İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tek taraflı bakan yanılır

1915 yılıyla ilgili sözlü tarih verileri -ağıtlar, anlatılar, anılar vb- Ermenilerin çok sayıda Türk’ü katlettiğini gösteriyor. Bu istenmeyen olaylarda sadece Türk tarafını suçlayanlar yanılgı içinde

İLHAN BAŞGÖZ

Madalyonun öbür yüzü

Gemerek’te olanların bilinmeyen ve pek insanca tarafları da var:

Cadoğlulardan Muallim Yusuf Efendi, Gemerek’teki Ermenilerle yaşanan çatışmadan sonra yetim kalan Ermeni çocuklarını toplar. Boş kalan bir evi alır, köyde seyip gezen mandalardan, ineklerden küçük bir sürü oluşturur. Ermenilerden kalan tarla ve bahçelerden bir kısmına el kor. Bunların geliri ile yaşayacak bir Yatı Okulu kurar. Sefil, perişan kalanlar yalnız Ermeni çocukları değildir. Nice Türk çocuğu da yetimdir. Babaları savaşa gitmiş, dönmemiştir. Nerede kaldıkları bile bilinmez. Allahüekber Dağları’nda donmuş, çöl Yemen’de açlıktan, susuzluktan, tifüsten ölmüş veya bir kurşunla vurulmuş, bilinmeyen bir yere gömülmüş olabilirler.

Bu çocuklar Yatı Okulu’nda barınır, beslenir, giydirilir ve okur. Yatı Okulu’nun öğretim kadrosuna, Yusuf Efendi ile beraber başka gönüllüler de katılır, bu çocuklara orada ücretsiz ders vermeye başlarlar. Bu gönüllü hocaların arasında bulunan Muallim Hasan Efendi babamdır. Okulda bir Ermeni kemancı da müzik dersleri verir ve bir bando takımı kurar. Bu takımın zilleri, çarpanaları, klarnetleri, flütleri Almanya’dan getirilmiştir ve 1950’lere kadar bizim evimizde kalmıştır. Bunların hikâyesi şöyle: Savaş içinde Almanlar, bir grup Türk öğretmenini Almanya’ya davet etmiş, cepheleri gezdirmişler. Gidenlerden bir kısmı dönüşünde Alman parası mark getirmiş, bir kısmı para edecek eşya getirmiş. Yusuf Efendi, bu idealist öğretmen de, bando takımına müzık aletleri ve bir seyyar sinema makinesi getirmiştir. Bando bunlarla donatılır. Gemerek’in önü şosedir. Bu yoldan asker gider, sağ kalmışsa asker döner. Asker gelip geçtikçe Yusuf Efendi bandosunu çeker, kazanlar dolusu ayranla şoseye iner: “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı” diyen şarkılarla uğurlar askeri.

Bu Yatı Okulu hakkında başka bilgim yok. Yusuf Efendi’nin ise hazin bir sonu var. Yatı Okulu’nun öğrencilerine kaput bezi getirmek için Adana’ya giderken, Gülek Boğazı’nda tünel çöker ve Yusuf Efendi bir vagonda ölü bulunur. Bir garip mezarı, Gülek Boğazı’nda uzun zaman kalmış. Eğer hâlâ oradaysa Adana öğretmenleri bu idealistin anısını yaşatmalıdır.

1915 olaylarından evvel Ermeniler ve Türkler Gemerek’te çok yakın dostluk ilişkileri içinde yaşamış. O kadar ki bir Ermeni hasta, Papaz efendinin duasından fayda görmezse, gidip bir de Hoca efendiye okunurmuş. Bir Müslüman hasta da Hoca Efendinin duasından ve muskasından iyi olmazsa, gider bir de Papaz Efendiye okunurmuş. Ermenilerin Yortu gününde bize kızıl yumurtalar getirirdi komşularımız. Annem de soğan kabuğu ile yumurta boyayıp komşulara dağıtarak onların törenine katılırdı. Biz çocuklar dört gözle beklerdik Yortu gününü, yumurta tokuşturmak için.

Çok dilli türküler

İki tarafın siyasilerinden, eli kalem tutanlarından kışkırtmalar gelmedikçe Anadolu’da Hiristiyan ve Müslüman halk büyük bir hoşgörü ve uyum içinde yaşamış. Ben yarısı Türkçe, yarısı Kürtçe; yarısı Türkçe yarısı Ermenice türküler derledim. Yunanlı öğrencilerim de bana Amerika’da, yarısı Rumca yarısı Türkçe türküler getirdiler. Tebriz’in Türk âşıkları, hikâyelerini Türkçe hikâye anlatmakta usta bir Ermeni’den, Mikail ustadan öğrenmişler. Tebriz’de, Meşahmeda Kahvesi’ndeki hikâye anlatımında, balaban çalan bir Ermeni, tef çalan bir Kürt, sazı çalıp hikâyeyi anlatan Aşık Muharrem ise bir Türk’tü. Hikâye anlatımı süresince, bunların şakalaşmalarını zevkle dinledim. Muharrem usta balaban çalana diyordu ki, “Senin dinin galattır, cehennemde yanacaksın. Ama kıyamet günü ben Peygamberime yalvaracağım sana şefaat etsin, çünkü sen iyi balaban çalıyorsun.”

Balabancının cevabı şöyle: “Senin dinince saz çalıp türkü söylemek günahtır, sen evvela kendi başını kurtar.” (1969 yılından söz ediyorum)

Bu uyum Anadolu’nun başka bölgelerinde de gerçekleştirilmiş. İngiliz arkeoloji bilgini Hasluck, ‘Christianity and Islam under the Sultans’ adlı kitabında yazdı. 1830’larda Mamasun’da bir kilise bulunmuş. Bu kiliseye ayin vakti Hıristiyanlar girer, kutsal masanın önünde dualarını yaparlarmış. Ondan sonra, aynı kiliseye Müslümanlar girer, kıbleye döner ve namaz kılarlarmış. Müslümanlar, namaza durmadan evvel Aziz resimlerini ters çevirirlermiş. İbadet edilen yerde resim bulundurmayı Müslümanlar günah sayar. Aynı tapınakta Müslüman’ı ve Hırıstiyan’ı bir araya getiren bu kadar güzel bir hoşgörüyü, ancak, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusu gerçekleştirmiş. O da zaruretten. Orduya her dinden katılanlar olmuş. Bunların hepsine ayrı, ayrı tapınak sağlanamadığı için, büyük bir çadır kurulmuş. Hıristiyan’ı da, Müslüman’ı da, Yahudi’si ve Budist’i de bu çadırda kutsal törenini yerine getirir, papaz tarafından kutsanırmış.

Ben, Nevşehir’e gidince bu kiliseyi aradım. Köyün adını değiştirmişler, bulamadım. Yalnız bu köyün mü, bizim sivri akıllılarımız 1950’den sonra yüzlerce köy adını değiştirdiler. Böylece, bizi sadece tarihimize değil, cografyamıza da yabancılaştırdılar. Toprağımızı tanıyamıyoruz. Malatya’nın Mezirme Köyü’ne gitmiştim, adını Ballıkaya koymuşlar. Elbet kayalarından bal akmıyor. İşin acı tarafı şu ki, bu işi yapanlar eski Türk dilini iyi bilmedikleri için, bir hayli Türkçe yer adını da değiştirmişler. Bu değişimin nedeni köy adlarından kiminin Ermenice, kiminin Rumca, Kürtçe, kiminin Gürcüce oluşudur. Böyle olunca Kayseri adını da değiştirmeli idik. Sonu “Bolu” ile biten bütün yer adlarındaki ekler Rumcadır, Safranbolu gibi. Yunanca şehir anlamına gelen ‘polisten’ inmedir. Sivas’ın eski adı taa Roma devrinden kalma Sebaste’dir. Osmanlı dedelerimiz bu adlara dokunmamışlar. Yüzde 90’ımızın adı Arapça, Farsça veya İbranicedir. Biz Arap mı oluyoruz şimdi?

Daha evvel iki turizm bakanına duyurdum, ses çıkmadı. Şimdiki bakana da duyuruyorum. Bu Mamasun kilisesini bulup turizme açsınlar, kapısına da Hasluck’un verdiği hoşgörü şaheserini mermerlere kazıyarak koysunlar. (Hasluck’un kitabı yanımda yok. Bu bilgi ikinci cilttedir, ikinci cildin sonundaki indekste Mamasun adına bakılırsa sayfa numarası kolayca bulunabilir.)

1980’lerdi sanıyorum. ABD’li bir Ermeni gazeteci Türkiye’ye gelmiş. 1915 olaylarını gören bir Ermeni kadını bulmuş. Onu, Bayburt’tan başlayarak Ermenilerin öldürüldüğü yerlerde dolaştırmış, olayların hikâyesini anlattırmış ve filme almış. Film Amerika’da önemli bir televizyon kanalında gösterildi. Kadın Türkçe konuşuyor, söyledikleri İngilizceye çevrilerek anlatılıyordu. Darende’de tek katlı, üç beş basamak merdivenle çıkılan bir evin önüne geldiler. Kadın, “İşte beni kurtaran imamın evi burası” dedi. Ama, kadının bu cümlesi İngilizceye çevrilmedi.

Gemerek’te ölü sayısını artıran şeyin, sadece bir haber ve ona gösterilen tepki olduğunu sanmıyorum. 1870’lerde Avrupa milletleri ile Rusların tahriki ve Ermeni komitacılarının terörüyle başlayan ve zaman zaman Türklerle Ermenileri bir korkunç boğazlaşmanın içine atan olaylar bu trajediyi tetiklemekte büyük rol oynamış. Bu geçmişin etkilerini küçümseyerek Ermeni olaylarını anlayamayız. Türk-Ermeni çatışmalarının sözlü tarihinden bize bir ağıt kalmış:

Amir memur demeyerek

Hep bir ipe bağladılar

Bekiroğlu Deda’yı

Demirinen dağladılar.

Without distinguishing superior or employe

They tied them all with a rope

And with a hot iron

They branded Deda, the son of Bekir.

* * *

Sekiz gâvur bir gelince

Osmanımı şaşırdılar

Baban çetebaşı deyi

Hac’Ahmedi pişirdiler.

When eight Armenians come at the same time

They confused my Osman

They alleged that his father was the chief bandit

So they boiled Hacı Ahmet.

* * *

Muşambaya oturmuşlar

Etrafında geziyorlar

Sen çete topladın deyi

Çalgıyınan yüzüyorlar

They sat on the linoleum

They wandered around him

They said you drafted these bandits

So they skinned him alive.

* * *

Meydan kazanı kurdular

Bebekleri kaynattılar

Gün görmedik hanımları

Süngüyünen oynattılar

They set up a huge cauldron

They boiled the babies there

They made sheltered women

Dance at the end of a bayonet.

* * *

Kele dudu kele Dudu

Kanlı göynek yu diyorlar

Bebekleri kaynatmışlar

“Kuzu eti” ye diyorlar

Oh Dudu! Oh Dudu!

They tell you wash the bloody shirts

They boiled the babies

This is lamb meat, eat it, they say.

* * *

Başkatibi öldürdüler

Deyneğinen döğe döğe

Kürt Genco’yu yüzüyorlar

Özne gibi ova ova

They killed the chief clerk

Beating him with a stick

They are skinning Genco,the Kürd

By rubbing him again and again like a corp

* * *

Zabıt katibi Mehmet’i

Topuzunan döğüyorlar

Enfiyeci Hössüyünü

Tellerinen boğuyorlar.

They are beating record clerk Mehmet

With a mace

They are strangling snufseller Hössüyün (Hüseyin)

With a wire.

* * *

Hacin oldu kanlı kuyu

Uyu Kar(a)’Osman’ım uyu

Hücum oldu alınmadı

Yıkılasın Sultansuyu.

The village of Hacin (Saimbeyli now)

Became a well full of blood

We attacked but we could’t take it back

So damn you the Sultan creek.

(Özdemir Ahmet Z. Öyküleriyle Ağıtlar, T.C. Kültür Bakanlığı Yayını. Ankara 1994: 75-77)

Ağıdın yakılmasına varan olaylar şöyle özetlenebilir.

1920 yılında Fransızlar Ermenilerin de yardımı ile Çukurova’yı işgal ediyor. Fransızların korumasında Ermeniler, Hamamköyü, Kurtoğlu Çiftliği, Toklubey Çiftliği, Delihasan, Yassıçalı, Kabasakal ve Mehmet Ağa köylerini tümden yakıyor. Yalnız bu köyün insanları değil, işgal altındaki halk, Ermeni korkusundan, evini barkını bırakıp kaçıyor. Bu olaya ‘Büyük Kaçkaç’ adı verilmiştir.

Fransızlar, Ermeni avukat Çalyan Karabit’i Haçin’e (Bugünkü Saimbeyli) kaymakam, Ted Ohannesi de bölük komutanı yaparlar. Bu idareciler, 1920 Mart’ında Kemalisttir diye, 217 Türk’ü yakalayıp, hükümet konağında hapsediyorlar. Bunların arasında kadınlar ve çocuklar da vardır. Ağıt bu insanların başına gelenleri bir görgü tanığının, Melek Hanım’ın dilinden anlatıyor.. Bu ağıttan kuşku duyamazsınız. Çünkü ağıt genellikle, ölüm veya benzeri bir felaket için, daha ölü kalkmadan veya sıcağı sıcağına yakılır. Bunun için ağıt gerçeği yalın, süse püse bulamadan, dobra dobra söyler.

Birinci Dünya Savaşı’na niçin ve kimin faydasına girdiğimizi, bugün bile tartışırız. Ama, bir ağıtta, kim bilir kaç kardeşini bu savaşa kurban veren Avşar kadını, şaşmaz bir kesinlikle gerçeği yakalıyor ve diyor ki:

Mektup saldım da varmadı

Tel vurdum aynı gelmedi

Alamanya harbeylesin

Gayri kardaşım kalmadı.

Sarıkamış’ta, Allahuekber Dağları’nda,

omuzunda tüfeği ile buz tutup, dinelikalan binlerce askerin gerçeğini de ağıttan öğreniriz. Biz Enver Paşa’nın ne yaman bir kahraman olduğunu yazıp, buna inanırken, Sarıkamış ağıdı gene gerçeği söyler:

Biz Urus’a yenilmezdik

Askeri kırdıran Enveri Paşa.

Bir vahşetin ardından

Melek Hanım, gördüklerinden dehşete kapılmış, yüreği kanayarak bu ağıdı ediyor. Ama ille de bir başka tanık istenirse, Mustafa Onar’ın Saimbeyli adlı ve Mehmet Asaf Bey’in, mutasarrıf olarak görev yaptığı Adana’da gördüklerini anlattığı iki kitaba bakılabilir. (Mustafa Onar, Saimbeyli, Ekin Yayıncılık, 1990: 210-214). Bölgede mutasarrıf olarak, olaylara tanık olan Mehmet Asaf Bey’in anlattıkları da dehşet vericidir (Mehmet Asaf, “1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, Türk Tarih Kurumu, 1986). Daha 1909’da Adana tam bir savaş alanı olmuş. Ermeniler, su borularından toplar döküyorlar, tarla sınırlarına siperler kazıyorlar, Ermeni evlerini yer altı geçitleri ile birbirine bağlıyorlar. Yumurtalık Limanı karşısındaki bir adayı cephane deposu yapıyorlar. Fransız, İngiliz ve Amerikan gemileri de kıyıda bu savaş kalkışmasını desteklemek için hazırdır. Ermeniler Adana’da Müslümanları öldürüyor, kestikleri Müslümanlardan birinin erkeklik uzvunu koparıp ağzına yerleştiriyor, üzerine de adamın kendi kanı ile haç çiziyorlar. Olay üzerine Erzin’e bir Harp Divanı gönderiliyor. Asıl suçlular kaçıp kurtuluyor. Mahkeme müftü ile kardeşini ve Kibaroğullarından dört kişiyi asıyor. Sözlü tarih iki ağıtla Kibaroğullarının ve müftünün anısını yaşatıyor. ‘Müftüye Ağıt’ şöyle başlıyor:

Müftümü sakalı kara

Yusufumu çekmen dara

Kefenleri boğazında

Asılmışlar sıra sıra.

Hele üleşe üleşe

İnsanlar öldü beleşe

Biz müftüyü vermek deyi

Mahpuslar düşmüş telaşa.

(Mehmet Bozdoğan, Müftüye Ağıt’tan, Türk Folklor Araştırmaları, Sayı 100, 1957)
Müftünün suçsuz olduğu daha sonra bir mahkeme kararı ile sabit oluyor, ama müftü asılmıştır. 1915’in daha büyük ölçüdeki ölüp, öldürmelerine, bu kin ve nefret zemin hazırlamıştır. Bunları Ermenilere süreli kin duyalım diye yazmıyorum. Bizim, her olayı, mal bulmuş Magribi gibi ille de hepten Türklerin aleyhine yorumlayan, entellerimiz için yazıyorum. Biraz gerçeği görsünler. Ermeni olaylarının öteki yüzü de var.

Prof. Dr. İlhan Başgöz: İndiana Üniversitesi’nden emekli, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi

-BİTTİ-

Yorumlar kapatıldı.