İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bizi birleştiren fotoğraflar

Haluk Şahin

Antakya’nın görkemli mozaik müzesinde Narkisus’u resmeden mozayiklere bakarken bir kez daha kavradım ki, insanın yeryüzündeki serüveninin belki de en ilginç anı, önündeki suya yansıyan çehrenin kendi yüzü olduğunu keşfettiği andır.

Mitolojideki öyküyü anımsayın: Çok güzel bir delikanlı olan ve bu yüzden hiç kimseye yüz vermeyen Narkisus bir gün suda yüzünün yansımasını görür ve ona âşık olur…

Sonu acı bitecek bir aşktır bu. Çünkü sevgilisine kavuşabilmesi için suya dalması gerekmektedir.

Nitekim öyle olur; vuslat mıdır bu yoksa intihar mı, mitolojide tartışmalıdır.

Narsisizm dediğimiz kişilik bozukluğu işte bu öyküden esinlenerek adlandırılmıştır. Narsisistler (özseverler) kendilerine âşıktırlar. Kendilerinden söz etmeye, kendilerini seyretmeye, kendilerini okşamaya doyamazlar.

Boğulmuşlardır ve boğucudurlar.

Hele yaşlandıklarında hiç çekilecek yanları kalmaz.

Narkisus güzel bir delikanlıydı, aşkı uğruna genç yaşta öldü. Bunu başaramayıp kartlaştıktan sonra hâlâ ona buna güzellik öğütleri verenlere olsa olsa komik parodilerde rol verilebilir…

Kimden ve neden söz ettiğimi sanırım anladınız!

Narkisus’un ardından kendi yüzünü görünce en çok şaşıranlar, fotoğrafın icadından sonra kendi yüzünün kâğıda basımını görenler olmalıdır. Heyecan içinde poz verenlerin, siyah/beyaz portrelerine bakıp ‘A, bu ben miyim?’ diye çığlık attıklarını duyar gibi oluyorum.

Aradan neredeyse 150 yıl geçtikten sonra biz artık öyle çığlıklar atmıyoruz. Gırtlağımıza kadar görüntüye battık. Fotoğraflarımızı görmeye alıştık, hatta kanıksadık.

Artık tanışlar, dostlar ve sevgililer arasında fotoğraf alınıp verilmiyor. Bu değiş-tokuşun ne kadar derin simgesel anlamlar taşıyabileceğini çoktan unuttuk.

Fotoğraflara ithaf yazmak son 50 yıl içinde sonu gelmiş sanat dallarından biridir. Dijital fotoğrafa titrek kalemle ithaf yazısı nasıl yazılır, bilen var mı?

Bahattin Öztuncay’ın ‘Hatıra-i Uhuvvet: Portre Fotoğrafların Cazibesi: 1846-1950’ (Aygaz, 2005) adlı albümüne bakarken düşündüm bunları… Daha önce de özellikle 19. yüzyıl fotoğrafçılığı üzerine üç kitabından tanıdığımız yılmaz araştırmacı Öztuncay, bizim de çok köklü bir fotoğraf geçmişimiz olduğunu hatırlatmaya devam ediyor.

Albümdeki yüzlerce portreyi bir bir anlatmam olanaksız. Bazıları beni çok etkiledi. Büyük bir imparatorluğun yıkılışına tanıklık etmiş olan kuşağın gözlerindeki kırıklığı gördüm…

Ermeni-Türk ilişkilerinin çok gündemde olduğu şu dönem için ilginç bir not: Kitabın sonunda M. Kemal Atatürk’ün imzalı ve ithaflı beş portresi yer alıyor. 1917 ile 1927 yılları arasında çekilmiş. İkisi nerede çekilmiş biliyor musunuz? Ermeni kökenli fotoğraf sanatçılarının stüdyolarında. 1917 Halep’te, Derunyan Kardeşler’de; 1927 İstanbul, Boğos Tarkulyan’da..

Rum’uyla, Ermeni’siyle, Türk’üyle bizim de derin bir görsel geçmişimiz olduğunu hatırlatanlara teşekkürler. Biraz da, bizi ayıran değil, birleştiren şeylerden söz etsek fena mı oluyor?

Yorumlar kapatıldı.