Alev Er
“Bu siyasi bir karar; kabul edilemez.”
“Tarihçilerin vermesi gereken bir kararı siyasetçiler veremez.”
Son on yıl içinde, Fransız Parlamentosu’nun ve başka benzer kurumların aldığı ve burada büyük tepki gören kararlardan sonra, “Ermeni Soykırımı” konusunda Ankara, konuya dışarıdan ve üstünde çok da kafa yormadan bakanlara “Hakikaten ya, biz niye bunu daha düşünemedik” dedirten bu argümana sarıldı.
Bilime saygılı, siyasetten uzak, dolayısıyla da soğukkanlı ve sağduyulu görünen bu yaklaşıma zamanla çok insan ısındı ve İttihad ve Terakki yönetiminin Ermeniler’e çok da dostça davranmadığını düşünen ama bunu açıkça dillendiremeyenler için de bayağı umut kaynağı oldu.
Çünkü büyük çoğunluğu, bu yeni argümana kadar devletin asıl olarak tarihten korktuğuna, Osmanlı arşivlerini bu yüzden doğru dürüst açmadığına, açılan bölümlere de işine gelmeyen tarihçileri bu yüzden sokmadığına inanıyordu.
Ve şöyle dediler: “Hah, işte ilk kez sorunun çözümü, gerçeğin kabulü konusunda dişe dokunur bir adım atılıyor.”
Tarihe önyargılarla, yerleşmiş dogmalarla bakmayacağını söyleyegelen AKP hükümetinin de, “Ermeni Soykırımı” soruları çeşitli platformlarda önüne geldiğinde aldığı tutum bu. “Bırakalım, buna tarihçiler karar versin…”
Ve bu yola girildi.
“Bizim” tarihçilerimiz zaten hazırdı; kitaplar hazırlamış, incelemeler yapmış, Ermeni tarihçilerle teati edilecek belgeler bulmuşlardı ve – bilimde etnik, milli bir ‘karşı taraf’ olamayacağını akıllarına bile getirmeden- “karşı taraf”ı ringe çağırdılar.
Ardından bir de “mavi kitap” buldular; tarihçi Toynbee bu kitabı ve Yahudiler’e yapılan kötü muameleyi anlatan başka bir kitabı İngiliz dışişlerinin isteği üzerine ve ABD’yi Birinci Dünya Savaşı’nın içine çekmek için yazmıştı ve Yahudiler için yazılanın bir propaganda kitabı olduğu daha sonra itiraf edilmişti; öyleyse “mavi kitap” da böyle olmalıydı…
Son aylara böyle girildi.
Ellerinde şimdi bir “Ermeniler, Sürgün ve Göç” adını taşıyan, çelişkili rakamlar ve çeviri sansürleri barındıran ve Ermeniler’in değil soykırıma uğramak, “tehcir” dönüşü sayılarının daha da arttığını ileri süren, Türk Tarih Kurum Kurumu’nca yayımlanmış bir kitap var.
Bir de, devletin PKK için hazırladıklarının da sonuçta birer propaganda kitabı olduğunu ve bu gerekçeyle kolayca reddedilebileceğini, ciddiye alınmayabileceğini düşünmeden ileri sürdükleri, o “mavi kitap”ın propaganda kitabı, dolayısıyla “yalan” olduğu iddiası.
“Tarihi tarihçilere bırakalım, siyasetçiler bu işe karışmasın” argümanıyla ringden zaferle çıkmak için yapılan hazırlık bu…
Gerisi, Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın konunun bilgilisi olmayanlarla karşı karşıya geldiğinde, soruları böyleleri sorduğunda esip gürlediği demeçler.
Ama işte bu öyle bir hazırlık ki, azıcık ciddi ve ısrarcı sorularla karşılaşır karşılaşmaz dağılıveriyor.
Geçen hafta başında Milliyet gazetesinde yayımlanan Derya Sazak imzalı röportajda Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun başına gelen de bu.
Röportajda iki soruya ve devamı gelmeyen bir üçüncü soruya verdiği cevaplarla kendi kendisini perişan ediyor Halaçoğlu.
İlk iki soruda Birinci Dünya Savaşı başında, yani 1915’teki tehcirden önce Anadolu’daki Ermeni nüfusunu önce bir milyon, arkasından da bir buçuk milyon olarak “tahmin ediyor” Türk Tarih Kurumu Başkanı.
Üçüncü soruya hazırlanırken ise Sazak, Halaçoğlu’ndan Ermeniler’in Ermeni oldukları için tehcir edildikleri, gidecekleri yeri seçme haklarının olmadığı, iki bin kişilik kafileler halinde sürüldükleri bilgisini alıyor ve sonra soruyor: “Bu uygulama Prof. Halil Berktay’ın ‘etnik temizlik’ tanımına girmiyor mu? Çünkü savaş olmayan böylelerden de gittiler?”
Halaçoğlu’nun cevabı “Hayır, bu etnik temizlik değil, çünkü geçici olarak gittiler ve sonra geri döndüler.”
Türk Tarih Kurumu Başkanı bu cevabın gerektirdiği dördüncü soru, “Ne zaman döndüler” sorusu sorulmadığı için “yırttığını” düşünüyor olabilir ama, durum öyle değil.
Evet, tehcir edilen Ermeniler’in bir bölümü geri döndü ama bu, tehcir kararı verenlerin “Artık yeter, dönsünler” diyen yeni bir direktifiyle olmadı.
Dönüş aşağı yukarı dört yıl sonra, Mondros Mütarekesi imzalandığında, tehcir karar verenler bir gece gemiyle gizlice sıvıştığında, Ermeniler’in tehcir edildiği bölgelerin büyük bölümü Fransızlar tarafından işgal edildiğinde gerçekleşebildi.
Ve bugün dile getirilemeyen pekçok rakam da o günlerde yine bu nedenle dillendirilebildi.
Nitekim Taner Akçam “İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında, mütakere sonrasında kurulan İstanbul Hükümeti’nin dahiliye nazırı Cemal Bey’in tehcir sırasında ölen Ermeniler’in sayısını “800 bin” olarak açıkladığını yazar.
Bu rakamın daha sonra çeşitli vesilelerle hem Damat Ferid Paşa hem de Mustafa Kemal tarafından telaffuz edildiğini, 1928’de Genekurmay Başkanlığı’nın yayımladığı ve rakamları kurum tarafından revize edilen bir çeviri kitapta yine aynı sayının verildiğini.
Yusuf Hikmet Bayur’un kallavi Türk Inkılap Tarihi’nin üçüncü cildinde “Bu rakamları bizim resmi kaynaklara göre de doğru saymak gerekir” dediğini…
“Ermeni Soykırımı” konusunda “Tarihi tarihçilere bırakalım” argümanına cepheden karşı çıkagelen Princeton Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Direktörü ve Türk Araştırmaları Bölüm Başkanı Prof. Şükrü Hanioğlu, dünkü Zaman gazesinde bunu neden söylediğini şöyle açıklıyor:
“Bu ve diğer tarihi meselelerde anlamlı siyasetler üretemememizin temel nedenlerinden biri, siyasetimizin kendisine hiçbir sorun yaratmayacağını düşündüğü ‘mükemmel’ bir tarih yarattırmış olmasıdır.”
Hanioğlu’nun sözünü ettiği ‘yarattırılmış mükemmel tarih” Türkiye’nin “resmi tarih”idir.
1919 sonrasında Ermeni soykırımından, etnik temizlikten söz edilebiliyor ve tehcir sırasında 800 bin Ermeni’nin öldüğü yazılabiliyordu, çünkü o sırada henüz “resmi tarih”imiz yoktu.
Bunların 1928’de bile hâlâ yazılabiliyor olmasının nedeni de, Ermeni bahsinin henüz o resmi tarihin köşetaşlarından biri olmamasıydı…
Yoksa “Ermeni Soykırımı” konusu bizde zaten çok öteden beri “tarih”çilere bırakıldı.
“Size Ermeni soykırımını kabul ettirmeye çalışan bir AB’ye neden girmek istiyorsunuz, deli misiniz nesiniz” diyen Amerikalı Justine Mccarthy de New york Beşinci Cadde’deki bir kebapçı dükkânında çalışmıyor.
O da tarihçi…
Yorumlar kapatıldı.