İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni sorunu ve iç düşman kategorisi

Bu yaranın sarılması için, ne çok farklı saiklerle gündeme getirilen soykırım iddiasına gözü kapalı teslim olmamız gerekiyor ne de taşkın bir inkarcılığa kendimizi koyvermekle bunu başarmak mümkün

AHMET İNSEL

Lapsius, Enver Paşa’nın “Biz kendi iç düşmanlarımızla başa çıkabiliyoruz. Almanya’dakiler ise bunu başaramıyor. Onun için biz daha güçlüyüz”, dediğini aktarır. Bu fikrin bu biçimde gerçekten söylenip, söylenmediği o kadar önemli değildir. Dönemin İttihat ve Terakki yöneticilerinden geriye kalan yazılı belgelerde, Osmanlı Ermenilerinin iç düşman oldukları için “anavatan topraklarındaki” varlıklarına son verilmesinin gerektiği inancı birçok kez dile getirilir. Bugün de, hem resmi tarih sözcüleri tarafından hem de yaygın bir toplumsal kanaat olarak benzer bir görüş dile getiriliyor.

İç düşman kavramı, toplumu homojen bir bütün halinde tasarlayan düşünce sisteminin doğal bir ürünüdür. “İç düşmanlar” elbette hep bir dış düşmanla ilişkilidirler ama dış düşman olgusundan farklı olarak, toplumsal bünyenin içindeki bir aykırılığın, bir “hastalığın” tezahürüdürler. Tasarlanan bünye, ancak mutlak homojenliği içinde hayatta kalabilecek bir yapıdadır. Bu bünyeyi kemirdikleri, beklenmedik anlarda onu zaafa uğrattıkları için, iç düşmanların dış düşmanlardan daha tehlikeli olduklarına inanılır. Homojen toplum hülyasının gerçekleşmesini engelleyen varlıkları nedeniyle yok edilmelerinin gerekli olduğuna hükmedilir.

Aşılan eşik

Balkan Savaşları sonrasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde ve etrafında, dış müdahalelerin “bölücü etkilerine” karşı devletin korunması için, Edirne’den Halep’e uzanan yeni “anavatan toprakları” üzerinde etnik/dini açıdan homojen bir nüfus kütlesi yaratmanın olmazsa olmaz gerekliliğine inanç pekişti. Bu amacın gerçekleşmesine ayakbağı olan unsurlar, bağımsızlık veya özerklik talep etmese de, özerk kimliklerinin tanınmasını talep ettikleri andan itibaren bilkuvve veya fiilen iç düşmandılar. Berlin anlaşmasının “dış düşmanlara” verdiği geniş bir içişlerine karışma yetkisinin, ardından Trablusgarp ve Balkan savaşlarının sonuçlarının yarattığı travma içinde, bağımsızlığını elde ederek iç düşman olmaktan çıkmış unsurlara karşı çekilen çaresizliğin bedelini elde kalan “gayrı milli unsurlar” ödedi. Osmanlı Ermenilerinin yaşadıkları dramın, katıksız bir etnik temizlik hareketi olarak tezahür etmesi, bu eşiğin aşılmasından sonra başladı. Ondan önce pogromlar ve cemaatler arasındaki büyüklü, küçüklü çatışmalar biçiminde gelişen Ermeni sorunu, 1914 Yeniköy anlaşmasından itibaren farklı bir eşiğe taşındı.

Tehcir fikri ve uygulaması bir ilk değildi. İttihat ve Terakki ilk önce, yeni kurulmuş Bulgar devletinin Müslüman nüfusun “kendi arzusuyla” kaçmasını sağlamak için başvurduğu, çetelerin ahaliyi yıldırmasına göz yumup, “anavatanlarına” kaçmalarını sağlamak yönteminden esinlendi. İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden olan Halil Menteşe, bu yöntemi açık biçimde tarif eder: “Talat Bey, Balkan Harbi’ndeki hıyanetleri tebarüz eden anâsırdan memleketi temizlemeyi ön safa almıştı. İstanbul Muahedesile Edirne, Kırkkilise ve civarındaki Bulgarlar, Bulgaristan’a sevk edilmişlerdi. Sıra Trakya’daki Rumlara gelmişti. Fakat bu çok ihtiyat isteyen bir işti. Zira yeni harbi doğurabilirdi. Alınan tedbir şu oldu: Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyecek, Cemiyet’in teşkilâtı (Teşkilatı Mahsusa) işi idare edecek. Bir vak’a ihdas edilmeyerek, yalnız Rumlar ürkütülecek. Bu talimat dahilinde hareket başladı. Balkan Harbi’ndeki hıyanetlerinin tepkisile maneviyatı bozulmuş Rum halkı gitmek üzere ayaklandı. 100 bine yakın Rum, kimsenin burnu kanamaksızın Yunanistan’a çekilip gittiler. Bundan sonra aynı tarzda İzmir, Bergama, Dikili ve Menemen Rumları da ayaklandılar (…) İzmir civarından da 200.bine yakın Rum Yunanistan’a gitti.” Aynı yöntem Karadeniz bölgesinde de uygulandı.

Ermenilerin farkı

Osmanlı Ermenilerinin, Bulgarlar veya Rumlar gibi gönderilecekleri veya kaçırılacakları bir yer, bir ulusal toprak, bir başka vatan yoktu. Dolayısıyla Ermeni sorununun, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, hem ülkelerarası ihtilafın ana konularından biri olan, aynı zamanda ihtilaflı devletlerin çoğunun başvurduğu gönüllü veya zorunlu nüfus mübadelesi yoluyla çözülmesi mümkün değildi.

Ermeniler, ırk olarak, özcü biçimde “iç düşman” olarak algılanmıyorlardı. Bu nedenle, din değiştirenlerin, Müslüman ailelerin yanlarına aldıkları çocukların, Müslüman erkeklerin zevceliğe aldıkları kadınların bir bölümü fiziki olarak bu coğrafyadan kazınmaktan kurtuldular. Fazla göz önünde olan İstanbul ve İzmir Ermenileri de.

Geleneksel Osmanlı rejiminde hakim millet konumunda olan Sünni Müslümanlar, büyük ölçüde kerhen kabul etmeye zorlandıkları reformların kendi üstün konumlarını ortadan kaldıracağı endişesini taşıyorlardı. Bu endişe de, iç düşman kavramına devlet yöneticilerinin tahayyül dünyalarıyla sınırlı olmayan bir toplumsal boyut ve siyasal araç işlevi kazandırdı. Örneğin bugün dahi, nüfusları toplumun geri kalanına oranla yok denecek kadar az da olsalar, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermeniler ve Rumlar, aynı zihniyet tarafından, “içimizdeki yabancılar” veya “yerli yabancılar” olarak tanımlanıyor.

Mülkiyet ihtilafı

İşin bir de, her yerde olduğu gibi, mülkiyet paylaşımı cephesi var. 1895 ve 1909 pogromları sırasında veya hemen sonrasında kaçan Ermenilerin topraklarına el konulması, özellikle Doğu vilayetlerinde sonradan sürekli canlı kalacak bir mülkiyet ihtilafı yaratmıştı. 1910’lu yılların başında, Doğu vilayetlerinde ve Kilikya’da yaşanan cemaatler arası gerginliğin artmasında bunun da önemli bir rolü vardı.

Halil Menteşe, kendi ifadesiyle, “Şark vilayetlerinde Ermenlileri temizleyenlerin taktil ve yağmagerlik cürümleriyle” yargılanmalarına başlanması nedeniyle tutuklanmasını hatıralarında naklederken, “Bu tehcir işiyle alakadar olmayan Türk Anadolu’da pek azdır. Bu suretle tedhiş ederek bir sürü halkı dağlara çıkaracaksınız, bu müthiş vaziyette ancak birlik ve beraberlikle memleket korunabilir” dediğini aktarır.

Misakı Milli sınırları içinde Müslüman olmayan ahalinin yok edilmesi, hakim milletin önde gelenlerinin önemli bir bölümünün yağmadaş kılınarak, “millî birlik ve beraberliğin” harcının bu ortaklıkla güçlendirilmesini sağladı. El konulan malların bir kısmı, Balkan savaşlarıyla yerinden yurdundan olmuş Müslümanlara dağıtıldı. Bir bölümü yerli eşraf arasında paylaşıldı veya bütçe dışı kaynak olarak kullanıldı. Emval-i Metruke İdare Komisyonu eliyle gerçekleştirilen servet paylaşımının yanında, doğrudan gerçekleştirilen el koymalar da bir o kadar önemliydiler. Tehcirin geçici bir önlem olarak tasarlanmamış olmasının önemli ipuçlarından birisi, tehcir edilen kişilerin malları üzerinde tasarruf hakkının hiç beklemeksizin Komisyon’a geçmesini sağlayan, 1915 Eylül’ünde Mebusan Meclisi’nin yayımladığı geçici müsadere ve kamulaştırma kanunudur. Tehcir edilenler düşman olduklarına göre, mallarının hemen müsaderesi ve ganimet olarak paylaşılması mübahtı. İç düşmanın tasfiyesinin sadece bir etnik temizlik operasyonu olmaması, bunun aynı zamanda kapsamlı bir servet el değiştirmesi operasyonuyla tamamlanması ve yeni milli birliğin harcını güçlendirmesi evrensel bir olgudur.

Ermeni tehciri, Talat Paşa başta olmak üzere, İttihat ve Terakki sorumlularının iddia ettiği gibi, “vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almış olan, esas olarak askeri bir önlem” değildir. Ne eli silah tutacak yaştakilerle veya silahlı mücadeleye karışmış Ermenilerle ne de Rus cephesinin geri hatlarının temizlenmesiyle sınırlı olmayan, kadın, yaşlı ve çocukların hepsini kapsayan toplu bir yok etme girişimidir. 1915’de Ermenilerin yaşadıkları trajedinin, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak, Müslümanların da büyük ölçüde maruz kaldıkları diğer mezalimlerden önemli bir farkı olduğunu günümüz Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu bugün duyabilecek durumda değil. Üstelik, yakın zamana kadar toplumun büyük çoğunluğunun bu konuda korumakta inat ettiği suskunluğu radikal bir inkarcılığa dönüştürmek için “iç düşman” ideolojisini araçlaştırmada mahir çevreler önemli bir çaba sarf ediyor. Ermeni sorunuyla, bunun bu topraklarda yaşanmış olan dramlarla hem bütünlük arz eden hem de bunları aşan yönleriyle Türkiye toplumunun yüzleşmesi, sadece bir vicdan muhasebesinin gereği değildir. Bu, aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti içinde rejimin efendilerinin sürekli olarak ve çok büyük bir rahatlıkla iç düşmanlar tespit ederek, bunlara karşı toplu mobilizasyon yöntemiyle kendi hükümran konumlarını üretmek kolaylığına neden sahip oldukları sorusunu tarihsel derinliği içinde aydınlatmamızı sağlayacaktır.

Türkiye toplumunun bilinçaltında, ne kadar reddetmeye çalışsa da işleyen önemli birkaç yaradan biridir bu. Bu yaranın sarılması için, ne çok farklı saiklerle, farklı çevreler tarafından gündeme getirilen soykırım iddiasına gözü kapalı teslim olmamız gerekiyor ne de taşkın bir inkarcılığa kendimizi koyvermekle bunu başarmak mümkün. Ermeni tehcirinin yol açtığı büyük zulmün arkasında yatan devlet iktidar ve olanaklarını elinde tutan güç ve zihniyetin uyguladığı şiddetle, o dönemlerde aktörleri Ermeni, Türk, Kürt veya Rum olan diğer kapsamlı şiddet pratiklerinin arasındaki indirgenemez farkı görebilmek, takdir edebilmek o yaranın kapanmaya başlaması için atılacak en önemli adımdır.

Bu indirgenemez farkı anlama adımını atmak, önemli bir Müslüman kitlesinin yaşadığı zulüm ve katliamı, maruz kaldığı tehciri unutmak veya inkar etmek demek değildir. Ama Ermeni tehciri vesilesiyle insanlığa karşı işlenmiş örgütlü suçun, işlenmiş diğer suçları bahane ederek hiçbir biçimde mazur görülemeyeceğini beyan etmektir.

(Ertelenilen, “İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri” konferansında sunulacak tebliğin özeti.)

Yorumlar kapatıldı.