İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Alev Er: Çiçeklere bakın, göreceksiniz…

Alev Er

Evladiyelik “Ermeni Soykırımı diye bir şey olmamıştır” tezini “bilimsel veriler”le canlandırmak için yıllardır hazırlanıp duran, bir anda piyasaya cilt cilt kitaplar sürerek kampanya başlatan koca profesörler bütün çalışmalarının bir günde, bir gazete haberiyle çöküvereceğini bilseler, yine de bu işe kalkışırlar mıydı?..

1915 Tehcir Kararnamesi’yle Anadolu’da yerlerinden yurtlarından edilip çoluk çocuk yollara düşürülen Ermeniler’in sayısının kendi yazdıkları ve yemin billah ettikleri gibi beş yüz bin değil bunu iki katı olduğunun bizzat o tehcir kararını verenin kalemiyle belgeleneceğini…

“Etnik temizlik yapılmadı, Ermeniler sırf Ermeni oldukları için Anadolu’dan tasfiye edilmedi, tehcir Osmanlı ordusunun arkadan vurulmasını önlemek için ve sadece savaş bölgesinde uygulandı” iddiasının yine o kararı verenin kendi el yazısıyla tuttuğu notla çürüyüp gideceğini, tehcirin savaşla ilgisi bile olmayan bölgelerde, mesela İzmit’te uygulandığını ve o sancaktan tam elli beş bin Ermeni’nin sürüldüğünü…

Bunların böyle, bu kadar net biçimde gün yüzüne çıkacağını bilseler kendilerini ortaya atarlar mıydı?..

Gerçekten bilimadamı gibi davransalar, yansız, objektif, önyargıların altını beslemeye değil o önyargılarla boğuşmak pahasına bilimsel verileri bulup ortaya çıkarmaya çalışsalardı, yapmazlardı.

Zaten böyle olsalar “onlar” ve “biz” demez, tarihçiliği profesyonel bir boks maçının ringine çevirmezlerdi; bütün paralarını kırmızı köşeye yatıran boks organizatörleri gibi algılanmak ağırlarına giderdi…

Ama onlar bunu seçti ve şimdi yollarına devam etmekten başka çareleri de yok.

Nitekim, Hürriyet gazetesinde Ermeni Tehciri kararını uygulatan Talat Paşa’nın tehcire maruz bırakılan Ermeniler’le ilgili ve kendi eliyle kaleme aldığı rakamların yer aldığı, bu sayının tam 924 bin 158 olduğunun belirtildiği defter sayfasının yayımlandığı gün, yani dün, Milliyet gazetesinde o profesörlerden biriyle yapılmış bir söyleşi var: Profesör Hikmet Özdemir tehcire uğrayan Ermeni sayısını hâlâ 500 bin olarak aktarıyor.

Talat Paşa’nın defterinde Bursa’dan göçürülen Ermeniler’in sayısı 66 bin 413, İzmit’ten sürülenlerin sayısı 54 bin 370, Balıkesir’den sürülenlerin sayısı 8 bin 290, Afyon’dan sürülenlerin sayısı 7 bin 327 olarak alt alta sıralanırken, Milliyet yazarı Derya Sazak’ın “Savaş bölgesi dışından, Trakya’dan, Batı’dan da zorunlu göçler oluyor. Profesör Halil Berktay’ın ‘etnik temizlik’ iddiası buna dayanıyor” sorusuna cevap bile vermiyor, soruyu başka argümanlarla geçiştiriyor Özdemir.

Dahası, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçtikten hemen sonra, Amasya’da Ermeni katliamını açıkça kınadığını, bunun cezasız kalmayacağını taahhüt ettiğini bildiği halde, bu konuda bizzat kendisinin yazdığı bir de kitap olduğu halde, Mustafa Kemal Sivas Kongresi sırasında Amerikalı General Harbord’la yazışmalarında bunu defalarca dile getirmişken, örneğin Rauf Orbay’ın anılarında bu, bölüm başlığı olarak açıkça yer almışken, “1915’te bir trajedi yaşanıyor ama söz konusu olan savaşta karşılıklı çatışmadır, Mustafa Kemal de olaya öyle bakıyor” diyebiliyor…

“Ermeni konvoylarına saldırı düzenleyenler cezaevi kaçkınları mı” sorusuna, “Unutmayalım ki bir devletin ayakta kalmak için elindeki bütün kaynakları seferber etme hakkı vardır” cevabını vererek Teşkilat-ı Mahsusa’nın kıyıcılığına soğukkanlı gerekçeler bulabiliyor, bugünün Susurluk çetelerinin, Abdullah Çatlılar’ın atalarına selam gönderebiliyor…

Ne diyelim, yolları açık olsun…

Ama nereye kadar?

Cevabını üç gün önce gittiğim yerde gördüm, biliyorum…

1915 Tehciri’nin dramlarından, Franz Werfel’in belgesel romanında da anlatılan Musa Dağı direnişi.

Musa Dağı, Hatay’ın Samandağı ilçesi sınırları içinde, Akdeniz’e yukarıdan bırakılan bir taş kadar dik inen bir tepe. Adı, orayı ziyaret ettiği varsayılan Musa Peygamber’den geliyor.

1915 tehcirinde burada yedi Ermeni köyü vardı. Yoğunoluk, Hıdırbey, Vakıflı ve ötekiler…

Tehcir kararı bu köylere bir iki ay geç geldi. Köylüler bu sayede yıkımın nasıl uygulandığını, yerlerinden göçürülenlerin yollarda başına neler geldiğini ayrıntılarıyla öğrenme fırsatı buldu.

Bu yüzden, sıra kendilerine geldiğinde çoğu teslim olmak yerine direnmeyi seçti.

Toplantılar yapıldı, kararlar alındı ve bu yedi köyün nüfusunun büyük bölümü, yanlarına çoluk çocuklarını da alıp Musa Dağı’na çıktı.

Beş bin kişi kadardılar ve tehcir kararını uygulamaya gelen Osmanlı askerlerine ellerindeki iki yüz elli çakar almaz silahla karşı koydular.

Tam kırk gün…

Sonunda Akdeniz kıyılarında gezen Fransız devriye gemilerini oradaki varlıklarından haberdar edebildiler ve beş bin Musa Dağlı Ermeni kıyıya zorlukla yanaşan, hatta yanaşamayan gemilere binip Mısır’ın Port Said limanına ulaşmayı, öteki yüz binlerce Ermeni’nin yaşadığı sondan kurtulmayı başardı…

Mondros Mütarekesi’nden sonra Fransızlar bölgeyi ele geçirince hepsi yeniden köylerine döndü ve İskenderun Sancağı’nın Fransızlar’ın elinde bulunduğu yirmi yıl boyunca, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına kadar orada yaşadılar.

Yaşadıkları toprak yeniden Türkiye’ye geçince büyük bölümü tedirgin oldu; ne de olsa geçmişte Osmanlı’ya, üstelik de silahla direnmişlerdi, bunun öcünün alınmasından korkuyorlardı.

Bu yüzden çoğu Lübnan’a, bugün Bekaa Vadisi’ndeki Anjar köyüne göçtü.

Bunu sadece bir köyün halkı yapmadı. Göçmek istemeyen başkaları da o köye katıldı ve onlar Türkiye’de kaldı.

Bugün hâlâ oradalar. Artık otuz küsur haneye inmiş olsalar da, Türkiye’nin nüfusu Ermeni olan tek köyü onlarınki; Vakıflı…

Cumartesi günü o köydeydim.

Ve o gün hissettim ki, Vakıflı Ermenileri çok uzak olmayan bir tarihte Türkiye’de artık bir Ermeni sorunu kalmayacağına, o yörede ve başka yerlerde herkesin yüz yıl önce olduğu gibi kendisini kendi toprağında hissedeceğine yürekten inanıyor.

Bana bu konuda bir şey söylemediler, bunu neredeyse hiç konuşmadık bile. Ama böyle olduğunu biliyorum; çünkü onların orada kalıcı olduğunu gördüm.

Kalıcılar, çünkü Türkiye’nin en çiçekli köyü orası. Türkiye’nin en güzel çiçekli bahçeleri onlarda.

Biraz yukarıdaki eski Ermeni köyü Yoğunoluk’ta ise hiç Ermeni yaşamıyor, köyün halkı başka yerlerden oraya göçürülmüş Müslümanlar. Ve Yoğunoluk içler acısı, perişan bir köy. Bırakın evlerini, bahçelerini çiçeklendirmeyi, var olanları bile korumamışlar.

Bu, sadece iki toplum arasındaki kültür farkından kaynaklanan bir uçurum değil; besbelli ki yeni Yoğunoluklular kendilerini orada geçici, göçebe hissediyor, altmış beş yıl sonra bile o köye yerleşemiyorlar…

Bu tezatı yıllar önce İngiltere’de de görmüştüm.

Sadece kentlerde değil, bütün köylerde gördüğüm aynı şeydi; dünyanın en güzel evleri, kapı pencereleri binbir renge boyanmış, her duvarı çiçeklerle örülü İngiliz evleriydi.

Birkaç gün sonra geçtiğim Kuzey İrlanda’da ise böyle bir tek ev yoktu.

Çünkü onlar kendi topraklarında bile göçebeydi…

26 Nisan 2005

Yorumlar kapatıldı.