İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan…

Cengiz Çandar

“Ermeni sorunu”na gözle görülebilir bir gelecekte bir “çözüm” beklemek hayal. Pozisyonlar, şu andaki görünümüyle öylesine kemikleşmiş durumdaki, buradan ilgili tüm tarafları “tatmin edecek” bir “çözüm” üremesi imkansız.

Radikal gazetesinin haftalık ekinde Agos gazetesinin yazarlarından Markar Eseyan, dikkate değer bir tespit yaparak, şunu belirtiyordu: “… Tehcir sorunu, bizzat Türkiye’nin kendine güvensiz politikası sebebiyle hem Türkiye’de, hem de diasporada uç kesimlerin eline teslim edilmiş, diğer devletlerce politika malzemesi olarak görülmüş ve bu sebeple artık tarihi olmaktan çıkıp, tamamen siyasi bir konu haline gelmiş bir meseledir.”

Öyle oldu. Öyle olmaya da devam ediyor. Zaten, “konuyu tarihçilere bırakalım” söylemi başlıbaşına bir “siyasi tavır” olagelmiştir ve Türkiye’nin uzun süredir izlediği bu tutum, “tarihin siyasileştirilmesi” ile eş anlama gelmiştir. Markaryan, bu konuda, “‘Tartışmayı tarihçilere bırakalım’ söylemi, çözümü ertelemekten ya da amiyane tabiriyle topu taça atmaktan başka bir şey değil. Tarih bir laboratuar bilimi değildir. Arşive giren her tarihçi istediği belgeyi istediği biçimde yorumlayabilir. ” derken haklı.

“Tehcir” konusuna ilişkin yaklaşım ve yorumlarda bile -ki, bu neredeyse bir ‘objektif olgu’- bile ortak bir görüşe varmak mümkün değil. Olamaz da. Kimi Ermeniler “tehcir” i 1948 tarihli “tanımı” na pekala uygun görerek, olayı “soykırım” olarak niteliyor. “Soykırım” tanımının geniş bir yorumu, bunu mümkün kılabiliyor. Ama, “tehcir kararı” nın alındığı özgül koşullardan hareketle ve bu arada Ermeni çetecilerin “cephe gerisi” nde Rus işgal kuvvetleriyle birlikte hareket ettiğine işaret eden Türk yorumları da, pekala olayın “soykırım” tanımına giremeyeceği konusunda ikna edici.

“1915 olayları”, bir yandan diaspora Ermenilerinin elinde, diğer yandan da Türk resmi makamlarının teşvikiyle Türkiye’nin çeşitli unsurlarının elinde, kaçınılmaz olarak, bir “milliyetçi kimliği oluşturma” ve “milliyetçi polemik malzemesi” haline dönüşebiliyor.

Böyle bir “iklim” den bir “çözüm” çıkmaz. Çıkamaz.

Bu bakımdan, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini “olabildiğince”, “siyasi-ekonomik-diplomatik eksen” üzerinde mütalaa etmek ve bu yönde adım atmak doğrudur. Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki “normalleşme”, soykırım tartışmalarını da daha sakin ve zaman içinde iki toplumun arasındaki bağları yeniden olumlu biçimde kuracak “ruhi iklim”in oluşmasına da katkı yapar.

İşin bu noktasında, iki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının, bu konuda sağladığı “olağanüstü katkı” yı kaydetmek gerekiyor. Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan ! Türkiye’nin biri Ermeni Gregoryen, diğeri Ermeni Katolik kökenli iki aydını, bir yandan Ermeni diasporasındaki “Ermeni milliyetçiliği” ile didişirken, diğer yandan da şapka çıkarılacak bir “medeni cesaret” ile ” Ankara gladyatörleri” nin önünde aylardır tv ekranlarında, forumlarda, seminerlerde mücadele veriyorlar.

Hiçbir inandırıcılığı olmayan bir uslupla konuya yaklaşan Türk Tarih Kurumu’nun “militanları” ndan, emekli diplomatlara, oradan milletvekillerine uzanan geniş yelpazeye karşı “sağduyunun sesi” olarak sahneye çıkan ve kendi ülkelerinde ağır ithamlarla karşılaşırken, diasporadaki soydaşlarının da benzeri hakaretlerine maruz kalan bu iki “yürekli vatandaşımız”ı saygıyla selamlamalıyız. Onların “mesajı” na kulaklarımızı açmalıyız.

O “mesaj”ı Markar Eseyan şu satırlarla tekrarlıyordu:

“… Binlerce yıllık yurdundan ne olduğunu bile anlamadan sökülenleri, tehcir yollarında yetim, dul ve hiçbir şeysiz kalan, hayatlarını kaybeden insanları, Ermeni komşularını sakladığı için evinin önünde asılan Müslümanları, itlaf emri alan ve bunu uygulamak yerine intihar etmeyi seçen Osmanlı subaylarını ve en nihayetinde geçmişin bu ağır yükünü taşımak zorunda bırakılan bugünün Ermenisi, Türkü, Kürdü olarak bizlerin neler hissettiğini anlamaya çalışmadan, soykırım, katliam, tehcir , mukatele kavramlarıyla döşeli bir zeminde düelloya çıkmak hiçbir yarar sağlamıyor. Bu anlamda, 1915 tehcir sorunu hakkında her şeyden evvel ahlaki ve vicdani bir üslup oluşturmak gerekiyor. Bu konuda görüş bildiren herkesin, yüzbinlerce misketten ve gazoz kapağından değil, insan hayatından ve onların dünyanın dört bir yanına saçılan ve yaşanan travmanın etkilerinden hala kurtulamayantorunlarından bahsettiklerini hatırlamalılar. Belki de birbirimize neler bildiğimizi değil, neler hissettiğimizi anlatmak en doğru başlangıç olacak. ”

Öyle değil mi?

Yorumlar kapatıldı.