Şahin Alpay
Denebilir ki, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915-16 yıllarında Osmanlı Devleti’nin Ermeni yurttaşlarını tehcire (zorunlu göçe) tabi tutması sonucunda yüzbinlerce Ermeni’nin açlıktan, soğuktan ya da saldırılara maruz kalarak öldüğü; büyük bir trajedi yaşandığı konusunda bir tartışma yok.
Tartışma esas olarak “tehcir”in yol açtığı ölümlere “soykırım” denip denemeyeceği üzerinde odaklanmakta. Ermeni diasporasında yaygın olan görüşün sahipleri, 1960’lardan bu yana, yaşanan trajediyi “soykırım” olarak niteliyor. Türkiye Ermenileri öteden beri trajediyi “Metvocir / Büyük Felaket” olarak anıyor. Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını kazanmasından sonra Ermenistan hükümetleri de olayları “soykırım” olarak niteliyor. Türk tarihçileri ve yorumcuları arasında hakim kanaat ise, olayların karşılıklı katliamlardan oluşan bir trajedi olduğu ve “tehcir”in, örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da Nazi hükümetinin uyguladığı türden, bütün Yahudileri ortadan kaldırma kastıyla uygulanan soykırımla hiçbir benzer yanı olmadığı.
Bu arada, tartışmaya katılanların “soykırım” kavramını çok farklı şekillerde yorumladıkları görülüyor. Diyelim ki BM Genel Kurulu’nun 1948 yılında kabul ettiği “Soykırımın Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” esas alındı. Söz konusu sözleşmeye göre soykırım, “Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle, a) grup mensuplarının öldürülmesi, b) grup mensuplarına fiziki ve ruhsal olarak önemli ölçüde zarar verilmesi, c) kısmen veya tamamen yok etme kastıyla grubun fiziksel varlığını sona erdirecek şekildeki yaşama koşullarına tabi tutulması, d) grup içinde doğumları engellemek amacıyla kısıtlamalar konulması, e) bir grubun çocuklarının zorla başka bir gruba nakledilmesidir.” BM Sözleşmesi’nin tanımını esas alan Uluslararası Adalet Divanı’na göre de soykırım suçunun dört unsuru var: i) suçu işleyen, bir veya daha fazla insan öldürmüştür, ii) öldürülen kişi veya kişiler belirli bir milli, etnik grup, ırk veya dini gruba aittir, iii) suçu işleyen, o grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacındadır, iv) söz konusu eylem… grubu ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Türk – Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nun başvurusu üzerine Uluslararası Daimi Adalet Merkezi, BM Sözleşmesi’nin Türkiye’de 20. yüzyılın başlarında meydana gelen olaylara uygulanıp uygulanamayacağı sorusunu ele aldı ve: 1) Sözleşme hükümlerinin 12 Ocak 1951 tarihinden önceki olaylara uygulanamayacağına, dolayısıyla hiçbir birey veya devlete karşı olaylardan kaynaklanan herhangi bir hukuki, mali veya toprak talebinde bulunulamayacağına, ancak 2) olayların Sözleşme’deki soykırım tanımına uyduğuna karar verdi.
Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı “tehcir” ve yol açtığı ölümler BM Sözleşmesi’ne göre soykırım olarak tanımlanabilir ise, o yıllarda bağımsız bir Ermenistan kurma peşindeki milliyetçi Ermeni çetelerinin Doğu Anadolu’da, özellikle Van, Erzincan, Erzurum’da sayıları tam olarak bilinemeyen binlerce Müslüman – Türk’ü katletmeleri soykırım değil midir? Sözleşme’ye göre soykırım “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle katletmek”tir; öldürmelerin soykırım olarak nitelenmesi için suçun bir devlet tarafından işlenmesi gerekmediği gibi, öldürülenlerin sayısının az veya çok olmasının hiçbir önemi yoktur.
1915-16’da yaşanan büyük trajediyle yüzleşebilmemiz için en doğrusu bu “soykırım” iddiasının bir kenara bırakılması değil mi? Yaşanan, iki etnik milliyetçiliğin çatışması sonucunda ortaya çıkan büyük bir facia. “Ermeni soykırımı” iddiası bugün Ermeni etnik milliyetçiliğinin düşmanlıkları körüklemek için kullandığı bir silah değil mi? Tarihe artık Türkler ya da Ermeniler olarak değil, her şeyden önce insan olarak bakmanın zamanı gelmedi mi?
(Düzeltme: Geçen yazımda bazı karışıklıklar oldu. Doğru isimler Bahadır Demir ve Ahmet Refik Altınay’dır. Düzeltir, çok özür dilerim.)
07.04.2005
Yorumlar kapatıldı.