Şahin Alpay
Diasporanın Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin Ermeni yurttaşlarına soykırım uyguladığı, Türkiye’nin de bunu kabul etmesi gerektiği iddiasından ve bu amaçla Batı parlamentolarında Türkiye’yi zorlama çabalarından vazgeçmesi beklenemez.
Bu çabalarda 1915-16’da İttihat ve Terakki hükümetinin Ermeni ayrılıkçılığını bastırmak amacıyla aldığı tehcir (zorunlu göç) kararının on binlerce masum Ermeni ailesi açısından yol açtığı felaketin unutulmazlığının payı olduğuna şüphe yok. Ne var ki, “soykırım” iddiası diasporada Ermeni kimliğinin yaşatılması açısından bir işlev üstlendiği gibi, bu iddianın hem uluslararası politika alanında çeşitli hükümetlerin Türkiye aleyhine kullandıkları bir araç, hem de çeşitli ülkelerin iç politik mücadelelerinin bir aracı haline geldiği muhakkak. Daha vahimi “soykırım” nitelemesi, etnik milliyetçilikleri körüklediği gibi Türkiye toplumunun 1915-16’da olan bitenlerle yüzleşmesini de engelliyor.
Diasporanın soykırım iddiasından vazgeçmesi beklenemeyeceği gibi, Türkiye kamuoyunun, dolayısıyla hükümetlerinin de bunu kabullenmesi beklenemez. Çünkü tehcirin yol açtığı son derece trajik olayların “Müslüman ve barbar Türklerin, Hıristiyan ve uygar Ermenilere karşı, durup dururken uyguladıkları soykırım” olarak nitelenmesinin ve bundan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ve bütün Türklerin sorumlu tutulmasının kabul edilebilir bir tarafı yok. Bütün bunlar doğru, fakat Ankara’daki hükümetlerin “Ermeni soykırımı” iddiasını Türkiye aleyhinde kullanılan bir araç olmaktan çıkarmak için yapabileceği şeyler var. Çok farklı yaklaşımlara sahip tarihçilerin tarihte olup bitenleri çeşitli yönleriyle aydınlatabileceği, ama sorunu çözemeyeceği sanırım artık anlaşılıyor. Yapılabileceklerin başta geleni, tezgahlanan çeşitli provokasyonlara aldırmadan Türkiye’yi AB standartlarında özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi haline getirmek için kararlı yürüyüşü sürdürmek. Böylelikle “1915’te ne oldu?” sorusunun serbestçe araştırılması, tartışılması ve bilinmesi üzerindeki her türlü, yasal ve diğer engeli ortadan kaldırmak. Böylelikle, etnik ve dinsel kökeni ne olursa olsun bütün yurttaşlarımızın demokratik haklarını tam bir güvenceye kavuşturmak. Ermeni yurttaşlarımızın göğüslerini gere gere sahip çıktıkları Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı hiçbir şantaj etkili olamaz.
Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmenin zamanı geldi. Ermenistan’ın eski başkanı Ter-Petrosyan, “soykırımın tanınması”nı iki ülke arasında normal ilişkilerin şartı olmaktan çıkarmıştı, ne var ki Türkiye’den cevap bulamayınca iktidarda kalamadı. Şimdilerde de Ermenistan sözcüleri her fırsatta soykırımın tanınmasının iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için bir şart olmadığını, Osmanlı Devleti’nin işlediği suçlardan Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumlu tutulamayacağını, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında imzalanan 1921 tarihli Kars Antlaşması’nın Türk-Ermeni sınırını çizdiğini, Türkiye’den toprak talebinin söz konusu olmadığını söylüyorlar. 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nin geriye yürümesi mümkün değil. Azerbaycan, Ermenistan ile arasındaki sorunları halletmek için görüşmeleri sürdürüyor. Bu koşullarda Ankara, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirecek adımları atabilir. TESEV araştırmasının açıkça gösterdiği gibi, iki ülke halkları kapıların açılmasını, diplomatik ilişkilerin kurulmasını destekliyor. Bundan en az Ermenistan kadar Türkiye ekonomisi de yarar görecek. Bu adımlar atıldığı takdirde Türkiye, Ermeni diasporasından önemli dostlar kazanacak; Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sorunların hallinde daha etkili bir konuma gelecek. Bu adımlar AKP hükümetinin bağlı kalacağını ilan ettiği “komşularla sıfır problem” politikasının da bir gereği.
Başbakan Erdoğan, Ermenistan Başkanı Koçaryan’a bir mektup göndererek 1915-16 olaylarını araştırmak için ortak komisyon kurulmasını önermiş. Çok da iyi etmiş. Peki, ama aralarında diplomatik ilişki olmayan iki ülke nasıl ortak komisyon kurabilir?
Yorumlar kapatıldı.