Bu yazı “Onu yazmalısın” diyen Defne
Asal’a, ama ondan çok daha önce “o”na borcum…
İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinden birinde açılacak
İstanbul
Dev-Genç davasının sanıklarını apar topar, başka
“suç”lardan yattıkları
cezaevlerinden toplamış Davutpaşa kışlasına getirmişler.
Dev-Genç’in kendisi gibi, toplanıp getirilen tutuklular da
homojen değil. Cepheciler var, Orducular var, Mihriciler var…
Bir de soğuyarak ya da tecrit olarak Dev-Genç’le
çoktan ilişkisini kesmiş başkaları.
Onlar azınlıkta.
Biz “revizyonist” diyoruz onlara; yani “davayı bırakıp tatlı hayatı
seçenler…”
Aramıza pek girmiyorlar. Bizim yiyecek-içeceklerimizi, sigara
ve paramızı paylaştığımız bir büyük yoksul
komünümüz var.
Onların ise bizim alenen aşağılayarak “bağımsızlar komünü”
adını taktığımız ayrı bir komünü.
Bayağı bir sınıf farkı var iki komün arasında. Bir kere
bizlerden köken olarak daha zenginler; üstelik çoğumuz
henüz üniversite
öğrencisiyken mesela, onların bir bölümü
çoktan üniversiteyi bitirmiş,
bir işte çalışmaya başlamış, eski dosyalar karıştırıldığı
için içeri
atılmışlar.
Onların komününe bizimkinden çok daha fazla para
geliyor,
filtreli sigara her hafta sadece onlarda. Ve adını bile duymadığımız
yiyecekler, şarküteri ürünleri.
Niye buradayız diye sorup duruyorlar kendilerine.
Niye bunların arasında?
Azınlıkta oldukları ve zaten “revizyonist” oldukları yani
“kavga-dövüşten kaçtıkları” için, bize olan
duygularını ancak
kendilerinin anlayabileceği şifreli küçümseme
sözcükleriyle dile
getiriyorlar.
Hep birlikte içeride olmaktan öte aramızda bir ortaklık
yok…
Ama içlerinde biri var ki, hem onlardan hem onlardan değil.
Yumuşacık, hiç öfkelenmeyen sesiyle çok
güzel, neredeyse hatasız bir İstanbul Türkçesi
konuşuyor.
O kadar yumuşak ki, hani silik denecek kadar; bunların hangisi en
revizyonist diye sorulacak olsa, işte o…
Oysa kapkara saçları, hoyrat yüz hatları, bakımsız
haliyle aslında bize benziyor.
Ses tonu, konuşması, üslubu ve içinde yer aldığı
komün yüzünden “onlar”dan.
Görünüşü ve olanca saflığı, kendisinin bile
anlamadığı şifreli
“bağımsız komün” jargonuna hiç itibar etmemesi nedeniyle
“biz”den…
Bazen “Kim attı bunu içeri, artık bu kadarı da olmaz,
önüne
geleni hapishaneye tıkmışlar” diyecek kadar acıma hisleriyle dolduruyor
içimizi.
Ama konuşmaya, tartışmaya başladığımızda hepimiz hemfikiriz; bu
onların içinde en çok bilen adam, dolayısıyla en gerici,
en
revizyonist…
Ve otuz iki yıl sonra…
Davutpaşa cezaevinin o büyük yoksul komününden
bir iki kişi
dışında bugün hiç kimse yok ortalıkta. Çoğu
fikirleriyle beraber,
çoktan ve toptan firar etmiş…
Dışarıda bazen rastladığımda, biraz konuşmaya başladığımızda,
ortalama “Türk vatandaşı” neyse onlar da o. Tepkiler aynı,
zevkler,
beklentiler aynı…
Gençlik yıllarımızın kavga şampiyonları kendileriyle bile
kavga edemez hale gelmiş.
“Bağımsızlar komünü”nden Masis ise, hâlâ snob
ve herkese
mesafeli, hâlâ cezaevi günlerindeki gibi az
görüşüyoruz ama, biliyorum
ki hâlâ, cezaevindeyken asla anlamadığım “dava”sının
peşinde…
Ve “o.”
Ah, beni ne kadar çok yanılttın…
Pes…
Ben ki cezaevinden çıkar çıkmaz ilk toz olacak adam
sanmıştım seni, beni ne çok yanılttın…
Bu ülkenin en koyu karanlıklarında gördüğüm
ender ışıklardan biri senin gülen gözlerinin ışıltısı oldu.
Ben o otuz iki yıl önceki maceradan sonra öyle bir
deneyimi çok yaşamadım ama, biliyorum ki senin ise başka
öykün olmadı.
DGM kapılarında, sırtında onlarca yıllık hapis cezası, otuz iki yıl
önceden gördüğüm bir tek sen vardın…
Senin korkuyu kuş tüyleri kadar kolay taşıyarak basmayı
göze
aldığın kitaplarla tanıdı, öğrendi bu ülkenin pekçok
insanı Kürt’ü,
Rum’u, Ermeni’yi…
Daha dün, Meclis’te hükümetin dışişleri bakanı
“Ermeni tehciri
doğru bir karardı, çünkü savaşta bizi sırtımızdan
vurmasınlar diye ve
sadece savaş bölgelerinde uygulandı” derken biz bunun böyle
olmadığını
biliyorsak…
Buna örnek diye Ermeni doktor Garabet Haceryan’ın ailesinin ve
kasabanın bütün Ermeniler’inin savaş bölgesiyle
hiç alakası olmayan
İzmit Bahçecik’ten bir günde
sürüldüğünü gösterebiliyorsak…
Adam Çanakkale cephesinde İttihat ve Terakki’nin hülyası
için
savaşırken ailesinin sessiz sedasız tehcire uğratılmasına öfkeden
diyecek laf bulamıyorsak…
Bu senin sayende oldu.
Bu yüzden, evet Defne’ye borçluyum bu yazıyı ama, ondan
önce sana ve Ayşe’ye borçluyum.
Sen beni yanıltmamışsın.
Ben yanılmışım Ragıp Zarakoğlu…
Yorumlar kapatıldı.