İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Toplumsal yas çalışması

Bugüne dek tabu olan kelimeleri telaffuz etmek, milli gururumuzu zedeleyen olayları ortaya çıkararak tartışmak, geçmişin karanlık sayfalarını yeniden açarak adlandırmak, geçmişimize bir başka türlü sahip çıkmamızı sağlar

SAİME TUĞRUL

Freud yas çalışmasının “ölüyü öldürmekle” başladığını söyler. Yas, yokolan kişi ya da nesne karşısında farklı biçimlerde verilen tepkiyse, “çalışma” öleni, öldürme sürecidir. Hiç de kolay olmayan bu süreç, çoğu zaman, belleğin direnişleriyle yarım kalabilir ya da yas yerini melankoliye bırakabilir. Yas çalışmanın en zor tarafı, sadece yok olan kişi veya nesnenin bir daha geri gelmemek üzere kaybolması değil, aynı zamanda bizi o kişilere bağlayan “artık varolmayacak” bağlardan vazgeçmektir. (örneğin; anne-babamızı kaybettiğimizde, bu insanların hayatımızdan tamamen yokolmasının bıraktığı boşluğun yanısıra bizi onlara bağlayan ilişkinin yani “çocukluğumuzun”, bize rağmen elimizden alınmasının da acısı vardır. Anne-baba-çocuk bağından, artık kimsenin çocuğu olmayacağımızdan da vazgeçmek gerekiyor).

Bu nedenle, belleğin kolay kolay kabul edemediği bu gerçeklikleri reddederek, kompülsif tekrarlarla “yas” sürdürülebilir. Bu inkar çok ileriye götürülerek “sanrısal” (hallucinatoire) bir söylevle paranoyak bir tavra bile dönüşebilir. Ancak “yas çalışması” ile, bir daha geri gelmeyecek sevginin (ya da kinin!) nesnesinden vazgeçmek, bu kaybı içselleştirerek, kaybedilen ile yeniden uzlaşmak mümkün olur. Bu çalışma aynı zamanda “anılar çalışması”na varmak için geçilmesi gereken zorunlu süreçtir. Kaybolanın yeri, sembolik olarak hafızada başka bir yere taşınır. Kompülsif tekrarlar, yerini, geriye itilen anılara bırakarak, benliğin yeniden özgürlüğüne kavuşmasını sağlar.

Toplumsal bellek yaraları

Yukarda (pisikanalistleri kızdırabilecek!) şematik bir tanımını yaptığımız “yas çalışması” kuşkusuz çok daha karmaşık ve aşamalı bir süreçtir. Ancak amacımız, kavramsal bir analiz yapmak değil, toplumlar için de geçerli bu sürecin, toplumsal bellek düzeyinde nasıl işlevselleştiğini anlamaya çalışmak.

Toplumsal düzeyde, geçmişte yaşanan, savaşlar, iç savaşlar, kırılan sosyal kontrat, katliamların her biri, toplumsal bellek yaraları oluşturur. Bireysel düzeyde olduğu gibi, bu yaraları kapatmak üzere toplumsal tepkiler doğar. Kaybedilen nesnenin (bu kaybedilen topraklar olduğu gibi, kaybedilen ulusal kimlik, iktidar da olabilir ya da iç savaş ve katliamlarla sosyal uzlaşma çökmüştür) boşluğunu kapatmak, ortak hafızada sembolik bir yer kazanmasını sağlamak üzere başlayan çalışma “yas çalışması” olacaktır. Bütün yabancılığına rağmen bu çalışmanın temelinde, geçmişine bir başka türlü sahiplenme çabası vardır. Geçmiş suçlar ve travmalarla yüzyüze gelebilmek, bu olayları kompülsif tekrarlarla bezenmiş yorumlarından çıkarabilmek ve en önemlisi “inkar” yoluyla toplumsal bilinç ötesine itilmiş (refoulé) travmaları kabullenmek, matem çalışmasının başladığının işaretleridir. Genel tartışma alanı, böyle bir çalışmanın arenasıdır.

Yas sürecinin aşamaları

Fransa’da II. Dünya Savaşı’nın işbirlikçi hükümeti “Vichy” iktidar dönemini incelerken, tarihçi, Henri Rousso (Bkz. “Vichy Sendromu, 1944’ten bu günlere, Le Syndrome de Vichy, de 1944 â nos jours”), toplumsal yas sürecini 4 safhaya ayırır:

1) Acı dönem, yarım kalmış yas: Gerçek bir yas çalışması yapılmadan, yaraların yarım yamalak kapatıldığı bu dönemde, henüz çok yakın geçmişin izleri hâlâ canlıdır. Karanlık günlerden aydınlık günlere çıkılmasının heyecanının yanısıra, hesaplaşmalar, “tasfiye” ve de aflarla sivil savaşın artıkları temizlenmeye çalışılır.

2) İçine atma (refoulement) dönemi: Geçmişe ilişkin belirleyici bir kurtuluş “mit”i geliştirilir. Kahramanlık hikâyeleriyle donatılmış geçmiş, övgüler, yüceltmelerle tarihsel boyutlarından uzaklaştırılır. Anma törenleri, kutlamalarla “hatırlamamak” güçlendirilir. Toplumun kendisini yeniden oluşturduğu zamanlardır. Aynı zamanda, geçmişin karanlık taraflarının “inkar” dönemidir (örneğin, Fransa’da C. De Gaulle, “Vichy” hükümetinin hiçbir yasal varlığı olmadığını beyan eder, bu hükümetin Cumhuriyet tarihinde bir “parantez” olduğu çok uzun süre siyasilerin söylevlerini belirleyecektir).

3) Geriye itilenin dönüş ya da aynanın kırılış dönemi: Başka bir sosyal ihtilafla, beklenmeyen bir anda, geçmiş tarih yeniden patlar (Fransa’da, Cezayir Savaşı sonrası yaşanan travma ile birlikte, Vichy ve işbirlikçi Fransa üzerine tartışmalar geri gelir). Unutulan, geride kalmış sanılan geçmiş aynı canlılığıyla ama bu kez karanlık ve acı yönleriyle ortaya çıkar. Mitlerin çöktüğü, kapalı dolapların ardından başka hikâyelerin çıktığı dönemdir. Sosyal uzlaşma sağlamak amacıyla, suçları ve sorumlulukları örtbas ederek geliştirilmiş resmi tarih ve resmi siyasi söylevlerin işlevselliği çöker. Kuşaklarası hafıza ile resmi toplumsal hafızanın kesiştiği (ya da bir türlü kesişemediği!) nokta yeniden karışır.

4) Takınaksal (obsessionnel) dönem: Geçmişe ilişkin başka hikâyelerin de olduğunun bilincine varıldığı dönemdir. Resmi tarihin dışında yeni araştırmalarla geçmişin karanlık tarafları da yazılır, “hatırlanmayanlar” geri gelir. Söylenmeyenleri öğrenme isteği, kendini ve tarihini sorgulama arzusu, yayınlar, araştırmalar, filmler vb. araçlarlarla, hararetli toplumsal bir tartışmaya döner. Siyasiler bile bir süre sonra, uyanan toplumsal bilincin ardında kalmamak için, sosyal arenadaki yerlerini alırlar; özür ve af dileme siyasetin içine girer.

Türkiye

I. Dünya Savaşı travmasından çıkamadan 20 yıl sonra II. Dünya Savaşı ile daha büyük bir travma yaşayan Avrupa, özellikle Batı Avrupa ülkeleri bir “yas çalışmasını” başlatabildiler.

I. Dünya Savaşı’ndan büyük bir yıkıntı ile çıkmış Türkiye’de ise, neredeyse bir asır geçmesine rağmen, halen geçmişimize ilişkin, resmi tarihin belirlediği çerçevenin dışına çıkabilmiş değiliz. Ermeni meselesi, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarının siyasi mücadeleleri, halen “refoule” bir dönemin tabularıdır. Bugün halen, bir yandan yüceltmeler öte yandan inkarlarla resmi tarihin çerçeveleri yeniden sağlamlaştırılmaya çalıştırılır. Bu çerçevenin gevşeyen vidalarının arasından sızan, kendi tarihini sorgulayan, “öteki” tarihlerin seslerine de kulak verenler hainlikle suçlanır. Her vesile ile, milli birliği bozucu elemanlara karşı mücadele edilmesi gerektiği çağrıları, kompülsif bir şekilde tekrarlanır. Toplum olarak, 10., 50., 75. 100. yıl anma ve kutlama törenleriyle, dairesel zamandan çıkmamak için özen gösterilir. H . Rousso’nun deyimiyle “bir duvar saati guguğunun monoton, gidip gelen hareketleri gibi, bu yuvarlak sayıların, toplumsal belleği sakinleştirici” bir işlevi vardır. Bu düzenli, ritmik, uysal adımlarla ilerleyen toplumsal bellek, Kürt sorunu gibi yeni bir sosyal yarayı de “parantez”leştirmeye çalışır.

Toplumsal yas çalışması, ortak belleğimizin gerilerine itilmiş bu sosyal yaraların etrafında “ifade” biçimlerini geliştirmekle başlayabilir. Bugüne dek tabu olan kelimeleri telaffuz etmek, milli gururumuzu zedeleyen olayları ortaya çıkararak tartışmak, geçmişin karanlık sayfalarını yeniden açarak adlandırmak, geçmişimizi bir başka türlü sahiplenmemizi sağlar. Bunu başaramazsak, “paranoyak” bir söylem içinde, kimliğini devamlı tehdit altında hisseden bir toplum olarak yaşamak giderek zorlaşır. Çünkü bir başka zamanda, bu geçmiş yeniden hortlak gibi karşımıza çıkacaktır. Türkiye 90. yaşına yaklaşmış, yaşını başını almış, saygın bir cumhuriyettir ve artık bu yas çalışmasını başlatabilecek olgunluğa geldiğini düşünmemizin zamanı geldi.

Yorumlar kapatıldı.