Gündüz Aktan
Bugünlerde Ermeni soykırımı konusunda yeni bir söylem gelişiyor.
Bu söylemin sahipleri diyorlar ki, ‘1915-16 olaylarına ne isim konacağı önemli değil, olayların bizatihi kendisi önemli. Bu kadar insan yerinden yurdundan edilmiş, aileler parçalanmış, tehcir sırasında ölmüş, öldürülmüş. Bu bir facia. Konunun bu yönünü bırakıp hukuka göre bu olaylara soykırım denmeyeceği üzerinde durmak vicdanla bağdaşmıyor.’
Bazıları daha da ileri gidip olayların soykırım olmadığını ileri sürenleri ahlaksızlıkla suçluyor.
Sanki soykırım suçlamasını reddetmek, 1915-16 olaylarını hafife almak anlamına geliyor.
Aynı kişiler Ermeni olaylarına ilişkin nüfus istatistiklerine başvurulmasını, karşılıklı ölüm rakamlarının tartışılmasını, savaş şartlarından, salgın hastalıklardan, eşkıyadan söz edilmesini ölümleri küçümsemek anlamına geldiği iddiasıyla ayıplıyor.
Bu yaklaşımı sadece Ermeni ölümleri üzerinde duranların benimsemesi ilginç. Türk ölümlerini kabul etseler bile, bunun ihmal edilecek kadar küçük olduğunu, kaldı ki sorumluluğun devlete, yani Osmanlılara, yani İttihat ve Terakki’ye, daha da doğrusu Türk milliyetçiliğine ait olduğunu söylüyorlar.
Ermeniler soykırımı bize kabul ettirmeyi saplantı haline getirmemiş olsalardı, biz de soykırım konusuna odaklanmazdık. Tüm ağırlığı kimin nerede nasıl öldürüldüğünü saptayacak çalışmalara verebilirdik. Ama o zaman Türklerin ölümleri de göz önüne alınacağından, Ermeniler kendi sorumluluklarının ortaya çıkmasından korkuyorlar ve soykırım kavramını, sorumluluğun tümüyle Türklere yıkılması amacıyla kullanıyorlar.
Türklerin ölümlerini göz önüne almayanlar vicdan ve ahlaktan nasıl bahsedebiliyorlar? Ermenilerin kendi acılarını başkalarının acılarından daha önemli görmelerini entelektüel ahlak açısından nasıl değerlendiriyorlar?
Ayrıca Türklerin acılarını kendi içinde hissedemeyen bazı Türklerin Ermenilerin acılarına ‘duyarlılık’ gösterebilmeleri nasıl izah edilebilir? Acaba kendilerinin ne kadar insancıl olduklarını mı ispatlamaya çalışıyorlar? Kendi toplumunun acısını hissedemeden başkasınınkine öncelik vermek, nasıl bir ruh halidir?
Levinas’ın etik anlayışı empati üzerine oturuyor.
Ama Levinas ancak yakın çevremize, bizden olanlara empati duyabileceğimizi söylüyor. Yakın çevre dışındakilere empati duymanın fiilen mümkün olmadığını biliyor. Gerçek anlamda empati duymadığınız halde duyuyormuş gibi yapmak, ahlak değil, olsa olsa riyadır. ‘İyi’ olmak veya öyle görünmek için özel bir ihtiyaç duyanlar muhtemelen bu tavrı benimserler.
Levinas yakın çevremizin dışındakilerle ihtilafların çözümündeyse hukuka öncelik veriyor. Hukuk, ahlak ve vicdanla çelişmiyor. Ancak yargının örgütsel niteliği ona bir ‘soğukluk’ veriyor. ‘Soğuk’ hukuk kurallarının nesnelliği de, olayın sıcaklığından kaynaklanan öznel yaklaşımları aşmayı ve ihtilafı çözmeyi kolaylaştırıyor.
Türklerin Ermenilere empati duymaları kuşkusuz mümkün. Ama psikoloji bilimi Türklerin önce kendi trajedilerini ve kayıplarını anımsamak ve onların yasını tutmak zorunda olduklarını söylüyor. Yoksa kendi açığa vurmamış acılarının oluşturduğu blokaj, başkalarının acılarını hissetmelerine imkân vermez. Onlar da kendi apatilerini (duyarsızlıklarını) aşıyormuş gibi görünmek için herkesin acısını paylaşıyormuş rolü oynarlar. Bu nedenle Ermenilere acıyarak olaylara soykırım demek, vicdani veya ahlaki olmaktan çok, kendini aldatmak anlamına gelir.
Yorumlar kapatıldı.