İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

90. yılda daha iyisini yapabiliriz

Ermeni meselesini aşmak için, mağdur olduğunu söyleyenlerin neler hissettiğini, neden böyle hissettiğini anlamaya ihtiyacımız var

2005-04-17

AYŞE HÜR

Son günlerde Ermeni tehcirini haklı çıkarmak amacıyla ABD’nin Pearl Harbor baskınından sonra 120 bin Japon asıllı Amerikalıyı toplama kamplarında enterne etmesini örnek gösterenler var. ABD gibi insan hakları ihlalleri şampiyonu bir ülkeyi emsal göstermenin zavallılığı bir yana, bu savunmayı yapanlar bilerek ya da bilmeyerek iki hususu gözardı ediyorlar. Birincisi, bugün açık ve kesin biçimde bir insanlık suçu sayılan tehcirin, o günkü kurallara bile uyulmadan yapıldığı. Her ne kadar söz konusu dönem, insan hakları kavramının henüz normlaşmamış olduğu kargaşa yılları olsa da 1899’da kabul edilen Martens Clause’da “tam bir savaş yasası çıkarılıncaya kadar (.) halk ve çatışan taraflar, medeni ulusların arasında kurumsallaşmış uygulamalardan, insanlık yasalarından ve kamuoyu vicdanının gereklerinden doğan uluslararası hukuk ilkelerinin koruması altındadır” deniyordu. 1907 tarihli La Haye Konvansiyonu’nun 46. maddesi ise “ailenin onuru ve haklarına ve dini inançlarına (.) saygı gösterilmeli, özel mülkler müsadere edilmemeli” diyor; 47-53. maddelerde buna ilişkin ayrıntılar açıklanıyordu.

Peki bizim olayımızda bunlara ne kadar uyulmuştu? Tehcir kararı verildiğinde ortada ne ciddi bir Ermeni saldırısı ne de genel bir isyan vardı. (Karar Şubat’taki gizli oturumda alınmış, Van olayları Nisan’da patlak vermişti.) Sürgüne gönderilenlerin çoğu savaşla ilgisi olmayan bölgelerden (örneğin Ankara, Aydın, Bursa, Çanakkale, Edirne, Eskişehir, İzmit, Konya, Kütahya, İzmir, İstanbul’dan) geliyordu. İddia edildiği gibi sadece Gregoryenler değil, Katolik ve Protestanlar da sürülmüştü. İki saat ila 15 gün içinde hazır olmaları emredilenlerin ezici çoğunluğu, savaşta zarar vermesi ihtimali olmayan kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı. (Erkeklerin çoğu daha önce çeşitli biçimlerde enterne edilmişti.) Çoğu yayan; açlık ve hastalıkla başbaşa bırakılarak, değişik grupların saldırıları altında, iddia edildiği gibi güvenli bölgelere değil, tam da savaşın kalbine, Suriye çöllerine sürülmüşlerdi. Geride bıraktıkları mallarına el konmuştu. Bir kısmı din değiştirmeye zorlanmıştı.

Böyle bir yolculukta beklendiği gibi yüzbinlerce kişinin öldüğü ortada iken bugün tartışma en hafifinden “Tehcir haklı mıydı yoksa haksız mı?” noktasında yürüyor. İşte asıl mesele buradadır. Şunu görmeliyiz ki tartışma tarihe ilişkin görünmekle birlikte, aslında bugünkü ahlâki duruşumuza, bugünkü insan hakları algılayışımıza, bugünkü uygarlık düzeyimize ilişkin bir tartışmadır. Tarih burada gerçek bir turnusol kağıdı işlevi görüyor. Yani bazıları diyor ki, “Bir devlet kendisini tehdit altında hissettiği an, kendisini tehdit eden unsurlarla mücadele etmek yerine, o unsurların dahil olduğu tüm grubu bir gecede yalınayak yurdundan sürme hakkına sahiptir. Bunun sonunda istenmeyen (!) ölümler olursa bu olay haksızlık sayılmaz!” Madem haksızlık değildir o zaman “gerekirse yine yapılır!” Demek ki bu görüşün sahipleri, maazallah Irak sınırında Kürt grupları ile bir savaş çıksa hiç tereddüt etmeden İstanbul’daki, Edirne’deki, Trabzon’daki veya Muğla’daki Kürt asıllı vatandaşlarımızı çoluk çocuk, yalın ayak Irak’a sürmeyi doğru bulacaklardır. Sonuçta bu vatandaşlarımız ölürse, “Bunda bir kasıt yoktu” diyeceklerdir. İşte bu zihniyet tüyler ürperticidir. Hayır diyenlere tekrar hatırlatalım, 1915’de olan tam da buydu.

ABD’nin özürü

Gözardı edilen ikinci noktaya gelince: Evet, 19 Şubat 1942 tarihinde Başkan Roosevelt imzasıyla yayınlanan 9066 no.lu emirle Japon asıllı Amerikalıların toplama kamplarında dört yıl esir tutuldukları doğrudur. Ama Başkan Ford’un 19 Şubat 1976’da bu emrin 34. yıldönümünde ABD adına mağdurlardan özür dilediği de doğrudur. Bu özürde “…mesele sadece yapılan işin yanlışlığı değildi, aynı zamanda Japon asıllı Amerikalılar sadık birer Amerikalılardı” deniyordu. Bu cümlenin örtük anlamı şudur: “Sadık olmasalar bile yapılmaması gerekirdi!” Dahası 10 Ağustos 1988’de çıkarılan ve olayın ırkçı bir önyargıdan kaynaklandığını itiraf eden bir yasa mağdurlara veya mirasçılarına 20’şer bin dolarlık tazminat ödenmesine ve “ulus adına” birer resmi özür mektubu yazılmasına karar verildi. 1989’da bu trajedinin izlerini silmek için kurulacak fona 50 milyon dolar ayrıldı. 1993’de 60 bin mağdura ödenen tazminat tutarı 1 milyar 200 bin dolardı. Dönemin başkanı Bush çeklere iliştirilmiş mektubunda şöyle diyordu: “Para ya da kelimeler kayıp yılları ve acı dolu hatıraları silemez (.) Geçmişin hatalarını hiçbir zaman tümüyle onaramayız. Fakat adaleti sağlamak (.) için temiz bir başlangıç yapabiliriz.”

ABD’yi bu adımları atmaya zorlayanın ne olduğu çok açık değil. Ama sonuçta özür dilendi, yaralar sarılmaya çalışıldı. Böylece bilmeden bizim tehcir yanlıları silahsız bırakılıverdi, fakat onların bundan haberi bile olmadı. Çünkü, Türkiye’deki en yaygın davranış biçimlerinden biri dünyada neler olup bittiği ile ilgilenmemek. Halbuki ABD’nin özürü ne ilkti ne de sonuncusu oldu. http://reserve.mg2.org/apologies.htm adlı sitede dünyanın en saygın devlet adamlarından, üniversite mütevelli heyeti başkanlarına, Papa’dan şirket sahiplerine kadar pek çok şahsiyetin dilediği 300 kadar politik özürün listesi görülebilir. Dünyada bunlar olurken, bizdeki genel eğilim tarihte gerçekten ne olduğuyla değil, bazı insanların olan biteni hatırlamakta neden bu kadar ısrarlı olduklarıyla ilgilenmek yönünde gelişiyor. Bazıları suç işleyenleri değil, hatırlamaya devam edenleri eleştiriyor. Bizim bu topraklarda 70 milyona çıktığımızı, karşı tarafın 50 bine indiğini görmezden gelerek anlamsız acı yarışlarına giriyor, aradaki bariz farkları görmezden gelip, “Biz unuttuk siz de unutun” diyor. Halbuki Ermeni meselesinin yarattığı sıkıntıları aşmak için öncelikle mağdur olduğunu söyleyen kişilerin neler hissettiğini, neden böyle hissettiğini anlamaya ihtiyacımız var, yoksa bir trajediyi meşrulaştırmak için cin fikirlilik yapmaya değil.

Sorumluluk ahlâkı

Ünlü sosyolog Max Weber’in formüle ettiği ahlâk sistemine göre ahlâk sahibi bir insan her daim “katıksız adalet” ile “ne pahasına olursa olsun bir barış sağlama” arasında tercih yapmak zorunda kalır. Bunlardan ilki “nihai inanç ahlâkı” olarak adlandırılıyor. İkincisi ise “sorumluluk ahlâkı”, yani içinde yaşadığımız koşullar içinde mümkün olan en iyi şeyi yapma, ehven-i şer olana ulaşmaya çalışma ahlâkı. Geçmişle hesaplaşmak açısından Weberci skalada nerede durduğumuza bakarsak, TCK’nın 305. maddesi, kompozisyon dersleri, gayrimüslim vakıflarına yönelik tavırlar, Orhan Pamuk’a saldırılar, vb. “ehven-i şer” aşamasında bile olmadığımız anlaşılıyor. Halbuki daha iyisini yapabiliriz. Daha insancıl, daha adil, daha dürüst olabiliriz. Bu konuda örnek alabileceğimiz pek çok olay, pek çok ülke var.

Ermeni meselesi ile ilk ilgilenmeye başlayan ve belki de bu yüzden bir çeşit günah keçisi haline gelen Taner Akçam’ın 27 Mart-2 Nisan 2005 tarihlerinde Birgün gazetesinde yayınlanan dizisinde Türk-Ermeni barışmasına ilişkin çok güzel bir yol haritası vardı. Geçen yıl Minnesota Üniversitesi’nde “çatışma çözümü” konulu dersler veren Akçam’ın söylediklerinin basının dikkatini çekmemesi kamuoyu adına bir şanssızlık olmalı. Akçam’ın çok sayıdaki önerileri arasında olan “hakikat komisyonları kurmak” bizim meselemiz için çok olumlu bir adım gibi görünüyor. “Onarıcı adalet yöntemi” diye de adlandırılan bu yöntem aralarında Kuzey İrlanda, Şili, Peru, Arjantin, Doğu Timor gibi 16 ülkede kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. En başarılı uygulama apartheid yüzünden çok ciddi sorunların yaşandığı Güney Afrika Cumhuriyeti’nde oldu. Bütün tartışmaların televizyonlardan yayınlandığı ülkede hiçbir cezalandırma yapılmamasına, suçlarını kabul edenlerin affedilmesine rağmen komisyon gerçeği sonuna dek araştırdı, mağdurları tatmin edecek sonuçlara ulaştı ve toplumsal barışı tesis etti. Yine de kimse “iş bitti” demiyor çünkü çatışma çözümü uzmanı Brandon Hamber’ın dediği gibi “Dosya ancak mağdurlar kendilerini tümüyle hazır hissettiğinde kapanır.”

“Hakikat komisyonu” kurmak, bir suçun varlığını kabul etmek anlamına gelmiyor. Uzmanlar “Onarıcı adalet süreci boyunca bir suçun varlığı tesbit edilebilir de edilmeyebilir de, ancak bu çok önemli değildir” diyorlar. Çünkü amaçlardan birincisi kendilerini şu veya bu nedenle ihmal edilmiş ya da yok sayılmış hisseden kesimlerin kızgınlıklarını ve acılarını bir nebze de olsa dillendirme fırsatı vermek. Elbette bu komisyonlar, mağdurların bir çeşit katharsis’le rahatlatılmaları ve konunun önemsizleştirilerek gündemden düşürülmesi için kurulmuyor. Aksine geçmişten ders alarak daha güzel bir gelecek kurmak için uğraşılıyor. Elbette birbirinin tıpkısı bir tarih yazımına ulaşılmıyor ama belli ahlâki bir tutum üzerinde uzlaşma sağlanıyor. Bu süreç boyunca hem gerçeğe ulaşmak için belge ve bilgi toplanıyor, hem de taraflar birbirini daha yakından tanıyarak önyargılardan arınıyorlar ve iletişim kurmayı öğreniyorlar. Gerçeğin özgürce dillendirilmesi sayesinde travma artık geçmişe ait hale geliyor ve taraflar yüzlerini geleceği döndürmeye hazır oluyorlar.

Ne dersiniz, 90 yıl sonra, hem mağdur olduğunu düşünenlere hem de kendimize bu şansı vermemiz gerekmez mi?

Yorumlar kapatıldı.