Gündüz Aktan
‘Liberal’ kesim milliyetçi kabarışı başlıca iki nedene bağlıyor. Türkiye
ulus-devlet olarak kurulduğu için halk zaten milliyetçi. Milli
eğitim de milliyetçiliği topluma yerleştirdi. Milliyetçilik şimdi kendi kendini besleyen bir güç oldu. Öte yandan geçmekte olduğumuz büyük ‘değişim ve demokratikleşme’ de toplumda derin korkular yaratıyor.
Bu iki izahın ardında milliyetçi kabarmanın sorumluluğundan kaçma çabası var. Cumhuriyet zaten ulus-devlet olarak kurulmak zorundaydı. Her ulus-devlet çocuklarına milliyetçiliği öğretir. Bu milliyetçilik geçen yılda da aynen vardı. Ama Kıbrıs’ta Annan Planı’na karşı birkaç yüz kişi bile toplanamıyordu. Son bir yıldaki değişim ve demokratikleşmenin ‘göz yaşartıcı’ sürat ve vüsati mi bu kabarmaya yol açtı?
Kuşkusuz bu durum çok önemli bir birikimin sonucu. Kıbrıs, Ermeni meselesi, Amerika’nın arogan, AB’nin itici tutumları ve Kürt etnonasyonalizmi bu sürecin unsurları. Toplum, varlığına tehdit olarak algıladığı bu tehlikelere karşı yeterince korunamadığı kanısına kapıldı. Milliyetçi kabarmanın altında varoluşçu korkular yatıyor. Bunun daha derininde başka nedenler aramaya çalışmak, entelektüel analiz kapasitesini gösterme ihtirasından öteye gidemez.
Bu birikim sürecinde ‘liberallerin’ büyük hatası milli çıkarları savunan bir söylemin tam tersini benimsemiş olmaları. Onlara göre ‘Kıbrıs’ta çözüm istemeyen Denktaş ve Türkiye’. ‘Ermeni soykırımını ya da kıyımını biz yaptık, kendi acılarımızı bırakalım, Ermenilerin acılarına empati gösterelim’. ‘AB bir uygarlık projesi, bize verdiği ev ödevini harfiyen yapalım, yoksa kendi dinamiklerimizle adam olamayız’. ‘Kürt sorununu da biz yarattık, haklarını tanıyıp sorunu çözelim’. ‘Demokratikleşmeyi ve AB üyeliğini engelleyen Kemalizmi bırakalım’ vb.
Bu milli kimliğini yitirmiş, tüm sorunlardan Türkiye’yi sorumlu tutan, çözümleri de sadece bizim fedakârlık yapmamız suretiyle sağlayabileceğimize inanan insanların söylemi, yaşamsal sorunlarla boğuşurken toplumda varoluşçu korkuları harekete geçiriyor.
Aydınların bildirisinde ilk bakışta makul görünen, ‘ayrımcı, yasakçı, statükocu ve çatışmacı’ zihniyet eleştirisi, bu açıdan üstü örtülü bir kültür kodu niteliği taşıyor. Bu aydınlara göre, ‘ayrımcılık’ Türk ulus-devlet milliyetçiliğini Kürt etnonasyonalizminden üstün tutmak; ‘yasakçılık’ Kürt bağımsızlık hareketini sınırlamak; ‘statükoculuk’ Kıbrıs’ta Türk çıkarlarını korumak için değişime direnmek; ‘çatışmacılık’ da milli çıkarlar için mücadele etmek anlamına geliyor. Bu tutumlardan vazgeçersek uygar ve demokrat olacağımızı savunuyor.
Korkarım bu söylem devam ettiği sürece milliyetçi kabarma da devam edecek. O zaman ‘Aman serinkanlı olalım. Kışkırtmaya gelmeyelim’ uyarılarının pek bir etkisi de olmayacak. Şiddet sarmalı toplumu saracak.
Sn Erdoğan, siyasetçi içgüdüsüyle, bu söylemin sakıncalarını sezmiş olmalı ki, Norveç’te Nobel Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada AB’yi eleştirdi. AB’nin buna cevabı, Başbakan’ın içeride sorunları olduğu için milliyetçiliğe kaydığı şeklinde oldu. Yani AB de, bizim
liberaller gibi, sorumluluktan kaçıyor. Sanki üyeliğimize din/kültür temelli itirazlar başka yerden geliyor? Verdikleri sözler hilafına KKTC üzerinde ambargoları sürdürenler, azınlık konularında kendi üyelerinin yapmadığını bizden isteyenler onlar değil.
Aslında Başbakan son konuşmasındaki söylemi iktidarının ilk gününden itibaren benimsemiş olsaydı, belki bugün Kıbrıs’ta çözüme daha yakın olacaktık; AB tarafından böyle itip kakılmayacaktık; Kürt
etnik milliyetçileri de hadlerini bilecekti PKK terörizmine karşı askeri mücadele sırasında Kürtleri PKK’dan ayırmak önemliydi. Ancak şimdi Öcalan’ın emrindeki Leyla Zana ve ekibi Kürt bağımsızlık hareketini başlatıyor. Bu siyasi harekete karşı toplumun büyük çoğunluğu da siyasi hareketle cevap verme hakkına sahip. Burada temel ilke asla ama asla şiddete başvurmamak, haklıyken haksız duruma düşmemek.
Toplumun kaderini tayin edecek bir konuda toplum siyasetten soyutlanamaz. Değil mi sayın aydın?
Yorumlar kapatıldı.