? Sadece Suriye’de 486 bin Ermeni’ye yardım ediliyor. Ben diyorum ki, Türkiye, Birleşmiş Milletler nezdinde bir uluslararası araştırma komisyonu kurulmasını teklif etsin. Herkes gelsin ve orada bu mesele konuşulsun. Biz bu kadar rahatız. Sorunun çözümü için önerileriniz nedir?; -Belgelere dayalı olarak konuşmayı öneriyorum. Belgeler dışında hiçbir şey konuşmayalım ve her şeyi belgeleyelim. Ermeni soykırımını kabul eden Sayın Halil Berktay veya Sayın Taner Akçam hangi belgelere göre konuşuyorlar? Osmanlı arşivlerine girmediklerini biliyorum. Halbuki yapılması gereken, belgelerle söylediklerini ispat etmektir. Bir iddia ortaya atıyorsanız, bunu kanıtlamak zorundasınız. Biz soykırım olmadığını belgeleyebilecek durumdayız. Onların elinde de soykırım yapıldığına dair bir belge varsa, bunu bugüne kadar ortaya koymaları gerekmez miydi?. Teşkilat-ı Mahsusa; Ne yabancı arşiv belgelerinde, ne de Türk arşiv belgelerinde Teşkilát-ı Mahsusa ile ilgili tek bir kelime bile yok. Teşkilát-ı Mahsusa çok küçük bir grup ve farklı bir sebeple teşkil edilmiş. Bunların görevi çok farklı. Katliamla filan uğraşacak ne vakitleri, ne de sayıları var. Belgeleriniz nerede; Ermeni soykırımını kabul eden Sayın Halil Berktay veya Sayın Taner Akçam hangi belgelere göre konuşuyorlar? Yapılması gereken, söylediklerini belgelerle ispat etmektir. Bir iddiada bulunuyorsanız, kanıtlamak zorundasınız. [Türk tarih Kurumu, Söyleşi, Hürriyet Gazetesi, 30.03.05, Erkan Kiraz, Email; erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Türk ve Ermeni Doktorlar..; Ciddi bir araştırmanın sonuçları, pazartesi günü Milliyet’te yayımlandı: “Türkler ve Ermeniler birbirlerine nasıl bakıyorlar?” Araştırmaya göre Ermenistan’da yaşayan Ermeniler, Türklere daha çok olumsuz bakıyor, Türkiye’deki Türkler ise Ermenilere daha ılımlı ve olumlu. (TESEV ile HASA’nın ortak araştırması) Araştırmanın en ilginç noktalarından biri, doktor sorunu. Ermenilerin yüzde 66.9’u hastalanırlarsa Türk doktorun kendilerine bakmasını istemiyor, Türkler de ise bu oran yüzde 22.9. Bunlar da Ermeni doktorun kendilerini tedavi etmesini istemiyor. Bu sonuç, bize rahmetli Prof. Dr. Hüsnü A. Göksel’in bir anısını hatırlattı. Prof. Dr. Göksel, Amerika’da Columbia Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışmaktadır, toraks cerrahisi bölümünün başasistanıdır, dahiliye başasistanı onu arar, akciğer kanseri olan bir hastanın acele ameliyatı gerekmektedir. Hüsnü Göksel, hastanın dosyasına bakar, adı “Mr. Edward Beybıyın”dır, “Bunun Türkçesi Yetvart Babayan olmalı!” der, hastanın odasına gider, tahmini doğru çıkmıştır, “Mr. Edward”, “Bay Yetvart”tır, konuşur, tanışırlar, sıra en önemli konuya gelir, Hüsnü Göksel, hastaya ameliyat edileceğini söyler, Yetvart Babayan sorar: “Kim yapacak ameliyatımı?” “Ben yapacağım!” Hasta, doktorun elini tutar: “Kusura bakma evlat, gönül koyma bana, gücenme, biz seninle toprak kardeşiyiz ama, b en sana ameliyat olmam! Bir Türk’ün bıçağı altına yatamam!” Peki, niçin? “Anlatmaya kalkarsam, ikimiz de rahatsız oluruz.” Anlatsa herhalde “tehcir” olaylarını anlatacaktır. Sonra doktorun elini avuçlarının içine alır: “Evlat, bana gücenmedin ya!” Dr. Hüsnü Göksel, bağlı olduğu bölümün başkanına gider anlatır, profesör “Olmaz öyle şey!” der: “Burada din, dil, ırk, mezhep, renk, milliyet, ayrıcalıklar ileri sürülemez. Senin hekimliğini beğenmeyebilir, cerrahlığını beğenmeyebilir, bilgini yetersiz bulup senin kendisini ameliyat etmemeni isteyebilir. Ama senin milliyetini ileri sürerek, ameliyatını başkasının yapmasını isteyemez. Ya sana ameliyat olacak, ya çıkıp gidecektir.” Hüsnü Göksel, akşam üzeri Yetvart Babayan’ın odasına uğrar, yatağı boştur, gitmiştir. Araştirmanin “Ermeniler”le ilgili bölümüne biz bir şey söyleyecek durumda değiliz, ama Türklerin yüzde 22.9’unun “Ermeni doktor istemem!” demesi bizi çok şaşırttı. İnsanlar “Kolsuz Agop” diye anılan Prof. Dr. Agop Kotoğyan’a muayene ve tedavi olmak için sıraya girmişse… insanlar, dahiliyeci Prof. Dr. Aram Sukyasyan’dan şifa bekliyorsa, kimdir bunlar, “Ben Ermeni doktora gitmem!” diyenler? Ayıp! Ayıp ki ayıp! [Hasan Pulur, Milliyet Gazetesi, 30.03.05, h.pulur@milliyet.com.tr, Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu; TARC, Turkish Armenian Reconciliation Commission. Türk ve Ermeni sivil toplum örgütleri temsilcileri tarafından kurulmuş. 2001 yılında Türk ve Ermeni sivil toplum örgütleri temsilcileri tarafından kuruldu.
Türkeş, Anıta Çelenk Koymayı Bile Düşündü: 12 yıl gizlenen görüşme-2: “Türkeş, Türklerle Ermenilerin 600 yıllık dostluğunun yeniden kurulması için elinden geleni yapmaya hazırdı. Yaptığımız beyin fırtınası çalışmalarında, sınıra üzüntü bildiren bir anıt dikmeyi ve hatta Erivan’daki soykırım anıtına çelenk koymayı bile düşünüp tartıştık”. Türkeş-Petrosyan görüşmesi saat 15.00’te başladı. Türkeş, Türkçe konuşuyor, oğlu Tuğrul rapor tutuyor, tercümanlar çeviriyordu. Ancak Devlet Başkanı’nın tepkilerinden Türkçe konuşmaları anladığı belli oluyordu. Türkeş, Ermenistan ile Türkiye ve Azerbaycan arasındaki gerginliğin aşılması için elinden geleni yapmaya hazır olduğunu belirten bir iyi niyet konuşmasıyla açtı görüşmeyi… Ankara’nın pozisyonunu anlattı. Öncelikli amacı, tansiyonu düşürmek, işgale son verilmesi için nabız yoklamak ve uzun vadeli bir ilişkinin önünü açmaktı. Petrosyan, cevap verirken “Cumhurbaşkanı Özal’ın, Başbakan Demirel’in ve bir muhalefet partisinin lideri olarak sizin aynı bakış açısına sahip olması, Türkiye’nin politikasındaki istikrarı gösteriyor” dedi. “Sovyetler’in çözülmesinden sonra Ankara, Türk cumhuriyetleriyle diplomatik ilişki tesis ederken Ermenistan’la diplomatik temasta geç kaldı, zaman yitirildi” diye yakındı. Öneriler Paketi: Bunun üzerine Türkeş, devam eden savaşla ilgili 6 maddelik bir öneriler paketi sundu: 1) Azerbaycan ve Ermenistan arasında hemen ateşkes sağlanması, 2) Ermeni askerlerinin Azeri topraklarından çekilmesi, 3) Her iki tarafın bugünkü sınırlar içinde birbirini tanıması ve diplomatik ilişki tesisi, 4) İç işlerine karışmadan ve toprak talebi olmaksızın temas, 5) Laçin koridorunun açılması, gözlemci heyetinin güvencesi ve denetiminde bulunması, 6) Karabağ sorununun ya daha sonraya ya da Minsk toplantısına bırakılarak meselenin ateşkes sonrası daha geniş zamanda ele alınması. ‘İpek Yolu Kuralım: Bu önerilerin ardından, Ermenistan’a dünyayla ticaret yapması için Türkiye’den transit kara ve deniz geçişi verilebileceğini söyledi. Sonra da daha kapsamlı bir proje önerdi: “Trans-Kafkasya Otoyolu”. İpek Yolu’nun ihyası anlamına gelen bu otoyol, Kafkasya’yı boydan boya kat edecek ve Ermenistan’dan geçecekti. Otoyola bir demiryolu da eşlik edecek, aynı hatta bir doğalgaz ve petrol boru hattı da yer alacaktı. “Müşterek gerçekleştirilecek bu proje başka işbirliklerine kapı açar. Sınırlar açılır, yurttaşlarımız serbestçe birbirine gidip gelir, ticaret yaparlar. Bu durum bölgeye de huzur ve refah getirir” dedi. Türkeş, bu görüşmede bir iyi niyet jesti olarak esirlerin karşılıklı serbest bırakılmasını sağlamayı umuyor, hatta derhal Erivan’a gidip hem Ermenistan’ı ziyaret etmeyi, hem de Azeri esirleri aldıktan sonra aynı uçakla Bakü’ye geçmeyi planlıyordu. Petrosyan, “Biz önşartsız ateşkesi kabul ederiz, ancak şunu anlayın ki benim şartlarım ve kamuoyu önündeki durumum Elçibey’inkinden daha zordur” diye konuştu. Karabağ’ın kendi ayrı yönetimi bulunduğunu belirtti. Buradakilerin çoğu zaman Ermenistan’la ters düştüklerini itiraf etti, “Ama onları da göz ardı edemeyiz” şeklinde konuştu. Tuğrul Türkeş’in izlenimine göre, “Görüşmede Petrosyan daha uzlaşmacı bir tavır içindeydi. Buna karşın Dışişleri Bakanı daha ihtiyatlıydı. Görüşmenin sonuna doğru, ilişkiler çok daha iyi bir yere gidebilecekken, Papazyan’ın Petrosyan’a Ermenice bir şeyler söylemesiyle konular ertelendi.” Papazyan Engeli: Petrosyan, “Biz önerilerinizi değerlendirelim” dedi ve 2.5 saat süren toplantı bitti. Türkeş, çıkışta Samson Özararat’a umutsuz konuştu: “Savaşın bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor” Daha sonra Hulusi Turgut’a anlattığı anılarında ise (“Şahinlerin Dansı”, ABC, 1995), “O görüşmede Papazyan bir karara varmamızı önledi. Bir ön anlaşma parafe etmeye imkân bırakmadı” diyecekti. Görüşmede bulunan Büyükelçi Tanşuğ Bleda da anılarında (Maskeli Balo, Doğan K., 2000) “Buluşmanın yarattığı olumlu hava ve sürecin sonu gelmedi” diye yazdı: “Daha Türkeş Paris’ten ayrılmadan Petrosyan’ın kontrol edemediği Taşnak güçleri Laçin koridoruna karşı saldırıya geçerek alınan tüm kararları geçersiz kıldılar.” ‘Sayın Türkeş, Dünya Tersine Mi Döndü?’: Alpaslan Türkeş, 12 Mart 1993 günü geldi Paris’e… Yanında oğlu Tuğrul Türkeş de vardı. De Gaulle Havaalanı’nda onları, görüşmeyi organize eden Samson Özararat ve Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Tanşuğ Bleda karşıladı. Elçinin makam arabasıyla büyükelçilik konutuna gittiler. Gece orada kalacaklardı. Türkeş, Paris’e gitmeden Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e haber vermiş, hatta Dışişleri’nden son gelişmelere ilişkin bilgi almıştı. Ayrıca Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey’e de haber yollanmıştı. Ertesi gün görüşme öncesi büyükelçilikteki öğle yemeğine Samson Özararat da davet edildi. Sofraya otururken, Büyükelçi’nin eşi Erel Bleda, Türkeş’i baş köşeye buyur etti. Türkeş de en itibarlı koltuk sayılan sağındaki koltuğa Özararat’ı davet etti. Erel Bleda, Türkeş’in kızı Ayzıt’ın liseden sınıf arkadaşıydı. Bu tanışıklığın verdiği samimiyetle espri yaptı: “Sayın Türkeş neler oluyor, dünya tersine mi döndü?” ‘Oğlunuz mu? Allah Bağışlasın!’: Türkeş-Petrosyan görüşmesi, 13 Mart günü öğleden sonra Ermenistan Devlet Başkanı’nın kaldığı Crillon Oteli’nde yapılacaktı. Concorde Meydanı’ndaki otelde zirve için özel bir oda hazırlanmıştı. Görüşmeye Türkeş’le birlikte Büyükelçi Tanşuğ Bleda, Elçilik Müsteşarı Menter Şahinler ve Tuğrul Türkeş katıldı. Ermenistan tarafında ise, Dışişleri Bakanı Vahan Papazyan ve Dışişleri danışmanı, tarihçi Gerard Libaridian vardı. Kapıdan girer girmez Türkeş, Petrosyan’la önce Büyükelçi Bleda’yı, sonra da oğlu Tuğrul’u tanıştırdı. İşte ilk hayret verici gelişme o anda oldu. Petrosyan önce İngilizce “Memnun oldum” dedi, sonra zihnini yokladı, Türkçeye döndü ve bir Ermeni Türkçesiyle: “Nasıl diyorsunuz?” dedi, “…Allah saklasın mı?.. Yok, yok… Allah bağışlasın…” Herkes şaşkına dönmüş, yüzler gülmüştü. Halep doğumlu olan Petrosyan, Antakyalı ailesinden hatırladığı sözcüklerle Türkçe konuşuyordu. Daha ilk adımda büyük jestti bu; Türkeş’in kamuoyundaki imajından dolayı Ermeni tarafındaki gerginliği de azaltan bir jest… ‘Sınıra Anıt Dikmeyi Konuştuk’: Samson Özararat anlatıyor: “Paris dönüşü Türkeş’le birkaç kez yeniden buluşup neler yapılabileceğini konuştuk. Kesin bir plan yapmadık. Bu, bir tür beyin fırtınasıydı. Değişik seçenekleri konuştuk aramızda… Karşılıklı diyaloğun çoğaltılmasını, gidip gelen heyetlerin artırılmasını düşündük. Sınırın açılmasını ve halklar arasında karşılıklı ziyaretlerin yapılmasını… Hatta bir ara Türkeş’in Erivan’daki soykırım anıtına çelenk koymasını bile tartıştık. Türk-Ermenistan sınırına 1915’te ölenlerin anısına müşterek bir anıt dikilmesi de konuşuldu. Anıtın Ermenistan’a bakan yüzünde Türkçe, Türkiye’ye bakan yüzünde ise Ermenice ‘Verdiğimiz acılardan dolayı üzgünüz’ yazacaktı.” Gerard Libaridian Anlatıyor: ‘Dönüm Noktasıydı’: Ermenistan’ın o zamanki Devlet Başkanı Ter Petrosyan’ın Dışişleri Danışmanı ve Dışişleri Bakanlığı 1. Bakan Yardımcısı, tarihçi Gerard Libaridian’a toplantıya dair bugünkü fikrini sordum. Şöyle dedi: “Harika bir toplantıydı. Çok önemliydi. Türkiye ile Ermenistan arasındaki devlet devlete ilişkiler açısından bir dönüm noktasıydı. Hele Türkiye’nin politik yelpazesinde Türkeş’in pozisyonu düşünülürse bu toplantı bizim için, daha popüler bir yetkiliyle görüşmekten de önemliydi. Türkiye’yle ilişkileri önkoşulsuz olarak normalleştirmek isteyen Ermenistan için Türkeş gibi bir liderin desteği çok önemliydi. Türkeş, devlet ilişkilerinin ve komşuluğun önemini bilen, sorunlara pratik çözümler arayan, son derece iyi niyetli bir devlet adamı pozisyonundaydı. Önce ateşkes ilan edip sorunları sonra ele alma önerisi de son derece gerçekçiydi. Bizi çok etkilemişti. Papazyan Değil, Elçibey: Neden bir çözüm çıkmadı? Türkeş, Dışişleri Bakanı’nı suçluyor. Sorun Papazyan değildi. Devlet Başkanı ile Dışişleri Bakanı arasında bir anlaşmazlık da söz konusu değildi. Tersine çok da yardımcı oldu Papazyan. Asıl sorun şuydu: Biz, Ermenistan-Türkiye ilişkileriyle Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri arasında bağlantı kurulmasını istemiyorduk. Ancak Türkeş’in sunuşundan bu ikisinin bağlantılı ele alındığı görülüyordu. İkinci bir sorun daha vardı: Sayın Türkeş Türkiye’deki ve hatta Azerbaycan’daki yönetim adına konuşuyor gibi görünse de, özellikle ateşkese dair söylediklerinin Azerbaycan yönetiminin yaklaşımını yansıttığı kanısında değildik. Çünkü o dönemde ateşkes için pek çok öneri olmasına rağmen Elçibey bir ateşkes ilanına razı değildi. O bir askeri zaferle sonuca gitmeyi umuyordu. O yüzden Sayın Türkeş’in ve Türkiye hükümetinin iyi niyeti, Azerbaycan’ın ateşkes ilanına yeterli değildi. Ya diğer konular? Esir değişimi, karşılıklı iyi niyet jestleri yapmak… Bunlar temel konular değildi. Eğer Ermenistan hükümeti tarih konularını aşıp onun üzerinden geçerek ‘Bakın biz komşuyuz, bağımsız devletleriz, normal ilişkiler kurmalıyız’ diyebilseydi, bu, Azerbaycan ve Karabağ sorunu da dahil diğer sorunların da çok daha kolay yoldan çözümünü sağlayabilirdi. Ermenistan bunu yapamadığı gibi, Türk hükümeti de 1993’ten beri ne yazık ki diğer sorunlarımızın çözümünü Karabağ sorununa bağladı. Bu da zaten karmaşık olan bir sorunu daha da karmaşıklaştırdı. O buluşmadan bugüne nasıl bir ders çıkarabiliriz? Türkeş orada büyük bir devlet adamı pozisyonu gösterdi. Şunu gördük: Türkiye -hem de politik yelpazesinin bütün unsurlarıyla- devlet devlete temasa ve iyi komşuluk ilişkilerine hazır. Önerileri var. Bunları tartışmaya ve bizim karşı önerilerimizi dinlemeye hazır. Bugün bu niye yapılamıyor? Cesaret ya da samimiyet sorunu mu var? Hayır, şimdiki hükümetin de samimiyetle çözüm aradığını görüyorum. Çok zor bir sorunla baş etmeye çalışıyorlar. Ancak burada samimiyetten ziyade yaklaşıma ilişkin bir sorun var. O sorunun kökeninde de Türk dış politikasının Ermenistan’la ilişkileri Karabağ sorunuyla ilişkilendirme geleneği yatıyor. [Can Dündar, Email: can.dundar@e-kolay.net, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Türkeş, Atatürk’ün İmzasını Hatırlattı: 12 Yıl Gizlenen Görüşme–1: 12 yıl önce MHP lideri Türkeş ile Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan’ı Özararat buluşturdu. Atatürk’ün imzasını bir Ermeni’nin çizdiğini Türkeş’ten öğrenmek, Özararat’ı şaşkınlığa uğrattı. Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurulması için çaba harcanıyor bugün… Taraflar doğrudan ya da dolaylı nabız yokluyor. Ancak süreç çok yavaş işliyor. İki tarafta da cesaret sorunu var. İki taraf da kendi “milliyetçiler”inin tepkisinden çekiniyor. Oysa bu konuda en cesur adım, bundan 12 yıl önce atılmıştı. Adımı atanlardan biri Türkiye ile ilişkilere sıcak bakan Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’dı. Diğeri ise “milliyetçilerin başbuğu” Alpaslan Türkeş… Türkeş, Ermeni bir arabulucu vasıtasıyla 1993 yılı martında Fransa’da gizlice Petrosyan’la buluştu ve en hassas konuları konuştu. Bu görüşme uzun süre basından ve kamuoyundan gizlendi. İzleyen tarihlerde Türkeş başka Ermeni temsilcileriyle de gizli temaslar kurdu. Devrede yine aynı arabulucu vardı. Geçen hafta Salzburg’da düzenlenen “Türk-Ermeni tarihçileri buluşması”nda tanıştım o arabulucuyla… 12 yıl önceki toplantıda konuşulan konular ve çekilen fotoğraflar kendisine emanet edilmişti. O da bu emaneti yıllarca özenle saklamıştı. Ancak bugün iki tarafın milliyetçilerince gerilen ortamda bu önemli buluşmayı anlatmanın yararlı olacağını anlattım. Hak verdi. Tuğrul Türkeş’ten ve Ter Petrosyan cephesinden izin aldı. Ve bu yazı dizisinde göreceğiniz fotoğraflarla, okuyacağınız anıları Milliyet’e verdi. Bu dizide, hem istenirse taraflar arasında nasıl ortak paydaların yaratılabildiğini hem de 12 yıl önce nasıl büyük bir fırsatın kaçırıldığını okuyacaksınız. Samson Özararat Anlatıyor: ‘600 yıllık ilişkinin kazası’. 1993 başıydı. Ermenistan bağımsızlığını ilan edeli 2 yıl olmuştu. Erivan’a Rus yardımı kesilmiş, ülke kış ortasında buğdaysız kalmıştı. Amerika’dan gönderilen yardım ulaşana kadar ekmek kıtlığı baş gösterecekti. Samson Özararat, o dönem Fransa’da, Avrupa’dan Ermenistan’a giden insani yardımları organize eden bir derneğin başkanıydı. Bu krizden bir işbirliği fırsatı yaratmayı düşündü: “Acaba Ermenistan’a gereken buğdayı Türkiye ödünç veremez miydi?” Bu adım, Erivan’da bir sempati yaratırdı. Önerisini “en üst düzeyde” Türk yetkililere aktardı: “100 bin ton buğdaya ihtiyaçları var. Siz 200 bin ton yollayın, ilişkilerin önünü açın” dedi. Türkiye kararsızlandı bir süre… “Milliyetçiler”in ve Azerilerin tepkisinden korktu. Bakü’nün nabzı yoklandı. “Ekmek söz konusuyken düşmanlığın lafı olmaz” cevabı geldi. Bunun üzerine -biraz gecikmeyle- Erivan’a 41 bin ton buğday gönderildi. İşte o dönemde Özararat, iktidarı tedirgin eden “Milliyetçiler buna ne der?” tepkisini bertaraf etmek niyetiyle bir temas arayışına girişti. Madem ki engel olarak “milliyetçiler” görünüyordu, o halde önce onları ikna etmeliydi. Sorun ancak zıt kutupların birbirine yaklaşmasıyla çözülebilirdi. Bir kutup, Alpaslan Türkeş’ti. Önce Türkeş’in özel sekreteriyle tanıştı: “Türkeş’le bu konuları konuşmayı arzu ediyorum” dedi. Bunun üzerine onu Paris’te Türkeş’in yakını bir emekli generalle tanıştırdılar. Derdini ona da anlattı. Birkaç gün sonra haber geldi: “Türkeş sizi bekliyor!” Sözü Türkeş aldı: 1993 Şubat’ında Özararat Ankara’ya gitti. Sürmeli Oteli’ne yerleşti. Öğrencilik yıllarını geçirdiği Ankara’yı dolaştı biraz… Huzursuzdu. “Ben eski ODTÜ’lüyüm. Sol sempatizanıydım. Türkeş’e karşı kin doluydum. Aklımdan hep eski dönemler geçiyordu. Korkuyordum. Sıkıntıdan midem bozuldu. Buluşmaya karnımda korkuyla gittim yani…” Sonra MHP’liler aldı kendisini… Bir eve götürüldü. Orada çay içtiler. Bir süre sonra oradan kalkıp başka bir eve gittiler. Bir çay da orada… Yine ev değişikliği… Oradan gelip Tuğrul Türkeş aldı kendisini… Nihayet Esat’taki işyerine geldi MHP lideri… Yanında bir milletvekili vardı. Özararat kendisini tanıttı, niyetini anlattı. Ve sözü Alpaslan Türkeş aldı: “Konuşmasının başında, Türkiye-Ermeni ilişkilerini geniş bir perspektiften anlattı. ‘Türklerin Ermenilerle ilişkisi 1915’te başlamamıştır. 600 senelik bir müşterekliğimiz var. Birlikte türküler, yemekler icat ettik. Kız aldık verdik’ dedi ve bana sorular sormaya başladı: ‘Malazgirt Savaşı’nı Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musun? ‘İstanbul’un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberin var mı? ‘Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla açtırdığından haberdar mısın? ‘Çanakkale’de Atatürk’ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musun? ‘Atatürk’ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydun?'” ‘Atatürk’ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini duymuş muydun?'” ‘Parmağımı Isırdım’: Özararat, üst üste gelen bu sorular karşısında şaşkına dönmüştü. “Ben Türkiye’de okudum ama bunların hiçbirini duymamıştım” dedi. Bunun üzerine Türkeş şunları söyledi: “Tarihe böyle geniş bir perspektiften bakmak lazım. 1915 bu 600 yıllık ilişkinin bir kazasıdır. Olaylarda yabancı devletlerin çok dahli vardır. Buradaki insanları kullanmak istemişlerdir. Bizimkilerin de kabahatleri var, ama şimdi yapılması gereken bu kazayı telafi edip eski dostluğu devam ettirmektir.” Özararat, ilk defa Türkiye’den birisinden böyle bir yaklaşım işitiyordu. Üstelik konuşan, “milliyetçilerin başbuğu” olarak bilinen adamdı. Şaşırmıştı. Parmağını ısırıyordu. Türkeş “Ne yapıyorsun?” diye sordu. “Duyduklarım doğru mu, rüya mı görüyorum diye parmağımı ısırıyorum” dedi Özararat… Bunun üzerine Türkeş, Özararat’ı yanına çağırdı, yanaklarından öptü, “Çok dobra insanmışsın” dedi. ‘Anlatsam, İnanmazlar’: Konuşma bitince Özararat, “Sayın Türkeş” dedi, “…Ben yetkisiz bir insanım. Bu dinlediklerimi anlatsam kimse inanmaz. Ama Ermenistan’dakilerin bilmesinde yarar var. Bu söylediklerinizi Ermenistan Cumhurbaşkanı’na da söyleyebilir misiniz?” “Tabii söylerim” diye yanıtladı Türkeş… Özararat, “Petrosyan, martta Paris’e gelecek. Kendisiyle görüşeyim, belki orada buluşabilirsiniz” diyerek ayrıldı. Hemen telefon başına koştu. Önerisini Petrosyan’a iletti. Erivan, teklifi incelemeye aldı. Tereddütteydiler. MHP’nin geçmişi ürkütücüydü. Üstelik partinin oyu yüzde 10’un altındaydı. O yüzden bu görüşmenin etkili olup olmayacağından emin değildiler. Özararat, “MHP’yi ikna etmek önemli” diye ısrar etti. Aynı sıralarda Türkeş de hem devleti hem de Azerbaycan yetkililerini gelişmelerden haberdar ediyordu. Böyle bir diyalogun, sürmekte olan Azeri-Ermeni savaşına da çözüm getirebileceği umuduyla herkes destek verdi. Üstelik ortada bir de karşılıklı esirler sorunu vardı. Nihayet Erivan’dan da görüşme kararı çıkmasıyla Paris buluşması kesinlik kazandı. Paris’te Bir Otelde: Türkeş 12 Mart’ta geldi Paris’e… Kendisini Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in talimatıyla de Gaulle Havaalanı’nda Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Tanşuğ Bleda ile birlikte Samson Özararat karşıladı. Büyükelçinin arabasıyla Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’ın kaldığı Crillon Otele geldiler. Samson Özararat, Türkeş’in arabasının kapısını açarken heyecan içindeydi. 1915’ten beri ilk kez Türkiye Cumhuriyeti, Ermenistan’la hem de en üst düzeyde görüşecekti. Ve bu görüşme, onun girişimi sayesinde başarılmıştı. Türkeş Görüşmeye Geliyor: 12 Mart 1993… Paris’te Concorde Meydanı… Crillon Oteli’nin önü… MHP lideri Alpaslan Türkeş, Paris’teki Türk büyükelçisinin arabasından iniyor. Kapısını tutan Özararat gülümsüyor. Birazdan Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’la buluşacaklar ve bu, bir ilk olacak. Samson Özararat Kimdir?: 1951 Konya doğumlu. Konya 19 Mayıs İlkokulu’ndan mezun oldu. Merasimlerde mehter takımı davulcusu idi. Ortaokulu İstanbul’da Saint Joseph’te, liseyi Ankara Fen Lisesi’nde okudu. Fen Lisesi’nde öğrenci birliği başkanıydı. 1970’lerin başında ODTÜ’de Endüstri Mühendisliği’ndeydi. 12 Mart döneminde yurtlardaki eylemlere katılıp stadyuma kapatılan öğrenciler arasındaydı. Yargılandı, beraat etti. 1974’te mezun olduktan sonra Türkiye Elektrik Kurumu’nda mühendis olarak çalışmaya başladı. Aynı dönemde yine ODTÜ’de iş idaresi dalında master yaptı. Ardından İstanbul’da Sabancı Holding’de (KORDSA) proje mühendisi olarak çalıştı. Askerliğini 1979-80 yıllarında Deniz Harp Okulu Yön Eylem Araştırması bölümünde öğretim üyesi olarak tamamladı. 1980’de bir Fransız’la evlendi, Fransız vatandaşı oldu ve Nice’e yerleşti. İki çocuk sahibi oldu. 25 yıldır Fransa’da. Halen Ermenistan’a Avrupa’dan yapılan yardımları koordine eden “SOS-ARMENIE” adlı bir yardım kuruluşunun başkanı. Hem Fransız, hem Ermenistan pasaportu taşıyor. Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’a danışmanlık yaptı. Hem Ankara’da hem Erivan’da devletin üst düzey yetkilileriyle görüşebilmesiyle tanınıyor. [Can Dündar, Email: can.dundar@e-kolay.net , Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Türkiye’nin Mavi Kitap Girişimi: Bundan dört yıl kadar önce Türklerin soykırım yaptığını tanık ifadelerine dayanarak anlatan ‘Mavi Kitap’ın yeni baskısının tanıtımı için Ermeniler İngiltere Lordlar Kamarası’nda bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda soykırım suçlamaları tekrarlandı ve Türk ulusuna yönelik ağır eleştiriler yapıldı. Bu toplantı İngiltere’de yaşayan Türkleri isyan ettirdi. Çünkü ‘Mavi Kitap’ 1916 yılında Wellington House adlı İngiliz gizli servisine bağlı Savaş Propaganda Bürosu tarafından hazırlattırıldı. Aynı tür suçlamaları içeren bir başka kitap da Almanlar için yazdırıldı. Amaç, İngiltere’nin savaş halinde olduğu Alman ve Osmanlı İmparatorlukları’nın prestijini sarsmak, Amerika’yı tahrik ederek savaşa sokmaktı. İngiltere bunda başarılı oldu ve Amerika Birleşik Devletleri 1917 yılında savaşa girdi. Savaştan sonra 1925 yılında Almanya İngiltere’ye başvurarak bu kitabın propaganda amacıyla hazırlattığını ve gerçekleri yansıtmadığını dünyaya açıklamasını istedi. İngiltere, Dışişleri Bakanı aracılığıyla bu kitabın düzmece olduğunu açıkladı. Ama Türklerle ilgili ikinci düzmece kitap olan ‘Mavi Kitap’ ortada kaldı. Bu toplantıdan sonra İngiltere’de yaşayan bir işadamı, emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ı aradı ve durumu anlattı. Kendilerinin de Lordlar Kamarası’nda aynı tip bir toplantı düzenleyeceklerini söyledi, kendisinden bir konuşma yapması istedi. Öneriyi kabul eden Elekdağ, bu toplantıya gidip konuştu ve ‘Mavi Kitap’ın doğruları yansıtmadığını, propaganda amacıyla hazırlatıldığını, bunu kitabın yazarlarından Toynbee’nin de itiraf ettiğini anlattı. Elekdağ toplantıda daha ilginç bir gerçeği de dile getirdi. 1920 yılında İngilizler İstanbul’u işgal ettikleri zaman ilk yaptıkları işlerden biri Osmanlı arşivlerine el koymak oldu. İngilizler hiç zaman yitirmeden 144 Osmanlı yöneticisiyle milletvekilini de tutuklayarak Malta’ya gönderdi. Amaçları, Osmanlı arşivlerinden ele geçirecekleri belgelere dayanarak bu insanları Ermeni soykırımını yapmak suçundan yargılamaktı. Bu nedenle Malta’da bir mahkeme kurdular. Ancak İngilizler bütün çabalarına rağmen bu insanları suçlayacak belge bulamadılar. Amerikalılara başvurdular, onların arşivlerini taramak istediklerini bildirdiler. Ancak ABD arşivlerinde de bir belge çıkmadı. Oysa o sırada kendi hazırlattıkları Mavi Kitap ellerindeydi. Ama düzmece olduğunu bildikleri için o kitabı delil olarak kullanamadılar. Bu arşiv tarama tam iki yıl sürdü. Bu süre içinde Türkler Malta’da tutuklu kaldılar. Sonra çaresiz bunların hepsi serbest bırakıldı. Meclis, iki-üç gün önce İngiltere Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’na bir mektup göndererek, İngiltere hükümetlerinin bile ciddiye almadığı ‘Mavi Kitap’ın gerçek bilgiler içermediğinin, savaş propagandası amacıyla hazırlattırıldığının dünyaya açıklanmasını istedi. Bu önemli ve haklı girişimdir. Bu girişim hiç kuşkusuz Ermeni diasporasını ve Erivan’ı çok rahatsız edecek. Bu doğaldır. Doğal olmayan bazı Türklerin bundan rahatsız olmasıdır. [Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 18.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Türkiye’den ABD’ye 4 Mesaj’dan Biri: Dişişleri Bakanlığı Müsteşarı Ali Tuygan, 13-15 Nisan tarihleri arasında Washington’a yaptığı ziyaret sırasında, ABD Kongresi üyeleri ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nicholas Burns’a, 4 konuda önemli mesajlar verdi. Soykırım: Tuygan’ın en önemli mesajı, sözde “Ermeni Soykırımı”nın 90. yıldönümü nedeniyle Ermeni lobisinin ABD’deki faaliyetlerini artırmasına yönelik oldu. Tuygan, Türk toplumunun son derece hassas olduğu bu konunun ABD Kongresi’ne gelmesi halinde, bunun Türk-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyeceğine vurgu yaptı. [Uğur Ergan-Ankara. Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 20.04.05, Şirintepe-İzmit].
Türkiye’nin Önerisine Ermeni Tarihçiler Ne Diyor?: 24 Nisan’a doğru Türkiye ve Ermenistan’da “1915 tartışması” yoğunlaştı. Her iki tarafta da derin önyargılar ve haksızlığa uğramışlık duygusu var. Her iki tarafın milliyetçileri de bu tarih üzerinden politika yapıyor. Bir de çözüm arayanlar var. Onlar her iki tarafta da hırpalanmayı göze alarak, tarih bilinciyle tarihi aşmayı öneriyor. Ve bu sayede her iki tarafta da “halet-i ruhiye” yavaş yavaş değişiyor. Müge Göçek Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okuduktan sonra ABD’ye, Michigan Üniversitesi’ne gitmişti. Ronald Grigor Suny de orada Chicago Üniversitesi’nde profesördü. 1989’da tanıştılar. Müge, Ron’un tanıştığı ilk Türk’tü. Ortak kültürün mirası, önyargılara ağır bastı, anlaştılar. 1999’da Müge, Ron’u bir konferans için Türkiye’ye davet etti. Önce çekindi Ron; hatta annesi asla gitmemesini söyledi. Endişeyle geldi Türkiye’ye… Koç Üniversitesi’nde bir konferans verdi. Anlattıklarının ilgiyle dinlendiğini fark etti. Dönüşte Müge ile Ermeni ve Türk tarihçileri buluşturacak bir platform kurmaya karar verdiler. WHATS (Türk-Ermeni Uzmanlar Atölyesi) böyle doğdu. “Soykırımı tanısınlar”: Önce Ermeni tarihçileri davet ettiler. İlk akla gelen isim diasporanın önde gelen tarihçilerinden Richard Hovannisian’dı. Radikal görüşleriyle tanınan Hovannisian “Bir şartla gelirim” dedi: “Katılacak Türkler soykırımı tanıdıklarına dair yazılı belge verirse…” Oysa Müge, çözümü zorlaştırdığı için “soykırım” sözcüğü kullanmıyordu. Ron, Müge’den önce tepki gösterdi: “Böyle bir koşul konursa ben bile imzalamam.” İlk toplantı 2000’de Michigan’da radikaller olmadan yapıldı. Liberal Ermeni tarihçiler, kendilerini protesto eden milliyetçileri “ırkçılık”la suçladı. Ermeni akademisyenler arasında büyük tartışma yaşandı. Ardından ilginç bir gelişme oldu. 2001’de Hovannisian yine bir üniversitenin davetiyle Türkiye’ye geldi. Türk tarihçilerle tanıştı. Gerginlik yaşanmadan tartışabildiklerini gördü. Bir sonraki toplantı onun da katılımıyla yapıldı. Şimdi WHATS’ın gelecek toplantılarının İstanbul’da ve Erivan’da yapılması planlanıyor. “İnkârcılar”: Tanışıp konuşmanın hikmeti bu… Salzburg’da 3 gün izlediğimiz toplantı daha çok liberal tarihçilerle milliyetçiler arasındaki çekişme ile geçti. Türk hükümetinin “Tarihçiler buluşsun” çağrısı da tartışıldı. “İnkârcılar”ı (bu, soykırımı tanımayanlara verilen ad) da tartışmaya katmanın ortamı politikleştireceği endişesi dillendirildi. Toplantıda liberal Ermeni tarihçilerden, bir dönem Ermenistan Devlet Başkanı Leon Petrosyan’ın danışmanlığını da yapmış Gerard Libaridian’a Türkiye’nin önerisini sordum: “Bu olumlu bir adım” dedi. Ancak bu işin devlet tarafından atanmış tarihçilerle yapılmaması gerektiğini söyledi. Böyle olmasının, işin içeriğini gölgeleyeceğinden endişeliydi. “Ermeni tarafı bunun hangi koşullarda gerçekleşebileceğini incelemelidir” dedi. Muhtemelen Erivan’dan da benzer bir cevap gelecek. Soykırımın tanınmasının buluşma için bir önkoşul olmayacağı anlaşılıyor. Diyalog kapıları açılıyor. Açıldıkça iki tarafta da farklı sese tahammül artıyor ve tartışmanın zemini doğuyor. Dileriz 90. yıl buna hizmet eder. [Can Dündar, Email: can.dundar@e-kolay.net, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 18.04.05, Şirintepe-İzmit].
Türklerin Beyaz Saray Önündeki Protestosunu Provoke Etmek İstediler: ABD’deki Türk toplumu üyeleri, Ermenilerin soykırım iddialarının yıldönümü kabul ettiği 24 Nisan tarihinde, Beyaz Saray’ın önünde bir protesto gösterisi düzenledi. ABD’nin dört bir tarafından gösteri için gelen bine yakın Türk, Azeri ve Kıbrıslı Türklerden oluşan grup, Beyaz Saray’ın karşısında bulunan Lafayette Park’ta, önceden polisten alınan izin çerçevesinde barışçı bir protesto gösterisinde bulundular. Amerikan polisinin güvenlik önlemleri aldığı gösteri, İstiklal Marşı ve Amerikan ulusal marşının okunmasıyla başladı. Ermeni terör örgütü ASALA’nın öldürdüğü şehitler için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Gösteride, ABD’nin önde gelen insan hakları savunucularından, avukat Bruce Fein da Ermeni tezlerinin geçersizliğine ilişkin bir konuşma yaptı. Göstericilerin arasına sızarak Ermenilerin tezlerini savunan bir bildiri dağıtmaya başlayan Ermeni asıllı bir Amerikalı, güvenlik güçlerini harekete geçirdi. Olay çıkmaması için Türkler birbirini uyarırken, Amerikan polisinin ikazları üzerine, Washington makamlarından izin almadan bildiri dağıtmaya kalkan kişi ve birkaç yandaşı, gösteri alanından uzaklaştırıldı. Türklerin elindeki pankartlarda, bugüne kadar soykırımı tanımadıkları için ABD’ye teşekkür eden yazılar dikkat çekti. Törende Türk, Amerikan, KKTC ve Azerbaycan bayrakları göze çarptı. Birkaç Ermeni asıllı Amerikalının, Türkler’in bulunduğu parkın karşısında, ellerinde Türkiye karşıtı pankartlar tuttuğu görüldü. [Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 25.04.05, Şirintepe-İzmit].
Two Chapels Sanctified in Village of Lali: Yerevan (Noyan Tapan)-Two chapels in the borderland village of Lali in Armenia’s Ijevan region, destroyed many years ago, were reconstructed only recently through the enterprise of villager Andrey Badirian. Assisting him in his noble mission were fellow-villagers and a Diasporan benefactor Jean Vartan. The chapels were sanctified on August 14 by Archbishop Mesrop Ashjian. Attending the ceremony were Tavush’s Governor Armen Ghularian, Ijevan’s Mayor Varuzhan Nersissian, former residents of Lali who had arrived from other regions of the republic as well as from Moscow. [Resource: Internet, Derivd By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Umarım 100’üncü Yılı İstanbul’da Anarız: Prof. Dr. Murat Belge, Ermeni sorununun çözümü için iki toplumun birbirini daha iyi tanıması gerektiğini savunuyor. “Ermenistan’ı resmen tanımak, sınırları açmak gerek. Aslında birbirimize çok benziyoruz” diyen Belge, 1915 olaylarının 100’üncü yılında da İstanbul’da anma töreni yapılmasını umuyor. Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan olaylarından biri, 1915 olaylarının 90’ıncı yıldönümü nedeniyle Erivan’da bulunan Prof. Dr. Murat Belge’nin maruz kaldığı “şaraplı saldırı”ydı. Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Başkanı ve Radikal gazetesi yazarı Belge, olayı büyük bir olgunlukla karşıladı; gömleğini nasıl ücretsiz temizlettiğini, dökülen bir kadeh yerine ikram edilen bir şişe şarabı nasıl içtiğini yazdı. Belge gerçekten hiç sinirlenmemiş. “Mahallenin delisi” olarak tabir ettiği adamın yaptığını anlatırken gülümsemeden de edemiyor. Belge’yi Kuştepe’deki Bilgi Üniversitesi kampusunda ziyaret ettik. Saldırıyı, anıta çiçek koyarken niçin gözyaşı döktüğünü ve neden “Birleşmiş Milletler’in tanımına göre 1915 olayları soykırımdır” dediğini kendi ağzından dinledik. Nasıl geçti Erivan günleri?: Bir kere benim için çok yeni değil Erivan, bu üçüncü gidişimdi. Ama Ermeni soykırımı bağlamında ilk gidişim. Başka ülkelerde bu konuyla ilgili yapılan toplantılarda bulunmuştum. Orada olan insanların bir kısmını şahsen, bir kısmını da ismen tanıyordum. Tabii bir de 1915 olaylarının 90’ıncı yıldönümü törenleri vardı. Onu ilk defa görüyorum. Oraya gittim ve o anıta (Ermeni Soykırım Anıtı) çiçek bırakma sürecinde ben de bulundum Tören nasıldı?: Çok etkileyici. Kim olsa, nereden gelirse gelsin etkilenir ve etkileniyor. Çünkü orada 100 binlerce insanın kederini görüyoruz. Ama Türk olarak oraya gidince, insanın sırtına bir şey ister istemez basıyor. Ben kendimi şahsen sorumlu görmesem de herhalde Malezyalı bir adamdan daha farklı bakıyorum. O da elimde değil. 700-800 bin, bazen 1 milyon kişi oraya geliyor o gün. Bu azımsanır bir rakam değil; müthiş bir şey. Tören de bizim bildiğimiz törenlerden değil. Bağırtı çağırtı, askerler, resmi geçit falan yok. İnsanlar ellerinde çiçeklerle uzun bir yol yürüyerek geliyorlar. Sıraya girip anıttan içeri giriyorlar. Çiçeklerini bırakıyorlar. Sabah başlıyor, gece yarısı olana kadar devam ediyor. “Herkes birbirinin ağzına bakıyor, ‘genosid’ lafı çıkacak mı diye” Siz bu konudaki yazılarınızda daha çok “kıyım” sözcüğünü kullanıyorsunuz. Erivan’da ise “Birleşmiş Milletler tanımına göre soykırım denilebilir” dediniz…: Bu, 1915’te olduğu zaman böyle bir kelime yoktu. Genosid kelimesini (Raphael) Lemkin 1948’de falan icat etti. Biz de “kıyım” diyerek büyüdük. Ermeniler de “felaket” anlamına gelen Ermenice bir kelime söylediler. Onlar da genosid demedi. Bugün normal konuşan bir Ermeni de o kelimeyi kullanır. Ama bir zaman sonra “Bu genosiddir” iddiası başladı ve “siyaseten doğru” olmak isteyen bir Ermeni buna artık genosid demek durumunda. Benim o gazeteye söylediklerim kısmen kırpılmıştı; herhalde yer bulamadılar. Söylediğim şu: 1948’de yapılan bir genosid tanımı var. Kabaca “Bir topluluğu şu şu nedenlerle, yalnız o topluluğa mahsus olmak üzere, bir kısmını veya tamamını yok etmek üzere bir şey yapmak” olarak tanımlanıyor. Tanım buysa, 1915 evet genosiddir. Hürriyet gazetesinde de “900 küsur bin kişi tehcir edildi” gibi bir haber çıktı. Bu, başlı başına bir genosiddir. Bütün mesele de bir kelime üzerine dayanıyor.: Ve daha da çözümsüzlüğe doğru gidiyor. Bir toplantıda ben “Bana göre bu genosid değil” diyorum. Yarısı, “Ha. Bu o namussuzlardan biriymiş” diyor ve sonra hiçbir dediğimi dinlemiyor. Sadece birbirimizin ağzından genosid lafı çıkacak mı diye bakıyoruz. Türkler ve Ermeniler arasında bir de şu ayrım var: Ermeniler işi bütün bağlamından soyutlayıp “1915’te bu emir verildi ve ne oldu?”yu konuşmak istiyorlar. Onları ilgilendiren bu. Türkler de bunun evveliyatı, sonrası, “Onlar bize ne yaptı?”sında. Bir tarafta olay, öbür tarafta bağlam. Bu da ayrı bir çözümsüzlük ve diyalog kopukluğu yaratıyor. Hükümetin tutumunu nasıl buluyorsunuz?: Hükümetteki bireylerin bu konuyu iyi bildiğini sanmıyorum. Türkiye’de bu konu iyi bilinmiyor zaten. Deneyimli olanlar bilerek saklıyor ama bu hükümet bilerek saklıyor gibi gelmiyor. Bilmediklerinden böyle konuşuyorlar. n Sizin bu konu için çözüm öneriniz nedir? Bunun olduğunu kabul etmek lazım. Ama bu da gecikecek gibi görünüyor. Bu kabul kararını verecek adamlar şimdiye kadar öyle bir dille konuştular ki, bu saatten sonra “Yanlış yapmışız” demeleri zor. Bunun iki toplum arasında dostane biçimde tartışılması lazım. Onun için ben Ermenistan’ı resmen tanımak, sınırları açmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanların birbirini görmesi, sipsivri dişleri, kuyrukları olmadığını anlaması gerekiyor. Üstelik bu tanışma gerçekleştiğinde, bizim Ermenilerle Yunanlılardan da çok benzeştiğimiz görülecek. Ermeniler bizim gibi duygusal, dostluğuna sadık insanlardır. 90’ıncı yıl böyle geçti. 100’üncü yılda neler olacak acaba?: Umarım 100’üncü yılı İstanbul’da anarız. Üzerime şarap dökülünce çok kişi ‘Oh olsun’ demiştir. Erivan gezinizden en çok ses getiren de herhalde şarap dökme olayı oldu.: Gazeteci arkadaşlar vardı. O adamcağız önceden tespit etmiş Türk olduklarını, saldırmış. Aynı masada oturuyoruz. Tekrar onları görünce “Turco” falan diye bağırdı. Birden bir el geldi ve bardağımı alıp şarabı başıma döktü. Hırant (Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hırant Dink) fırladı, adam da kaçtı. Adamın yüzünü bir anlık görebildim. Pek sağlam bir adam değildi. Belli ki mahallenin delisi bir adamdı. Şikayetçi bile olmadınız. “Beni çok sevdi herhalde, kendisi için kutsal olan şarapla beni vaftiz etmek istedi” gibi esprili bir dille yaklaştınız. Ama burada hayli gürültü patırtısı oldu.: Türkiye’de, insanlara genel olarak sansasyon lazım. Hele bir de Ermenistan’a gitmişsin, Ermeniler sana bir Türk olarak saldırdılar. Bu bizim beklediğimiz bir şey. Bir de ben onların acısını paylaşmak için giden ve hep Ermeni kıyımının olduğunu söyleyen bir Türk olduğum için bana da “Oh olsun” deme imkanları oldu. “Aşırı milliyetçilerin akli dengelerinin çok yerinde olmadığına inanırım” Türk basını hiç üzerinize gelmedi ama…: Ama çok kişi içinden geçirmiştir. İşte “Gör Ermenileri” falan demişlerdir. Yine de genel olarak bu yıldönümünde bizim alışık olduğumu refleksler gösterilmedi. Belki de bu işi yumuşatma eğilimi var. Siz adamın akli dengesi yerinde olmadığı için mi şikayetçi olmadınız?: Adamın akli dengesi yerinde olabilir. Bu aşırı milliyetçilerin zaten hiçbir zaman akli dengelerinin çok yerinde olduğunu düşünmem. Ermenistan’da Ermeni bir adamın Türklere karşı büyümüş olması şaşırtıcı değil. Bayrak yakanlarla, linç girişiminde bulunanlarla dolu bir memlekette yaşarken herhalde bizim Ermenistan’daki bir Türk düşmanı adama dudak büküp de “Cık cık” diyecek halimiz yok. Akıl sınırlarını geçen gösteriler yapmada kimse bizimle boy ölçüşemez. Herhangi bir insan gelip de şarap dökse herhalde şikayetçi olursunuz…: Tabii. Mesela İspanya’da bir adamla tanıştırdılar. Adam yarım saat sonra “Ermenileri öldürmüş bir milletin mensubu olarak ne düşünüyorsun?” dedi. Bunu deyip o da kafama şarap dökebilirdi. İşte ondan şikayetçi olurdum. O herife de çok sinirlendim ve bütün gece kavga ettik mesela. “Benim milletim bunu yapmadı” anlamında değil ama “Nasıl böyle bir kolektif sorumluluk yükleyebilirsin ki? Asıl faşist sensin” dedim. “Evet, anıta çiçek koyarken ağladım; insan etkileniyor”: Anıta çiçek koyarken gözünüzden yaş gelmesi biraz da ortamın sizi etkilemesinden mi?: Evet. Çok etkileniyor insan. Belki de Sovyetler Birliği’nden edindikleri bir estetiktir. Leningrad’da bir toplu mezara gitmiştim. 600 bin insan yatıyordu. Yeşillik, ağaçlar, etrafta hiçbir şey yok. Ağaçlara hoparlörler gizlemişler, bir piyano sonatı çalıyor. O alayişsizlik insanı çok daha fazla etkiliyor. Erivan’da da öyleydi. Bir koro vardı, insanlar ellerinde çiçeklerle yürüyor. Yaşlılar… O çok dokunuyor. Çok zor yürüyen bir adam almış karanfilini gelmiş. İnsanın içini hakikaten çok burkuyor. “Ölen insanların sayısını her iki taraf da abartıyor”. İddia edilen rakamlarla ilgili yorumunuz nedir?: Her iki taraf da abartıyor. Ermeniler bir ara 6 milyona çıkmaya niyetlenmişlerdi. Halen de 1,5-2 milyon diyorlar. Ben çok iyi bilmiyorum ama bana çok abartılı geliyor. 300 bine indirince biz seviniyoruz. Bu rakamları aşağı, yukarı çekmeye çalışmalarına da çok sinir oluyorum. 300 kişinin öldürülmesi de hunhar bir şeydir. Çarşıda şeftali pazarlığı yapar gibi, “Ben şu kadar veririm” olur mu? İnsan hayatının önemi bir aritmetiğe takılıp gidiyor. Türkler de tehcir edildi deniyor…: Türkler savaş zamanında Rus ordularının işgalinden kaçıyorlar. Bunun Ermeni tehciriyle ne alakası var? 1917’de bunları göç ettirecek Ermeni mi kalmış ki? Türklerin öldürdüğü Ermeniler ve Ermenilerin öldürdüğü Türklerin rakamları karşılaştırılamaz bile. Koşullar da karşılaştırılamaz. Türk tarihçilerinin bunları aynı zamanda olmuş gibi anlatmaları çok yanlış. “Onlar bizi, biz de onları öldürdük” gibi bir durum yok yani. Ermeniler savaş için tehcir edildiyse, niçin Trakya’dan, Kocaeli’nden de tehcir edildiler? Batı dünyasının gözünün önünde olan İstanbul ve İzmir dışında her yerde bu oldu. Sadece Ermenilere oldu, başkasına da olmadı. Bunun için Ermeni olmak yeterliydi. İşte bütün bunlar, Birleşmiş Milletler’in tanımına göre soykırımdır. Ayrıca Memurin Muhakemat Kanunu 1913’te çıkarılmıştır ve 1915’teki olaylarda sorumluluğu görülen birçok kişi yargılanamamıştır. Acaba bu kanun o tarihte çok mu tesadüfen çıkmıştı? Çünkü 1913’te Balkan faciası yaşanmıştı; Ermeni meselesi hep vardı ve bu sosyal Darwinci İttihatçılar da bu meselenin toprak kaybına neden olacağına karar vermişlerdi. Tabii ulus devlete doğru giden bir süreç var, dağılmakta olan bir imparatorluk var. Türkler artık kendi devletlerini kuracaklar. Ne kadarını ellerinde tutabilecekler? Zaten İttihat ve Terakki kadroları içindeki Türkçü kanat dizginleri eline geçiriyor o sırada. Ama bu kurulacak ulus devletin ekonomik egemen sınıfı Türk değil; Rum, Ermeni. İttihat ve Terakkicilerin iktidara gelmesinden itibaren bir Türk burjuvazi sınıfı yaratma gayretindelerdi. Olmadı. Ama birisinin elindeki malı alırsan, iyi kötü bir burjuvazi yaratabilirsiniz. Sadece Ermenilerle sınırlı değildir İttihat ve Terakkicilerin yaptığı. Bizim üçüncü cumhurbaşkanımız olan Celal Bayar da İttihat ve Terakki umum müfettişi olarak, oradaki zengin Rumları kaçırmak için komitalar kurmuştur. Bu, resmi tarihimizde geçmez mesela. [Yaprak Aras, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 01.05.05, Şirintepe-İzmit].
Utanmaz Bizi Ermeni Değil, Türk Görüyor: Yeşiller yanlısı Heinrich Böll Vakfı tarafından ‘Geçmişin Bugünü’ adı altında Almanya’nın başkenti Berlin’de düzenlenen sempozyumda Ermeni sorunu tartışıldı. Toplantıyı izleyen birkaç Ermeni’nin, Türkiye’deki Ermeniler’e karşı farklı bir tavır içinde olmalarına tepki gösteren İstanbullu Ermeni gazeteci Hrant Dink, ‘Bizi Ermeni olarak değil Türk olarak görüyorlar, utanmazlar’ diye bağırarak tepki gösterdi. Sempozyum kapsamında ‘Türkiye ve Ermeni Sorunu’ adı altında yapılan tartışmaya Yeşiller Eşbaşkanı Claudia Roth, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Milletvekili Cem Özdemir, Heinrich Böll Vakfı’ndan Ralf Fücks, Bochum Üniversitesi Diyaspora ve Soykırım Bölümü Araştırma Görevlisi Kristin Platt ve Sosyolog- Yazar Etyen Mahcupyan katıldı. [Arzu Ceylan-Berlin. Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 20.04.05, Şirintepe-İzmit].
Üçüncü Kitap Niye Bestseller Oldu: Ben unutmuşum, bir arkadaşım hatırlattı. Geçtiğimiz yıllarda Milliyet Gazetesi’nde Orhan Pamuk’la yapılan bir mülakat yayınlanmış. Ahmet Tulgar’ın yaptığı bu mülakatta çok ilginç bir bölüm var. Artık Orhan Pamuk üzerine yazı yazmak istemiyordum. Ama bu mülakatı okuyunca, son bir kez bu konuya dönme ihtiyacı duydum. Orhan Pamuk, mülakatta ABD’de yayınlanan ilk iki kitabı ‘Kara Kitap’ ve ‘Yeni Hayat’ın bestseller (en çok satan) listesine girememesini eleştirmenlerin olumsuz tavrına bağlıyor. Bu ilginç bölümü aynen aktarıyorum: ‘Taste maker, Türkçe söyleyelim, zevkleri, beğenileri yapan insanlar bunlar. Bu demokratik bir durum değil. O eleştirileri yapan insanlar da Ermeni katliamı konusunda kitap yazmış insanlardı. Bu benim talihsizliğimdi. ‘O insanlar bana karşı çok önyargılı insanlardı’ demiyorum. Ama benim kitaplarımı iyi eleştirmediler. Ve ağzımda kötü bir tat kaldı. Bunu da kimseye söylemedim. Çünkü Türkiye’nin geçmişinde böyle karanlık bir şey olduğuna inanıyorum.’ Ahmet Tulgar soruyor: ‘Büyük bir pazarın kapısı açıldı size. Peki, bundan sonra yazarken bu pazarın taleplerini, beğenilerini gözetecek misiniz?’ Pamuk’un cevabı şöyle: ‘Mağrur yazarlar olur. ‘Ben, okur kim aldırmam’ diyen. Bende de böyle bir yan bulunur; ama şöyle bir yanım da bulunuyor. Bir kitap yazıyorum ve otomatik olarak biliyorum ki 20 dile çevrilecek, kaç yüz bin satacak. Belki 5 bin tane de Kore’de okunacak. Bu da olmuyormuş gibi davranamam.’ Mülakatın sözlü yapılmasının getirdiği bir ifade karışıklığı var. Pamuk’un söylediklerini daha basit bir anlatıma indirirsek şunu söylüyor: ‘Amerika’da çıkan ilk iki kitabım, Türklerin Ermenileri katlettiğine inanan eleştirmenlerden kötü eleştiriler aldığı için ticari bestseller olamadı. Oysa Ermeni katliamı konusunda ben de onlar gibi düşünüyordum.’ O günlerde hepimiz atlamışız. Oysa bu sözlerde çok naif bir itiraf var. Bu sözler, şimdi çok daha fazla anlam kazanmış durumda. Okurken inanamadım. O nedenle dün açıp Ahmet Tulgar’a Pamuk’un bu sözleri gerçekten söyleyip söylemediğini sordum. Çok ilginç bir cevap verdi: ‘Bu mülakat yayınlandıktan sonra Orhan Pamuk beni aradı. Çok kızmıştı. Çünkü bu sözleri bana yazılmamak kaydıyla söylediğini iddia ediyordu. Ama bunların hepsi teybimde kayıtlı. Aynen böyle söyledi.’ Bu durumda benim aklıma şu soru geliyor: ‘Orhan Pamuk’un ilk iki kitabı, Ermeni yanlısı yazarlar yüzünden bestseller olamamışken, sonraki kitabı hangi etkenle bestseller oldu?’ ‘Pazarın taleplerine ilgisiz kalamayacağını’ söyleyen Orhan Pamuk ne yaptı da New York Times’ın en başarılı 10 kitabı arasına girebildi? İşte benim itirazım buna. Orhan Pamuk’un uluslararası başarısı, bir Türk olarak bana müthiş gurur veriyor. New York Times haberini işte bu duygularla Hürriyet’in manşetinden duyurduk. Ama şimdi görüyorum ki, bizlerin ona gösterdiği hassasiyeti, Orhan Pamuk ne yazık kendi toplumuna göstermiyor. Yukarıdaki sözleri okuduğum zaman, ister istemez şunu düşünüyorum. Acaba ‘Türkler 1 milyon Ermeni’yi, 30 bin Kürt’ü öldürdü’ sözleri, uluslararası pazara yönelik bir tüketim malzemesi mi? Evet ne yazık ki, bu şüphe içime yerleşti ve bir türlü atamıyorum. ABD’de Ermeni yanlısı eleştirmenlerin hoşuna gidecek 1 milyonluk katliam paketini anladık. Peki 30 bin Kürt’ün öldürüldüğü iddiası? O da, güçlü bir Kürt lobisine sahip İsveç’in bazı kurumlarına servis mi? Mesela Nobel’e? Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, bunları yazmaktan utanıyorum. Çünkü Orhan Pamuk gözümde hálá Türkiye’nin yetiştirdiği büyük bir yazar. Bu görüşümü hiçbir şey de değiştiremez. Ama onun Türklere yönelik ucuz sözlerinin bende yarattığı düş kırıklığı da kolay kolay değişmeyecek. Hele hele yukarıdaki mülakatta o naif itirafı okuduktan sonra. [Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 26.04.05, Şirintepe-İzmit].
Van: Van vilayeti Ermeniler’in Anadolu’daki faaliyetlerinin en açık şekilde görüldüğü yerdir. Buradaki komitelerinin çalışmaları Türkiye’ye yönelik Ermeni Faaliyetleri’ni bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Zira, diğer vilayetlerde gizli kalan Ermeni Tertipleri, burada aleni bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle son 35-40 yıldır sık aralıklarla Ermeniler tarafından dünya kamuoyuna taşınan iddiaları, Van’da gerçekleşen Ermeni Olayları çürütür niteliktedir. Van İsyanı (15 Nisan 1915) niteliği itibari île Osmanlı Hükümeti tarafından 27 Mayıs 1915 tarihli “Sevk ve İskan” kararının en önemli sebeplerinden birisini teşkil etmiştir. İsyan, “Sevk ve İskan” kararından yaklaşık bir buçuk ay kadar önce 15 Nisan 1915 tarihinde çıkmış, büyümüş, hatta Türkler zor durumda kalmıştır. Van valisi Cevdet Rey, Ruslar’ın Başkale istikametinde Van’a doğru ilerlediğini ve takriben 15 Mayıs’la Van’a gideceklerin! tahmin ederek I-f Mayıs’tan itibaren Van’dan Bitlis istikametine doğru geri çekilme emrini vermiştir. 15 Mayıs’ta Rus ordusu içerisindeki Ermeniler ve Van vilayetindeki yaklaşık 35-40 bin civarındaki Ermeni buluşmuş, şehirde kalan 20 binin üzerinde Türk katledilmiş ve yeni Van valiliğine Aram Manukyan seçilerek kasabalara yeni Ermeni kaymakamlar dahi gönderilmeye başlanmıştır. Oysa “Sevk ve iskan kararı” bu tarihten sonra 27 Mayıs 1915 tarihinde savaş içerisinde olan Osmanlı Devleti tarafından bu ve bunun gibi faktörlerin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. [Kaynak: İnternet, Hazırlayan: Ezgi Karakaş, Şehit Erkan Özcan Lisesi, 11 SH/769. Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Van’da Ermeni Zulmü: Van jandarma alay komutanının Raporu: Çarıksır Köyü’nde bir çocuğun kuzu gibi kızartılarak bir süngü üzerinde direğe iliştirildiğini birçokları yeminle söylemişler cesedin kalıntılarını göstermişlerdir. Ahorik ve Avzerik Köyleri arasında elleri bağlı ve karınlarına sokulmuş tenasül aletleri kesilerek ağızlarına sokulmuş dört Türkün cesedi bulunmuştur. Kavlık Köyü’nde 7 yaşındaki Fatma ve 5 yaşındaki Gülnar adlarında iki kız çocuğunun iki taraftan kirletilmiş oldukları, ve bu bu kötü hareketin sonucu her ikisinin de sakat kaldıkları görülmüştür. Bugün bu zavallılar Ermeni Mezalimi’nin canlı bir timsali olarak yaşamaktadır. Yine bu köyde 70 yaşından fazla Ali adında bir ihtiyarın, çene kemiklerini süngülerle kırarak, kesip ağzına koymuşlardır. Bunu Van’ı geri alan Türk ordusunun ileri gelen subayları gözleriyle görmüşlerdir. Ahtoci Köyü’nde Kemo adındaki şahsın Zeliha isimli eşi tandır başında ekmek pişirirken, Ermeniler Zeliha’nın altı aylık çocuğunu ateşe atarak pişirmişler, zorla annesine yedirmek istemişler; zavallı annenin reddetmesi üzerine, kadının bir bacağını ateşe sokarak yakmışlardır. Bu gün bu zavallı kadın yaşıyor. Gördüğü bu korkunç zulmü anlatırken yürekler tırmalayıcı feryat ediyor. Bu zavallı kadının hikâye ve feryadına katılmamak için taş veya demirden yürek gerekiyor. Yine bu köyde Ermeniler birçok Türk çocuğunu tezek yığınları arasına koyduktan sonra tezekleri ateşlemişler; bu zavallı masum yavruları diri diri yakmışlardır ki, durum yerinde yapılan inceleme sonucu kalıntılardan anlaşılmıştır. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Varşova-Ankara Tepki Hattı: Polonya Meclisi’nin geçen salı günü sözde Ermeni soykırımını kabul etmesi Ankara ile Varşova arasındaki ilişkilerde gerginliğe neden oldu. Türkiye dün Ankara ve Varşova’da eş zamanlı girişimde bulundu. Polonya’nın Ankara Büyükelçisi Grzegorz Michalski dün sabah Dışişleri Bakanlığı’na davet edildi. Müsteşar Yardımcısı Nabi Şensoy, Polonya Meclis’nin aldığı karardan duyulan üzüntüyü sözlü olarak dile getirip, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kararı kınadığını ve reddettiğini bildirdi. Aynı şekilde Varşova Büyükelçisi Ecvet Tezcan da, Polonya Dışişleri Bakanlığı’na giderek Ankara’nın tepkisini iletti. Muhalefetin Oldu Bittisi: Hürriyet’in diplomatik kaynaklardan elde ettiği bilgiye göre, Polonya Meclisi sözde soykırımı ‘oldu bitti’ anlayışıyla kabul etti. Türkiye’nin defalarca uyarılarına rağmen Polonya’da muhalefette bulunan Hukuk ve Adalet Partisi, soykırımla ilgili bir öneri verdi. Öneri verildiğinde oturumu aynı partiden Meclis Başkan Yardımcısı Wyazlowski’nin yönettiği ortaya çıktı. Türkiye’de 1915 yılında Ermenilere karşı yapılanları ‘soykırım’ olarak tanımlayan öneriyi o sırada Meclis’te bulunan milletvekilleri ayağa kalkıp, saygı duruşuyla kabul etti. Polonya’ya deve benzetmesi: Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, Polonya Parlamentosu’ndan çıkan sözde ‘Ermeni soykırımını tanıma’ kararı için ‘deve’ benzetmesi yaptı. Polonya Parlamentosu’nun görevi dışına çıktığını ve alınan kararın haksız olduğunu dile getiren Alpogan, ‘Deveye boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş?’ diye konuştu. TED Ankara Koleji Söyleşi Günleri’ne katılan ve Türkiye’nin Yunanistan’la yaşadığı sorunlarla ilgili bir soruya cevap veren MGK Genel Sekreteri, yeğeni Zeynep Ekicioğlu’nun Milli Güvenlik dersi ödevine yardımcı olduğunu da söyledi. Alpogan,’Bu konuyu yeğenimle Milli güvenlik dersine çalışırken de gördüm’ dedi. [Uğur Ergan, Hürriyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Vicdani Olan…: Soykırım mı, değil mi? Tarihçi değilim. 1915 Ermeni tehciri konusunda soykırım mı, değil mi sorusunun karşılığını arayabilecek ya da uzun boylu tartışabilecek bir iddiam, bir uzmanlığım yok. Ama bir fikrim var. Bugüne kadar okuduklarımdan, dinlediklerimden 1915 ve 1916’da yaşananların soykırım olduğunu sanmıyorum. Ama aynı zamanda bu görüşümün tartışılabilir olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle: Soykırım diyenleri düşman gibi görmüyorum. Malum, her iki tarafın da fanatikleri var. Ama yine de tarihin bu trajik diliminde yaşananlar soğukkanlı ve seviyeli biçimde ele alınabilir ve farklı görüşler yarışabilir. Değişik bakış açıları nedeniyle birbirimizin gırtlağına sarılmak, medeni bir davranış olmadığı gibi, yersiz bir çabadır da… Tabii o soru: Soykırım değilse, nedir? Herhalde tarihimizin son derece trajik bir sayfasıdır. Hatta kepaze sayfalarından biridir. Belirtmekte yarar var: Her ülkenin tarihinde böylesi kepaze sayfalar eksik değildir. Osmanlı devletinin vatandaşı olan Ermeniler yerinden yurdundan uzaklara sürülürken devlet güçlerince koruma şemsiyesi altında tutulmamışlardır. Kırılmışlardır. Sürgün yollarında ‘katliam’lar yaşanmıştır. Buna bazı devlet güçleri de katılmıştır. Geride kalan mal ve mülk yağmalanmış, izler silinmek istenmiştir. Tarihsel gerçektir bunların tümü. Evet, savaş koşullarıydı. Evet, Ermeni çeteleri, komitacılar düşmanla işbirliği içinde arkadan vuruyordu. Evet, Türkler de kırıma uğradılar, katledildiler. Elbette bu boyut da var. Elbette Türk ölümleri de göz önüne alınacak, tarih yazılırken. Ama bu gerçeği göz önünde tutarken, Ermenilerin uğradıkları zulmü, yaşadıkları kırım ve acıları yok saymak ne tarihe sığar, ne de vicdana… Osmanlı tarihinin bu gerçeğini de içimize sindirmeliyiz, yan yollara hiç sapmadan. Şimdi sözü, değerli tarihçi Prof. Dr. Selim Deringil’e bırakıyorum: “1915’te Osmanlı’nın uyguladığı bir tehcir hareketi var. Tehcir sırasında büyük bir facia yaşanıyor. Anadolu’nun her yerinden, hatta Trakya’dan Ermeniler sürülüyor. Bu da nüfusun büyük ölçüde yok olmasına sebep olan bir eylem olarak çıkıyor karşımıza. 1915 aslında bu. İnsanların yerinden yurdundan sürgün edilmesi meselesidir. Şimdi tehcire ilişkin yapılan açıklamalar var. Türkiye’nin meşru biçimde kendini savunduğu söyleniyor. Osmanlı devleti savaş içindeydi, komitacılar Rus askerleriyle işbirliği yapıyorlardı, çeteciler de orduyu arkadan vuruyordu. Dolayısıyla tehcir, Osmanlı’nın ölüm kalım mücadelesinde bir meşru savunma yöntemiydi deniliyor. Örgütlü, silahlı bir Ermeni direnişi söz konusu. Bunu kimse inkâr etmiyor. Ruslarla işbirliği yapan Ermeniler olduğunu da inkâr eden yok. Ama öte yandan, adına hukuken ne derseniz deyin, sistemli bir yok etme var. Ermeniler bütün bu coğrafyadan şu ya da bu şekilde sürülmüş, sağ çıkmaları imkânsız bir yürüyüşe zorlanmışlardır. Ben bir tarihçi olarak ahlaki sorumluluğumu, meseleyi isimlendirmede değil, meselenin özünü gündeme getirmede görüyorum. İttihat Terakki, bütün Ermenileri ortadan kaldırmak istemiş olabilir. Ancak bu pratikte pek mümkün olamamış. Katolik Ermeniler büyük ölçüde tehcirden muaf tutuluyor. İstanbul, İzmir gibi çok ‘göz önünde’ olan yerlerdeki Ermeniler de muaf tutulabiliyor. Ancak bu muafiyetler asla İttihat Terakki’yi temize çıkarmıyor. Müslüman olmuş Ermenilerin bile, ‘Sadece can kaygısıyla Müslüman oldular’ diye tehcire tabi tutulduğunu biliyoruz. Bir yandan da Teşkilat-ı Mahsusa diye bir organizasyon var. Muhtelif tanıklıklarla ortaya çıkıyor ki, bir sürü bölgede kafileler hareket ettiriliyor ve bir süre sonra Teşkilat-ı Mahsusa veya devletin resmi görevlisi olmayan başka güçler tarafından katlediliyor. Bunun yanı sıra bizzat jandarma tarafından katledilenler de var. Bunlar olmuş. Bunları inkâr etmek bence çok tutarlı bir tavır değil. Ayrıca ahlaklı da değil. Benim temel çıkış noktam da bu zaten: Bu bir vicdani sorun.” (Hürriyet, 2 Nisan 2005, Sefa Kaplan’ın yazı dizisi, s. 17) Bir tarihçinin sözlerine kulak verip bir an düşünmek yararlı olabilir. [Hasan Cemal, Email: h.cemal@milliyet.com.tr Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 15.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Walesa’dan Ermenilere Destek: Nobel ödüllü eski Polonya Devlet Başkanı Walesa, “Türkiye ‘soykırımı’ kabul edinceye kadar AB’ye üye alınmamalı” dedi. Nobel ödüllü eski Polonya Devlet Başkanı Lech Walesa, Ermenilerin, Türkiye’nin soykırımı kabul edinceye kadar AB’ye üye olmaması yönündeki taleplerini haklı bulduğunu söyledi. Ermenilerin taleplerinin adil olduğunu belirten Walesa, “Türkiye’deki kıyımın 20. yüzyılın ilk soykırımı” olduğunu iddia etti. AFP, Walesa’nın açıklamasının, Türkiye’nin ekimde AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamaya hazırlandığı döneme denk gelmesine dikkat çekti. Polonya Parlamentosu, 19 Nisan Salı günü 1. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin uğradığı katliamları “soykırım” olarak niteleyen bir tasarıyı kabul etmişti. Türk Dışişleri Bakanlığı da, tasarının kabul edilmesinin ardından yayımladığı yazılı açıklamayla Polonya’yı kınayarak, Polonyalı milletvekillerini “sorumsuz” olmakla suçlamıştı. [Dış Haberler-Ankara, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 22.04.05, Şirintepe-İzmit].
Yalanda Yaşamak Yerine…: Türk-Ermeni sorununun tarihçiler tarafından tartışıldığı Salzburg Semineri’nin kulisine iki haber ulaşıyor. İkisi de Türkiye’den. Biri, TBMM’nin Ermeni 1915’le ilgili deklarasyonu. Öteki, Sabancı Üniversitesi’nin bildirisi. İkisi de kuliste olumlu yankılanıyor. Meclis’in yaptığı çıkışa genel olarak iyi niyetli bir açılım olarak bakılıyor. İçinde zamana oynama taktiğinin izleri bulunduğu belirtiliyor ama önemseniyor. Ermenistan tarafından da karşılıksız bırakılmaması temenni ediliyor. Sabancı Üniversitesi’nin bildirisine gelince, daha bir heyecan yarattığı dikkatimi çekiyor. Seminerin ikinci gününde de tarihçilerin seslerini hiç yükseltmeden tartışmaları beni başka düşüncelere sürüklüyor. Gerçeğin bir değil bin yüzlü olduğunu bir kez daha anlıyorum. Gerçeğin kimsenin tekelinde olamayacağını, doğruların sürekli sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Klişelerden sakınmak! Bir başka konum da bu. Sloganlara rağbet etmeden, beyni sloganların emrine vermeden düşünmenin hayattaki yaşamsallığı yine gelip kafamı tırtıklıyor. Tarihi tarihçilere bırakmak! Resmi Ankara’nın ağzından düşürmediği bir klişe de bu değil mi? İsabetli olduğunu düşünüyorum. Kulağa da hoş geliyor. Ama bir nokta unutuluyor: Tarihi tarihçilere bırakırken, tarihçileri de özgür bırakmak değil midir doğru olan? Bunu yapıyor muyuz Türkiye’de? Sanmıyorum. Resmi Ankara eğer tarihi gerçekten tarihçilere bıraksa, başta üniversiteler olmak üzere her yerde tarihçilerin sesi özgür çıksa, Halil Berktay ‘etnik temizlik’ dedi diye, Taner Akçam ‘soykırım’ dedi diye cadı kazanlarının içine atılmak istenir miydi? Sabancı Üniversitesi’nden böyle bir bildiri çıkar mıydı? Bırakalım tarihçiler tartışsın! Özgür ve ortak platformlar oluşturalım onlar için. Türkçe çevirileriyle birlikte bütün belgeleri, hem tarihçilerin hem kamuoyunun hizmetine sunalım. Gerçekleri eğer tüm boyutlarıyla tartışabilirsek, eğer karanlığı aydınlığa çevirmeye başlarsak, gerçekler bizi barışa götürür. Bir başka deyişle: Tarih barışın önünde engel olmaktan çıkar. Yapabiliriz bunu. Tarihten korkarsak, geçmişin esiri olursak, mutlu ve güzel bir geleceği kuramayız. Bu konuda tarihçilere düşen var. Bizlere, gazeteci milletine, yazarlara düşen sorumluluklar var. Ama her şeyden önce tarih bilincine sahip, kararlı, yürekli siyasetçilere görev düşüyor. Yolu açacak olan siyasetçilerdir. Ezberleri kıracak olan onlar. Düşünün: Bunca yıl ezberler korundu da ne oldu? Bunca yıl resmi çizgi varlığını sürdürdü de ne değişti? Fethiye Çetin’in anneannesinin adını soyadını, anneannesinin anasıyla babasının isimlerini sakladık, yasakladık da ne oldu? Hikâyesi yok olmadı ki. Çektiği acılar unutulmadı ki. 90 yıl sonra da olsa öğrendik. Fethiye Çetin’in Metis Yayınları’ndan çıkan Anneannem isimli kitabını okudunuz mu? “Cami avlusunun en kuytu köşesine sinmiş kadınlarla bekleşiyoruz. Öyle çaresiz bekleşir ve yeni gelenlere sarılıp ağlaşırken, erkek kalabalığından biri, yanımıza hızla ve telaşla gelip sordu: ‘Seher Teyze’nin annesiyle babasının adı nedir?’ Bu soruya hemen cevap gelmedi kadınlardan. Sessizlik ve karşılıklı bakışmalar dikkati çekecek kadar uzadı. ‘Babasının adı Hüseyin, annesinin adı Esma.’ Teyzem bu sözleri söyler söylemez bakışlarını, onay bekler gibi bana çevirdi. Yüreğimden kopup gelen ve sessizliği yırtan şu sözler kendiliğinden ağzımdan döküldü: ‘Ama bu doğru değil!.. Onun annesinin adı Esma değil, İshugi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes!..’ Kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu onun.” Fethiye Çetin güzel kitabında, “Bu coğrafyada herkesin şu ya da bu şekilde bildiği ama üzerinde konuşmamayı tercih ettiği saklı yaşamları” anlatıyor. Anneanne her acı hatırayı anlatıp bitirirken hep aynı şeyi dilermiş: “O günler gitsin, bir daha geri gelmesin…” Evet, geri gelmesin. Fethiye Çetin, Ermeni olan anneannesini yazmış. Yarın biri çıkar Türk olan anneannesinin acılarını, yarın biri çıkar Kürt olan anneannesinin acılarını kitaba döker. Döksün. Niye korkacağız ki? Herkesin meşru acıları var. Türk, Kürt, Ermeni… Herkes acıları karşılıklı olarak hissettikçe, insani olanı karşılıklı olarak anladıkça, vicdani olan süreç işlemeye başlayınca, hiç kuşkunuz olmasın, yalanda yaşamak sona erecek ve tarih barışın önünde engel olmaktan çıkacaktır. İyi pazarlar! [Hasan Cemal: Email: h.cemal@milliyet.com.tr , Milliyet Gazetesi, Kayıt; Erkan Kiraz, 16.04.05, erkankiraz@yahoo.com Şirintepe-İzmit].
Yargının “Soykırım” Kararı!: Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu geçen yıl Zürich’te, Türk toplumu tarafından konferansa davet ediliyor. Konu tabii soykırım iddiaları… Ermeni lobisi, önce konferans için kiralanmış salonu iptal ettiriyor! Türk toplumu tepki gösterince, gerilimden çekinen Zürich kanton yöneticileri salonu tekrar tahsis ediyor! Halaçoğlu da birçok belgeyi içeren konuşmasını yapıyor. Ve Ermeniler savcılığa şikâyet dilekçesi veriyor: Kanton, Aralık 2004’te Ermeni soykırımını kabul etmişti, Halaçoğlu buna aykırı konuşmakla suç işlemişti! Üstelik “emsal karar” da vardı: Fransız mahkemesi “Facialar yaşandı ama soykırım değildi” diyen ünlü tarihçi Bernard Lewis’i mahkûm etmişti! Zürich savcılığı tutuklama kararı vermemiş, “şikâyet”i inceliyormuş. Bakalım ne sonuç çıkacak?: Belli ki Ermeni örgütleri her vasıtayı, bu arada mahkemeleri kullanarak, farklı görüşleri susturmak, tek yanlı bir şartlanma yaratmak istiyorlar. Fransız ‘adaleti’nin ünlü tarihçi Bernard Lewis’i mahkûm etmesi… Le Monde gazetesi Lewis’e soruyor: “Türkler neden hâlâ Ermeni soykırımını reddediyor?” ‘Türkler neden hâlâ dünyanın döndüğünü reddediyor?’ gibi bir soru! Büyük tarihçinin cevabı: “Yaşanan olayların Ermeni versiyonunu mu soruyorsunuz?..” Lewis, 1915’in hem “Ermeni versiyonu”nu, hem “Türk versiyonu”nu anlatıyor ve karşılıklı facialar yaşandığını ama “soykırım” denilemeyeceğini izah ediyor: “Soykırım, tasarlanmış bir politikayı, Ermeni milletinin sistematik olarak yok edilmesini ifade eder. Bu fevkalade şüpheli bir iddiadır. Türk belgeleri gösteriyor ki, amaç yok etmek değil, tehcir etmekti!..” Bunu diyen sen misin?! ‘Fransa Ermeni Kuruluşları Forumu’ Lewis’i mahkemeye veriyor. Paris 1. Sulh Mahkemesi’nin 21 Haziran 1995 günlü kararı: “Tarihçiler görüşlerinde özgürdür ama… Birleşmiş Milletler alt komitesinin 29 Ağustos 1985 tarihli kararında Osmanlıların 1915’te Ermenilere soykırım yaptığı kabul edilmiştir! Avrupa Parlamentosu da kabul etmiştir… Davalı Lewis bu uluslararası kararlara rağmen ‘Soykırım değildi’ demekle Ermenilere acı verdiği için, 1 frank manevi tazminata mahkûm edilmiştir!” Şimdi sıkı durun, elimde Birleşmiş Milletler’in resmi açıklaması var, aynen şöyle: “Ermeni iddialarına ilişkin soruya cevaben, BM Sözcüsü Farhan Haq, 5 Ekim 2000 günü şu açıklamayı yapmıştır: “Birleşmiş Milletler, Ermeni olaylarını soykırım olarak niteleyen herhangi bir karar almamıştır, bu nitelikte herhangi bir raporu onaylamamıştır!” Fransız mahkemesi Lewis’i mahkûm ederken BM’ye böyle bir kararınız var mıdır, nedir? diye sormamış, Ermeni iddialarını araştırmaksızın kabul etmiştir! “Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet!” Şunu da belirtmek lazım. İki yıl önce İsviçre’de yaşayan Türkler, parlamenterlere mektup yazarak soykırım iddialarını reddetmişler, Ermenilerin yine şikâyeti üzerine İsviçre mahkemesi Ermeni soykırımını reddetmenin suç olmadığına karar vermişti. Nazilerin Yahudi soykırımı yaptığını reddetmek pek çok Avrupa ülkesinde suçtur. Çünkü gerçekten: Nazilerin soykırım yapmış olması tartışmalı bir iddia değildir, kesindir. Soykırımı yapanlar Nürnberg mahkemesinde bunu kabul etmiş ve mahkûm olmuşlardır. Birkaç manyağın dışında aksini söyleyen de yoktur. Nazi ideolojisinde Yahudi düşmanlığı, “Yahudilerin şeytanlaştırılması” ve yok edilmesi merkezi bir faktördür. Yahudi soykırımı olmadığını söylemek ırkçılık, hatta Yahudi düşmanı bir şiddet propagandasıdır. Suç sayılması normaldir. Ermeni meselesine gelince, İttihatçıların da Cumhuriyet yöneticilerinin de ideolojik bir Ermeni düşmanlığı, “Ermenilerin şeytanlaştırılması” asla olmamış, birçok Ermeni toplum ve devlet hayatında itibarlı konumlarına devam etmişlerdir. Asıl ırkçılar, mahkemeleri ve siyasi organları kullanarak “soykırım suçlusu Türk” imajı yaratmaya çalışan Ermeni örgütleridir. [Taha Akyol. Email: t.akyol@milliyet.com.tr, Milliyet Gazetesi, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 03.05.05, Şirintepe-İzmit].
Yerevan (Noyan Tapan): The newly sanctified chapels were named Holy Cross and St. Zoravor. Gandzasar Pilgrimage ends: The pilgrimage to Gandzasar and back to Etchmiadzin ended recently as pilgrims headed for Khor Virap and were received by abbot Mkhitar and the brethren. That night the group of pilgrims took part in the service and later attended festivals of folk art organized by the “Akunk” ensemble. Archbishop Mesrop Ashjian, who is in charge of preparations for the 1700th anniversary celebrations of Armenia’s acceptance of Christianity, addressed words of blessing and cheers to the pilgrims. Late in the night the group arrived in Zvartnots where it participated in the matins at dawn. Then Archbishop Ashjian led the group to the Zvartnots Temple in Etchmiadzin, which became the last section of the pilgrimage. At the entrance of the Etchmiadzin Cathedral the pilgrims were greeted by the Mother See congregation. [Resource: Internet, Derived By Erkan Kiraz from Internet, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Sirintepe-Izmit, Turkey].
Yeşilköy Ermeni Kilisesi Vakfı: Vakıf Yöneticisi Batman Beşiri Köyü kökenli Süleyman (Soğoman) Alcal.
Yusuf HALAÇOĞLU: Prof., Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı [2005].
Yusuf SARINAY: Doç. Dr., Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü.
Zeve’de Ermeni Katliamı: Kıymet Başıbüyük, Zeveli annesi Hediye hanımdan naklen bu faciayı şöyle anlatıyor: Seferberlik ilân edilir edilmez Van halkı muhacir olmaya başladı. Zeve ve çevresindeki köyler muhacir olmadılar. Buna sebep olan Zeve ve çevresindeki köyler ve muhtarı Süleyman Çavuş’tur. Çünkü muhtar köylüyü toplayıp, “Buradan muhacir olup gitmeye hiç lüzum yok! Ben Ermeniler’le kardeş oldum, (!) size bir şey yapmazlar.” diye teminat verdi. Bu söze inanarak köyü terk etmedik. Sonra Van’daki Ermeniler’in ortalığı kana buladıklarını, her tarafı yakıp yıktıklarını duyduk. Ermeniler binlerce müslümanı kesmeye başladılar. Van’ı terk etmeyen hasta, yaşlı, çocuk ve kadınları asıp kesmeye, bir kısmını da çaylara, kuyulara atmaya koyuldular. Sıra bizim köylere gelmişti. O sırada komşu köylerin ahalisi bizim köyde toplandı. Her köyün en az 400-500 nüfusu vardı. Ermeniler, bir sabah köyümüzü ateşe tuttular. Zeve’de toplanmış müslümanlar, cephaneleri bitinceye kadar köyü müdafaa ettiler. Türklerin cephaneleri bitince Ermeniler köye girdiler. Korkunç facia bundan sonra başladı. Önce Ermenilerle kardeş olduğunu söyleyerek halkın göç etmesine engel olan Süleyman Çavuş’u yakalayıp, korkunç şekilde şehid ettiler. Ermeniler, hamile kadınların karnını yırtıp çıkardıkları çocukları süngülerinin ucuna takarak annelerine gösterdiler. Kızların ve kadınların kollarındaki bilezikleri almak için çok kolay bir usul buldular. Kasaturalarıyla kızların ve kadınların kollarını kesiyor, sonra bilezik ve yüzükleri çıkarıyorlardı. Ben, annem ve 20-30 kadar köylü kadını ve çocuk Sultan Hacı Hamza’nın türbesine sığındık. Ermeniler bizi öldürmek için türbeye gazyağı ve benzin serptiler ve ateşlediler. Türbe yanmadı. Kazma kürekle türbeyi yıkmak istedilerse de, yıkamadılar. Hayret ve şaşkınlık içinde, “Yahu bu mutlaka bizdendir.” diyerek gittiler. Biz oradan çıktık. Çıktığımızı gören Ermeniler üzerimize hücum ettiler. Bu sefer köyün köpekleri bizi kurtardı. Köydeki köpekler insan cesedi yiyerek kuduz olmuşlardı. Her tarafa saldırıyor, köye hiç kimseyi yaklaştırmıyorlardı. Bir zaman köpekler bizi korudu. Sonra Ermeniler köyü işgal ettiler. Biz yine katil ve canavar Ermeniler’in eline düştük. Bir hafta sonra Ruslar bizi alıp aç, susuz Van’daki Ermeni kışlasına götürdüler. Rus Kırgız muhafızlarına, yiyecek bulmak için bizi serbest bırakmaları için yalvarıyorduk. Kısa bir zaman kışlanın yanına çıkınca, hayvanlar gibi söğüt yapraklarına üşüşüyor, bir yandan çabuk çabuk bu yaprakları yerken, diğer yandan etek ve ceplerimizi dolduruyorduk. Aç midelerimize bu acı söğüt yaprakları, bal gibi tatlı geliyordu. Böylece günler geçti. Sonra Ruslar bizi serbest bıraktılar. Tarlalara dağıldık, ektik, biçtik. Değirmen gösterdiler buğdayları öğüttük. Türk askerinin görünmesiyle tam ve gerçek hürriyete kavuştuk. [Kaynak: İnternet, Yazan: Dr. Abdüllatif Duygulu, Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Zeytun: Süleymanlı, Maraş, Kahraman Maraş. [1914-1915] Hemen her kritik dönemde isyanların görüldüğü Zeytun’un Ermeni ahalisi, seferberlik ilan edilir edilmez ayaklanmıştır. Rusya ve Fransa tarafında her defasında desteklenen ve III. Napolyon tarafından “Republique de Zeitoun” [Zeytun Cumhuriyeti] olarak ilan edilen bölgenin Ermenileri ve Komiteler daha önceden bütün hazırlıklarım tamamlamış olduklarından, 3 Ağustos 1914’te seferberliğin ilanıyla, subay ve erlerin Zeytunlu Ermeniler’in teşkil edeceği bir “Ermeni Alayı” kurmak üzere yetkililere müracaat etmişler ve bu istekleri reddedilince, isyan ederek çevrede katliam yapmaya başlamışlardır. [Kaynak: İnternet, Hazırlayan: Ezgi Karakaş, Şehit Erkan Özcan Lisesi, 11 SH/769. Kayıt: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, 30.04.05, Şirintepe-İzmit].
Zorunlu Göç ve Zorunlu Yerleşim Yerleri: Osmanlı İmparatorluğu zamanlarında, 1893-1894 olaylarından bu yana devlete karşı tepkilerini sürdüren Ermenilerin yoğun olduğu yaşadıkları Haçin, Zeytun [Süleymaniye-Maraş] ve Sasun’un dağlık bölgeleridir. Ermenileri isyan çıkarttığı iller ise; Ermenilerin zorunlu göçe gönderildiği yerler; 1. Erzurum, Van ve Bitlis vilayetleri; 2. Maraş şehir merkezi dışında Maraş Sancağı; 3. Halep Vilayeti’nin merkez kazası dışında İskenderun, Beylan (Belen), Cisr-i Şugur ve Antakya kazaları içinde kalan köy ve kasabalar; 4 Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri dışındakalan Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i Bereket sancakları. Buna göre; Erzurum, Van ve Bitlis’ten çıkarılan Ermenilerin, Musul’un Güney kısmı ile Zor sancağı ve Merkez dışında kalan Urfa Sancağı’na; Adana, Halep, Maraş çevresinden çıkarılan Ermeniler’in ise Suriye Vilayeti’nin doğu kısmı ile Halep Vilayeti’nin doğu ve güneydoğusuna gönderilirler. Zorunlu Göç gönderilen Ermeni kafileleri, yerleştirilecekleri yerlere gönderilmek üzere, yol kavşakları üzerinde bulunan Konya, Diyarbakır, Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde toplanırlar. 9 Haziran 1915’ten 8 Şubat 1916 tarihine kadar Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden yeni yerleşim bölgelerine taşınan ve yerlerinde bırakılan [Zorunlu Göç (Tehcir)] Ermeni nüfusu Osmanlı Arşivi’nin ilgili tasniflerindeki belgelerine göre gönderilen toplam Ermeni sayısı 438.758’dir. [Derleyen: Erkan Kiraz, Email: erkankiraz@yahoo.com, Şirintepe-İzmit].
Zoryan Enstitüsü: Bir Ermeni kuruluşu.

Ermeni Soykirimi Olmadı:- 
Mavi Kitap Efsanesi: 
Doguda Acilan Mezarlarda Ermenilerin Cesetlerine Rastlanmadı: 
Yazar Orhan Pamuk Turkiye’yi Karalayan İftiralari: 
150 milyon Dolarlik Ermeni Mali Davasi:
Ermeni Tehciri’nde Almanya’nın Rolü: 
McCarthy: Savas Var Soykirim Yok:

İzmit ve Osmanlı Zamanları’nda Ona Bağlı Yerleşim Yerleri’yle İlgili Başbakanlık Osmanlı Arşivleri-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri; 
03.06.1319, Bahçecik. Tarih: 03/Ha/1319, Dosya No: 588, Gömlek No: 67, Fon Kodu: ZB. Amerika’ya gitmek için terk-i tabiiyyet eden Ermeni Cemaatinden ve İzmid’in Bahçecik Karyesi’nden Ahsiyat bint-i Begos ile kızı Marya bint-i Karabet’in avdetlerine meydan verilmemesi.
03.12.1291, Bahçecik. Tarih: 03/Ar/1291, Dosya No: 9, Gömlek No: 51, Fon Kodu: ZB. İzmit’e bağlı Dodurga ve Bahçecik nahiyesi müdürlüğü yapmış olan Bekir Sıtkı Efendi için mazbata verilemediği ve münhal bir müdürlüğün bulunmadığı.
06.08.1323, Bahçecik. Tarih: 06/Ağ/1323, Dosya No:435, Gömlek No: 55, Fon Kodu: ZB. Muhtell-i şuur iken sağlığına kavuşan Bahçecikli İsrail veled-i Agop’un kefalete bağlanarak akrabasından İstepan’a teslimi.
11.07.1323, Bahçecik. Tarih: 11/Te/1323, Dosya No:435, Gömlek No: 37, Fon Kodu: ZB. Bahçecik Ermeni Cemaati kadınlarından Andonban Zivart isimli kadının İstanbul’a gitmesine izin verilmesi.
1254, Bahçecik. Tarih: 1254 (Hicrî), Dosya No: 499, Gömlek No: 24441, Fon Kodu: HAT, İzmid’de Bahçecik Köyü reayasından ihtida eden Ohannes, fikrinden rucu eylediğinden şer’an idamı lâzım geldiğini İstanbul Kadısı ilâm etmekle arz ve padişah tarafından kabul olunduğuna dair.
1274.07.M., Bahçecik. Tarih: 07/M /1274 (Hicrî), Dosya No: 234, Gömlek No: 54, Fon Kodu: A.} MKT.NZD. İzmid Bahçecik Karyesi’nin gayr-ı müslim ahalisinin ormandan kereste ve odun kesmelerine muhalefet eden İzmid Tersanesi memuruna mani olunması.
1274.12.Ca., Bahçecik. Tarih: 12/Ca/1274 (Hicrî), Dosya No: 121, Gömlek No: 99, Fon Kodu: A.}MKT.DV.. İzmit’in Bahçecik Köyü’nde vefat eden İstefan’ın terekesine yapılan müdahalenin men’i.
1277.25.L., Tarih: 25/L /1277 (Hicrî), Dosya No:470, Gömlek No: 1, Fon Kodu: A.} MKT.UM.. İzmid’in Bahçecik Köyü’ne getirilen eşya, erzak ve saireden şimdiye kadar gümrüğü alınmazken şimdi niçin alınmaya başlandığının meclisce araştırılarak iş’arı.
1281, Akmeşe. Tarih: 1281 (Hicrî), Dosya No:315, Gömlek No:13, Fon Kodu: A.} MKT.MHM. . İzmid’in Ermişe manastır panayırına gelip- gidenlere gösterilen kolaylıktan dolayı manastır tarafından teşekkür edildiği.
1297.27.Ş., Bahçecik. Tarih: 27/Ş /1297 (Hicrî), Dosya No: 165, Gömlek No: 64, Fon Kodu: Y..A…HUS. İzmid Sancağı’na bağlı Bahçecik Köyü’nde mukim bir Amerikalı ile hizmetçisinin katledildiğine dair.
1309.26.S., Akmeşe. Tarih: 26/S /1309 (Hicrî), Dosya No:23, Gömlek No:14, Fon Kodu: Y..PRK.UM.. Armaş Manastırı’nı ziyaret eden Ermenilerin vukuat çıkmadan mahallerine döndükleri.
1311.23.M; Tarih: 23/M /1311 (Hicrî), Dosya No:6, Gömlek No:72, Fon Kodu: Y..PRK.DH.. İzmid merkez kazasıyla Adapazarı, Geyve ve Karamürsel Kazaları’nda teşkil edilen tahrir-i nüfus komisyonlarında Ermeni azaların da istihdam olunduğu. Ahalisi tamamen müslim olan Kandıra Kazası Tahrir-i Nüfus Komisyonu’nunsa müslimlerden müteşekkil olduğu.
1311.29.; Tarih: 29/M /1311 (Hicrî), Dosya No:6, Gömlek No:79, Fon Kodu: Y..PRK.DH.. İzmid Sancağı dahilinde bulunan Ermeni memurların isim, görev, rütbe ve maaşları. (Belge tarihi M.30),
1313.13.R., Akmeşe. (Tarih: 13/R /1313 (Hicrî), Dosya No: 655, Gömlek No: 2, Fon Kodu: A.} MKT.MHM. İzmid’e bağlı Armaş Manastırı Başrahibi Ormanyan’ın panayır için toplanan Ermenilere muzır telkinatta bulunduğu. Adapazarı’nda Antranik adlı bir şahsın üzerinde revolver, fişenk ve muzır risale yakalandığı.
1313.14.Z., Bahçecik. Tarih: 14/Z /1313 (Hicrî), Dosya No:655, Gömlek No:21, Fon Kodu: A.} MKT.MHM. Bahçecik civarındaki köyün halkı ile Ovacık Köyü’nden bazı şahıslara saldırarak hırsızlık ve yaralama olaylarına karışan İzmid’deki muhacirler hakkında gerekli muamelenin yapıldığı.
1314.02.N., Bahçecik. Tarih: 02/N/1314 (Hicrî), Dosya No:6, Gömlek No:106, Fon Kodu: DH.TMIK.S.. Bahçecik ve Yalova nahiyelerinde gayri müslim nüfus fazla olduğundan gayri müslim müdür ve müslüman müdür muavini tayininin münasib olduğu.
1314.11.C., Bahçecik. Tarih: 11/C /1314 (Hicrî), Dosya No:2, Gömlek No:107, Fon Kodu: DH.TMIK.S.. İzmid’e bağlı Bahçecik Nahiyesi’nde gayri müslim nüfus, müslüman nüfusa göre dört kat daha fazla olduğundan bu nahiye müdür ve muavinliklerine hangi sınıf ahaliden tayin olunacağının arzı.
1314.12.B., Bahçecik. Tarih: 12/B /1314 (Hicrî), Dosya No: 4, Gömlek No: 66, Fon Kodu: DH.TMIK.S.. Gayri müslim nüfusun çoğunlukta bulunduğu Bahçecik ve Yalova nahiyeleri müdür ve muavinleri hakkında yapılacak muamele.
1314.12.B., Bahçecik. Tarih: 12/B /1314 (Hicrî), Dosya No:4, Gömlek No: 67, Fon Kodu: DH.TMIK.S.. İzmid’in Ermişe ile Kandıra kazasına tabi Ağaçlı ve Akabad karyelerinin merkez ittihaz edildiği birer nahiyenin teşkili.
1314.24.L., Bahçecik. Tarih: 24/L /1314 (Hicrî), Dosya No:8, Gömlek No: 14, Fon Kodu: DH.TMIK.S.. Yalova ve Bahçecik müdürlüklerine tayinleri istenen şahıslardan Heci Artin’in su-i ahvalinden dolayı hakkında tahkikat yapılması.
1314.28.Ra., Bahçecik. Tarih: 28/Ra/1314 (Hicrî), Dosya No:655, Gömlek No:25, Fon Kodu: A.} MKT.MHM. İzmid’in Bahçecik Karyesi ahalisinden Vahan Celeyan ve arkadaşlarının bazı müftereyata binaen Dersaadet’e getirtilip Zabtiye’de tevkif edildiklerinden bahisle kefaletle tahliyeleri hususunda (Ermeni) Beyoğlu Kilisesi başpapazının teklifi.
1315.19.M., Bahçecik. Tarih: 19/M /1315 (Hicrî), Dosya No:655, Gömlek No:32, Fon Kodu: A.} MKT.MHM. Bahçecik Ermenileri’nden Martini tüfenklerle müsellah bazı tütün kaçakçılarının takip edilerek yakalanmaları ve neticenin bildirilmesi.
1317.28.R., Bahçecik. Tarih: 28/R /1317 (Hicrî), Dosya No:154, Gömlek No: 70, Fon Kodu: Y..PRK.ASK. İzmid’in Bahçecik Nahiyesi’nde velileri tarafından satılan kız çocuklarının hizmetçi olarak kimler tarafından hangi ailelere satıldığının yapılan tahkikat neticesinde ortaya çıkarıldığı.
1320.29.Ş., Akmeşe. Tarih: 29/Ş /1320 (Hicrî), Dosya No: 520, Gömlek No: 34, Fon Kodu: A.}MKT.MHM. İzmid sancağında Ermişe nahiyesindeki köylere iskan edilen Rumeli Muhacirleri’ne verilecek zahire bedeli hakkında.
1321.01.B., Akmeşe. Tarih: 01/B /1321 (Hicrî), Dosya No:251, Gömlek No:105, Fon Kodu: Y..MTV. Ermişe Ermeni Manastırı’nın yevm-i mahsusu sebebiyle oraya bir süvari müfrezisi sevki.
1321.05.Ma; Tarih: 05/Ma/1321, Dosya No:45, Gömlek No:72, Fon Kodu: ZB. İzmid’e gidip gelen Ermeni yolcular hakkında Zabtiye memurlarınca çıkarılan müşkilatın kaldırılması.
1321.17.Z., Tarih: 17/Z /1321 (Hicrî), Dosya No: 68, Gömlek No: 94, Fon Kodu: Y..PRK.UM.. Ordu’dan gelip İzmid’e yerleşen Ermenilerin ahvali.
1322.25.; Tarih: 25/Ha/1322, Dosya No:374, Gömlek No:1, Fon Kodu: ZB. Dersaadet’te olup mürur tezkiresine tabi olmayan mahallere gidecek Ermenilerin bulundukları mahallin polis komiserliğinden esbab-ı azimetlerine dair ilmuhaber almalarının uygun olacağı. 
1323.18.B., Akmeşe. Tarih: 18/B/1323 (Hicrî), Dosya No: 655, Gömlek No: 41, Fon Kodu: A.}MKT.MHM. İzmid’deki Armaş Manastırı’nın özel günü olduğunu bahane ederek birçok Ermeninin burada toplanacakları ve içlerinde Amerika’dan gelmiş bazı fesede de olduğu halde birtakım nümayişlere teşebbüs edecekleri ihbar olunduğundan, bu meyanda lazım gelen tedbirlerin alınması.
1323.26.Tn; Tarih: 26/Tn/1323, Dosya No:23, Gömlek No:42, Fon Kodu: ZB. Mahallince verilecek mürur tezkeresi dışında hiçbir Ermeninin izin almadan Dersaadet’e gelemiyeceği.
1323.27.Tn; Tarih: 27/Tn/1323, Dosya No:321, Gömlek No:63, Fon Kodu: ZB. Dersaadet’e gelecek Ermenilerde gereken şartlar ve bunların İzmid’den gelenlere de titizlikle uygulanması.
1324.30.Z., Tarih: 30/Z/1324 (Hicrî), Dosya No:79, Gömlek No: 57, Fon Kodu: Y..PRK.UM.. Ermeni fesadcıların ecnebiler tarafından desteklendiği, kilise şirket vb. yerlerde beslendiği ve muzır mektuplar yazıldığı.a.g.y.tt.
1327.27.Z., Yuvacık. Tarih: 27/Z/1327 (Hicrî), Dosya No:52/-1, Gömlek No:37, Fon Kodu: DH.MUİ. İzmid Kazası Yuvacık Karyesi’ndeki Ermeni Mektebi’nin harab olmasından dolayı, yıkılarak yeniden inşası.
1330.23.Ş., Akmeşe. Tarih: 23/Ş /1330 (Hicrî), Dosya No:114/-2, Gömlek No:11, Fon Kodu: DH.İD.. 1-İzmit’te Protestan Kilisesi’nin hedmiyle altı katı da zükur mektebi olmak üzere yeniden inşası ve ayrıca bir inas mektebiyle vaiz ikametgahının inşasına ruhsat verildiği. 2-Ermeşe’de köylülere ait olduğu halde Ermeşe Manastırı tarafından iddia-i tasarrufda bulunulan orman hakkında idarece bir şey yapılamayacağı. 3-Ermeşe’de zuhur eden kolera sebebiyle panayıra ahalinin girmemesine dair alınan karara Rahip Hama Zasib uymadığından ceza-i nakdiye mahkum edildiği. 4- Adapazarı’nın Gazeller Mahallesi’ndeki Surp Istapanos namındaki harap Ermeni Kilisesi’nin yıkılarak yerine çan kulesini de muhtevi yeni kilise yapılmasına ruhsat verildiği.
1333.06.B., Tarih: 06/B /1333 (Hicrî), Dosya No: 5, Gömlek No: 56, Fon Kodu: DH.EUM.3.Şb İzmid’de Ermeni Mahallesi’ne giden polis memurlarıyla asker firarileri arasında çıkan müsaademede birinin yaralı olarak yakalandığı, diğer şahıslar hakkında takibat ve tahkikatın icra edilmekte olduğu.
1333.07.N; Tarih: 07/N /1333 (Hicrî), Dosya No:7, Gömlek No:16, Fon Kodu: DH.EUM.3.Şb Bursa ve İzmid’de silahların teslimi için tanınan süre içinde Ermenilerin, bir kısım silahları teslim ettiği ve bu sürenin son defa beş gün daha uzatılması.
1333.24.B., Tarih: 24/B/1333 (Hicrî), Dosya No:6, Gömlek No:10, Fon Kodu: DH.EUM.3.Şb Adapazarı’nda cereyan eden hadisede, jandarma neferinin, Ermeni suikastinden değil, kazaen polis tarafından öldürüldüğü, failin ise yakalandığı.
1333.26.B., Tarih: 26/B /1333 (Hicrî), Dosya No:1, Gömlek, No:48, Fon Kodu: DH.EUM.KLH. Sofya’da yayınlanan ve Osmanlı Hükümeti aleyhinde neşriyatta bulunan Ermenice Castan Gazetesi ile Bahçecik’ten V.M. imzasıyla Sofya’da bu gazeteyi çıkaran Gukas Minasyan’a gönderilen mektupların tahkiki.
1334.23.Ş., Akmeşe. Tarih: 23/Ş /1334 (Hicrî), Dosya No:26, Gömlek No:15, Fon Kodu: DH.UMVM, İzmit-Ermeşe yolu inşaat masrafı için 1332 yılı bütçesine fasl-ı mahsus açılarak fazla varidattan tahsisat ayrılması.
1336.02.Ş., Bahçecik. Tarih: 02/Ş /1336 (Hicrî), Dosya No:4, Gömlek No:8, Fon Kodu: DH.EUM.KLH. İzmid’in Bahçecik Nahiyesi’nde eşkıyalık yapan, Yetimoğulları diye bilinen Haşim ve İbrahim’in Rize’ye kaçmalarına yardımcı olacak olan, İstanbul’da mukim Bayram’ın yakalanması.
1336.02.Ş., Bahçecik. Tarih: 02/Ş/1336 (Hicrî), Dosya No: 4, Gömlek No:8, Fon Kodu: DH.EUM.KLH. İzmid’in Bahçecik nahiyesinde eşkıyalık yapan, Yetimoğulları diye bilinen Haşim ve İbrahim’in Rize’ye kaçmalarına yardımcı olacak olan, İstanbul’da mukim Bayram’ın yakalanması.
1336.25.L; Tarih: 25/L /1336 (Hicrî), Dosya No:4, Gömlek No:18, Fon Kodu: DH.EUM.KLH. Ermeni çetecilerden Toros ve refiklerinin, İzmid’e hareket ederken yakalandıkları.
1337.05.C; Tarih: 05/C /1337 (Hicrî), Dosya No:36, Gömlek No:55, Fon Kodu: DH.EUM.SSM. İzmid’e gitmek için trene binen Ermeni Dikran Efendi’nin seyahat varakasının süresi dolduğundan seyahatine mani olunduğu, memura müdahale eden Yunanlı Dimitriyadi’nin de uyarılması.
1337.12.B., Tarih: 12/B/1337 (Hicrî), Dosya No:4, Gömlek No: 86, Fon Kodu: H.EUM.AYŞ. 
1338.11.Z., Bahçecik. Tarih: 11/Z /1338 (Hicrî), Dosya No: 43, Gömlek No: 34, Fon Kodu: DH.EUM.SSM. Haydarpaşa’dan İzmid’e hareket eden Salib-i Ahmer Treni’nin İngiliz ve Yunan yaralı askerlerini alarak geri döndüğü ve Bahçecik ile Ovacık arasındaki müsademede öldürülen İngiliz Generali’nin İzmid’e götürülerek defnedildiği.
15.07..1323, Bahçecik. Tarih: 15/Te/1323, Dosya No:435, Gömlek No: 40, Fon Kodu: ZB. Daha önce memleketine gönderildiği halde geri dönen Bahçecikli Ermenak veled-i Ohannes’in bir memurla geri gönderildiği.
24.09.1323, Bahçecik Tarih: 24/Ey/1323, Dosya No:610, Gömlek No:29, Fon Kodu: ZB. Akıl hastası olan ve Ermeni İspitalyası’nda tedavi olan Bahçecik Ermeni Cemaati’nden Ağauni bint-i Karabet’in, hastalığın tekrarı halinde kendisine ve başkasına zarar vermemesi için, kefalete rabtı ve durumun bildirilmesi.
27.07.1323, Bahçecik Tarih: 27/Tn/1323, Dosya No:391, Gömlek No:95, Fon Kodu: ZB. İzmid’den gelerek Şişli’de hemşiresi Sanitik’in yanına giden ve fesat erbabından olduğu bildirilen Bahçecikli Süren adlı şahsın acilen bulunup gönderilmesi.
Darüleytam (Ermişe, İzmid),
İzmid Ermeni Kabristanı,
İzmit’e bağlı Aşir karyesi baskınının faillerinden Kara Halil ve Ermeşeli Karinik’in yakalandığı.
Manastır Panayırı (Ermişe Karyesi, İzmid),
Ortaköy Ermeni Mektebi (İzmid),

[Bu bir geçici deneme ve derleme çalışmasıdır. Amaç Türkiye ve kentim İzmit ve çevresinde yaşamış yada yaşayan Ermenilere, Ermenilerin sosyal, dini ve kültürel yaşamlarına, Ermeni isyanları & çete hareketlerine, Ermeni mezalimlerine, “Sözde Ermeni Soykırım Savları”na, terör ögrütü ASALA’nın katliamlarına ve Ermenilerin Ermenistan, Azerbaycan ve Osmanlı topraklarında Türklere karşı işlediği suçlara dair vede Ermenilere, Haylara, Hay-Posalara ait her tür bilginin, Ermeniler hakkında yazılmış her tür yazının az yada çok bir arada toplanmasını ve kısa bilgiler elde edilmesini sağlamaktır. Çalışma sürekli güncellenmeketedir. Bu ilk çalışma zaman zaman güncellenmiş biçimiyle İnternet ortamında yer alan sürümüyle değiştirilecektir.]

© Copyright Hakkı Erkan Kiraz’a Aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Aktarılan özgün yazıların CopyRight hakları yazarlarına aittir. Bu derleme çalışması ancak kaleme alanın izni alınarak tekrar yayınlanabilir yada dağıtılabilir. © Copyrighted to Erkan Kiraz. All Rights Reserved. CopyRights & all other Rights of fully or partly genuine articles inserted in this essay, are completely and unintegratedly belong to their authors’ permissions. This essay may be re-copied or re-distributed only with prior consent of its writer & complier. Edited By Erkan Kiraz erkankiraz@yahoo.com on 22.03.05.

posted by Erkan Kiraz @ 5:38 ÖS


http://erkankirazmemoires.blogspot.com/2005/07/trkler-ermeniler-data-knowledge-01.html

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın