İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk-Ermeni sorununa nasıl bakılabilir?

Prof. Dr. Nuri Bilgin

Son günlerin gündeminde Ermeni soykırım iddiaları oldukça ön plana çıkmış durumda. Türk toplumu, haklı ya da haksız olarak, çoğu kez üstüne almadığı veya unutmak istediği, yarınlara ertelediği veya belirli gruplara havale ettiği bir sorunla, artık eskisinden farklı bir şekilde yaşamak gereğini duymaya başladı.

Ancak, peşin hükümler, suçlamalar, kınamalar ve tehditlerle dolu tartışmaların içinde bir çözüm yolu, labirentten çıkışı gösterecek bir harita yok elimizde. Aynı fasit daire içinde dönüp duruyoruz. Yine de umutlu olmak gerek. Son birkaç aydır süregelen tartışmalar, soruna yaklaşımda, örneğin ‘sorunu (sadece) tarihçilere bırakmamak’ veya ‘atak davranmak’ gibi kamuoyu için yeni kavramlar getirdi. Sorunla ilgilenenlerin çeşitlenmesi, bir diğer gelişme olarak kaydedilebilir. Tarihçilerin ve diplomasiden gelenlerin (emekli büyükelçiler, vb.) yanı sıra, bir yandan gazetecilerin ilgisinde bir artış gözlenmekte, diğer yandan sosyal bilimcilerin de (örneğin TESEV ve HASA’nın araştırması) konuyla ilgilenmeye başladığı görülmektedir.

Son günlerin tartışmalarında, tarihçi Hanioğlu’nun Zaman’da yayınlanan yazısının ardından kamuoyunda öne çıkan görüşlerden biri de, konunun tarihçiler yerine siyasetçilere havale edilmesi olmuştur. Ancak soykırım iddialarıyla ilgili olarak, sorunu sadece tarihçilere havale etmek ne kadar yanlışsa, tarihçileri devre dışı bırakmak da o kadar yanlış görünüyor. Zira pek çok kesimi ilgilendiren bu sorunda tarihçi, tarih hakkında kim ne derse desin, bilimi temsil etmektedir. Geçmişte yaşananlar hakkında olguları saptayacak ve dolayısıyla verileri sağlayacak olan odur. Sorunun bir çözüme kavuşturulmasında, nihai olarak son sözü söylemesi gereken de hukuktur. Siyasetçi, bu sürecin değişik noktalarında devreye girerek, ilgili kişi veya mercileri harekete geçirmek, taraflar arasında iletişim kanallarını açmak ve sürecin işleyişini sağlamak gibi işlevler görebilir. Hatta sürecin sonunda da, hukukun kararı ne olursa olsun, toplumsal yaraların sarılmasında ve psikolojik travmaların aşılmasında, toplumlar arası önyargı ve stereotiplerin düzeltilmesinde, geleceğin inşasına yönelik ilişkilerin geliştirilmesinde, çok önemli görevler yürütebilir.

Ancak tarihçisiz bir çözüm, verisiz, malzemesiz iş yapmakla eşdeğerli olacaktır. Dünya siyaset kültüründeki Makyevelik pratikleri unutmamak gerek. Siyasetçilerin realiteyle ilişkisini canlı tutacak olan, yine büyük ölçüde tarihçidir. Kurgusal olarak, hiç olmamış bir olay üzerinde, iki ülkenin siyasetçilerinin anlaştıklarını ve bu olayı yaşanmış gibi deklare ettiklerini düşünelim. Bu tür bir durum, imkânsız gibi görünse de, teorik olarak mümkündür. Böylesi bir durum, ancak ve ancak, olgusal zeminle ilişkiyi koparmama koşulunda engellenebilir.

Tarihçinin rolünü vurgulamak, doğru anlaşılmalı. Tarihçiyi, bilimsel düşünce ya da yaklaşım olarak anlamak da mümkün. Bilimsel yaklaşım, halkın genellikle sağduyu düşüncesinden ve kamuoyundan farklı olarak, çifte standartlara, yanlılıklara, keyfiliğe, çarpıtmalara izin vermeyecek belirli bir düşünce yönteminin izlenmesine dayanmaktadır. Burada vurgu, yöntemdedir.

Ben merkezci tutumdan kaçınılmalı!

Türkiye dışında, dünyada da, hem yakın geçmişte yaşanmış ve hem de güncel tarihte yaşanmakta olan çeşitli etnik temizleme ve soykırım olaylarını ele alan çalışmalar giderek artmaktadır. Bunların büyük bir çoğunluğu, tekil olaylar üzerinde durmakta ve genel görünümü itibarıyla bir ifşa, yakınma, kınama, lanetleme, hesap sorma ve eleştirme havası taşımaktadır.

Tüm bunlar, kuşkusuz, haklılık payı taşımakta ve belirli bir mantık içinden, kendine özgü bir bakışı ifade etmektedir; ancak genel bir bakış açısı oluşturmada yeterli olamamaktadır. Çoğu kez, her acı olay, daha önceki veya eşzamanlı diğer olayların etrafında oluşmuş bulunan ‘anlam yükleri’ni otomatik olarak yüklenerek anlamlandırılmaktadır. Bu tür ‘insanlık suçu’ olarak nitelenen olaylar karşısında, tüm insanlığın/ ulusların ortak bir tavır alması ve bir yaptırım uygulaması bakımından, işlevsel bir değer taşıyan bu yaklaşım, yine de otomatik bir ‘suç arama’ veya ‘suçlu ilan etme’ tavrına dönüşme ve her acı olayı, büyük harfle yazılan bir ‘soykırım’ olarak niteleme riski taşımaktadır. Üstelik bu tutumun dolaylı bir sonucu olarak, tüm araştırmacı ve entelektüellerden, sadece genel ‘kervan’a katılması beklenmekte, farklı bir arayışa, bu arayış nüansları kaçırmama gibi bir kaygı taşısa bile, ‘inkarcı’ (negasyonist) damgası vurulmaktadır. Suçlananlar başkası olduğunda ‘şeytan taşlama’nın ne kadar rahatlatıcı ve kolay olduğunu söylemeye gerek yok. Ülkemizde pek çok entelektüelin tavrı da, ‘çağın havası’na uymaktadır. Bu noktada, bir yandan söz konusu olaylardan her birinin kendine özgü yanlarını ve tekilliğini korumayı, öte yandan bir üst bakış kazanmayı sağlayacak çalışmalara gerek duyulmaktadır.

Bu, farklı bir yönden de olsa, Todorov’un da (2004) kaygısı. Kuşkusuz herkes, geçmişini tanıma, isimlendirme ihtiyacındadır. Pek çok grubun kimliği, tümüyle olmasa da, buna bağlıdır. Belleksiz birey kimliğini yitirip, kendisi olmaktan çıktığı gibi, ortak belleksiz halk da yoktur. “Kendisini halk olarak tanımak için, onun ayırt edilmesini sağlayacak bir takım geçmiş başarılar ve zulümler seçmek zorundadır. Fakat geçmişe başvurunun kaçınılmaz olması, bunun her zaman iyi olduğu anlamını taşımaz”. Bu demektir ki geçmişe bakmanın, bellekten yararlanmanın pek çok tarzı vardır. Belleğin iyi ve kötü kullanımları olabilir. Nitekim AB’nin kuruluş sürecinde Avrupa yüksek öğretim alanının harmonizasyonu çalışmalarında, AB’ye üye ülkelerde, ulusal tarih kitaplarının yeniden yazılması yönünde alınan kararlar, kimlik siyasetiyle yazılmış tarih kitaplarının ‘iyi’ olmadığının açık bir kanıtıdır. “Bellek görevi” denen, geçmişi hatırlama mecburiyeti, insanların rövanş veya intikam alma duygusunu beslerse veya birtakım imtiyazlar kazanmanın yolu olarak görülüyorsa, moral olarak haklılaştırılabilir mi?

Todorov, geçmişi kavramada kaçınılması gerekli iki eğilim görür; ‘kutsallaştırma’ ve sıradanlaştırma. Birinci halde, tarihsel bir dram tümüyle spesifikleştirilerek yüceltilir, apayrı bir yere konur; ikinci halde ise, diğer olaylarla benzer kılınarak olağan, alelade bir duruma sokulur. Bu eğilimlerden birincisi, her olayı ayrı bir kategoriye, ikincisi ise pek çok olayı aynı kategoriye sokmayı ifade eder. Olayın kutsallaştırılması, hiçbir şeyin ona yaklaşamamasını sağlamak üzere onu ayrı bir alanda tutmak için diğerlerinden soyutlamak şeklinde tanımlanabilir. Sıradanlaştırma ise, “geçmişi ana yapıştırmak, birini diğeriyle basitçe özümsemek, sonuçta her ikisini de yanlış tanımak demektir”. Todorov buna örnek olarak, Yugoslavya’da son yıllarda cereyan eden savaşları vermektedir; bu savaşlar sırasında yaşanan etnik gruplar arası çatışmaların II. Dünya Savaşı’na, Miloseviç’in Hitler’e; dikenli teller arkasındaki Müslüman Boşnakların durumunun Holocaust’a benzetilmesi, vb. spesifik bir olayı olağanlaştırmakta, tekillikten çıkarmaktadır.

Bu analiz çerçevesi, Ermeni soykırımı iddiaları konusunda kafa yoran herkes tarafından dikkate alınmak zorundadır. Todorov’un da bir demokraside temel yurttaş haklarından biri saydığı, hakikati arama ve bildirme hakkı, ancak bu türden yaklaşımlarla mümkün olabilir. Bu hak, sadece mağdur veya mazlum sayılanlara özgü olmayıp suçlananlara da aittir. Onurlu bir insan muamelesi görmek, herkesin hakkıdır. Bir toplumun geçmişte acılar yaşamış olması, başkalarına acılar yaşatma hakkını vermez. Burada söz konusu hakikatin, bir tarih inşa etmeye, bir kimlik oluşturmaya yaradığı için seçilen ve dayatılan bir hakikat değil, tarihsel olgularla tekabüliyeti olabildiğince sağlanmış bir ‘hakikat’ olması her şeyden önemlidir. Bulunacak çözümler, ancak bu koşuldadır ki, gelecek nesillere adil ve tarafsız gelebilir.

Tüm niyetler ve pozisyon alışlar parantez içine konarak, şöyle sorulabilir: Sorunu nasıl ele alacağız? Konuya nasıl yaklaşacağız? Durum şu: Belirli bir dönemde yaşananlar konusunda farklı anlayışlar var. Kabaca, bir taraf bunları ‘soykırım’, diğer taraf ‘tehcir’ olarak kavramlaştırıyor. Her şeyden önce neye veya nelere ‘soykırım’ ya da ‘tehcir’ demek gerektiğini saptamak gerek. Bunun için her ikisinin de ayırt edici nitelikleri belirlenerek birer prototipi’nin (Rosch anlamında) veya ideal-tipi’nin (Max Weber anlamında) oluşturulması ve 1915’te cereyan eden olayların detaylı bir şekilde betimlenerek, bunlardan hangisine uyduğunu belirlemektir. Tarafları peşinen suçlu veya kurban, zalim veya mazlum ilan etmeden, öncelikle her iki işin de yerine getirilmesinde görev alacak uluslararası bir uzmanlar kurulu oluşturulabilir. Bundan sonradır ki, geçmişte yaşananların, zaman zaman bir trajediye dönüşen ve acılarla dolu bir tehcir mi, yoksa kelimenin tam anlamıyla bir soykırım mı olduğuna karar verilebilir. Bu sürecin sonucu, hangi tarafın lehinde veya aleyhinde olursa olsun, kabul edilmek zorundadır. Aksi takdirde, konjonktüre ve reel politikaya bağlı olarak sorun, sürekli yeniden gündeme gelecektir.

Esasen ‘soykırım’ denen olayların, prototipi az çok belli. Bu, II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan ve BM tarafından da ‘soykırım’ olarak tanımlanan ‘Yahudi soykırımı’dır. Eğer, I. Dünya Savaşı yıllarında yaşananlar ‘soykırım’ olarak nitelenirse, etik ve adalet gereğince, çifte standart uygulamadan, aynı işlemi tüm diğer benzeri olaylar için de uygulamak gerekir. Bu durumda, tarih boyunca, imparatorlukların halklar üzerinde hâkimiyet veya kontrol amacıyla sık sık başvurduğu tüm önlemler, zorunlu (veya zora dayalı) kitlesel göçler gibi pek çok olay soykırım kategorisine girecektir; bu ise, bir insanlık suçu olarak dünya kültüründe yerini alan ‘soykırım’ suçunu, sıradanlaştırma sonucunu doğuracaktır. Kaldı ki, yaşananların bir ‘tehcir’ olarak adlandırılması, Türk toplumunu tüm sorumluluklarından da arındırmayacaktır. Ancak soykırım ve tehcirin moral yükü karşılaştırılamayacak kadar farklıdır.

Birbirini anlamayı arzulayan iki toplum, ilk adım olarak salt kendi perspektifinden bakmamayı, kendi saptadığı ve inandığı ‘hakikat’i diğerine dayatmamayı bir ilke olarak benimsemek zorundadır. Barışın yeter şartı olmasa da gerek şartı budur. Günümüz dünyasında, etik kaygı ve değerler üstüne temellenen bir ortak yaşam kültürü, ben-merkezli olmamayı, kendine dıştan bakabilmeyi gerektirmektedir.

EGE ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

Yorumlar kapatıldı.