İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tehlike var mı yok mu?

Gündüz Aktan

Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri kamuoyunda ağırlığını hissettirmeye başladı. Her önemli konuda olduğu gibi bunda da iki kutba bölündük. Bazıları tehlikeyi görmeyenleri ahmaklıkla, diğerleri de tehlikeyi abartanları paranoyayla suçluyor.

AİHS 9. madde 1. fıkraya göre, dinini öğretmek ve din değiştirmek serbest. AB üyesi olacak bir ülkede, kamu düzenini bozmadıkça, misyoner faaliyetlerini yasaklamak mümkün değil.

Liberal kesim, azınlıklar başta her önemli sorunla ilgili olarak yaptığı gibi, misyoner faaliyetlerini de özgürlükler sorununa indirgiyor. Ve orada duruyor. Sorunun çözümüne ilişkin fikir geliştirmiyor, öneri yapmıyor. Sanki sorunu özgürlükler kendiliğinden çözecekmiş gibi davranıyor. Misyoner faaliyetleriyle Hıristiyanlığı kabul eden Türklerin sayısının henüz çok sınırlı olduğunu belirtiyor ve sorunun varlığını küçümsüyor. İçlerinde bazıları, açıkça söylemeseler de, bugünün dünyasında dini önemli bulmadıklarından, din değiştirmeyi de önemsemiyorlar.

Toplumun büyük bir kesimiyse, dindar olduklarından ya da dine mensubiyeti ve din kültürünü kimliğin çok önemli bir unsuru olarak gördüklerinden, misyoner faaliyetlerini tehlikeli buluyor. Bunlar için asıl tehlike, Hıristiyan olanların sayısından ziyade, toplumdaki Hıristiyanlaşma potansiyeli. Örneğin, büyük kentlerde Hıristiyan olan Türklere oranla, Türk cumhuriyetlerinden okumak için Türkiye’ye gelen öğrencilerden Hıristiyan olanların sayısındaki artış çok daha hızlı. Kazakistan’da 200 misyoner kilisesinin varlığından ve Kırgızistan’da 50 bin gencin Hıristiyan olduğundan söz ediliyor.

Misyonerler için toplumun yoksul kesimleri hedef gruplardan birini oluşturuyor. Ukrayna’da milyonlarca yoksula yardım sağlanarak oluşturulan ‘Uniade’ kilisesi, Ortodoks âdetleri korumakla birlikte, Vatikan’a bağlı çalışıyor. Güney Kore nüfusunun yüzde 30’u Katolik oldu. Latin Amerika’da Protestanlık yayılıyor vb.

Müslümanlar arasında Hıristiyan misyonerlerin çabaları aynı olumlu sonuçları vermekten henüz uzak. Buna karşılık, yoksul kesimlerin yanında, okuma-yazması olan, ama milli kimliği zayıflamış, dinine yabancılaşmış ve iş imkânları azalmış genç kentli kesimler de, misyonerlerin hedefi olmaya hazır görünüyor.

Protestan misyoner faaliyetlerindeki artışı, Amerikan aşırı (dini) sağının yeni hamlesiyle izah etmek mümkün. Bunlar işlerini iyi biliyorlar. Misyonerlikte geniş bir tarihi tecrübeye sahipler. Arkalarında büyük bir uygarlık yatıyor. Moderniteyi, gelişmişliği, demokrasi ve özgürlükleri başarıyla bağdaştırmışlar. Ağızlarını bile açmadan, ‘Bizim gibi gelişmiş olmak istiyorsanız, bizim dinimize girin’ mesajı veriyorlar.

Kendi (iç) dinamikleriyle geleceğini inşa edemeyeceğine inandığından AB’nin (dış) dinamikleriyle kurtulmayı uman, geçmişinde kimlik tahribatına uğradığından milliyetçiliğe düşman eski sol/yeni liberallerin söyleminden etkilenmiş, AB’nin itip-kakmasıyla özsaygısı yaralanmış, AB üyesi olmak için en önemli milli davalarda bile kendisini savunamayan, nihilist eğilimleri evrensellik sanan bir toplum kesimi, bu misyonerlik faaliyetlerine direnemeyebilir.

Eşari kireçlenmeden bir türlü kurtulamayan Türkiye’deki dini kesim de böyle bir mücadele için hazır değil. Üçüncü Dünyacı Selefi inanışa kendisini kaptırmış küçük ama etkin bir bölüm, hâlâ laikliğe ve dolayısıyla Cumhuriyet’e karşı olduğunu vurgulayarak, devlet-toplum-din ilişkilerini germeye devam ediyor. İçi boş bir ütopya olmakla birlikte, onlar için öncelik, devlete hâkim olmak ve şeriatı hâkim kılmakta. Tabii buna güçleri yetmeyince de, iç hicretle kale burçlarının ardına saklanıyorlar.

Bu kesim, akla, bireysel özgürlüğe, bilimsel düşünceye açık, ahlaki değerleriyle sembolleri aşan bir teoloji çerçevesinde, dinle devleti barıştırmayı sanki varlıklarına ihanet gibi görüyor. Bunlar rekabete açık alanda, misyonerlerle mücadele edebilirler mi?

Tehlike potansiyeli var ve bizden kaynaklanıyor. Ama bu tehlike aynı zamanda büyük bir fırsat da oluşturuyor.

Yorumlar kapatıldı.