Demokrasinin bir vatandaşlık değil de insan hakları mücadelesi olarak sunulması her zaman milliyetçi tepki doğurdu ve doğuracak
AYŞE KADIOĞLU
Günümüzde hak sahibi olmak, ille de vatandaş olmayı gerektirmiyor. İçinde yaşadığınız topluma karşı sorumluluk duymak için pasaport taşıyan bir vatandaş olmanız şart değil. Bugün modern siyasetin yabancı olarak “biz”den ayırdığı kişilerin de içinde yaşadıkları toplumda hak ve sorumluluklarının olabileceği bir siyaset anlayışına alışmaya çalışıyoruz.
Kimileri modern siyasetin parametrelerinin ötesinden korkuyor ve bu duruma tepki gösteriyor. İçinde bulunduğumuz milliyetçilik kabarması böyle bir durum aslında. “Biz”den farklı olarak görülen insanlara ve onlara arka çıkanlara karşı bir tepki patlaması. Bu tür tepki patlamaları ülkemize özgü değil. Avrupa ülkelerinde de, özellikle 1990’lar boyunca, birlik siyasi bir boyut kazandıkça buna karşı bir direnç yaşandı. Zaman zaman “yabancı” ile hak sahibi olmak arasındaki ilişkiyi kabul etmemek üzerinden siyaset yapanlara olan ilgi ve seçim zamanı verilen oylar arttı. Bugün, bir yanda küreselleşme dinamikleri, vatandaşlığın ulus-devletten kopması ve “ötekilerin” haklarının gündeme gelmesi, öte yanda ise hak ve sorumluluk sahibi olmayı belli bir etnik gruba üye olmak ile ilişkilendirmeye olan eğilim var. Peki “ötekiler” kimler? Onlar bazı ülkelerde hukuksal anlamda vatandaş kabul edilmeyen kişiler, örneğin Almanya’daki Türkler ya da Türkiye’deki Rusların durumu böyle. Elbette ki arada vatandaşlığa kabul edilenler oluyor ancak genelde grup olarak bu kişilerin toplumdan haklar temelli dışlanmalarındaki en önemli etken onların hukuksal olarak vatandaş olmamaları.
Yabancı uyruklu vatandaş!
Bu grubun dışında bir de, bir ülkenin toprakları üzerinde uzun yıllardır yaşayan gruplar var. Bunlar çoğu kez hukuksal anlamda vatandaş statüsünde olsalar bile, etnik temelli toplumsal bir ayrımcılığa maruz kalabiliyorlar. Türkiye’de Kürtlerin durumu böyle. Demek ki hukuksal anlamda vatandaş olmak, ayrımcılıktan kurtulmaya yetmiyor. Aynı durum Türkiye’deki Rum, Musevi ve Ermeni azınlıklar için de söz konusu. Örneğin, İstanbul’da, 1996’da, bir İdare Mahkemesi, verdiği bir kararda Rum bir vatandaştan “yabancı uyruklu TC vatandaşı” diye söz etmiş ve bu terim Danıştay tarafından da temyiz nedeni sayılmamıştı. Geçtiğimiz haftalarda karşımıza çıkan “sözde vatandaş” ifadesi de benzer bir ayrıma işaret ediyordu. Hukuksal ayımcılık ve etnik temelli toplumsal ayrımcılık birbirinden son derece farklı olgular. Elbette ki öncelikle hukuksal engeller ile mücadele etmek anlamlı oluyor. Ancak belki de daha zor ve uzun nefesli olanı toplumsal ayrımcılığa karşı verilen mücadele. Çünkü bu mücadelede başı sonu belli yasalar ile değil de toplumda ayrımcılığı kışkırtan faktörlerle (örneğin eğitim sistemi gibi) uğraşmanız gerekiyor. Vatandaşlık çalışmaları akademik alanda en fazla çalışmanın üretildiği alanlardan biri. Geçenlerde okuduğum Seyla Benhabib’in “The Rights of Others” (Ötekilerin Hakları) başlıklı kitabı, kesinlikle, şimdiye kadar bu alanda okuduğum en iyi çalışma. (Cambridge University Press, 2004). Benhabib, vatandaşlık, insan hakları, göç gibi konularda çalışmayı “Eski haritalarla bilinmeyen bir alanda geziniyor gibiyiz” diyerek açıklamaya çalışıyor. Ona göre asıl önemli olan, belki de bu alanın sorunlarına çözüm olabilecek yeni haritalar sunmaktan ziyade, üzerinde gezindiğimiz alanı iyice tanımak. Zaten harita da ancak üzerinde gezindiğimiz alanı tanıdıktan sonra çizilebilir.
Bugünlerde “Vatandaşlık ulus-devletten boşanıyor” diye başladığım her cümlede, karşımdakilerin yüzüme “Ne yani HERKES aynı haklara mı sahip olacak?” der gibi baktığını görüyorum. Bugünkü milliyetçilik patlamasının arkasında da herkesin “BİZ”im ile eşit olmasından öte daha müreffeh olmasından duyulan korku var. Böylesi korkular ile beslenen milliyetçilikler faşizan oluyor. Böylesi patlamalar sadece bize özgü değil. Benhabib kitabında, Avrupa bağlamında yaşanmış sayısız örnek veriyor.
Demos ve ethnos
Örneğin, Almanya’da 1989’da Schleswig-Holstein eyalet meclisi seçimlerinde, mütekabiliyet esasına dayanarak, bazı yabancılara oy hakkı verilmesine dair bir yasa değişikliği önerilmişti. Hıristiyan Demokratlar bu öneriyi Anayasa Mahkemesi’ne götürdüler ve mahkeme, 1990 yılında devlet iktidarının sadece vatandaşlardan türeyebileceği ve yabancıların vatandaş olmadıkları için bu süreç içinde yer almaması gerektiği sonucuna vardı. Kısacası, eyalet meclislerinde oy vermek vatandaşlara özgü bir hak idi ve yabancılar bunun dışında tutulmalıydı. Yani demokrasi kelimesinin de kökeninde olan demos aslında ethnos (etnik bağ ile oluşan birliktelik) ile sınırlıydı. Demokrasi belli bir etnik bağ ile birbirine bağlı insanlar için vardı. Diğerleri bunun dışında kalmalıydı. Oysa, 1993’te Maastricht sonrasında bu durum zaten bozuldu, çünkü Anayasa Mahkemesi’nin reddettiği hak, AB üyesi ülke vatandaşı olan yabancılara verildi. Yani uluslararası bir sözleşme, Anayasa Mahkemesi kararını anlamsız kıldı.
2000 yılına gelindiğinde ise Hamburg şehri, bu mücadeleyi sürdürdü ve “demosun ethnos ile sınırlı olmadığı” yani demokrasinin sadece vatandaşlara özgü olmadığı, Almanya’da yaşayan “yabancı uyruklu vatandaş”ların da biz tanımı içinde olması gerektiği tezi ile Yeni Vatandaşlık Yasası’nı gündeme getirdi. Bu mücadele sonucunda Almanya’da kan bağına dayanan vatandaşlık yasasından toprak temelli vatandaşlığa doğru geçişi simgeleyen önemli değişiklikler yapıldı. Yabancı uyruklu vatandaş (auslandische Mitbürger) ifadesi Almanya’da hukuksal bir ayrımcılığın, Türkiye’de ise etnik temelli bir toplumsal ayrımcılığın, ifadesi olarak kullanıldı. Her yerin “sözde vatandaş”ları farklı gerekçeler ile dışlanıyordu.
Vatandaş mı insan mı?
Almanya’da bu değişikliğin mücadelesi, Türkiye’deki benzer konularda olduğu gibi, sivil toplum kuruluşları tarafından verildi ve AB nezdindeki sözleşmeler ile desteklendi. Benhabib’in kitabının başında kullandığı “Hiçbir insan gayrı meşru değildir” sloganı demokrasinin artık vatandaşlık haklarının ötesinde bir insan hakları mücadelesi olduğunu sembolize ediyor. Ancak demokrasi mücadelesinin vatandaşlığın ötesine taşınması, ulusal sınırları tamamen yok etmeyi ve “dünya vatandaşlığı” gibi olguları kutsamayı gerektirmiyor. Açık sınırlar için mücadele vermek, ille de sınırların yok olmasını dilemek demek değil. Sadece ulusal sınırların daha az kutsal olduğu, demos’un sınırlarının genişlediği ve insan olmanın değiştiremeyeceğimiz, ırk ve etnik bağ gibi olgulardan koparıldığı bir dünya tasavvuru ile karşı karşıyayız. Günümüzde milliyetçiliğe çarpan demokrasi mücadelesinin özünde bu konular var.
Bugün Türkiye’de de böyle bir mücadele var. Hak sahibi olmak, refah içinde yaşamak sadece belli bir etnik grubun hakkı değil. Bu toprak üstünde yaşayan herkesin hakkı. Demos sadece ethnos ile sınırlı değil. Demokrasinin bir vatandaşlık değil de insan hakları mücadelesi olarak sunulması her zaman milliyetçi tepki doğurdu ve doğuracak. Üstelik bu milliyetçi tepki, eğer herkes aynı olursa “biz” kendimizi ötekilerden üstün kılmakta zorlanırız korkusu içinde olan faşizan bir refleks olarak da gündeme gelebilir. Bugün demokrasiye özgü haklardan yararlanabilmek için ille de vatandaş olmak gerekmiyor. Var olan yasalara uymak zorunda olan herkes o yasaların şekillenmesine katkıda bulunabilmeli. Çünkü hiçbir insan gayrı meşru değildir!
Yorumlar kapatıldı.