Etyen Mahçupyan
Tarihin siyasallaşması tarihsel malzemenin de siyasi bir meta haline gelmesiyle sonuçlanmakta. Böylece içerik arka plana atılıp belgelerin sayısı önem kazanırken; tarihsel olayların çok azının bir belgeye dayandığı da unutuluyor. Hele bazı ‘tarihçilerin’ kendi yazdıklarını ‘belge’ diye adlandırmaları daha da hoş… Ancak ortada bir sorunun olduğu da açık: Devletler ve tarihe milli kaygılarla bakanlar, belgeler üzerinde tekel kurmaktan kolay vazgeçmedikleri gibi; bu belgeleri kendi anlayışlarından farklı bir biçimde kullanma ihtimali olanlara karşı da son derece ‘temkinliler’. Bu tedirgin yaklaşımlar dünyanın her yerinde ‘arşivlerin ne kadar açık olduğu’ sorusunu gündeme getirmekte. Türkiye’nin resmi görüşünü seslendirenler de sık sık bizim arşivlerimizi açtığımızı ancak Ermenilerin açmadığını öne sürmekteler. Bu konuda ‘açıklık’ kavramının ise iki boyutu var: Belgelerin tümünün kamu tarafından kullanılabilir olması ve belgelere her isteyenin ulaşabilirliği…
Uluslararası tarih araştırmacılarının deneyimlerinden hareketle bu alanda söylenebilecek olanı da şöylece özetlemek mümkün: Ermenistan’da tehcir ve sonrasına ait malzemeyi barındıran çok sayıda arşiv var. Kudüs’teki arşive girmek Patrikliğin iznine tabi ama tüm arşivler her iki kritere göre de açık. Ancak Taşnakların ABD’deki arşivinin sadece ‘makbul’ insanlar tarafından incelenmesine müsaade edilmekte. Diğer bir deyişle Taşnak yöneticilerin kafasındaki Ermeni tezini destekleyecek kişiler bu belgelerden tümüyle yararlanırken, diğerleri arşive giremiyor. Taşnakların hoşlanmadıkları türden sonuçların ne olduğunu ise tahmin edebiliriz… Tehcir esnasında Ermenilere yardım eden Müslümanların ve halen Türkiye’de yaşamakta olan dönmelerin ortaya çıkması. Çünkü bu gerçekler Türk milletini bir bütün olarak suçlamak ve ölmüş Ermeni sayısını abartmak isteyenleri rahatsız ediyor.
Diğer taraftan Türkiye’nin kendi arşivlerini açmış olduğu tezinin gerçeği yansıtmadığını, her gün bizzat yetkililerin ağzından duymaktayız. İlgili ve sorumluların söylediğine göre bugün halen elimizdeki belgelerin yüzde birini bile tasnif edip kamuya açmış değiliz. Öte yandan kullanıma açık olan belgelerin de bir ön elemeden geçirilerek ‘münasip’ bulunanlar olduğuna dair belirtiler var. Ayrıca herkesin listede görülen her belgeye ulaşamadığını da, özellikle yabancı araştırmacıların yaşadıklarından hareketle biliyoruz. Ancak arşiv konusu sadece elimize bir biçimde ulaşmış olan dokümanları ima etmiyor. Çünkü söz konusu belgelere sahip olanların davranış kalıpları da belirli bir tarih tezinin lehine veya aleyhine olabilmekte. Bu açıdan ise, Türkiye’nin önünde ikinci bir handikap durmakta: 1918 Divan-ı Harbi Örfi’nin yürütmüş olduğu mahkeme tutanakları belgelerin birçoğunun Talat Paşa’ya teslim edildiğini ve birçok telgrafın da ‘okunduktan sonra imha edilmek üzere’ ibaresini taşıdığının bizzat Türk tanıklar tarafından vurgulandığını ortaya koymakta. Ayrıca İttihatçıların anılarına bakıldığında, en azından bazı insanların emredildiği için veya kendilerini koruma gayesiyle ellerindeki evrakı yaktıkları anlaşılmakta…
Kritik nokta şu ki belegelere nasıl davranıldığı da tarihi sürecin bir parçası; ve ‘tarihte ne oldu?’ sorusu açısından kullanılabilir bir kanıt… Türkiye’nin bu alanda avantajlı bir durumda olmadığı ise açık. Dolayısıyla artık kaybedileceği kesin olan tartışmalara girişmekten, bu tür argümanların peşinden gitmekten ve iyi bir temele oturmayan efelenmelerden vazgeçmek gerekiyor. Türkiye’nin alternatif tarih üretme çabaları içinde, göz göre göre kendini zor duruma sokmaktansa; yüzünü güçlü olduğu alana, yani siyasete çevirmesi gerekiyor.
27 Mart 2005, Pazar
Yorumlar kapatıldı.