İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hem sıcak, hem sıkıntılı…

Osmanlı, dünya siyasetinde belirleyici olmaması dolayısıyla 19. yüzyıla kadar Amerika’yla pek fazla ilgilenmedi. 3. Selim devrinde resmi belgelerde ABD’nin adı ‘yeni dünya’ diye geçiyordu

AVNİ ÖZGÜREL

Şu aralar Türk-Amerikan ilişkilerinde sıkıntı var. Aslında ABD’nin dünyayla sıkıntısı var ve bu sıkıntı her devlete ekonomik ve siyasi sıkletiyle orantılı olarak yansıyor. Ankara gerek AB, gerekse Kıbrıs, Irak, Ermeni meselesi, IMF-Dünya Bankası ilişkileri gibi sinir düğümü haline gelmiş konularda Washington’ın desteğine bel bağladığı için, doğal olarak ABD’nin hoşnutsuzluğundan başkalarına kıyasla daha şiddetli etkileniyor.

Bağımsızlık Bildirisi’nin ardından 18. yüzyıl sonunda dünya siyaset sahnesine çıkan ABD, Akdeniz sahillerinde ticari gemilerini dolaştırmak istediğinde, Osmanlı ile karşılaştı. ‘Garp Ocakları’ adı altında yarı özerk olarak Osmanlı’ya bağlı Cezayir, Tunus ve Libya (Trablus) ile anlaşma olmaksızın gemiler hareket edemeyecekleri için tanışma bir el koyma olayıyla başladı. 1795 yılında Cezayir, izinsiz sefer yapan iki Amerikan gemisini limana bağlayınca, ABD yılda 12 bin altın vergi ödeme şartını kabul ettiği bir anlaşma imzalamak zorunda kaldı. Türkçe olarak ve Osmanlı ‘ahidname’ kalıplarına uygun hazırlanan anlaşmaya bağlı vergi 1815’e kadar düzenli ödendi. Bu tarihten sonra Amerikan ticari gemileri İngiltere’nin ticari imtiyaz anlaşmasına dayanarak sunduğu ‘himaye’ ile başta İzmir olmak üzere Türk limanlarında göründüler.

İngiliz engeli

ABD, Osmanlı’yla gümrük anlaşması yapmadığı için gemiler İngiltere’nin himayesinde limanlara girebiliyordu. Böylece İngiliz şirketleri zahmetsizce para kazandıklarından, Londra, siyasi baskıyla Amerika’nın Osmanlı devletine gönderdiği elçilerin Babıâli tarafından tanınmamasını sağladı. Başkan Jefferson döneminde Amerika anlaşma için yoğun çaba harcadı. Amerika’dan İstanbul’a heyetler geldi gitti ama sonuç çıkmadı. 1823’e kadar süren bu ‘tanımama’ süreci o yıl ABD’nin İzmir’e ticari ataşe göndermesi için verilen izinle aşıldı.

1827’de Navarin’de Osmanlı donanmasının imha edilmesinin ardından 1828’de 2. Mahmud’un kararıyla Amerika’dan gemi satın alınmasına izin verildi ve 1829’da iki devlet arasında üst düzeyde resmi ilişki kuruldu. Ve 1830’da Osmanlı Devleti’yle Amerika arasında ‘Ticaret ve Seyr ü Sefayin’ anlaşması imzalandı. Anlaşmayla Osmanlı, Amerika’ya ‘en ayrıcalıklı devlet’ statüsünü veriyordu.

Bu tarihten sonra ABD İstanbul’da ve imparatorluğun önemli şehirlerinde temsilcilikler açmaya başladı. Osmanlı 1845’te ilk olarak Washington’a şehbender sıfatıyla (ticaret ataşesi) Zapçıoğlu Abraham’ı tayin etti. Ama bu temsilciliğin siyasi bir misyonu yoktu. Yunan isyanı, Mısır sorunu dolayısıyla dünya kamuoyuna Babıâli’nin görüşlerinin anlatılması ihtiyacı doğup dış temsilciliklerin büyükelçilik düzeyinde faaliyet göstermesi kararı çıkınca, 1867’de Fransız asıllı Edme Blacque (Balak Bey) Washington’a elçi olarak tayin edildi.

Ancak 20. yüzyıla kadar Amerika, Osmanlı başkentinde diplomatik olarak büyükelçilik açılması gereken bir ülke olarak görülmedi. Ve Washington ‘orta elçilik’ statüsünde kaldı. ABD, elçiliklerin büyükelçilik seviyesine çıkarılmasını 1906’da siyasi baskıyla sağladı.

Osmanlı Devleti’nin o dönemde dünya siyasetinde ‘büyük güçlerden biri’ sayıldığının göstergesi 1850’de ABD’ye inceleme için gönderilen Bahriye Mektebi hocası Binbaşı Emin Efendi’nin Washington’da en üst düzeyde devlet büyüğü gibi karşılanmasıdır. Resmi belgelerde Emin Bey’in ikametine tahsis edilen binanın önünde tören yapıldığı, kendisinin ABD Kongresi’nde merasimle karşılandığı ve ardından Beyaz Saray’da başkan tarafından kabul edildiği bilgileri var. Emin Efendi Babıali’ye gönderdiği raporda bu durumu: “Bu derece iltifat ve ikram gösterilmesi, şimdiye kadar başka devletlerden gelen heyetlere gösterilmiş değil. Öyle ki bazı maslahatgüzarlar fazlasıyla hayret içinde kalıp aralarında, acaba böyle itibar edilmesinden maksat nedir, diye konuşmaktadırlar…” ifadeleriyle anlatıyor.

Misyonerler geliyor

19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı-Amerikan ilişkilerinde misyonerlik öne çıktı. İç savaş şartlarından kurtulan ABD’yle ilişkide ticaret göz ardı edilmemişti. şüphesiz. 1862’de imzalanan ek anlaşma hem gümrüklerde vergiyi yüzde 1’e indiriyor hem de daha önce yasaklanmış silah ticaretine imkân sağlıyordu.

Bu sayede iç savaş sonrası elde kalan silahların önemli bir bölümü Osmanlı Devletine satıldı. Ve Osmanlı-Rus Harbi sırasında Türk ordusu Amerikan malı silahlarla savaştı. Ama yine de ilişkilerde okullaşan misyoner gruplarının faaliyeti ön plandaydı. 1862’de Robert Kolej’in açıldığı dönemde Osmanlı coğrafyasında faaliyet gösteren misyoner okullarının sayısı 500’e ulaşmıştı. Amerika bu okulların çatısı altında topladığı azınlıklar dolayısıyla 20. yüzyıla girilirken Babıâli nezdinde siyasi girişimlerde bulunmaya, baskı gücü olmaya başladı. Amerikan basınında Osmanlı coğrafyasında yaşayan Ermenilere baskı yapıldığına dair haber çıkmadığı gün yoktu neredeyse. Bu ilgi yeni yeni Amerikan konsolosluklarının açılmasıyla kendini gösterdi.

İstediği yerde konsolosluk

Anlaşmalar Amerika’ya Osmanlı topraklarında dilediği yerde konsolosluk açma hakkını veriyordu. Babıâli, “Konsolosluk açmaktan murat, orada yaşayan tebaanızla ilgili işlemleri yapabilmektir. Andığınız yerlerde Amerikan vatandaşı bulunmadığı için…” diyerek kimi yerlerde bu yöndeki girişimleri engelledi.

Ama Washington anlaşmaya dayanarak İstanbul’a danışmadan konsolos tayin edip bunları İstanbul’a gönderdiği ve “Diplomatların göreve başlayamaması halinde Kongre’de Osmanlı Devlet’i aleyhindeki konuşmaların önüne geçilemeyeceğini” bildirdiği için bunların bazısı istenmeye istenmeye kabullenildi.

Buna rağmen 1892’de ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporda, “Ortaya çıkan zorluklar tüccar ve turistlerin gezilerilerinden ziyade misyoner ve öğretmenlerle ilgilidir” denilmekteydi. Aynı anda Osmanlı Dışişleri’ne gönderilen notayla satın alınmış gayrimenkullerin okul olarak kullanılmasında çıkan zorluklar konusunda şöyle deniliyordu: “Yabancıların anlaşmalarla garanti altına alınmış hak ve ayrıcalıklarını imza altına aldıktan sonra bunları fiilen ortadan kaldırmak veya sınırlamak, bunu temin için zor kullanmak Osmanlı siyasetine has bir tavır olmalı.”

Büyük savaştan sonra

Osmanlı-ABD ilişkileri Abdülhamid devrinde en ileri noktadaydı. Ancak Abdülhamid’in siyasi tavrı dolayısıyla özellikle misyoner okulları açısından bunalan Amerika’nın onun tahttan indirilmesini sevinçle karşıladığı tartışılmaz. Washington’ın, kendisini İttihad Terakki liderlerine her dediğini yaptıracak güçte gördüğü de… 1. Dünya Savaşı ile birlikte şartlar Amerika’yı fazla hazırlıklı olmadığı bir konuma sürükledi. ABD, 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. Bu Washington’ın ittifak güçlerinin tamamına, bu arada Osmanlı Devleti’ne de savaş ilanıydı. Dolayısıyla aynı tarihte diplomatik ilişkiler kesildi. Babıâli siyasi ilişkinin kesilmesi kararını alırken ihtiyatı elden bırakmıyor, ABD vatandaşlarına iyi davranılması ve zorluk çıkarılmamasını temin için genelge üzerine genelde yayımlıyordu.

Avrupa devletleriyle kıyaslandığında Amerika, Türk kamuoyunda hiçbir dönemde baskın şekilde ‘olumsuz’ çağrışımlar yapmadı. Nitekim bundan dolayı bir büyük savaşın nihayetinde Mondros Anlaşması’yla silahlar sustuğunda Türkiye’de siyasi ağırlığı inkâr edilemeyecek bir grup aydın, “Coğrafi bakımdan bize hayli uzak. Tarih boyunca savaşmadık. Haçlı seferlerine de katılmadılar. Aramızda husumet yok” diyerek Amerikan mandasının kabul edilmesini savunabildi.

Savaş yıllarında ağırlanan eski başkan

Türk-Amerikan ilişkilerinde General Ulysses Grant’ın başkanlık (1869-1877) yılları dönüm noktası. İlk dönemlerinde oğlunu İstanbul’a yollayan Grant’ın muhatabı Abdülaziz’di. Padişah, Amerikalı bir generalin refakatinde gelen genç Grant’a, başkanın Washington’daki ofisine serilmek üzere 400 kiloluk bir Uşak halısı hediye etti. Başkan da görev süresi dolunca, Şubat 1878’de kalabalık bir heyetle Türkiye’ye geldi.

General Grant, Kahire, Beyrut, Kudüs, Şam’dan sonra İzmir’e indi. Eski başkanı, Vali Ahmet Hamdi Paşa ve ABD’nin İzmir Konsolosu Enoch J. Smithers karşıladı… 26 Şubat günü Ahmet Hamdi Paşa, General Grant, karısı Julia, oğlu Jesse, konsolosluk yetkilileri, New York Herald Gazetesi yazarı John Russell Young ve İzmir’de yaşayan çeşitli ülke temsilcilerine Efes’i gezdirdi. 28 Şubat günü İzmir’den ayrılan USS Vandalia, İstanbul’a yöneldi. Osmanlı başkenti o günlerde büyük bir sancı içindeydi. Rus Ordusu Yeşilköy’de karargâh kurmuş, Abdülhamid’in İngiltere Kraliçesi Viktorya aracılığıyla istediği barışın pazarlığını yapıyordu. Buna rağmen 2. Abdülhamid, şaşaalı bir törenle ağırladı misafirini. 1 Mart günü Haliç’e demirleyen USS Vandalia’yı Harbiye Nazırı Mehmet Rauf Paşa’nın yaveri karşıladı. General Grant ve konuklar, özel bir sandalla Tophane’ye getirildi. Resmi karşılama komitesi burada bekliyor, heyetin başkanlığını Harbiye Nazırı Mehmet Rauf Paşa yapıyordu. 3 Mart Pazar günü hava şartları bozuk olduğu için General Grant ve beraberindekiler plandıkları Boğaz gezisini gerçekleştiremedi. Ama eski başkan ve eşi Beyoğlu ve Kapalıçarşı’yı gezip bol bol alışveriş yaptı. Aynı gün Ayastefanos Antlaşması imzalandı. Abdülhamid 5 Mart’ta Grant’ı Yıldız’da kabul etti. İstanbul’daki ABD’li temsilcilerin de katıldığı toplantıda Abdülhamid, Grant’ı başkanlık dönemindeki çalışmalarından dolayı övdü ve kendisine özel yetiştirilmiş iki cins arap atı hediye etti. Bu atların ABD’ye resmi kayıtla giren ilk arap atları olduğunu ve Linden Tree adlı atın sonraki yıllarda arap atı yetiştiriciliğinin başlangıcını teşkil ettiğini kaydetmek lazım…

Yorumlar kapatıldı.