Murat Belge
1915’teki tehcir ve kıyım olayının ‘genosid’ olup olmadığı sorusu, karmaşık ve gitgide karmaşıklaşan, konunun doğrudan ilgili tarafı olan Türkler ve Ermenilerin de dışına taşan bir soru. Kendi hesabıma, öteden beri, bunu bir ‘genosid’ örneği olarak görmemişimdir. Ama verili koşullarda, bu görüş, ister istemez, benim ‘kişisel’ görüşüm olarak kalıyor, çünkü bilindiği gibi bunun 1948’de yapılmış bir tanımı var ve bugün bu konuda yapacağımız herhangi bir nesnel tartışmayı bu tanıma göre yürütmek zorundayız.
Bu tanım, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, dünyanın, Avrupa’nın göbeğinde nasıl bir cinayet işlendiğini görüp anlamasının dehşetini taşıyor bence. İnsanların sahip oldukları kimlik, yani ırkları, milliyetleri, dinleri gibi nedenlerle topyekûn imha edilmelerine bundan böyle kesin bir son verme amacı ağır basıyor. Bunun için de, tanım mümkün olduğu kadar genel tutulmuş; kitleselleşme eğilimi gösteren her türlü ‘kıyım’ olayı ‘genosid’ olarak tanımlanmış.
Evet bugün varolan insanlığın büyük çoğunluğu artık böyle ‘kıyım’lar görmek, yaşamak istemiyor -ama yakınlarda geçen olaylardan bildiğimiz gibi, bunlara büsbütün engel olmak hâlâ mümkün değil. Gelecekte olanları engellemek için ‘genosid’ tanımının terimlerini geniş tutmak anlaşılır bir şey, ama dünya, insanın bilinci, ‘gelecek’ten çok ‘geçmiş’le dolu. Geçmişte olanları yeniden anlamlandırmak söz konusu olduğunda, elimizde gene bu madde var.
Şu anda, Ermeni kıyımı dışında, ‘Genosid midir, değil midir?’ diye tartışılan çok fazla tarihi konu yok ya da en azından bu kadar yaygın bir şekilde bilinen ve izlenen çok fazla ‘genosid’ tartışması bulunmuyor. Ancak kendini mağdur hisseden herkes konuşmaya başlar ve asıl önemlisi, konuştuğu sözün dünyada işitilmesini sağlarsa, St. Barthélemy’den Otuz Yıl Savaşları’na, Aztek ve İnka imparatorluklarının akıbetinden Boxer ayaklanmasına, 1948’in ‘genosid’ tanımına uygun yığınla olay da gündeme gelir.
Kitlesel kıyım yapacak güce sahip olan, ama bunu bir biçimde kullanmamış bir insan topluluğu bulmakta zorluk çekeriz. Kıyımın sadece ve sadece tek taraflı işlediği örnekler bulmakta da zorlanırız. Balkanlar’da Osmanlı imparatorluktur, devlettir, yani güçlüdür. Egemenliğini tehdit eden hareketlere karşı -Sırbistan’da, Bulgaristan’da, Yunanistan’da- serttir.
Ama söz konusu toplumlar da ellerine fırsat geçirdikleri zaman daha farklı davranmamışlardır. Verdirdikleri telefat daha azsa, ya zaten başka öldürülecek adam kalmamıştır ya da imkânları o kadarına yetmiştir.
1948 tanımı kimliğe ilişkin ölçüler getiriyor ama ideolojiye pek değinmiyor. Tanımı olduğundan daha da genişletme pahasına, bunun da yeri olması gerektiğini düşünüyorum. Sözgelişi, bu konu açıldığında, Ruanda’dan, Kamboçya’dan örnek veriyoruz; ama Endonezya’daki iki yüz küsur bin insanın komünist olduğu için öldürüldüğü kıyım akla gelmiyor, telaffuz edilmiyor. Oysa son analizde konumuz ‘insan öldürmek’, daha doğrusu ‘topluca insan öldürmek’. Endonezya gibi olguları da eklediğimizde varolan liste iyice uzayacaktır.
Sonuç olarak, eldeki maddenin bugün vardığımız deneyimler birikimi çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hukukun iyi işlemesi eylemler arasındaki ayrım çizgilerini bulandırmakla değil, netleştirmekle mümkün olur.
Bu konuya devam edeceğim.
Yorumlar kapatıldı.