İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azınlık-çoğunluk ve Lozan tartışması

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’na bağlı “Azınlıklar ve Kültürel Haklar Komisyonu”nun hazırladığı “Azınlık hakları Raporu”nun yarattığı tartışmalar büyüyerek sürüyor. Tartışmalar birkaç hususta kilitleniyor. Bunlardan biri “devletin dili ve milletiyle bölünmez bir bütün” olduğu iken, bir diğeri ise “Türk” ve “Türkiyelilik” üzerine olmaktadır

MAHMUT BİLGİN

Tartışma hususları bunlar olunca doğal olarak tarihin derinliklerine inilmekte ve bu da bizi azınlıklar ve bunun en önemli belgesi olan Lozan’a götürmektedir. Ancak en başta şunu belirtmek isterim ki; her ne kadar basın yayın organlarında ve devlet kademelerinde yürütülen tartışmalar zaman zaman rahatsız edici şekillerde yürütülse de Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemli ve tarihidir. Çünkü esasında bu tartışmalar Demokratik Cumhuriyet tartışmalarıdır.

Öncelikle “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar raporuyla” gündeme gelen Lozan Antlaşması, bir çok kesimce Türkiye Cumhuriyetinin “kurucu belgesi” sayıldığı için bu belgenin konuyla bağlantılı kimi bölümlerine değinmekte yarar vardır. 27 Temmuz 1923’te İngiltere, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven devleti ile Türkiye arasında imzalanan ve halen yürürlükte olan antlaşma 143 maddeden oluşuyor. Siyasal, mali, ekonomik ve sosyal konuları düzenleyen antlaşma, “ülkeye ilişkin hükümler”, “uyruklar”, “Osmanlı devlet borcu”, “mallar, haklar ve çıkarlar”, “borçlar”, “endüstri, edebiyat ya da sanat yapıtları mülkiyeti”, “ulaşım yolları ve sağlık sorunları”, “savaş tutsakları” gibi ara başlıkları içeriyor. Kanımca güncel gündemle yakından ilintili olması açısından şimdilik anlaşmanın siyasal hükümler ile azınlıklarla ilgili bölümüne değinmek yeterli olacaktır.

Antlaşmanın “siyasal hükümler” bölümü içinde yer alan 37. ve 44. maddeleri ile “Azınlıkların Korunması” başlığı altında Türkiye’deki azınlıkların durumunu düzenliyor. Bu maddelere göre sadece “gayrimüslimler” azınlık olarak tanınıyor. Türk hükümetlerine, anadilde eğitim hakkı da dahil olmak üzere, azınlıkların din, dil, eğitim ve ibadet konusunda her türlü kolaylığı gösterme yükümlülüğü getiriliyor. Türkiye’de çok da fazla bilinmeyen Türkiye’nin “kurucu belgesi”nin azınlıklarla ilgili maddeleri şöyle:

Madde 38 de;

– Türk hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin doğum, bir ulusal topluluktan olma(milliyet, nationality), dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir.

– Türkiye’de oturan herkes, her inancın, dinin ya da mezhebin, kamu düzeni ve ahlak kurallarıyla çatışmayan gereklerini, ister açıkta isterse özel olarak, serbestçe yerine getirme hakkına sahip olacaktır.

Görüldüğü gibi ayrımcılığa karşı düzenlenen bu maddeyle Türkiye’de oturan herkes dini inancının gereğini serbestçe yerine getirebilme hakkına sahip.

Madde 39’da;

– Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.

– Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.

Bu maddeyle de Türkiye’deki azınlıkların kanun önünde eşit olması sağlanırken, kişilerin gerek özel, gerekse de ticari ve hukuki ilişkilerinde dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulamayacağı hükme bağlanıyor.

Bu noktalardan hareketle, Lozan hakkındaki yanlış kanılara işaret etmek gerekiyor. Birincisi, Lozan’daki azınlık tanımı o zamanın uluslararası hukuk standartlarının da gerisindedir. 1. Dünya Savaşının diğer yenik devletleriyle imzalanan benzer antlaşmalarda yer alan “etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar” kavramı Lozan’a “gayrimüslim azınlıklar” olarak yansımıştır. Böylece İslam’ın içindeki Alevi mezhebi ile Kürt, Arap, Çerkez, Boşnak, Romen gibi etnik veya dilsel topluluklar bu tanımın dışında kalmışlardır. Bu da aslında Türkiye’nin Türk-İslam politikasının ürünüdür. Lozan’da oldukça ince bir politikayla sözünü ettiğim topluluklar ret ve inkar ediliyor. Herkes Türk uyruğu olarak tanımlanıyor. Yani “Türklük” bir üst tanımlama düzeyinde ele alınıyor. Bunu belirtirken Alevilerin, Kürtlerin ya da diğer toplulukların azınlık statüsünde ele alınması gerektiğini belirtmek istemiyorum. Ki zaten sorunu “azınlık”-“çoğunluk” gibi oldukça incitici bir yörüngeden çıkarmak da lazım. Cumhuriyetin kuruluşunda yer alan bütün dinsel topluluklarla etnisiteler ülkenin temel unsurlarıdır.

Tabi ki Lozan günümüz gerçekliğini ve ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ancak sorun şudur: sonuçta Türkiye, bir yandan kendine has azınlık politikalarına meşruiyet sağlamak için yasal dayanak olarak kullandığı Lozan’ı, diğer yandan sistematik olarak ihlal ediyor.

İçinde bulunduğumuz durumu bu çerçevede değerlendirmek hem Aleviler ve Kürtlerin neden “azınlık statüsü” istemediklerini anlamak, hem de bu kesimlerin taleplerini karşılamak için çözüm üretmeye yardımcı olur.Yine azınlık statüsünün ikinci sınıf vatandaş olmayla eş tutulduğu bir ülkede yaşadığımızı da göz önüne aldığımızda insanların kendisini azınlık statüsünde kabul edeceğini beklemek boş bir beklentinin ötesinde hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Öte yandan, Aleviler ve Kürtlerin dil, kimlik ve kültürlerinin tanınması ve yaşatılması için devlete yönelik haklı talepleri olduğu da bir gerçektir. Kürtlerin talep ettiği dil, kimlik ve kültür hakları, Kürt etnisitesi olarak toplumsal yaşama eşit ölçüde katılımı ve bunların sürekliliğinin anayasal güvenceye alınmasını amaçlar. Alevilerin zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi talepler ise, herkese tanınan anayasal din özgürlüğü hakkını kullanma isteğinden ibarettir. Dolayısıyla Aleviler ve Kürtler, “bize azınlık hakları verilmesi”ni değil, Türkiye’de algılandığı anlamda “azınlık” olarak adlandırılmayı da reddediyoruz.

İlk bakışta çelişkili görünen bu durumu siyah-beyaz değerlendirmek yerine daha nüanslı bir yaklaşımla ele almak daha doğrudur. Toplumsal taleplere, cemaat esaslı azınlık kavramı yerine, anayasal yurttaşlık esaslı insan hakları hukuku çerçevesinde çözüm aramak bize gereken esnekliği sağlayabilir. Bunu yaparken benzer sorunlar yaşayan ülkelerin ne tür anayasal çözümler ürettiğine bakmak gerekebilir.

Birçok Batı Avrupa ülkesi, Milletler Cemiyeti dönemi azınlık rejimini benimsememiş olmasına rağmen, ulusal topluluklarına insan hakları üzerinden geniş anayasal güvenceler verir. İspanya Anayasası, azınlık terimini kullanmasa bile “özerk toplulukların” dil haklarını tanır. Belçika Anayasası ülkeyi dört dil bölgesine böler. İtalya Anayasası “dilsel toplulukların” özel yasal güvenceler ile korunmasını öngörür. Anadilde eğitimi de içeren bu güvenceler, anayasal yurttaşlık ilkesi içinde bütün yurttaşlara tanınan eşitlik hakkına ek olarak kabul edilir. Sonuçta çeşitli toplumsal yapılara ayrı bir yasal rejim ile “azınlık statüsü” verilmesi yerine, yurttaşlık esası altında anayasal tanınma ve korunma sağlanır. Toplumun büyük bir kesiminin neden mutsuz olduğunu anlamak için, hak ve hukukun toplumdan uzak ve soyut kavramlar değil, bireylerin günlük hayatlarını doğrudan etkileyen olgular olduğunu görmeliyiz. Dolayısıyla azınlık tartışmalarına bu çerçevede bakmak ve onları siyasi araç olarak görmek yerine meşru yasal haklar olarak ciddiye almak, tartışmayı çok daha sağlıklı, akılcı ve bilimsel bir zemine oturtur.

Yorumlar kapatıldı.