İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İstanbul´da Ermeni Konferansı

Ayşe Günaysu

Bu yılın başından başlayarak, Mart ayının ortalarından itibaren şiddetlenen, 24 Nisan’dan sonra daha ‘düşük yoğunluk’ta devam eden bu son dönemde, neler neler duymadık resmi ve gayrı-resmi ağızlardan. Duygularımız, düşüncelerimiz, benliğimiz incindi, ruhumuz kirlendi: ‘Ermeniler öldürüldüyse bir tek toplu mezar göstersinler’ ya da ‘Sadece Rus sınır bölgesinde bizi arkadan vuran Ermeni komitacıları tehcire tabi tutuldu’, ya da ‘kadınlar ve çocuklara dokunulmadı, onlar korundu, hatta kurtarıldı’ ya da ‘Ermeni ‘soykırım olsaydı bir tek Ermeni sağ kalmazdı’ ya da ‘İstanbul’da 24 Nisan’da tutuklananlar Ermeni komitacılardı’ ya da ‘Mavi Kitap’taki tanıklıkları verilenlerin çoğu misyoner, Ermeni, geri kalanı da düzmece’ ve daha birçokları. Bir yalan bombardımanına tutulduk.

Kurbanların çocukları, torunlarına sözlü şiddet uygulandı, haysiyetleri çiğnendi. Televizyonlardan ender anların dışında düşmanlık, nefret ve intikam duyguları yağdı üzerimize.

Şimdi de, İstanbul bugünden başlayarak 27 Mayıs Cuma gününe kadar sürecek İmparatorluğun Çöküş Döneminde İstanbul Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları’ başlıklı konferansa ‘neden karşıt görüş yok’ diye saldırılıyor. Neden yalan yok, neden şovenizm yok, neden dezenformasyon yok denmek isteniyor.

Konferansı üç üniversite düzenliyor: Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ve Sabancı Üniversitesi Tarih Programı.

Konferansın çağırıcıları Murat Belge, Halil Berktay ve Selim Deringil. Türkiye’de ilk kez, Ermeni ‘sorunu’ Türkiye’li tarihçiler, araştırmacılar, yazarlar tarafından bu kadar kapsamlı bir çerçevede, çeşitli boyutlarıyla ele alınıyor.

Programın konu başlıkları, sorunu yalnızca akademik düzeyde değil, sosyolojik, kültürel, ve hatta bireysel boyutta ele alacak şekilde oluşturulmuş. Bir yanda tarihsel boyut var: ‘Dünyanın bildiği, Türkiye’nin bilmediği’, ‘1914 öncesi ‘eski düzen’: Eşitsizlik, baskılar, isyan ve kıyımlar’, ‘Kopma Noktası’, ‘Tehcir ve Katliam’ bu tür başlıklardan. Öte yandan konunun toplumsal, siyasal ve ahlaki boyutları da, kişilerin özel tarihleri de, demokrasi ve kültür açısından sonuçları da ele alınmış. ‘Facia ve kurtuluş öyküleri’, ‘Anılar ve tanıklıklar’, ‘İlk itiraf eşiğinden tabuların oluşmasına’, ‘Ermenilik halleri’, ‘Ermeni sorunu ve Türkiye demokrasisi’, ‘Basın özgürlüğü ve Ermeni sorunu’ da konunun çok çeşitli boyutlarını kapsayan başlıklar.

İçeriğin bu şekilde çok boyutlu tutulmuş olması konuşmacıların ve oturum yöneticilerinin profiline de yansımış. Çağlar Keyder, Taner Akçam, Ayhan Aktar, Cemil, Koçak, Üstün Ergüder, Fatma Müge Göçek, Nilüfer Göle, Stefan Yerasimos, Şerif Mardin, İlhan Tekeli, Mete Tunçay gibi tanınmış akademisyenlerin yanı sıra, Fethiye Çetin gibi hukukçu kimliğinin dışında, kişisel tarihinde acıya tanık olmuş ve yaşamış olanlar, Elif Şafak gibi yazarlar, Rober Koptaş gibi genç yayıncı ve tarihçi adayları, Sarkis Seropyan gibi Ermeni halk kültürü uzmanı, mitoloji, destanlar, masallar, ninniler, söylencelerin rakipsiz bilgesi, Melissa Bilal gibi ‘kayıp ninnilerin’ araştırmacısı genç sosyologlar var.

Programı incelendiğinde, konferansın düzenleyicilerinin ‘soykırım’ tartışmasına girmemeyi seçtiklerini görmek mümkün. Onun yerine, hazırlık sürecine katılımına yönelik çağrı mektubunda ifade edildiği gibi, ‘namuslu Türkiye’nin vicdani sesini olanca berraklığıyla duyurup, bundan böyle bu sorunun (ve benzerlerinin) serbestçe konuşmasını rahatlatacak, normalleştirecek bir ahl‰ki ağırlık merkezi oluşturmayı’ amaçlamışlar. ‘Savunma siperleri kazacağım derken kenidin çok derin bir kuyunun dibinde bulan ve şimdi oradan nasıl çıkacağını bilemeyen zihniyet darlığına karşı, farklı, eleştirel ve altrenatif bir ses yükseltme’ye ağırlık vermişler.

Burada kanımca önemli bir nokta şu: Soykırımla yüzleşmenin bir zorunluluk olduğuna inanmak, konferansın ne kadar önemli bir adım olduğunu görmeye engel değil.

Düzenleyicilerle yüzde yüz bir fikir birliğine sahip olunmayabilir. Eksikler ya da fazlalar bulunabilir ama bence hiçbir görüş ayrılığı bu girişimden duyulması gereken mutluluğu gölgelememeli.

Öte yandan içerinin tüm boğuculuğu ve umutsuzluğu penceresinden bakılınca konferansı sevinçle karşılıyorum da, biraz dışarıdan bakınca bir gerçeği görmemek mümkün değil: Yıl 2005. Adına ne derseniz deyin, tarihin gördüğü en büyük acılardan olan bu büyük yıkımın, 1915’in üzerinden 90 yıl geçmiş ve Türkiye’de ilk kez böyle bir toplantı yapılabiliyor. Kendimi bir 1915 kurbanlarının dünyanın dört bir yanına dağılmış torunlarından birinin yerine koyuyorum da, ta içimde hissediyorum: Türkiye’yi affetmeme – o gün gelecekse bile -daha çok zaman var.

Yorumlar kapatıldı.