M. Latif SALİHOĞLU
Birinci Dünya Harbinin sona erdiğini gösteren resmî belgenin adı, “Mondros Mütarekesi”dir.
30 Ekim 1918’de Limni Adası Mondros Limanı’nda yapılan bu “ateşkes antlaşması”nın hemen bütün maddeleri, Osmanlı Devletinin aleyhinde olacak şekilde tanzim edildi.
Osmanlı yenilgiyi kabul ettiği için, İtilaf devletlerinin temsilcileri, antlaşma metnine istedikleri maddeyi koydurup dikte ettirebiliyorlardı.
25 maddeden müteşekkil bu antlaşma, bir bakıma Osmanlı’yı resmî kuşatma çemberine alıyor, adeta elini kolunu bağlıyor ve karşı tarafa da istenildiği yere, istenildiği anda müdahale etme hakkını veriyordu.
İşte, Osmanlı’daki bu yenilmişlik ve zaafiyet merhalesini takip eden günlerde harekete geçen Ermeniler, savaş esnasında gadre uğramış etnik bir unsur pozunda ortaya atılarak, kendilerine göç/sürgün (tehcîr) kànununu tatbik edenlerin cezalandırılmasını istediler.
İsteklerini İşgal Konseyinin baskısıyla hükümete, hatta padişaha da kabul ettirdiler.
Böylece, suçluların aranması, bulunması ve yakalanıp cezalandırılması safhasına gelinmiş oldu.
Bu esnada, birinci derecede suçlanan İttihatçı ileri gelenleri ülkeyi terk ettiklerinden, mutlaka cezalandırılması gereken kurbanlar aranmaya başlandı. Aramalar sonucunda, nihayet Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Beyi buldular ve galiplerin hatırına onu harpte Osmanlı’ya ihanet eden Ermenilere kurban ettiler.
* * *
Kemal Beyin idam talebiyle yargılandığı mahkemede, muteber görülen şahitlerin çoğu, yine Ermeni militanlardı. Ancak, kimsenin bu vahim duruma itiraz edecek gücü yoktu. Çünkü, İstanbul işgal altındaydı.
Bu ağır şartlara rağmen, Kemal Bey, mahkemede kahramanca müdafaasını yaparak şunları söyler:
“Düne kadar hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz… Ermeniler, Osmanlı mülkünü istilâ eden Rus ordularının kâh önüne geçerek, kâh arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmediler… Öte yandan, Yozgat vilayeti dahilinde bazı muhacir Ermeni kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara revâ gördükleri faciâlara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü de ihtimal dahilindedir. Ancak, savaştaki yenilginin aleyhimizde meydana getirdiği havayı dizginlemek maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi eğer bir siyaset icabı sayılıyorsa, o kurban, ben olmamalıyım. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memurun bulunması mı gerekir? Siz kurban seçmek değil, ancak hak ve adâletle hüküm vermek durumundaki bir heyetsiniz.”
Yalancı şahitlerin Kemal Bey aleyhinde atıp tutmaları karşısında ise, şu müdafaayı yapar:
“Bunların hepsi yalandır, uydurmadır. Reis Paşa, ben bunların söyledikleri Keller köyüne ne gittim, ne de oradan geçtim. Orada vuku bulduğunu iddia ettikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek, rica ederim; böyle bir vahşeti kim yapar? Bu derece şen’i bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen, birini ispat edemezler. Çünkü, hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa, bilemem. Fakat şu ana kadar bu mevzuda hiç bir şikâyetçi gelmiş değil. İlk defa burada mahkeme huzurunda bu şikâyetlerle karşılaşıyorum.”
Kemâl Beyi dinleyen mahkeme reisi Hayret Paşa, baskılara rağmen idam kararını veremeyeceğini beyan ile istifa eder. Onun yerine “Nemrut” lakabıyla anılan Mustafa Paşa getirtilir, o da evvelden verilmiş bir emrine yerine getirme tavrıyla hareket eder ve Kemâl Beyin idamına karar verir.
Saray’a, yani padişaha gönderilen idam kararı, Sultan Vahdeddin tarafından imzalanmayarak şeyhülislâma gönderilir. İngiliz yanlısı Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ise, “mahkemenin hak ve adâlet üzere yapılmış olması şartıyla”, idamın infaz edilebileceğine dair bir fetva verir.
* * *
Beyazıt Meydanında kurulan idam sehpasında bile izzet ve metanetini kaybetmeyen Kemâl Bey, halka hitaben sarf ettiği son sözlerini de şu ifadelerle tarihe mal eder:
“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir devlet memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Size yemin ederim ki, ben mâsumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adâlet!.. Borcum var; servetim yok. Üç çocuğumu, millet uğrunda yetim bırakıyorum. Yaşasın millet! Allah, vatan ve milletimize zevâl vermesin. Amin.”
Genç kaymakam Kemâl Beyin naaşı, idamdan iki gün sonra, kendi vasiyeti üzere oğlu Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayırındaki kabristana götürülerek Rahmet-i Rahman’a tevdi edilir.
Kemal Beyin üzerinde çıkan vasiyetinde yazılı olduğu gibi, mezar taşına şu ifadeler kazınır: “Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl’in ruhuna el-fâtiha.”
09.04.2005
Yorumlar kapatıldı.