İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ferhat Kentel: Kendini cemaat sanan ulus ya da ulusu ele geçiren cemaat

Birileri bir zamanlar “komünistlik yapıyorlar” diyerek gazete
binalarını tahrip ettiler. Başka birileri, “Atatürk’ün evi
bombalandı” yalanı üzerine 6-7 Eylül 1955’te caddelerde
sokaklarda mağazaları yağmaladılar, “gavur” avına çıktılar.
Sonra “komünistler cami yaktılar” yalanı üzerine birileri
Çorum’u, Maraş’ı kana buladılar; daha sonra “dine
küfrediliyor” diyerek Sivas’ta otelde insanları yaktılar… Bitmez
tükenmez “tahrikler” ve “hassasiyetler” hikayeleri
günümüze kadar uzanıyor; birileri gene hassasiyetlerine
dokunan tahrikler buldular ve binlerce kişi sadece 3-5 kişiden oluşan
bir gruba saldırıp linç etmeye koştular…

Bu sonuncu olaylar olurken, farklı hassasiyetlere sahip başka
birileri de sahnedeydiler. Aslında her zaman sahnede olan futbol
hassasiyetlerine çok bağlı bir takım taraftarlar bu sefer de
kendi takımlarının –Galatasaray’ın- otobüsünü
taşladılar. Gönen’de insanlar bir gece kulübünün
korumalarını, Beşiktaş-Fenerbahçe maçı sonrası
çıkan kavgada “Gönen’e hakaret ettikleri” için,
linç etmek için bütün gece uğraştılar. Envai
çeşit linçler; hepsinde “tahrik olan bir hassasiyet” var;
sürekli birileri başka birilerine “ceza” veriyor. Kimisinde
bayrak, kimisinde din, kimisinde Atatürk, kimisinde takım rengi,
kimisinde ilçe hassasiyeti… Birisi abuk sabuk: “takım rengi”;
bir başkasında gerçek bir durum var: korumalar şiddet
uygulamışlar; diğerlerinin hepsi yalana ve düşman kurgusuna
dayanıyor… Ama hepsinde, birileri kendileri ve tanımadıkları ama
tanımladıkları düşman arasında “sınır” çiziyorlar ve bu
düşmanı cezalandırmak üzere kendilerini en yüksek
otorite yerine koyuyorlar. Herhangi bir “kutsal hassasiyetin” etrafında
cemaatleşen gruplar kendilerini ulusun ve onun kurumlarının yerine
koyuyorlar.

* * *

Türkiye Cumhuriyeti bütün resmi söylemlere
rağmen Osmanlı’yla devamlılık ilişkisi taşıyan bir ülke. Bu
ülke Osmanlı’nın içinde kurulmaya başladı; Osmanlı’nın
zihniyet dünyalarını taşıyarak kuruldu. “İnkılâp” adı
verilen bütün “yenilik” adımlarına rağmen, Osmanlı’nın temel
yapısını yeniden üretti.

Tabii bu yeniden üretim birebir kopyala-yapıştır
yöntemiyle yapılmadı. Hayatımıza anlam veren, bize yol
gösteren, bizi yönelten kurumların, kimliklerin, isimlerin,
ritüellerin içleri yeniden doldurulmaya çalışıldı.
Toplum da bunları kendi becerebildiği ölçüde eskiden
kalan referanslarıyla yorumladı. O kurumları yaşanabilir kıldı, bu
sayede yaşamaya, hayatta kalmaya çalıştı.

En kaba bir şekilde söylersek, “Osmanlı İmparatorluğu” şeklinde
dile getirilen üst-referans, kimlikler üstü bir kimlik
olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüştü; Osmanlı’nın
içinde yer alan “millet”lerin yerini yeni cemaatler aldı;
padişahın kulları bireylere dönüştü. Ama bu “şapka
değiştirmek” gibi bir şey olmadı; yani ne kolay oldu, ne de radikal bir
farklılaşma şeklinde oldu. Radikal kopuşlar yerine, hayatın
içinde adaptasyon, uyum sağlama şeklinde gerçekleşti.
Dolayısıyla icad edilen Türkiye Cumhuriyeti ulusuna olan aidiyet
aslında Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı aidiyete benzedi.
Günlük hayatımızda bize anlam veren, anlamlarımıza şemsiye
olan kültürümüzü şekillendiren, dinimizle,
dilimizle, mahallemizle kendimizi ait hissettiğimiz “cemaat” kimliği
milletle devamlılık ilişkisi içinde gelişti. Yeni modern
devletin bireylerinin devletlerine olan bağlılıkları kulların
padişahlarına bağlılıklarına benzedi.

Yani hiçbir şey sıfırdan kurulmadı; bağlılıklar da
bağımlılıklar da, özgürlükler ya da yenilenmeler de
eskiyle devamlılık ilişkisi içinde gelişti.

Çünkü insanlar sünger değildir; verilen her
şeyi içine alabilecek, sunulan yeni kalıplara olduğu gibi,
bütünüyle kendilerini uydurabilecek kapasiteye sahip
değildirler. İnsanlar ancak yapabileceklerini yaparlar ve uyumun şart
ama uyumsuzluğun güçlü olduğu durumlarda ise en fazla
“uymuş” gibi yaparlar; derme çatma tekniklerle “taklit ederler”…
Yeni bir kavram, yeni alet sunulduğu zaman da onları eski
referanslarıyla, bildikleri bir şeye benzeterek kullanırlar.

İmparatorluktan cumhuriyete, milletten cemaate, kuldan bireye
geçiş de, dolayısıyla, mutlak bir şekilde gerçekleşmedi.
Hatta bu geçişlerin gerçekleştiğini düşünsek
bile, bunlar tek bir düzeyde (ulus veya cemaat ya da birey)
olmadı. Aynı anda üç geçiş düzeyinin de
etkisini üzerinde, bünyesinde, zihninde hissetti. Hatta
basitleştirerek anlamak, analiz etmek için yaptığımız şematik
ayrıştırmayı bir kenara bırakıp, daha da karmaşıklaştırmak pahasına,
Türkiye’de yaşayan ortalama her insan teki aynı anda
imparatorluğun ve ulusun, milletin ve yeni cemaatinin, kulun ve bireyin
etkisini üzerinde taşıyan bir insandır. Başka bir deyişle, hem
geçmiştir hem bugündür… Hem asimile olan, unutulan hem
de dayatılanla mücadele ederek, ona direnerek, becerebildiği
ölçüde koruyabildiği bir belleği vardır. Bu
mücadele dün ile bugünü birleştirir, arada bağları
kurar; bugünle geçmiş arasında gidiş gelişleri sağlar.

Bu demektir ki, Türkiye örneğinde yüzyıl başında
moderniteyle birlikte gündeme gelen, hem Batı’ya
öykünerek ithal edilen hem icad edilen “ulus” sürekli
bir çatışma içindedir. Yaratmak istediği homojen ulus
kimliğiyle rekabet ve çatışma içinde olan cemaatler,
bireysellikler vardır. Kendisi de iddia ettiğinin tersine, zaten saf
olmayan ve vaat ettiği saflığı kuramayan imparatorluk mirasçısı
bu ulusun işi kolay değildir. Çünkü mücadele
içinde olduğu cemaatleri sosyalize edemediği ve eritemediği
ölçüde onların etkisine de maruz kalır, onlardan
parçalar, izler kendi içine girer. Kendisi cemaatin
içine girerken, cemaat de onun içine girer.

Bu durumda Türkiye toplumunda ortaya çıkan manzaranın
bir cephesi şudur: Devletini hâlâ padişah gibi gören,
devletin sembollerine kutsallıklar atfeden ve ulusa benzeyerek etkili
olmaya çalışan ve cemaatleşen gruplar, cemaatler etrafında
örgütlenen kullar… Diğer tarafta ise bütün bunlara
karşı direnen; içine kapanan ulusun tahakkümünden ve
ağırlığından kurtulmak için özerkleşme mücadelesi
veren cemaatler ve bireyler… Bugün mücadele bir yanda
“düşman” kategorileri yaratarak, araya sınırlar koyan zihniyetler;
diğer yanda ise bu sınırları ortadan kaldıran zihniyetler arasında
sürüyor.

Öyle anlaşılıyor ki, önemli değişimlere tanıklık eden
zaman dilimlerinde, değişime karşı direnenler, değişimden alabildiğine
korkan kesimlerle birlikte içiçe geçerek ortalığa
korku salacak şekilde harekete geçme potansiyelini
yakalayabiliyorlar. Korku kampının en çok korktuğu şey ise
kafalarımızdaki “sınırların” kalkması…

Çünkü değişimin işaretleri giderek ortadan kalkan
sınırlarda görülüyor… Tarihle, belleğimizle,
ötekilerle konulmuş olan sınırlar bunlar… Bu sınırları,
kutsallaşmış hayali cemaatler ve ulusların yerine geçen
gerçek insan ilişkileri ve yeni toplumsallıklar kaldırıyor. Ve
sınırların kalktığına dair çok fazla işaret var… Hem kendilerini
olduğu gibi toplumun içinde gören, kendini sonuna kadar
yurttaş hisseden, hem de farklılığına saygı gösterilmesini isteyen
ve bu farklılığını dile getirmekten korkmayan toplumsal aktörler
bu toplumun şeffaflaşmasını istiyorlar ve şimdiye kadar zar zor idare
eden sınırları havaya uçuruyorlar…

Yorumlar kapatıldı.