İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

CANİYE CANİ DİYEMEYEN VE ÖLÜSÜNÜ GÖMEMEYEN BİR TOPLUM UYGAR OLABİLİR Mİ?…

Yiğit Bener

Bu tartışmayı biz başlatmadık, “dışarıdan” dayatıldı bize. Hoşumuza gitmiyor bu. İyi niyetli bir girişim gibi gelmiyor. Zaten karşı tarafın bizi sevmediği belli. Düşmanca davranıyorlar. Apaçık! Gerçi, onların zaten hep öyle olduklarını biliyorduk, ama işin kötüsü, herkes onlardan yana, kimse bize hak vermiyor, dahası, bizim ne dediğimizle bile ilgilenmiyor. “Onların dediğini olduğu gibi kabul et, başka çaren yok” deniyor. Hatta kendi görüşlerimizi dile getirmemiz bile artık suç sayılıyor, resmi gerçeklerimizi söylediğimiz için hapisle tehdit ediliyoruz! Bir de demokrat geçinirler… utanmadan bu konuda bizi eleştirirler!

Tüm bunlar bizi hayli öfkelendiriyor. Ses tonumuzu giderek yükseltiyoruz. Adeta infial halindeyiz. Herkes üzerimize geliyor. Dost bildiklerimiz bile. Herkes bize düşman. Kuşatılmışız. Kendimizden başka dostumuz yok. Ki… o bile kuşkulu! Kendi içimizde de karşı tarafı tutanlar var. Cahillikten desek, cahil değiller. Belli ki bile bile, kasıtlı olarak böyle yapıyorlar. Demek ki çıkar peşindeler, ihanet içindeler. Satılmışlar. Bu kadar haksızlık, bu kadar ihanet karşısında bunalıyoruz. Hem de çok. Bu gidişle elimizden bir kaza çıkacak. Şeytan diyor ki, önce şu içimizdeki hainlerden başlayıp…

Sakinleşmek için yüzümüze soğuk su çarparken, aynadaki görüntümüzle karşılaşıyoruz: Yüz hatlarımız gerilmiş. Ama öfkeli olduğu kadar yılgın bir ifade var gözlerimizde. Hatta kırgın. Bu kadar da haksızlık yapılmaz ki! Bu kadar da yüklenilmez ki! Hem, ne yaptık da hak ettik bu muameleyi? Bütün iyi niyetimizle bizden istenenleri yapmaya çalışmıyor muyuz? Neden bizi sevmezler ki? Neden bir türlü aralarına kabul etmek istemezler? Nedir bu düşmanlık? Nedir dertleri bunların? Hepsi birlik olmuş, her konuda bizi haksız buluyorlar… Oysa hepsi yalan, riya, iftira… Lanet olsun!

Aynadaki görüntümüzle baş başayız. İç çekiyoruz, düşüncelere dalıyoruz… Yoksa bizde mi bir tuhaflık var? Biz mi bir şeyleri yanlış yapıyoruz? Gerçi, evet, o zamanlar bir şeyler olmuş olmasına… ama asla onların iddia ettikleri gibi değil! Asla o kadar çok değil. Az bir şeycikler kaçmış olabilir tabii. O koşullarda olur böyle şeyler. Biz de ne acılar çektik. Hem… zaten… onlar da masum değillerdi. Onlar da aynısını, hatta fazlasını bize yaptılar! Ötekiler de çanak tuttu! Hatta işte o ötekiler kışkırttı. Evet evet, asıl suçlu ötekiler! Biz gül gibi geçiniyorduk oysa. Severdik de onları. İyi davranırdık. Kucak açmıştık. Ama onlar bunu anlamadılar. Nankörlük ettiler. Bizi arkadan vurdular. Eee? Bu durumda ne yapacaktık yani? Aferin mi diyecektik? Teslim mi olmalıydık?

Hem… bakmayın siz, biz yine iyi davrandık onlara. Bizim yerimizde başkası olsa, maazallah, daha neler yaparlardı kim bilir. Hele o ötekiler… Neler yapmadılar ki başkalarına! Yani onlar şükretsinler bize! Biz sadece sorun çıkaranları olay mahallinden biraz uzaklaştırmakla yetindik. O kadar. Diğerlerine elimizi bile sürmedik. Asla. Hem, ne yaptıysak aslında onların iyiliği için yaptık. Yoksa başlarına daha kötü şeyler gelebilirdi. Yani ne yaptıysak iyiliğimizden yaptık. Ama aksilik işte. Bir şeyler olmuş. Tamam. Tatsız şeyler… ama o kadar abartmanın da alemi yok. Bunu bu kadar uzatıp, adeta bir kimlik meselesine dönüştürmek kesinlikle sağlıklı ve iyi niyetli bir davranış değildir. Herkesi ayağa kaldırıp üstümüze salmak da neyin nesi böyle? Açıkça düşmanlıktır bu, ayıptır!

Ama… işte… kabahat bizde yine de. Bunları yeterince anlatamadık. Pasif kaldık. Yeterince ciddiye almadık, haklılığımızı yeterince ortaya koyamadık. Haklı olduğumuzu kanıtlamak için gerekli hazırlıkları bile yapamadık, yeterli elemanları yetiştiremedik. Zayıf kaldık. Onlar da fırsattan istifade, mesafe aldılar tabii. Şu son hastalık bizi biraz zayıf düşürmeseydi bu böyle mi olurdu? Daha çabuk toparlanıp sağlığımıza kavuşsaydık… şu ötekiler kadar güçlü olabilseydik örneğin… borç harç avuç açmak zorunda kalmasaydık… şöyle bir silkinip kükreyebilseydik eskisi gibi… bak o zaman bu kadar yüklenebilirler miydi bize? Bu kadar gelebilirler miydi üstümüze?”

İşte böyle bir ruh hali içinde tartışıyoruz 1915’te olanları.

İşin tuhafı, “keşke böyle şeyler hiç yaşanmasaydı” bile diyemiyoruz… Türlü gerekçeler sıralayıp, mazeretler bulmakla kalmayıp, yapılanları savunmaya, haklı göstermeye çalışıyoruz. “Ortada gerçi bir kasıt yoktu ama, ne yazık ki üç yüz bin insanımızın ölümüne neden olan bu tehcir kararı sonuçları itibarıyla kötü olmuştur, yanlış olmuştur” bile diyemiyoruz. Hâlâ bunu bile, sadece bunu, hiç olmazsa bunu dahi bir türlü söyleyemiyoruz.

Zaman zaman 1915’te yaşananların bir “trajedi” olduğunu yarım ağızla fısıldasak bile, hemen arkasından: “Ama Ermeniler de bizi kesti, üstelik onlar bizi daha çok kesti” diye eklemeden duramıyoruz. “Tehcir” dediğimiz olaylar sırasında ölen o insanlar için hâlâ samimi bir üzüntü dahi beyan etmekten aciziz. Aksine, “onlar haindi, emperyalizme uyup bizi arkadan vurdular” demek suretiyle, adeta “ölmeyi hak etmişlerdi” demeye getiriyoruz… Bunu yaparken de, o ölümleri sanki hak edilmiş bir ceza olarak göstermiş olduğumuzu, dolayısıyla “tehcir sırasındaki ölümlerin kazara, istenmeden” gerçekleştiklerini iddia eden resmi tezimizin inandırıcılığına en büyük darbeyi kendi söylemimizle vurduğumuzun bile farkına varamıyoruz!

1915’te yitirdiğimiz Ermeni vatandaşlarımız için üzüldüklerini söyleyen Türklere bile kuşkuyla bakıyoruz… samimi olamayacaklarını düşünüyoruz… hatta onları “yanlı”, “taraflı”, “satılmış” olmakla suçlamaya, “vatan haini” damgası vurmaya bile çekinmiyoruz. Karşımıza böyle “insani zaaflar” sergileyen bir Türk çıktığında, ona derhal: “Ermenilere acıyorsun da, neden onların katlettiği Türklere de acımıyorsun?” sorusunu yöneltiveriyoruz… Yani Ermenilere yapılanları kınayan Türkleri neredeyse Türklerin katledilmesini onaylamakla suçluyoruz… böylece de onları aramızdaki en “öfkelilere” hedef gösterebiliyoruz! Sanki bir tarafta ölenler için üzülmek, kendi soyundan olan insanların acısına yabancılaşmayı gerektiriyormuş gibi! Sanki başka soydan olanların acısını anlamak ve paylaşmak, onlarla empati kurabilmek, Türk kimliğiyle bağdaşmayan, Türklere yabancı bir hasletmiş gibi! Türklerin bu tür “insancıl zaaflar” beslemesini yadırgadığımızda, yani “insanım” diyen herkesten beklenmesi gereken çok sıradan, doğal, “asgari” bir insani tavrın sergilenmesine bile itiraz ettiğimizde, aslında savunduğumuzu iddia ettiğimiz Türk halkına ve Türk kimliğine düpedüz hakeret ettiğimizin bile farkında varmıyoruz!

“Yahu Türk’ü kesen Ermeni de canidir, Ermeni’yi kesen Türk de canidir” denmesi bile bu kuşkularımızı dağıtmaya yetmiyor. Çünkü biz meseleye daima taraftar gözlüğüyle baktığımız için, herkesin benzer gözlükler taktığından eminiz… Bazı insanların, milliyeti ne olursa olsun caniye cani demekten çekinmediklerine, hangi milletten olursa olsun savunmasız insanların hunharca katledilmesini onaylamadıklarına bir türlü inanamıyoruz. Çünkü bizler için caniler ikiye ayrılır: Bizden olanlar, yani cani olmayanlar… ve diğerleri. Kurbanlar da ikiye ayrılır: Bizden olanlar, yani gerçek kurbanlar… ve başlarına gelenleri hak etmiş olan diğerleri!

Birileri, hele içimizden birileri, 1915’te Ermenilere yapılanları eleştirilmeye kalkışıldığında, derhal Asala’nın diplomatlarımızı katletmesini gündeme getiriyoruz… Derhal emperyalizmin kışkırtmalarını vurguluyoruz… Derhal başkalarının da tarihin çeşitli dönemlerinde başka halkları katletmiş olduklarını hatırlatıyoruz. Sanki terörist bir örgüt olan Asala’nın 1970’li ve 1980’li yıllarda dünyanın dört bir tarafında işlediği cinayetler, Asala’nın kuruluşundan 60 yıl önce Anadolu’da yaşananları mazur gösterebilirmiş gibi… Sanki bugün en ileri uygarlığı temsil ettiği düşünülen devletlerin aslında sanıldığı kadar uygar olmayışları gerçeği ve başkalarının tarihlerinde de karanlık, hatta yüz kızartıcısı sayfalar olması, bizi kendi tarihimizin karanlık sayfalarıyla yüzleşme zorunluluğundan kurtarabilirmiş gibi!

“Peki ama ya emperyalizm? Onu da mı kınamaya hakkımız yok? Emperyalistler cani değil midir? Bu olup bitenlerin temelinde emperyalist kışkırtmalar yok mu?”

Evet, bu soruları sormakta haklıyız, kuşkusuz. Tüm dünya halklarından on milyona yakın insanın pisi pisine öldüğü bir kan banyosu olan Birinci Dünya savaşı sırasında, öncesinde ve sonrasında yaşanan tüm insanlık dramlarında emperyalist haydutların payı vardır, kışkırtmaları vardır, kâr ve sömürü iştahları vardır. Emperyalistler elbette suçludur, canidir, olanlardan onlar da sorumludur ve onlar da hesap vermelidir… Başka bir deyişle, bugün bizlere ahlak dersleri verirken, tüm bu olup bitenlerdeki kendi sorumluluklarını unutturmaya çalışanlara, bugün hâlâ o canice savaşta kazandıkları “zaferi” utanmadan kutlamaya devam edenlere de verilecek bir uygarlık dersi vardır elbette!

Bununla birlikte, emperyalistler derken tam olarak kimleri kastediyoruz? O tarihte düşmanımız olan Fransız, İngiliz ve Rus emperyalistlerini mi… yoksa müttefikimiz olan Alman ve Avusturyalı emperyalistleri mi? Çar mı Kayser mi? Hangisi daha çok hayduttu, daha çok suçluydu? İkisi birden olmasın sakın? Yani, başkalarının emperyalistleri caniydi de, bizimkiler pek mi sevimliydi?

Sorun şu ki, caniler “bizden” olduklarında, onlara bir türlü “cani” demeye dilimiz varmıyor!

Oysa, hangi halkın içinden hiç cani çıkmamıştır? Hangi etnik grup diğerleriyle hiç çatışmadan yaşayabilmiştir? Osmanlı imparatorluğu da dahil olmak üzere, hangi imparatorluk kan dökmeden, başka halkları sömürmeden var olabilmiştir? Hangi milletin tarihinde karanlık sayfalar yoktur? Peki ya biz? Bizim aramızdan hiç mi cani çıkmamıştır? Bırakınız başka halklara yaptıklarımızı, birbirimizi bile defalarca ve vahşice boğazlamadık mı… daha dün… örneğin Kahramanmaraş ya da Sivas’ta! Bizim tarihimizde de bazı karanlık sayfaların olmaması mümkün mü?

O halde, 1915’te onları soykırım olarak kabul etmesek bile, yalnızca resmi tezimizin rakamlarını temel aldığımızda dahi yaklaşık dört Ermeni vatandaşımızdan birinin yaşamını yitirdiği “tehcirin” de bizim tarihimizin “karanlık” sayfalarından biri olduğunu kabul etmekte neden bu kadar zorlanıyoruz? Onurumuza mı yediremiyoruz?

Peki ama, tehcir sırasında “kazara”, “salgın hastalıktan”, “münferit bir iki haydut saldırısı sırasında” öldüklerini söylediğimiz o üç yüz bin sivilin ölümüne bile bir türlü üzülemeyen, yani kendi vatandaşlarının ölülerine bile saygı gösteremeyen bir toplum görüntüsü verdiğimizde, caniye bir türlü cani diyemediğimizde acaba çok mu “onurlu”, “saygın”, “uygar” bir davranmış sergilemiş oluyoruz?

Bir düşünelim hele: 1915’te Çanakkale’ye zırhlı gemileriyle, silahlarıyla ülkemizi işgale gelmiş olan Anzakların, Fransız ve İngiliz emperyalist orduların askerlerinin anısına gösterdiğimiz saygıyı, aynı tarihte “tehcir” sırasında ölen Ermeni vatandaşlarımıza neden bir türlü gösteremiyoruz?

1915’de Çanakkake’de askerlerimizi kurşunlamış ya da süngülemiş olan emperyalist orduların askerlerinin mezarları bugün Gelibolu’da, şehitlerimizin mezarlarının yanı başında yer alabiliyor. Bunu, düşman askeri de olsa insana saygının, ölüye saygının bir gereği sayıp, böyle bir insancıl tavır sergilediğimiz için kendimizle haklı olarak gurur duyuyoruz. Peki ama, nerede aynı tarihte “tehcirde” ölen Ermeni vatandaşlarımızın mezarları? Neden onların da bir anıt mezarı dahi yok? Ölülerini gömmeyen bir toplum uygar sayılabilir mi?

Anzakların torunları her yıl ülkemizde çiçeklerle karşılanıyor ve “Haka Dansı” eşliğinde, devletimizin resmi yetkililerinin de katıldıkları törenlerde atalarını saygıyla anabiliyorlar. Peki ama, neden dünkü resmi düşmanlarımızın torunlarına gösterdiğimiz bu insanca tavrı, tehcirde ölen Ermeni vatandaşlarımızın torunlarından esirgiyoruz? Neden onların torunlarına da atalarını mezarlarının başında anma hakkını tanımıyoruz? Devletimizi böyle bir tören düzenlemekten alıkoyan nedir?

Soykırım tartışması mı? İyi ama, doksan yıl gecikmiş olan bu asgari insani tavrı sergilemek için, uygar bir toplum olmanın gereğini yerine getirmek için “soykırım tezini” kabul etmek gerekmiyor ki!

Yoksa Anzaklar’ın (ve İngiliz/Fransız emperyalistlerinin!) “mert düşmanlar”, Ermeniler’in ise bizi “arkadan vuran hainler” olduklarını… dolayısıyla tehcirde ölen Ermeni sivillerin doksan yıl sonra bile insanca anılmaya haklarının olamayacağını mı düşünüyoruz?

Böyle bir zihniyetin neyin ifadesi olacağını bir kenara bıraksak bile, şu basit soruyu da mı sormayacağız: Tehcire tabi tutulan “tüm” Ermeniler mi “hain”di? Çocuklar dahil? Resmi tezimizdeki rakamlara göre ölen o üç yüz bin insan evladı arasından ayıklayabileceğimiz ve anısını saygıyla, üzüntüyle anabileceğiz, yani “hain” damgasını hak etmeyen hiç mi kimse yok? Çocuklar arasında bile mi yok? Ya o zaman bile tehciri onaylamayan Türkler? Ermeni komşularını koruyan Türkler? Onlar da mı “vatan hainiydi”? “Ecdadımızla gurur duyduğumuzu” söylerken, hangilerini kastediyoruz? Komşularını korumak için canını tehlikeye atanları mı, yoksa tehcir kararını alanları, özel olarak teşkilatlananları ya da “alaylardan” gelenleri mi?

Hem… bildiğimiz kadarıyla, “tüm” Ermenilerin topluca “hain” ve “suçlu” olduklarını ilan eden, bu sıfatla cezalandırılmalarına hükmeden, onları vatandaşlık haklarından mahrum eden ya da vatandaşlıktan atan bir mahkeme kararı yok aslında, değil mi? Zaten hükümetin “tehcir” kararı da Ermenileri “cezalandırmak” ve yok etmek için alınmış bir karar değildi, yanlış anlamıyorsak eğer? Hatta resmi tezimizi savunanların belirttiği gibi, aslında tehcir, onları “korumak için”, yani “iyilikleri için”, “daha fazlası ölmesin” diye alınmış “insanca” bir karardı… Öyleydi, değil mi? O halde, tehcirin uygulamasında ortaya çıkan “aksaklıklar”, yani bu üç yüz bin insanın ölmesi, aslında tümüyle savaş koşullarından kaynaklanan bir talihsizlik, yani devlet ve hükümet tarafından asla istenmeyen bir sonuçtu… Resmi tezimiz bize bunları söylüyor, yalan mı?

O halde, madem Ermeniler toptan “suçlu” ya da “hain” oldukları için kasten öldürülmüş ya da cezalandırılmış değiller… o zaman tehcirde ölen vatandaşlarımıza suçlu muamelesi yapmamız, arkalarından kötü konuşmamız abes olur, öyle değil mi? Hele aradan neredeyse koca bir yüzyıl geçmişse… Demek ki artık bugün, hiç olmazsa bugün, onları tehcir kurbanı olarak görmemize, saygıyla anmamıza engel hiçbir şey olmasa gerek. Resmi tezimizde bile bunu engelleyecek aksi bir hüküm yok, değil mi?

Peki ama, bu konudaki insani görevimizi bunca yıldır niçin ihmal ettik ve neden hâlâ ihmal etmekte direniyoruz? Neden, derhal, gecikmeksizin, bahane uydurmaksızın ve her hangi bir koşul öne sürmeksizin, tehcirde ölen kendi Ermeni vatandaşlarımız için bir anıt mezar dikip onlara gereken saygıyı göstermiyoruz?

Yoksa biz hâlâ geçmişin düşmanlıklarını bir türlü aşmasını bilemeyen, uygarlığın asgari gereğini bile yerine getirmek istemeyen ve tüm Ermenileri “ebedi düşman” olarak gören ırkçı bir toplum muyuz?

İşte bugün bütün dünyanın bize sorduğu soru budur. Bizim de kendimize sormamız gereken soru budur. Bu soruya “hayır” yanıtını veriyorsak, o zaman bu kuşkuyu ortadan kaldırmak için gerekeni de yapmalıyız.

“Peki ama bize bu soruyu sorunların kendileri yeterince uygar mı? Ermeniler bize çok mu dostça yaklaşıyorlar… ya da Avrupalılar? Onlarda hiç mi bize karşı düşmanlık ya da ırkçılık yok?” diyebiliriz elbette. “Ya bizim kayıplarımızın hakkını kim savunacak?” diye de yakınabiliriz. Bu çekincelerde bir doğruluk payı vardır kuşkusuz. Ayrıca, “her millet kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder, ötekiler kendi kusurlarını ortaya döküyorlar mı? Onların içinden kendilerini eleştirenler çıkıyor mu? Biz niye kendi kendimizi eleştirelim?” diye itiraz edenlerimiz, hatta “bana ne Ermenilerden, ben Türklerden tarafım” diye kestirip atanlarımız, ya da “uygar geçinen büyük devletler bile ne rezillikler yapıyorlar, uygarlıkta örnek olmak bize mi düştü…” diye söylenenlerimiz de olacaktır mutlaka.

Tüm bu görüşleri: “Hele önce ötekiler kendi kusurlarını, kendi işledikleri cinayetleri kabul etsinler, önce onlar uygar olsunlar… biz de ona göre bakarız” diye özetlemek mümkün. Öte yandan, “önce başkaları” uygarca davranmadığı sürece bizim de uygar olup olmamaya karar veremeyeceğimizi söylersek… o zaman aslında “henüz uygar olmadığımızı” da itiraf etmiş olmaz mıyız?

Böyle bir “itirafı” bu ülkeye, bu ülkenin insanlarına reva görenler, gerçekten “milli çıkarları” temsil ediyor olabilirler mi? Başkasının ne yaptığına bakmaksızın uygar bir toplum olmak “milli çıkarlarımıza” aykırı mıdır? “Uygar olmayı” da mı yoksa “dış mihraklara” verilmiş bir taviz olarak algılıyoruz? Hem… tüm dünyada Türk halkına “barbar” damgası vurulmasına neden olan saldırgan ve hoyrat bir üslupla, aslında kendilerinin bile inanmadıkları tezleri inatla savunmaya devam edenler “Türklerden yana” taraf mıdırlar gerçekten?

Hem… sahi, uygar bir toplum olmak “milli çıkarlarımıza” neden aykırı olsun ki?

“Peki ama o zaman bize her dayatılanı peşinen kabul edip boyun mu eğeceğiz? Uygar olmak için soykırım tezini mi kabul etmek gerekiyor?”

Sorun şu ki, kendi resmi tezimizin tümüyle gerçekleri yansıttığını varsaysak bile, bizler, toplum olarak 1915’te yaşananların insani boyutlarıyla ilgili üzerimize düşen asgari görevleri yerine getirmediğimiz sürece, asla inandırıcı olamayacağız. Olamıyoruz da zaten!

Hem, bizler ölülerimizi bile gereken saygıyla gömmeyip, doksan yıldır asgari insani görevlerimizi ihmal etmişken, yani uygar bir toplum olmanın gereklerini yerine henüz getirmemişken… bugün kalkıp da “Ermeni çetelerinin ihanetinden” ya da “onları kışkırtan emperyalistlerden” ya da “Avrupalıların yeterince dürüst olmayışından” söz etmeye ne derece hakkımız olabilir ki?

Dilerseniz bunu “milli çıkarlar” diline tercüme edip şöyle de ifade edebiliriz: 1915’te yaşananları “trajedi” diye hemen geçiştirivermeyen… “ama onlar da bize şunu yaptılar…” diye hemen arkasından mazeret sıralamaya başlamayan… hele hele bu kadar insanın yaşamını yitirmesine neden olan bir siyasi kararı haklı göstermeye hiç yeltenmeyen… tehcir kurbanlarının anısına hak ettikleri saygıyı gösterip, caniye de cani diyebilme erdemini gösteren bir ülke, başkalarının yaptığı haksızlıkları, işledikleri suçları dile getirmede daha haklı, daha meşru bir zeminde yer almaz mı… kendi haklarını savunmada daha güçlü olmaz mı?

Özetle, başkalarının ne derece uygar davranabildiklerini tartışabilmek için, bizim de uygar olmanın asgari koşullarını yerine getirmiş olmamız gerekir. “Uygar” olmanın gereği de, her şeyden önce, tarihte yaşanan toplu kıyımları, soykırımları, etnik temizlikleri, katliamları, yani genel olarak sivillerin hedef alındığı toplu kırımları “fanatik taraftar gözlüğü” takarak ve amigo üslubuyla tartışmamaktır. Bu meselelerde milliyetçi bir mantıkla “taraf” olmayı seçenler, işin özünü (yani insan hayatından söz ettiğimizi) unutup, işlenen bu insanlık dışı cinayetleri şu ya da bu etnik grubun, milletin, dinin, ırkın, ya da devletin ebedi “haklılığı”, “mağdurluğu” ya da “üstün çıkarları” adına mazur göstermeye, hatta savunmaya kalkışırlar. Bu meseleleri kan ve barut kokan bir üslupla tartışanlar, dünün düşmanlıklarını bugüne taşıyıp “kan davalarına” dönüştürürler, yarının yeni kan banyolarının koşullarını olgunlaştırırlar. Bunun ötesinde, dünün vahşetini bugün haklı gösterip savunan bu kesimlerin, yarın benzer gerekçelerle aynı şeyi bir daha yapmaya kalkışmayacaklarının da hiçbir güvencesi yoktur…

Şurası açık ki, sivilleri hedef alan çeşitli toplu cinayetlerin “teknik ayrıntılarında” elbette farklar vardır. Sözgelimi, Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımıyla, Rwanda’da ya da Endonezya’da yaşananlar hayli faklıdır. Yüzyılın başında, Balkan savaşları sırasında Türklere ve Müslümanlara karşı uygulanan etnik temizlikle, aynı yüzyılın sonunda Bosna’da Sırpların yaptıkları bile, birbirine çok benzemekle birlikte, yine de farklılıklar taşır. Tüm bunları incelemek, oluşum süreçlerini açıklamak ve bu olayları sınıflandırıp adlandırmak esas olarak tarihçilerin, hukukçuların, siyasal ve sosyal bilimcilerin, toplum psikolojisi uzmanlarının, vb. işidir.

Bununla birlikte, soruna uygarlık açısından bakıldığında, insani boyutları değerlendirildiğinde, kaç kişinin nerede, ne zaman, kimler tarafından, hangi yöntemle ve hangi gerekçeyle öldürdüğünün pek de bir önemi yoktur!
Gözü dönmüş canilerin doğradığı bir çocuğun hangi milletten olduğunun ne önemi olabilir ki? Bu iğrenç suçu işleyenleri hangi “mazeret” affettirebilir?

“Çünkü ağlayan bir çocuk,

Nereli olursa olsun,

Yalnızca ağlayan bir çocuktur.

Çünkü namlularınızın ucunda

Ölmekte olan bir çocuk,

Yalnızca ölmekte olan bir çocuktur.

Ne iğrenç bir şeydir,

İki masumiyetten birini seçmek!

Ne iğrenç bir şeydir,

Çocukların kahkahasını düşman bellemek!”

(Barbara, Perlimpinpin, 1973)

Bu suçları kimler işlemiş olursa olsun ve kurbanların etnik kökenleri, milletleri, dinleri, ırkları ne olursa olsun, kadın, çoluk çocuk, yaşlı demeden silahsız ve savunmasız insanları topluca öldürmenin, ölüme yollamanın, ölümlerine yol açmanın savunulabilecek hiçbir mazereti ya da “haklı” gerekçesi olamaz. Hiçbir “üstün milli çıkar”, “tarihi haklılık”, “ulusal mağduriyet” ya da “dini/ideolojik inanç”, “haklı intikam duyguları” bu insanlık dışı vahşetin sorumlularını temize çıkarmaya yetmez. Bu cinayetlerin tümü, adına ne koyarsak koyalım, en ufak bir mazeret sıralamaya, hafifletmeye kalkmadan, kem küm etmeden, en kesin dille lanetlenmelidir.
İşte bütün mesele, tüm insanlık için ortak olması gereken bu paydada anlaşıp anlaşamadığımızdır: Çünkü uygar olmanın “olmazsa olmaz” koşulu budur.

Uygarlığın, yani insanlığın saflarını seçmek için, iddia edildiğinin aksine, ille de başkalarının milliyetçi tezlerine “boyun eğmemiz”, bize “düşmanca davrananlara” teslim olmamız, “Türklerin aşağılanmasını kabul etmemiz” de gerekmiyor. Yalnızca kendi fanatik milliyetçiliğimizin at gözlüklerinden sıyrılmamız, “önce Türk sonra insan” değil… önce insan, sonra Türk olduğumuzu hatırlamamız yeterlidir.

Kaldı ki, kendi tarihimizin karanlık sayfalarına dürüstçe bakmaya cesaret edebildiğimizde, düşmanlık dilini kullanmadan olan bitenleri tartışabildiğimizde, cani kim olursa olsun ona “cani” demeyi başardığımızda, “Türklere ihanet edip, Ermenilerden yana taraf” olmuş olmayacağız. Çünkü bazılarımızın sandığı ya da göstermek istediği gibi saflar bir yanda “Türkler”, karşı tarafta da “Ermenilerden” oluşmuyor. Safların dağılımı daha farklı: bir tarafta aralarında bazı Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin, Fransız, İngiliz, Rus ya da Almanların, vb. da yer aldığı caniler vardır… öteki tarafta ise insanlık ve uygarlık vardır. Mesele de budur. Toplum olarak karar vermemiz gereken budur: Canilerden yana mıyız, insanlıktan ve uygarlıktan yana mıyız?

Bize bugün hesap soranların bir kısmının uygarlıkla pek alakası olmayabilir. Bunların bir kısmı Ermenileri de aslında hiç umursamıyor olabilir, yalnızca Ermeni meselesini başka amaçlar için koz olarak kullanmaya çalışıyor olabilir. Ancak bizim asıl önem vermemiz gereken konu, bir kanton savcısının açtığı işgüzar dava ya da bir kasaba politikacısının oy avcılığı amacıyla sarf ettiği sözler değildir… Hatta şu ya da bu yabancı parlamentonun milletvekillerinin şu ya da bu gerekçeyle, kendi bilgi, görgü ve hadlerini aşarak verdikleri kararlar bile değildir… Hele bir ABD başkanının 24 Nisan konuşmasında bu yıl hangi sözcüğü seçeceği hiç değildir!

Çünkü unutmamamız gereken bir şey var: Ermeni meselesi Avrupalıların, Amerikalıların değil, bizim sorunumuzdur. Bizim kendi tarihimizin sorunudur. Kendi Ermeni vatandaşlarımızla… Ermenistan’daki komşularımızla… bu topraklardan 1915’te göç ederek dünyanın dört bir tarafına dağılan Ermeni vatandaşlarımızın torunlarıyla aramızda bir sorundur. Dolaysıyla bizim tek önem vermemiz gereken şey, hem kendi vicdanımızın sesi, hem de asıl muhatabımız olan Ermeni kardeşlerimizin ne düşündüğüdür. Çünkü biz bu meseleyi onlarla oturup, “biz bize”, kendi aramızda diyalog kurarak çözmek zorundayız.

Bu sorunu çözmek de, sanıldığı gibi olanaksız değildir: Yeter ki gerçekten çözmek isteyelim… Bu meseleyi tartışırken o “milli maç” havasından, “Ermenilere karşı sözde soykırım zaferi kazanmak için seferber olma” havasından çıkmayı başardığımız gün, bu doksan yıllık ortak travmanın aşılması ve doksan yıldır kanamakta olan bu yaranın artık kapanması için en önemli adımı, en belirleyici adımı atmış olduğumuzu idrak edeceğiz.

“Peki ama, sorunu çözmek için soykırım tezini kabul etmek zorunda mıyız? ‘Soykırım mı tehcir mi?’ tartışmasında kim haklı?”

Keskin milliyetçilerin bize anlatmaya çalıştıklarının aksine, işin bu yönü, yani ortak tarihimizi tüm ayrıntılarıyla deşmek, keşfetmek, irdelemek, tasnif etmek, olanları nasıl adlandıracağımızı kararlaştırmak… esas olarak “teknik” bir tartışmadır ve sanıldığı kadar önemli değildir. Gerçekler ne kadar acı, ne kadar kabul edilmesi zor olursa olsun, hepimiz onlarla tümüyle yüzleşmek zorundayız elbette.

Ancak asıl mesele, düşmanca söylemimizi terk edip, 1915’te yitirdiğimiz insanlarımızın anısına gereken saygıyı göstermek için üzerimize düşen insani görevimizi yerine getirmeyi başarmaktır. Çünkü biz bunu başardıktan sonra, olanları konuşmak için bir araya geldiğimiz gün, hem bizler, hem de Ermeni kardeşlerimiz anlayacağız ki, “soykırım ya da tehcir” tartışmasında “kazanan” bir taraf zaten asla olmayacaktır. Çünkü bizler, hem Türkler hem de Ermeniler, o savaşı çoktan yitirdik… ta 1915’te yitirdik!

Bugün ise artık yapabileceğimiz tek şey, dünün yaraları sarmak için bugün ne gerekiyorsa bir an önce hep birlikte onu yapıp, hiç olmazsa ortak geleceğimiz kurtarmaktır… gelecek kuşaklarımızı bu travmadan, bu acıdan, düşmanlıktan kurtarmaktır.

Yorumlar kapatıldı.